REDDETTİĞİMİZ MİRAS VE SOSYALİST HAREKETİMİZİN TARİHİ KÖKLERİ – Hüseyin Korkmaz

Çağdaş Yol, Sayı 5, Eylül 1988

Giriş ya da Önsöz

Sosyalist hareketimiz, 12 Eylül döneminin ilk şokunu bir süredir üzerinden atmaya çalışarak yeniden şekilleniyor. Eylülizmin ilk yıllan gericileşen sosyalistlerimizin, adeta inkâr fırtınası estirdiği yıllar olmuştu. Onlar dememiş miydi; şöyle şöyle yapmayın diye? İşte onların sözünü dinlemeyenlerin içine düştüğü durum meydandaydı. Ardından, vurun abalıya misali, 12 Eylül öncesinin sol siyasetlerine kesinlikle ideolojik temeli olmayan bir suçlama kampanyası yürütüldü. İş bu noktada da durdurulamazdı. 12 Eylül öncesinin sosyalist hareketlerinin kökleri 1960’lı yılların sonuna kadar uzanıyordu. Bu dönemin önderleri de çarmıha gerilerek üzerlerine olmadık çamurlar atıldı. Nasılsa atlan çamurlan temizleyecek kimseler de ortalıkta görünmüyordu. O halde meydan boştu. Zaten atlan çamurlar bir gün temizlense de izi kalırdı. Veya yeni kuşakların kafası bulandırılıp, eskinin siyaset ve önderliklerine ön yargılı hale gelmeleri sağlanabilirdi. Gerici sosyalistlerin eleştirileri, 12 Eylül yönetiminin mahkemelerinde, basının da kullanılan suçlama edebiyatıyla çakışıyormuş, olsun ne çıkardı. Bir yandan Eylülizmin fiili ve ideolojik saldırıları, bir yandan da gerici solcuların iftira ve inkârcılığı sosyalist ortamı bir kaosa çevirdi ya. Kurdun dumanlı havayı sevmesi gibi eskinin Aydınlıkçıları, Birikimci vb.leri en çok da, zaten böylesi havalan severlerdi. Boy boy dergilerle, sosyalist parti kurma vb. toplantılarıyla, yılgınlaşan sosyalist ortama ve yeni kuşak devrimcilere tuzaklar döşendi. Tuzağa düşenlere herkesin kötü olduğu, yanlışları yüzünden bu duruma düşüldüğü söyleniyor ve sen kaç ben kurtarayım demek isteniyordu. Sosyalist ve devrimci mücadeleden buralara kaçanlar, kurtuldu mu? Yoksa ideolojik çürümenin ve yozlaşmanın içine mi sürüklendiler? Şüphesiz bu soruların yanıtım, zerrece devrimci yanları kalmamışsa, bu durumu yaşayanların vermesi gerekiyor. Sosyalist saflarda başından bu yana solculuk adına, oportünizm ve tasfiyecilikten başka rol icra etmeyen gerici sosyalist çevrelerin, 12 Eylülle birlikte yüzlerine gülen talih, ne yazık ki son birkaç yıldır kendilerine yüz çevirmiş bulunuyor, işçi sınıfının ve öğrenci gençliğin 1983’lerden sonra eyleminin sağlam ve emin adımlar atarak yükselmeye başlaması, biraz ağız değiştirmeye çalışsalar da onları çiğneyip geçiyor ve yine bir kenara, sosyalist hareketin çöp sepetine kaldırıp atıyor. Geçmişin CIA sosyalizmi, 12 Eylül öncesinin ihbarcılığı, günümüzün 12 Eylül solculuğu yeni bir iflası kaçınılmaz olarak yaşıyor.

İçine girdiğimiz dönemde aşılmakta olan bu “sosyalizmin” tarihine de, kesinlikle kendi belgelerine dayanarak çalışmalarımızın ileriki aşamalarında bir açıklık getirmeye çalışıyoruz. Onlar sosyalist hareketinin tarihini karmakarışık hale getirip, bir inkâr fırtınasıyla yok etmek istiyorlarsa, bizim onların kendi tarihleri de dahil, bu inkâr ve iftira fırtınasına göğüs gerip tarihimizi aydınlık ve berrak bir hale getirmeye çalışmak boynumuzun borcu oluyor.

Sosyalist hareketimizin tarihine bir diğer yalnız yaklaşma da geçiş döneminin, sözde veya eylemde radikal solculuğundan geliyor. Sözde radikal solculuğu, Y. Küçük ve çevresi temsil ediyor. Tarihin birinci yılını kendisiyle başlatma -yeni milatçılık- bu çevrenin temel özelliği. Güya radikal güçlere olumlu bir yaklaşım içinde olunduğu izlenimi veriliyor. Ama biraz “Tezlerini inceleyince “Balkanlarda eşsiz örneksiz” ve her şeyi “kendisinde menkul” görme tutumuna girdikleri görülüyor. Bu eğilimde tarihi karmakarışık ediyor ve “tezlerini de çarpıtıyor. Y. Küçük ve çevresinin tipik özelliği muazzam boyutta kendisine sevdalanmış aydınlar olmalarıdır. Fek de o kadar sevdalanacak yanlarının olmadığının kendilerine gösterilmesi lazım. Bu işe de, dergimizin geçen sayılarında başlandı. Devam edeceğini umuyoruz ve biz bu çevrenin sosyalist hareketimizin geçmişinde kalıcı sayılabilecek bir izini bulamadığımızdan sosyalist hareketin tarihine yönelik araştırmamız içinde kendilerini ele almıyoruz.

