DEVRİMCİ HAREKETTE KRİZ – Mehmet YILMAZER

Düşünce ve Davranışta Yol, Sayı 2, Ocak 2002

Dibe Vuran Tasfiye Süreci, Sorunlar ve Sorular

12 Eylül sonrasında, özellikle de sosyalizmin yıkılışından sonraki süreçte devamlı işlenen ancak “çaresi” bulunamayan bu sorun günümüzde yeni bir derinlik kazanmaktadır. Kabaca çevremize baksak genel olarak sol, özel olarak devrimci harekette daralma ve bozulmalar üstünden atlanamayacak ölçüde yoğunlaşmıştır. Sorunun öldürücü olan yanı, uzun süredir farkında olunmasına rağmen, yaratıcı bir yaklaşımla üzerine gitmek yerine adeta kadere boyun eğen bir bekleyiş içinde olunmasıdır. Süreç tahrip edici bütün yanlarıyla akarken Devrimci Hareket sürüklenmekten başka bir tavır gösteremiyor. Böyle kritik bir noktaya gelindiği için Devrimci Hareket’in yaşadığı tasfiye süreçlerini ve nedenlerini bir kez daha değerlendirmek gerekiyor. Bugün liberal sol da, radikal sol da aynı ölçüde kriz içindedir. Solun iki zıt kanadında da aynı zamanda kriz yaşanması ve tasfiye dalgasının içinde sürüklenmesi ilginçtir. Radikalizm ve liberalizm, genellikle biri diğerinin yenilgisinden beslenerek yaşarlar. Bugün ikisi de dip noktalara itiliyor. Solun durumundan yakınmak yerine sorunların irdelenmesinde derinleşmek; bunun için ise iyi bir durum tespiti yapmak gerekiyor.

Yaşanan Tasfiye Süreçleri ve Özellikleri

Bugüne dek hep burjuvazinin ve düzenin krizinden söz ederdik; bize düşen “gericilik yılları”nın sıkıntıları ve zorluklarıydı. Ancak 12 Eylül sonrasının “gericilik yılları” bitmek bilmedi. Üstelik, düzen tarihinin en derin krizini yaşarken, Devrimci Hareket yükselmek bir yana son tasfiye dalgasının vuruşları ile iyice dip noktalara itilmektedir. Aslında sorunların nedenleri ya da “gericilik yılları”nın uzayıp gitmesinin ana sebepleri çok da bilinmez şeyler değildir.

Sorun şuradadır: Sosyalizmin yenilgisi ile birlikte devrimcilere kılavuzluk eden teorinin bazı temel dayanak noktaları; içinde mücadele yürütülen pratik politika koşulları o ölçüde köklü ve radikal değişimlere uğradı ki, önce bu değişimi cesaretle kabul etmek başlı başına zorlu bir görev oldu. Pek çok siyaset bu adımı atmak yerine eski koşulları varsayarak sanal yaratılan bir ortamda, gerçek olmayan ya da gerçekliğe denk düşmeyen sanal taktiklerle mücadele vermektedir. Durum böyle olunca tasfiye süreci adeta otomatik olarak işlemektedir.

Günümüze gelmeden yaşanan tasfiye süreçlerinin koşul ve özelliklerine bir kez daha değinelim. 12 Eylül sonrası yılları ele aldığımızda başlıca iki ana tasfiye süreci yaşanmıştır. Birkaç yıldır üçüncü ve en öldürücü dalganın içindeyiz.

İlk tasfiye dalgası 12 Eylül’ün başlarında yaşandı. Bu sürecin en belirgin özelliği doğrudan zora dayalı olarak devrimci örgütlenmelerin tasfiye edilmesiydi. Bilindiği gibi bir devrimci örgütlenme açısından tasfiye olgusu sadece düzenin zoru ile bazı örgütsel yaralar almak değildir. Zor veya başka araçlarla örgütün ideoloji ve hedeflerinden kopuşması; bir bakıma başkalaşması, bozulmasıdır. 12 Eylül başlarında sol hareket böyle bir süreç yaşamıştır. Bu tasfiye dalgasında belirleyici araç düzenin çok yoğunlaştırılmış zoruydu. Sol hareketin bir bölümü, daha çok burjuva sosyalistleri ve bazı radikal küçükburjuva hareketler ideoloji ve hedef kaybına uğrayarak tasfiye anaforunun içine yuvarlandılar. Bu durum kendini ya doğrudan eski hedeflerden açıkça kopuşma ya da bitmez tükenmez, yıllar süren “iç tartışmalar” biçiminde gösterdi. Bu sonsuz “iç tartışma” süreçleri aslında başkalaşmanın, öz değiştirmenin doğum sancılarıydı.