Sosyalist hareketimizin, geçiş döneminin, asıl radikalizmi THKP-C’nin günümüzdü sürdürücülüğünü yapmaya çalışan eğilimler oluyor. Son 20 yılın sosyalist politik ortamına belli ölçülerde damgasını vuran bu eğilimleri sadece, direnişçilik ve radikalizm açısından ele almak ve bu anlamda bu eğilime olmadık misyonlar yüklemek bize doğru gelmiyor. Birincisi, sosyalist hareketimiz salt, direnişçilik ve radikalizm açısından bile son 20 yıla sığdırılamaz. İkincisi, THKP-C eğilimleri sadece radikalizm ve direnişçiliği değil, bir sosyal sınıf veya bu sınıf içindeki, zümrelerin sosyalist eğilimini temsil ediyorlar. Sosyalist hareketimizin yakın tarihini yazarken THKP-C ve sürdürücüsü eğilimlerin doğuş, şekilleniş koşullan kadar, sosyal sınıf temellerini de ortaya koymaya çalışmak zorunlu. Sosyalist mücadele de bizler için kesinlikle gerekli olan sınır çizgilerinin bulanıklaştırılması değil, alabildiğine netleştirilmesidir. Çalışmamızın sosyalist hareketimizin yakın tarihini ele aldığımız bölümlerinde bunu yapmaya çalışacağız. Duygulara seslenerek bir yerlere varmaya çalışmak, proletarya sosyalizmi iddiasında olanların içine düşebilecekleri durum olmasa gerektir. Güçlü devrimci duygular, ancak proletarya sosyalizmi zemininde uyandırılabilirse bizi devrimci gelişmelerin yoluna sokabilir.

Sosyalist hareketin tarihinin 70-80 yıllık “tasfiyeci”lik veya “oportünizm” olarak nitelenmesini de doğru bulmuyoruz. Proletaryanın var olduğu bir ülkede onun öz eğilimi proletarya sosyalizminin, başlangıçta zayıfta olsa var olduğuna ve günümüze bin- bir zorlukla da olsa taşınabildiğine inanıyoruz. Elbette sosyalist hareketimizin tarihini böyle görmek isteyenlere de bir şey diyemeyiz. Onlar bu günkü “TKP”nin pratiğine bakıp, geçmişi de pratiğin tarihi kökleri olarak görüyorlarsa, ancak durumun sanıldığı gibi olmadığını söyleyebiliriz kendilerine. Biz bugünkü “TKP” ve onun tasfiye, çözülme ve mültecilikten ibaret olan tarihini reddedilmesi gereken miras olarak görüyoruz. Ama 80 yıllık sosyalist mücadele tarihimizi ve bu tarihin içinde doğup gelişen proleter sosyalist eğilimimizin muazzam teorik mirasına ve günümüze taşınıp politik bir güç haline getirilişine olumlu ve geleceği temsil eden bir gelişme olarak bakıyoruz. Hatta bugünkü pratik gücümüz, teorik mirasımızın çok gerisindedir dersek ancak gerçeği itiraf etmiş oluruz. Mirasa bütünüyle sahip çıkmak ve yaşama geçirmek işte günün görevi ve boynumuzun borcu bu oluyor.

Türkiye sosyalist hareketinin tarihi kökleri 1900’lü yılların başlarına kadar uzanıyor. Yani yaklaşık olarak 80 yıllık bir mücadele tarihimiz var. Bu tarihin henüz tüm dönemleri aydınlığa kavuşmamış da olsa, çeşitli dönemleriyle ilgili yayınlanan belgeler, inceleme ve araştırmalar önemli bir bilgi birikimi sağlamış durumda. Bu bilgi birikiminin sosyalistlerce etüt edilmesi, böylece kendi tarihi köklerinin ortaya konulması gerekiyor. Belki bu çabalar sonucu tarihimiz yine tamamıyla aydınlığa kavuşmaktan uzak kalacak. Ama sosyalist hareketimizin tarihinde belli dersler çıkarabilmesine, bunlardan hız ve kuvvet alabilmesine yardımcı olabilmek de mümkün. Köksüz ağaç misali, her patlayan fırtınada yıkılıp sağa, sola savrulmak kimseye bir yarar sağlamıyor. Sosyalist hareketin iki de bir katastrofa değil, sağlam tarihi köklere dayalı istikrarlı gelişme ve bu gelişmenin ortaya çıkan her yeni döneme rağmen sürekliliğinin sağlanmasına ihtiyacı var. Bizce, aksi tutuma giren her sosyalist objektif olarak oportünizmi ve tasfiyeciliği yaşıyor demektir.

Yaşanan geçmişi olumlu ve olumsuz yönleriyle atlamak bizim harcımız değil… Proletarya sosyalistleri bu konuda uyanık olmak zorunda… Küçük burjuvazinin temsilciliğini yapmaya çalışan sosyalistlerin, tarihinin birinci yılını kendileriyle başlatmaya kalkması, son 20-25 yılın trajedik bir çocukluk hastalığı. Mücadele bizimle başlamadı. Bizden önce de vardı. Bizden sonrada olacak. Proletarya var olduğu sürece onun sosyalist mücadelesini sürdürecek sözcüleri güneşin altındaki yerini alacaklardır. Tabii bu mücadelede bir yığın yanılgı ve hatalarda olabilir. Ama yanılgılı ve hatalı sürdürülmüş de olsa o mücadelenin ürünleri olduğumuzu, düşünüyorum o halde varım diyorsak bunu izinde yürüdüklerimize borçlu olduğumuzu hiçbir zaman unutmayacağız. Her şeyden önce riyakâr olmamak gerekiyor. Tarihimizde her türlü olumsuzluğa rağmen, sabırlı, kahırlı, proleter sosyalist bir yaşam ve mücadeleyi ve bu mücadelenin en zorlu sınavlarından alnının akıyla çıkmış sürdürücülerini… Kendini devrime adamış kişilikleri… Yüz binlerce sayfayı bulan, tarih ekonomi, politika, strateji, taktik, ulusal ve uluslararası durumla ilgili bilimsel çalışmaları yok saymaktan da bugüne kadar bir yarar sağlanmış değil. Tek sözle tarihe adaletli yaklaşmak. Veya tarihin adaletini yerine getirmesine yardımcı olmak gerekiyor. İşte bu çalışmamızda, elden geldiğince, sosyalizmdeki, bütün amatörlük, gençlik ve yenilgimize rağmen tarihin adaletini yerine getirmesine yardımcı olmaktan başka bir iddia söz konusu değildir.

Osmanlı Toplumunda Burjuva Devrimciliği, İlk İşçi Hareketleri ve Sosyalist Hareketin Durumu

Türkiye’de sosyalist hareketinin başlangıç döneminin, tarihini incelerken hiç şüphesiz onu sosyalizmin uluslararası boyuttaki bu dönem tarihinden kopuk ele almamak gerekir. Çünkü başlangıcının Osmanlı İmparatorluğu, günümüzün Türkiye Cumhuriyeti yer küremiz üzerinde yaşamış ve yaşamakta olan ülkeleridir. Ve yine bu ülkelerde de dünyanın öteki ülkelerinde olduğu gibi, sınıflar ayrışması, sınıf mücadeleleri, sosyalist örgütlenmeler yaşanmıştır. Yalnız Osmanlı dönemi ve ardından gelen, cumhuriyet dönemlerinin şüphesiz dünyanın öteki ülkelerine benzer yanları olduğu kadar, kendine özgü orijinal yanları da vardır. Türkiye sosyalist hareketinin tarihini ele alırken, onun uluslararası sosyalist hareketin doğrudan etkisi altında kalarak şekillendiğini görüyoruz.

Türkiye’nin, Osmanlı döneminde batıda kapitalizmin toplumları geliştiren, aydınlatan etkilerine oldukça kapalı bir konumu yaşaması elbette ki uluslararası sosyalizmin doğuşundaki etkilerinin halkımız üzerinde sınırlı olmasını getirmiştir. Batıda kapitalizm doğup, kimi ülkeler de sosyal devrimleri gerçekleştirerek toplumların yaşamında köklü alt üstlükler meydana getirirken, yine bu ülkelerde ilk sosyalist ideolojiler doğarken Osmanlı toplumu, sınırlarının oldukça ötesinde meydana gelen bu gelişmelerin, öz dinamiklerinden ve etkilerinden uzak, feodalizmin ortaçağının kış uykusunda uyur vaziyettedir. Osmanlı toplum düzeninin dayandığı, toprak ekonomisi, topraklar üzerinde tefeci-bezirgân hakimiyetinin gelişmesiyle, kangrenleşmiştir. Derebeyleşen üst sınıflar ve tefeci bezirgânlık, değil kapitalizmi geliştirmek, kalp para basarak, ordu ve memurların maaşını, onların ikide bir kazan kaldırıp kelle almaları koşullarında, güçbela ödeyebilmenin ötesinde bir ekonomik girişkenlik gösterebilecek durumda değildir. Osmanlı toplum yapısından bu haliyle, proletaryanın uluslararası sosyalist ideolojinin, doğuş döneminin etkilerine, güçlü karşılık vermesini beklemek ölü gözünden yaş ummaya benzemektedir.

Osmanlı aydınlarının, batak durgunluğuna rağmen, sosyalizmin doğuş döneminin etkilerini sınırlı bir biçimde de olsa Osmanlı toplumunun bünyesine taşıdığını, henüz çok cılız bir durumda olan işçi hareketine bu etkileri egemen kılmaya çalıştığını görüyoruz. Yine kapitalizmin Batı’da gelişimi karşısında imparatorluğun güneşin karşısındaki kar misali eridiğini gören aristokrat kökenli ve burjuva eğilimli aydınların, Batı kapitalizmini hedefleyen Jön Türkler akımını oluşturduklarını ve hürriyet çığlıkları attıklarını biliyoruz. Jön Türklük, sosyal devrim yapacak güçte olmayan, pısırık, korkak ve cılız Osmanlı burjuvalarının, sosyal devrimci misyonunun bir kesim aydınca yüklenilmeye çalışılmasından başka bir şey değildir. Jön Türklüğün ilericiliği veya gericiliğini şüphesiz sözcülüğünü yapmaya çalıştığı Osmanlı burjuvazisinin eğilimleri determine etmektedir. Jön Türklük, Osmanlı despotizmine tepki, Batı kapitalizminin ülkeye taşınması özlemiyle ilerici gibi görünüyor. Ama dayandığı sosyal sınıfın, Osmanlı burjuvazisinin, komprador burjuvazi olması nedeniyle gerici bir karakteri de vardır. Jön Türklerin dayandıkları bu sınıf tarafından belirlenen ideolojik ufku, Batı kapitalizminin üst yapı kurumlarının ülkeye taşınmasını istemekten öteye gidememiştir. Onlar Batı kapitalizminin ana yurtlarında sürgündeyken bile, bu ülkelerde gelişen proletarya ideolojisine oldukça yabancı kalmışlardır. Gericileşen (emperyalizmin aşamasına girmiş) kapitalizmden ötesine geçememişlerdir. Veya geçebilenleri çok az olmuştur.