Bu sürecin ardından 85 sonlarından başlayarak işçi ve öğrenci hareketinde bir yükselme yaşandı; bu yükseliş 90’lı yılların başına kadar sürdü. Pek çok hareket bu dönemi 12 Mart çıkışına benzeterek siyasal taktik ve hazırlıklarını bu hava içinde yürüttüler. Benzerliklerin çok sınırlı olduğu, hem dünya hem de Türkiye’nin koşullarında köklü değişimlerin yaşanması ile ortaya çıktı. Koşullardaki radikal değişim yeni bir tasfiye sürecini tetikledi.

92-94 arasında, Devrimci Hareket’in tarihinde çok özel bir yere sahip olan, klasik kriz sınırlarını aşan bir tasfiye dönemi yaşanmıştır. Bu dönemde devlet Kürt Hareketi’ne karşı “topyekün savaş” ilan etmesine rağmen, tasfiye sürecinde 80-84 arası olduğu gibi doğrudan düzenin zoru değil, çok başka nedenler rol oynamıştır. Bu nedenler dolayısıyla bu süreç özel bir yere sahiptir.

Dünyada büyük bir altüstlük yaşanmış, Sovyetler Birliği inanılmaz görünen bir çabuklukla tarih olmuştur. Bu büyük yıkılış dalgasının etkileri Devrimci Hareket’in kıyılarına ancak birkaç yıl sonra vurdu. Öte yandan, Türkiye’de de koşullar oldukça radikal bir şekilde değişime uğramaktaydı. Başlıca iki temel parametre değişmişti. Özal politikaları ile ekonomide kapitalizmin ikinci gelişim dalgası yaşanmış, neoliberalizmin Türkiye uygulamaları ile 50’li yıllardan çok daha hızlı bir biçimde sosyal yapı değişmiştir. Kentler kısa bir sürede iki kat irileşmiştir. Aynı zamanda devletin yapılanması da değişmiş, Devrimci Hareket’le “on yılda bir hesaplaşan” devlet bu durumdan radikal bir şekilde kopuşmuş, gündelik hesaplaşmayı öğrenmiştir. Bütün bu köklü değişimlerin yanına 84 sonrası yükselen Kürt Ulusal Kurtuluş Mücadelesini de yerleştirdiğimizde tablo tamamlanır.

Kürt Hareketi bir yandan yetkin ve usta mücadele tarzı ile Devrimci Hareket’in stratejik ve taktik zaaflarına ayna tutarken; öte yandan yürüttüğü mücadele ile “kırlara” dayalı bazı siyasetlerin stratejik varoluş koşullarına çok önemli bir darbe vuruyordu. Artık hiçbir şey eskisi gibi yürümüyordu. Böylece 60’lı yıllarda ikinci doğuşunu yapan, 85-90 arasında “eski güzel günler”inin bir benzerini arayan, fakat bulamayan Devrimci Hareket’in bir tarihsel dönemi kapanıyordu,

Devrimci Hareket’in 90’lı yılların başlarında içine girdiği tasfiye sürecinde başrolü oynayan güç, mücadele koşullarının radikal bir şekilde değişimidir. Değişen koşulların ve bu yeni koşulların dayattığı görevlerin kavranmasındaki her gecikme Devrimci Hareket’te stratejik bir erimeye yol açıyordu. Mücadele koşullarındaki değişim, o güne kadar sınıflar savaşının adeta klasikleşmiş git-gel’lerinden çok başkaydı. Sosyalizmin çöküşü sınıflar mücadelesinin temel dayanak noktalarını ister istemez gölgeliyordu. Dünya dengelerinin elli yıllık döneminde oluşmuş ideolojik, stratejik ve siyasi formüller yaşanan fırtınayla savrulup gitmişti.

Koşulların böylesine altüst oluşuna sol içinde başlıca iki tepki oluştu. Bu tepkilerin kökleri elbette 90 öncesine kadar sarkar, yeni koşullar tepkileri hızlandırıp derinleştirmiştir. Liberal Sol, yeni koşulları devrimin ve sosyalizmin inkarı olarak yorumlayarak, yeni araziye uyum yapmanın yollarını aramaya başladı. Radikal ruh halini koruyan siyasetlerin pek çoğu ise değişimi sadece sözde kabul etmekle yetindiler, onun mantık sonuçlarına ulaşamadılar. Bunun yarattığı politika yapış biçimi olarak eski formüllerin tekrarı yıllar aktıkça siyasetlerde bir kireçlenme, tıkanma ve hatta çürüme yarattı.