Jön Türk akımının, kapitalist metropollerden ülkeye taşıdığı değerler, düzenin değişebileceğine dair düşünce ve yeni anlayışlar, başlangıçta sivil aydınlarla sınırlıyken giderek askerler arasında da yayılmaya başlamıştır. Kapitalizmin kendi öz dinamikleriyle gelişimine kapalı ve Osmanlı burjuva devrimine önderlik edebilecek Osmanlı burjuvazisinin zayıf ve pısırık konumu, Jön Türkleri toplumu, kapitalist anlamda da olsa yenilemeye çalışan önemli bir güç ve etkinlik haline getirmiştir. Bu nedenle II. Abdülhamit 1876 ve 1908’de iki defa meşrutiyeti ilan etmek zorunda kalmıştır. Osmanlı toplumunda gerçekleşen bu değişikliklerde, sivil aydınlar daha çok düşünce planında düzeni eleştirirken, askerlerin bu düşüncelerle bütünleşmiş, genç ve dinamik kesimi davranışa geçerek düzen üzerinde fiili baskı uygulamak suretiyle meşrutiyetin ilanına^ yol açan olayları geliştirmişlerdir. 1908’de II. meşrutiyetin ilanı, Çarlık Rusya’sındaki 1905-1907 halk ayaklanmalarının dolaylı etkisi altında II. Abdülhamit zulmüne karşı Osmanlı aydınlarının (asker ve sivil) bir başkaldırı hareketi olmuştur. Sivil aydınların düşüncede başkaldırısını Resneli Niyazi önderliğinde dağa çıkıp meşrutiyetin ilanını dayatan askerlerin eylemi tamamlamıştır. İçinde gerçekleştiği ülkenin alabildiğine geri ve çağ dışı koşullarına göre burjuva anlamda tam bir devrim olmasa da 1908’in bu yolda atılmış bir adım ve daha sonra atılacak adımların da başlangıcı saymak gerekmektedir. Geçmişte önemli bir kesiminin, Osmanlı egemenliğinde yaşadığı Ortadoğu toplumlarında da, günümüze kadar uzanan burjuva devrimi süreçlerinde, benzer adımların birbirini takip etmesi dikkati çekmektedir. Ortadoğu sahasındaki feodal karanlığın yırtılması ve burjuva toplumunu kurmaya yönelik adımlar, Batı kapitalizminin ilk doğduğu ve geliştiği yerlerdeki gibi olmamaktadır. Doğu toplumlarının hemen tamamında ve özellikle de Ortadoğu’nun, sınıflı kent toplumlarına tarihte ilk geçilen yer olması 7000 yıldır tefeci- bezirgân ilişkilerin ve sermayenin aşırı irileşmesi, buraları, kapitalist sosyal devrimi başarabilecek öz dinamiklerinden yoksun hale getirmiştir. Hiçbir biçimde kollektif üretim yapılmasına olanak tanımayan tefeci-bezirgân sermaye, üretmenlerin birbirinden kopuk ve kendi başına üretim yapmaları koşullarından faydalanarak, iki arada, kâr ve faiz vurgunuyla alabildiğine irileşmekte ve toplumu tüm nefes borularına kadar ele geçirip kontrol altına alabilecek bir güce bu sayede ulaşmaktadır. Tefeci bezirgân sermayenin bu kadar gelişmediği Batı toplumlarında, kapitalizmin gelişmesinde Ve modern burjuva sınıfının ve proletaryanın doğuşunda, ön sermaye olarak olumlu bir rol oynayan tefeci-bezirgân sermeye, Osmanlı ve Ortadoğu toplumlarında yukarıda değindiğimiz aşın gelişmesi nedeniyle, alabildiğine statükocu ve gerici bir rol oynayıp, girişimci kapitalizmin ve devrimci bir burjuva sınıfının doğuşu üzerinde boğucu bir etkide bulunmuştur. İşte bu nedenle Osmanlılıkta ve Ortadoğu toplumlarında burjuva devrimleri, bir burjuva sınıfı önderliğinde, halkın diğer sınıf ve tabakalarının katılımıyla değil, daha çok Batı kapitalizminden ve çağdaş düşüncelerden etkilenmiş sivil ve asker aydınların yukarıdan ordu darbeleri biçiminde gerçekleşmektedir. Elbette ki böylesi burjuva devrimlerinin, halklar üzerinde, toplumu tümüyle temellerinden sarsan, köklü dönüşümler sağlayan ve halk hareketi biçiminde gerçekleşen burjuva devrimleri gibi etkileri olmamaktadır. Üstten darbe veya etki özlenen düzenin sosyal temeli zayıf olduğundan dolayı, ekonomi temelini elinde tutan, çağ dışı egemen sınıflarca kısa sürede nötralize edilebilmektedir. Hatta bununla da sınırlı kalmayıp bu hareketlerin, kısa sürede yozlaşıp, halk üzerinde en acımasız diktatörlükler uygulayan, kendi dayandığı burjuva sınıfının zayıflığı veya komprador karakterinden dolayı da, hızla bir emperyalist kliğin uydusu haline gelmesi kaçınılmaz olmaktadır. Jön Türk hareketinin de, I. Dünya Savaşı öncesinde Mahmut Şevket Paşa’nın öldürülmesiyle birlikte, İttihat ve Terakki diktatörlüğüne, ardından da Alman emperyalizminin uydu ve ajanlığına doğru soysuzlaşması bu tespitimizi doğrulayan iyi bir örnek olmaktadır.

İşte Osmanlı toplumunda Jön Türklük veya burjuva devrimciliğinden söz edince, çağdaşlaşma isteyen, ama çağ açısından, tüm ilerici barutunu yitirmiş burjuvazinin yapamadığı devrimini onun adına ve onun için yapmaya çalışan, aristokrat kökenli Osmanlı asker-sivil-aydınlarının ideoloji ve eylemi akla gelmelidir. Osmanlı sivil-aydını, Batı’nın burjuva devrimcisi aydınlan gibi hem düşüncede, hem de eylemde devrimciliği birleştiren bir tutuma girmeyip, istibdadı sadece düşünce planında eleştirmektedir. Osmanlı asker (aydın) gençliği ise Batıdaki orduların ve subayların, çoğunlukla her türlü devrimin karşısında, eski rejimi savunma konumunun tersine, sivil-aydınların düzene karşı oluşturduğu fikir ve ideolojilerden etkilenip istibdadı, gerektiğinde dağa çıkıp meşrutiyeti ilana zorlayabilmektedir. Batıda burjuvazinin devrimciliği, emperyalist soygunculuk ve haydutluğa soysuzlaşırken, bizdeki Jön Türkler (burjuva devrimciliği) kapitalizmin gelişimi karşısında yaya kaldığından, emperyalist çapul maceralarından bir parça da yağlı kemik bize düşebilir umuduyla halkı emperyalizmin savaş mezbahasına süren bir işbirlikçiliğe ve ajanlığa soysuzlaşabilmektedir.

Osmanlı toplumunda burjuva devrimcisi aydının temel karakteri ve özellikleri bu olurken kısa ve öz bir biçimde de olsa Osmanlı işçi ve sosyalist hareketinin durumunu ele almaya çalışalım.

Daha 1845 yılında kabul edilen polis nizamnamesinde “işini gücünü terk eden işçi ve işçi cemiyetlerine” karşı sert tedbirlerin uygulanacağının yazıyor olması bu tarihten önceki yıllarda ilk işçi eylemlerinin ve örgütlenmesinin, Osmanlı toplumunda -kesin biçimlerinin ne olduğunu bilmememize rağmen- varlığını ortaya koymaktadır. Keza 1863 tarihli maden işletmelerinde de işçilerin işyerini terk etmelerini yasaklayan yönetmenliklerin bulunuşu, buraların da işçi eylemlerine sahne olduğunu kanaatini doğurmaktadır.

1871 yılında kurulan “Amele Perver Cemiyeti’nin” Osmanlı İmparatorluğu’nda kurulan ilk işçi örgütü olduğu araştırmacılarca kabul edilmektedir. Bir yıl sonra Osmanlı işçi hareketi tarihinde belgelerle saptanan ilk grev gerçekleşir. 500 kadar tersane işçisi sadrazama dilekçe vererek ücretlerinin arttırılmasını isterler. Türk olan ve olmayan tüm işçiler bu eylemde sınıf dayanışma ve kardeşliğinin iyi bir örneğini sergileyip, birliklerini koruyarak grevin başarıyla sonuçlanmasını sağlarlar.

İstanbul’da silah fabrikasında çalışan bir grup işçi, 1895 yılında “Osmanlı Amele Cemiyeti”ni kurarlar Komünist Manifestodaki düşünceleri savunan bu dernek bir yıl sonra kapatılır ve yöneticileri 7-8 yıl hapis ve sürgün cezalarına çarptırılır.

II. Abdülhamid’in oluşturduğu istibdat (baskı) rejimi, işçilerin bu ilk mücadele ve örgütlenmelerini daha başından, şiddetle, karşı önlemler geliştirerek ezmiştir. Osmanlı Amele Cemiyeti’nin, kapatılmasından sonra 1908 yılında ikinci meşrutiyetin ilanına kadar, Osmanlı İmparatorluğu içinde birtakım “işçi komiteleri” biçimindeki örgütlenmeler dışında hiçbir işçi örgütlenmesi kalmamıştır.

Şüphesiz Osmanlı İmparatorluğu’nda işçi sınıfının varlığının, mücadele ve örgütlenmelerinin tarihini, eski Osmanlı arşivlerini araştıranlar daha geri tarihlere kadar götürebileceklerdir. İmparatorluk topraklarında cami, köprü, hamam, muazzam büyüklükte surların yapımı ve onarımı, liman inşaatları, gemi yapımcılığı vb. çalışma sahalarının varlığı düşünülürse buralarda epeyce kalabalık bir işçi kitlesinin çalıştığını ve çalışma koşullarının kölelikten beter olduğu bu alanlarda da işçilerin tepkilerini dile getirmemiş, ortaçağa has lonca tipi örgütlenmeler düzeyinde de olsa örgütlenmemiş olduklarını düşünmemiz söz konusu değildir. Ne var ki Osmanlı işçi hareketleri tarihi üzerine araştırma yapanların ikinci meşrutiyetin ilanına kadar belirttikleri, işçi sınıfının mücadele ve örgütlenmeleri “Amele Perver Cemiyeti” 1872 tersane işçilerinin grevi, 1895 “Osmanlı Amele Cemiyeti”nin kuruluşu olmaktadır.

İkinci meşrutiyetin ilanından hemen sonraki yıllarda, Rumeli’den, İstanbul’a kadar yayılan alanlar üzerinde yaygın grevler meydana gelmiştir. Bu grevler ağır çalışma koşullarına ücretlerin düşüklüğüne, yabancı sermayeye duyulan tepkilerden dolayı patlamıştır.

1908’den sonraki ilk grev Osmanlı İmparatorluğu’nun, Avrupa kesiminde, Bulgaristan, Yunanistan ve Sırbistan’a yakın bölgelerdeki demiryolu işçileri arasında patlak verir. Daha sonra bazı maden ocaklarında, İstanbul ve Ankara’daki tütün işletmelerinde grevler meydana gelir. Ve bütün bu grevlerdeki ortak talep ücretlerin arttırılması, çok kötü çalışma koşullarının düzeltilmesiydi. Grevlerin amacı, hükümete ve yabancı şirketlere bu taleplerin kabul ettirilmesiydi. Yalnızca 30 gün içinde 30 grev gerçekleştirilmiştir.

Rumeli demiryollarındaki grevler, bir süre sonra Anadolu’daki demir yollarına da yayıldı. 18 Ağustos 1908’de Aydın demiryolundaki işçiler ve düşük maaşlı memurlar da greve gittiler. Yine o dönemde Zonguldak Kömür Havzası’ndaki, maden ocaklarında çalışan işçilerin büyük çoğunluğu grevdeydi. Liman işçilerinin grevi nedeniyle gemiler limanlarda boş duruyordu. Kömür taşınamıyordu. Kömür taşıma işlerinin durdurulması için işçiler 15 lokomotifi bozarlar. Zonguldak Kömür Havzası’nda, Ereğli kömür ocaklarını işleten Fransız şirketi ve öteki yabancı şirketler Osmanlı hükümetine başvurarak, grevleri bastırması için asker göndermesini isterler. Hükümet işçi sınıfının eylemlerini kırmak ve yabancı şirketlerin çıkarlarını korumak için askerleri işçilerin üstüne gönderir.

Aydın demiryolu hattındaki grevciler de bir lokomotifi durdurup raydan çıkarlar. İzmir Alsancak istasyonundaki depolar yakılır. Jandarmalarla işçiler arasında çatışmalar olur. 1908 İkinci Meşrutiyetin ilanından sonra bir çığ gibi büyüyen ve militanlaşan bu grevlerin büyük çoğunluğu ne yazık ki başarılı sonuçlara ulaşamaz. Başarısızlıkta, yönetimin en sert yöntemlere başvurmasının yanı sıra, işçilerin örgütsüz ve kendiliğinden bir mücadeleye atılmalarının büyük rolü vardır. Grevlere önderlik edip, yönetebilecek bir sosyalist harekette Osmanlı İmparatorluğu içinde mevcut değildir. Tüm bu faktörlerin etkisiyle Osmanlı yönetimi, emperyalist şirketlerin çıkarlarını korumak için şiddet yoluyla grevleri ezmiş ve başarıya ulaşmalarını engellemiştir.