96 ve 97 yıllarında yaşanan yükselme hareketlere geçici bir soluk aldırmış olsa da, bu yükselişin temelsiz ve ömürsüz olduğu yine o süreçte yaşanan ölüm oruçlarının sonuçları ile anlaşıldı. Ölüm oruçları belli etkiler yaratmış, bazı mevziler elde edilmişti; ancak hemen ardından güçbirliği çalışmaları sırasında siyasetler arasındaki tartışmalar, devrimci politikanın çok fazla kalite kaybına uğradığını çok açık bir şekilde ortaya koydu. Zaten 1 Mayıslardaki “sayı tartışmaları” bunun tüm ipuçlarını veriyordu. Fakat hiç değilse önemli ve büyük fedakarlıklarla yürütülen ölüm oruçları sonrasında farklı davranılması beklenirdi. Siyasetlerin seviyesiz rekabeti, yeni dönemin kavranmamasının nelere mal olduğunun en insafsız kanıtı oluyordu. Hemen her devrimcinin yakındığı “değerler erozyonu” bizzat devrimci siyasetler içinde çok şiddetli bir şekilde yaşanmaya başlamıştı. Dünya ve Türkiye’deki köklü değişimler siyasetlerin ideolojik duruşlarını ve stratejik zeminlerini çok zayıflatınca, bunun kaçınılmaz sonucu olarak devrimci değerlerde büyük bir aşınma başladı. Yeni dönem kavranamadığı ölçüde bu erozyon hızla devam etti.

Siyasetleri daha önceleri birbirinden kalite olarak ayıran stratejik kavrayışları, altüst olan koşullarda çok fazla anlam kaybetti. Yeni dönemin görevlerine yaklaşımdaki her yeteneksizlik büyük ideolojik ve stratejik boşluk yarattı; bu boşluklar tutarlı çabalarla doldurulmadıkça, günümüzün postmodern zehirli otlarının istilasına uğradılar. Özellikle radikal siyasetler postmodernizmi çok küçümsemelerine rağmen, onun en zirvede davranışı olan ufuksuz bencilliği her tutumlarıyla açığa vuruyorlar. Küçükburjuva dar görüşlülüğü ile postmodernizmin günü kurtarma bencilliği birleşince ortaya tam şark usulü ucube bir sentez çıkmıştır. Bir yandan postmodern dünyanın sözde radikal bir inkarı, davranışta ise onun bütün zehirleriyle adeta bütünleşerek yaşamak, şizofren-kişilik parçalanmasına uğramış, çürüyen siyasetler yaratmıştır.

Olayların gidişi ve olumsuzlukların birikimi yeni bir kırılmayı alın yazısı haline getiriyordu. Böyle akan süreç bir noktadan sonra üçüncü ve en güçlü tasfiye dalgasına dönüştü. Bu süreç 28 Şubat ile başlamış, PKK’nin stratejik dönüşü ile derinleşmiş; son ölüm oruçlarıysa adeta tasfiyenin vardığı derinliğin sarsıcı bir göstergesi olmuştur.

Son yaşadığımız tasfiye sürecinin en belirgin özelliği nedir? 90’ların başında ideolojik ve stratejik duruşunu kaybeden Devrimci Hareket’in bu sarsıcı değişime tepkisi geleceği yitirmek, gündelik taktik ve reflekslerle “günü kurtarmaya” yönelmek olmuştur. Düzen 28 Şubat’la Devrimci Hareket’in taktik alanını da iyice daraltmış, “gericilik-laiklik” ve “şovenizm-bölücülük” kutuplarına sıkıştırmıştır. Böylece günü kurtarma olanakları da gittikçe daralmaya başlamıştır. İktidar ufku ve stratejisi büyük ölçüde erozyona uğrayınca düzenin bin bir pisliği her gün ortaya dökülmesine rağmen, bütün bunlar önemli taktik sonuçlar yaratmaz olmuştur. 28 Şubat sonrası süreç aslında 90’larla başlayan büyük altüstlüğün derinleşen bir devamıdır. Erozyona uğrayan devrimci stratejiler bambaşka paradigmalarla kurulan yeni dönemin dayattığı görevlerle yenilenmeyip; bu yenilenmenin gerektirdiği hazırlıklar titiz ve inatçı bir şekilde sürdürülmeyince geriye “günü kurtarmaya” yönelik ufuksuz sözde taktikler kalıyordu. Bunları da düzen kendi yarattığı gerilimlerle hızla etkisiz hale getirebilecek ustalık ve gücü Eylül sonrası kazanmıştı.