Osmanlı İmparatorluğu içine ilk sosyalist fikirlerin girişinde ise 1864 yılında K. Marks ve F. Engels’in çabalarıyla kurulan I. Enternasyonal’in ve 1871 yılında gerçekleştirilen Paris komününün büyük rolü vardır. Bu olaylar dönemin Osmanlı basınında yer almıştır. Avrupa’da burjuva devrimi sonrası gelişen işçi sınıfının ideolojisi ve pratik mücadelesi yurtdışındaki Osmanlı aydınlarının bazılarını etkilemiş onlar da bu mücadeleleri gerek basın yoluyla, gerekse farklı yollardan topluma aktarmaya çalışmışlardır. Osmanlı Amele Cemiyeti’nin, 1895’te komünist manifestodaki düşünceleri savunan bir dernek olarak kurulması, gücü ve yaşama süresi ne olursa olsun, sosyalist hareketin başlangıç adımı olarak oldukça öneme haiz kabul edilmesi gereken bir gelişmedir. Osmanlı İmparatorluğu’nun siyasal düzeni, ülkenin geri ve feodal yapısı, ağır dini faktör ve proletaryanın büyük sanayi merkezlerinde değil, küçük işletmelerde az sayıda dağınık ve örgütsüz oluşu şüphesiz o sosyalist hareketinin hızlı bir biçimde gelişmesini olumsuz yönde etkileyen faktörler olsa gerekir.

1905-1907 Rus devrimi, yenilgiye uğramış da olsa, Çarlık Rusya’sındaki halklar üzerinde olduğu kadar Osmanlı İmparatorluğu’nun topraklan içinde yaşayan uluslar ve ezilen halklar üzerinde de büyük uyandırıcı etkiye sahip olmuştur. Bulgaristan Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin, Bulgar işçi hareketinin, Makedonya-Edirne Devrim Komitesi’nin yaydığı düşünceler Osmanlı toplumundaki işçi hareketinde ve sosyalist hareketinde bir canlanma yaratmıştır. O dönemde Türk olmayan halkın çoğunlukta olduğu bazı şehirlerde işçi komiteleri kurulmuştur. Örneğin tütün işleme merkezi İskeçe’de ayrı ayrı Bulgar, Yunan, Türk işçi komiteleri kurulur. İşverenler işçi sınıfının bu tarz örgütlenmesinin zaaflarını kullanarak işçilerin birliğini sürekli baltalayarak birbirlerine kışkırtırlar. Fakat işverenlerin bu oyunları işçilerce boşa çıkarılır. İşçi komiteleri birleşerek, bir yıl sonra, ücretlerin artırılması, çalışma sürelerinin azaltılması için greve başvururlar ve grevi başarıyla sonuçlandırırlar. 1908 II. Meşrutiyet’in ilanından sonra ise pek çok şehirde ve kasabada yerden mantar bitercesine sayısız işçi komitesi kurulur. Dört dilde işçi gazetesi çıkarılır.

Selanik işçileri farklı siyasi eğilimleri bünyesinde toplanan Selanik İşçi Kulübü’nü kurarlar. İşçi kulübü Balkan Savaşı’na kadar faaliyetlerini sürdürür. İşçi kulübünün örgütlenmesiyle 1909 yılında 1 MAYIS işçi bayramı, Selanik’te büyük bir coşku ve kitle gücüyle kutlanır. Bu işçi örgütünün gelişmesini Bulgaristan geniş sosyalist partisi sağlar. Örgüt, reformist düşünceleri savunmaktadır. Bünyesi içinde anarşistlerden burjuva reformistlere kadar çeşitli eğilimler bulunmaktadır.

Sosyalist kulüp ve derneklerin, işçi sınıfının sendikal hareketinin gelişmesine büyük katkıları olmuştur. Bu örgütlenmelerin çabasıyla İstanbul’da faaliyet yürüten 16 sendika tek bir sendika çatısı altında birleşmiştir. 1908 hareketinden hemen sonra işçi ve sosyalist hareketin yöneticileri ikinci enternasyonalle ilişkiye geçerler. II. Enternasyonal’in yürütme organı olan Uluslararası Sosyalist Büronun 1908 yılında Brüksel1 de düzenlediği toplantıya katılırlar.

II. Meşrutiyet’in ilanının ardından yaşanan bu süreçler Osmanlı toplumunda küçük de olsa bir sosyalist aydın çevrenin doğmasını sağlamıştır. 1910 yılının eylül ayında Osmanlı toplumunda ilk sosyalist parti, bu sosyalistlerce Hüseyin Hilmi başkanlığında kurulur. Osmanlı Sosyalist Fırkası, sosyalist hareketimizin parti anlamında başlangıç adımıdır. Bu nedenle üzerinde de durulmaya değer bir önem taşır. Ancak Osmanlı Sosyalist Fırkası’nı oluşturan yöneticiler bilimsel sosyalizmden oldukça uzak bir durumdadırlar. Ve parti II. Enternasyonal’e de ortaya çıkan oportünizmin Osmanlı toplumunda temsilcisi durumundadır. Parti yöneticileri, milliyetçi görüşlerin etkisi altındadırlar ve parti yayınlarında din ile sosyalizm ve oportünistler çoğunluktadır. Bizzat parti başkanı Hüseyin Hilmi’nin kendisi iflah olmaz bir küçük burjuva sosyalistidir. Hüseyin Hilmi sosyalist hareketin tarihi içinde ilk sosyalist partiyi kuran ve sosyalizmin Osmanlı toplumunda yayılmasına hizmet- eden bir kişilik olarak önemli bir yer tutarken, oportünist görüşlerinden dolayı da, işçi sınıfının ve sosyalist hareketin, bilimsel sosyalizm ilkeleri temelinde birleşmesinin ve bu temelde gelişmesinin önünde büyük bir engel de olmuştur. H. Hilmi ve yandaşları, Osmanlı işçi sınıfının ve sosyalistlerinin, gerçek devrimci bir sınıf partisinde birleşmesine de karşı çıkmışlardır.

Osmanlı Sosyalist Fırkası, “İştirak”, “Sosyalist”, “Serbest İzmir” isimli gazeteler çıkarmıştır. Gazetelerde, sosyalizmin propagandası yapılır. Osmanlı toplumunun sosyoekonomik sorunlarıyla, Jön Türk hareketinin özü ve II. Meşrutiyet’in niteliğiyle ilgili oldukça doğru tespit ve değerlendirmeler yapılır. Tramvay ve demiryolu işçilerine birleşmeleri çağrısı yapılır. Osmanlı Sosyalist Fırkası İttihat ve Terakki diktatörlüğüne şiddetle karşı çıkar ve bu politik hattıyla işçi sınıfının bilinçlenmesinde de olumlu bir rol oynar.

Partinin yurtdışı bürosu Paris’te açılmıştır. Osmanlı Sosyalist Fırkası, uluslararası sosyalist hareket ve ikinci enternasyonalle bağlantı içinde çalışmaktadır. Bizzat H. Hilmi’nin kendisi Fransız sosyalist partisiyle yakın ilişki içindedir. Hatta parti programı Fransız sosyalist partisinin programının faydalanılarak hazırlanmıştır, parti takındığı politik tutumuyla ve programıyla kendisine bir hayli işçiler ve aydınlardan taraftarlar da toplamıştır. Partinin örgütlü olduğu şehirlerdeki yerel yöneticiler hükümete başvurarak partinin kapatılmasını isterler. Hükümet partiyi, tüm şubeleriyle, kulüpleriyle birlikte kapatır. Partinin yöneticileri sürgüne gönderilir. Sürgüne gönderilenler arasında H. Hilmi ve Mustafa Suphi de vardır. Bu dönemde Mustafa Suphi henüz bilimsel sosyalist dünya görüşünden oldukça uzak bir durumda bulunmaktadır. H. Hilmi ve bazı parti yöneticileri sürgün dönüşü, ittihat terakki partisinin diktatörlüğüne karşı bağımsız sosyalist tutumu sürdürecekleri yerde İngiliz emperyalizmi yanlısı İtilaf ve Hürriyet Fırkası’na giderek onlarla birlikte İttihat Terakki Partisi’ni yönetimden düşürmeye çalışırlar.

Partinin yurtdışı bürosunun kurucusu ve başkanı Dr. Refik Nevzat’tır. Dr. Refik Nevzat yurtdışı bürosu için ayrı bir program hazırlar. Bu program, ikinci enternasyonalin oportünist sosyal-demokrat partilerinin programlarının aynısıdır. İçerdeki parti programından belediyeler sorunu ele alışıyla ayrılır. II. Enternasyonal parti programlarından ise sömürgeler sorunuyla ilgili yaklaşımı açısından bir ayrılık taşır. Fakat bu tutumu alabilen Dr. Refik Nevzat’ı tam bir enternasyonalist olarak görebilmemiz de mümkün değildir. O, Osmanlı İmparatorluğumun çıkarlan söz konusu olduğunda azgın bir şoven tutuma girmekten çekinmez.

Birinci Dünya Savaşı yıllarında Osmanlı toplumundaki işçi sınıfı hareketi ve sosyalist hareket acımasız bir biçimde bastırılmıştır. Savaşın sonlarına doğru, mütareke yıllarında, siyasal iktidarın devrilmiş ve yeni bir hükümetin kurulmuş olması, Meclisi Mebusan’ın feshi gibi olaylar yeni bir siyasi hava doğurmuştur. Kısmi özgürlüklerinde tanındığı bu ortamda, sürgündeki aydınların dönmesiyle yeni işçi ve sosyalist partiler kurulur. Ancak bu partilerin işçi ve sosyalizm, sadece adlarında vardır. Özce bu partiler, sosyalizmden çok uzak bir konumda bulunurlar. Bu partilerden 20 ŞUBAT 1919 tarihinde kurulan Türkiye Sosyalist Fırkası yine Hüseyin Hilmi başkanlığında kurulmuştur. Parti programı Osmanlı sosyalist fırkası programının biraz değişikliğe uğramış şeklidir. Parti üçü İstanbul’da biri de Eskişehir’de dört şube açar. İstanbul örgütlerindeki üyelerin çoğunu tramvay ve demiryolu işçileri oluşturur. Parti, “İdrak” isimli bir gazete yayınlar.

Hüseyin Hilmi, parti kongrelerinden birinde bir tüzük hükmüyle kendini daimi parti başkanı haline getirir. Bundan sonraki pratiği ise dağınık işçi ve sosyalist hareketin tüm birleşme çabalarını baltalamaktır. Onun bu bozguncu ve oportünist politikasına tabandan bir grup üye tepki duyarak partiden ayrılırlar. 1920 yılında kurulmuş olan “Amele Fırkası”na girerler. Ancak Amele Fırkası’nın da işçi sınıfının çıkarları ve politikasıyla, sınıfın bizzat kendisiyle de hiçbir bağı yoktur. Parti yöneticilerinin büyük çoğunluğu eski subay ve yüksek devlet memurlarından oluşmaktadır. Sınıf işbirliği teorisini savunan bu partide işçi sınıfı içinde hiçbir yer edinemeden siyaset sahnesinden silinip gitmiştir.

Aynı dönemde bir de Türkiye Sosyal- Demokrat Partisi kurulur. Partinin programı, Belçika Sosyal-Demokrat Partisi’nin programı esas alınarak Dr. Haşan Rıza tarafından hazırlanmıştır. Sağcı bir sosyal- demokrat partidir. Parti ikinci enternasyonale de üye olur ne var ki işçi sınıfı içinde hiçbir gelişme gösteremez ve 1920 yılında dağılır.

Sosyalist hareketimizin tarihinde buraya kadar ele alınıp incelemeye çalıştığımız “Sosyalist” parti ve dernekler pek bir miras bırakmadan tarih sahnesinden silinmişlerdir. Daha doğrusu bu partilerden kalan teorik-ideolojik miras ve örgütsel pratiklerinin deneyleri, oportünist ve sosyal şoven politikaları nedeniyle I. Dünya Savaşı sırasında çöken II. Enternasyonal oportünizminin, Osmanlı toplum yapısına aktarılmasından başka bir şey değildir. Bu partilerin sosyalist düşünceyi bulanık bir biçimde de olsa toplumda yaymak, özellikle Osmanlı Sosyalist Fırkası’nın, İttihat Terakki diktatörlüğüne karşı mücadelesiyle işçi sınıfında demokrasi bilincinin uyanmasına hizmet etmek gibi bir olumluluktan varken, devrimci bir işçi ve sosyalist partinin örgütlenebilmesinin önünü tıkamak ve bu faaliyetleri sabote etmek gibi olumsuz bir rolleri de olmuştur. Sosyalist hareketimizin teorik- ideolojik ve pratik deney anlamında bu partilerden alabileceği tarihi miras bulunmamaktadır. Ve bu partiler tarihimizin reddedilmesi asla temel alınmaması gereken mirası olmak durumdadırlar.

Türkiye Sosyalist Fırkası’nın örgütlenmediği tarihlerde İstanbul’da 20 Eylül 1919 günü “Türkiye İşçi Çiftçi Sosyalist Fırkası” kurulmuştur. Partinin genel sekreteri Dr. Şefik Hüsnü’dür. Ayrıca partinin Almanya’da kuruluşunu destekleyen bir grup aydın, bir sayı “Kurtuluş” isimli bir dergi çıkarırlar. Parti, İstanbul proletaryası içinde örgütlenmesini bir ara durdurarak, üyelerini yeni başlayan ulusal kurtuluş mücadelesine katılmak üzere Anadolu’ya gönderir. Parti İstanbul’da yeniden beş sayı Kurtuluş ismindeki dergiyi çıkarmıştır.

Türkiye İşçi Çiftçi Sosyalist Fırkası’nın İstanbul’da kalan, Anadolu’ya gitmeyen üyeleri; 16 Mart 1920’de İngilizlerin İstanbul’u işgal etmeleri üzerine faaliyetlerine son vermek zorunda kalmıştır.

Partinin en önemli faaliyetlerinden biri İstanbul’daki solcu kuruluşlarda bir cephe kurmaya çalışmak olmuş ama bunda başarılı olamamıştır.

Türkiye İşçi Çiftçi Sosyalist Fırkası’nın mücadele pratiğinden çok kısa sürmesi nedeniyle alınabilecek fazlaca miras olmamakla birlikte esasta, üyelerinin bir bölümünü Anadolu’da halkın başlattığı gerilla savaşına göndermesi ve ayrıca da İstanbul’daki üyelerinin anti-emperyalist ikinci bir cephe açma girişimleri başarısızlığa uğramış olsa da olumlu girişimlerdir.

Elbette Türkiye İşçi Çiftçi Sosyalist Fırkası’nın ve onun Genel Sekreteri Dr. Şefik Hüsnü’nün eleştirilebilecek görüşleri çok fazladır. Özellikle Kemalizm’e bakış açısıyla ve ulusal sorunda daha sonraları takındığı tavırlarıyla Dr. Şefik Hüsnü burjuvazinin kuyruğuna takılmıştır. Tüm bu hatalar uzun süre “Resmi” anlamda Türkiye sosyalist hareketinin önderi olarak bilinen bir insan için affedilmez hatalardır. Ve kesin reddettiğimiz görüşlerdir. Ne var ki, T.İ.Ç.F.’nın aşağıdaki biçimde (daha sonraları Dr. H. KıvılcımIı’nın bölümlendirdiği) sıralanan 15 maddelik programı bir işçi sınıfı partisi açısından “Asgari programının” temel yapı taşlarını daha 1920’li yıllarda ortaya koymaktadır. Bu anlamda Osmanlı döneminden sosyalist hareketimize olumlu bir miras olarak kaldığına inandığımız bu program belgesini okurlarımıza aktararak yazımızın bu bölümünü tamamlıyoruz.

“Şimdiden, heyetimiz, İşçi-Çiftçi Partisi’nin şimdiki durum (hali hazır) için ASGARİ PROGRAM olarak kabul ettiği esasları ve parolaları (şiarları) özetle perçinleyip sizlere sunmayı uygun bulmuştur.”

  1. Döğüş Parolaları:
  2. Milli Egemenlik ve Temsil: Resmi müdahaleden ve her türlü etkilerden hür Orantılı Seçim (Temsil Nispi) ile olacak.
  3. Seçimde yaşı 18 olan kadın erkek gizli oy kullanır.
  4. “Aşar” ve “Temettü” vergileri yerine: Varlıkla orantılı gelir vergisi alınır. Yılda 500 lira (o günkü) kazanç, vergiden bağışık tutulacak.
  5. Yabancı sermayenin Reji ve Tekeli yerine: Millileştirme yapılır.
  6. Günde 8 saat çalışmayı sınırlandıran iş kanunu.
  7. Gece işine iki saat gündelik.
  8. Kadın ve çocuk işçilere özel korumalar.
  9. 14 yaşından küçük işçilere, yarı iş ve yan öğrenimi gündelik ödenerek sağlanacak.
  10. İşçilere hür grev hakkı.
  11. Halka serbest gösteriler yapma hakkı.
  12. Memurlara: Siyasi hak ve memur azil ve tayinlerinin otonomluğu (muhtıralığı)
  13. Yetim, dul ve sakat maaşları asgari geçim endeksi ile orantılı olur.
  14. Örgüt Biçimleri:
  15. Dış ticaret devletleştirilecek (devlet örgütüne girecek).
  16. Sanayi, ticaret ve ulaştırma da Ekonomi Bakanlığı’nın kontrolüne alınacak.
  17. Tarım ticaret ve sanayi kooperatifleri örgütlenecek.
  18. İşçilerin sendika ve kooperatif birlikleri kurulacak.
  19. Köylülerin sendikaları ve kooperatif birlikleri kurulacak.
  20. Memurların sendikaları ve birlikleri kurulacak.
  21. Askerlik: Kısa süreli bir işçi-köylü okulu olacak.

(Dr. H. Kıvılcımlı-Halk Savaşının Planları, Sayfa 233-234)

(DEVAM EDECEK)