Son yaşanan tasfiye sürecinin şüphesiz en önemli olgusu PKK’nin içine girdiği stratejik dönüştür. Bu stratejik değişim için ileri sürülen ideolojik ve siyasal tezler tasfiye sürecini derinleştiren bir zemin yaratmıştır. Kürt Hareketi’nin yeni ideolojik yönelişleri sosyalizmin yıkılışıyla büyük bir darbe alan Devrimci Hareket için ikinci büyük sarsıntı olmuştur. Sovyetler’in yıkılışıyla sosyalizme duyulan inançlar büyük yaralar almıştı; PKK’nin ideolojik değişimi ile devrime beslenen pratik inançlar önemli bir darbe yedi. 90’lı yıllara sosyalizmin yıkılışının yarattığı yıkıcı dalgalarla girilmişti; iki binli yıllara PKK’nin stratejik dönüşünün yarattığı etkiler ve AB’ye aday üye olmanın estirdiği “demokrasi” umutları ile girildi. Yaşanan son iki yıl ne PKK’nin ideolojik kurgularını ne de “demokrasi” beklentilerini doğruladı. Buna rağmen Devrimci Hareket’in krizi derinleşerek sürmektedir. Gelinen noktada krizin özelliklerini birkaç başlıkta özetleyelim:

* Bugün soldaki kriz hemen tüm hareketleri kapsayan bir yaygınlık kazanmıştır. 80’li yılların başlarındaki ilk tasfiye dalgasında çözülen ve liberalleşen sol hareket de; radikal bir zeminde durmaya çalışan fakat tüm değişen koşullara eskiyi tekrarla cevap bulmakta inat eden Devrimci Hareket de bugün derin bir kriz içindedir. Birbirine zıt uçlarda duran bu hareketler daha önceki mücadele deneylerinin gösterdiği gibi genellikle birbirlerinin aleyhine gelişirler. Ortam birini beslerse genellikle diğerinin yolunu tıkar. Fakat 90 sonrası gelişmelerde bu olgu değişmiştir. Hatta 28 Şubat milli güvenlik belgesinde radikal solun düzen içine çekilip ehlileştirilmesi hedefi olmasına rağmen, Liberal Sol’da bir gelişme yaşanmamıştır. Ne sırf yumuşayarak ne de eskiyi tekrar etmekten öteye gitmeyen keskinliklerle artık politika yapılabiliyor. Sistemin çöküşüyle sola karşı oluşan güvensizlik, döneme cevap vermeyen tutumlarla iyice beslenmekten öteye gitmiyor.

* Devrimci Hareket’teki krizin derinliğini gösteren bir diğer işaret taşı, düzen “cumhuriyet tarihindeki en derin krizini” yaşarken kendisinden korkulan “sosyal patlama”nın kapıyı bir türlü çalmamasıdır. Ortada güvenilir örgütlülük ve açık hedefler göremeyen kitleler düzene yönelmesi gereken öfkelerini kendi özel dünyalarında bireysel bunalımlara dönüştürerek çürüyüp gidiyorlar. Bu koşullarda medyanın ahmaklaştırma gücü daha da artmaktadır.

* 60’lı yıllarda çizilen stratejilerin büyük ölçüde erimesi Devrimci Hareket’teki krizin temel nedenidir. Dünya ve Türkiye koşullarında yaşanan köklü değişimler stratejilerin dayandığı veya dayandığını iddia ettiği zeminleri, selin toprağı sürüklediği gibi alıp götürmüştür. Bu gerçekliğe radikal zeminlerde tutunma iddiasında olan siyasetlerden eski değerler içinde katılaşmaktan başka bir tepki gelmemiştir. Bu kireçlenmenin hesabını yaşamın insafsız inadı her geçen gün daha fazla sormaktadır.

* Yeni dönemin görevlerini tespit etme zorunlu çabasının yerini stratejik erimeyi gündelik taktiklerle karşılamaya çalışmak aldı. Böylece büyük zemin kaymasının yarattığı boşluğun doldurulabileceği sanıldı. İş, sadece taktiklerle günü kurtarmaya kalınca siyasetlerin iç dokularında ve aralarındaki ilişkilerde olağanüstü seviyesizlikler yaşanmaya başlandı. Düzen 28 Şubat sonrası yaptığı manevralarla devrimcilerin taktik alanlarını da oldukça daralttı. Yolsuzluklar istisna değil günlük olay olurken, medya bunlara karşı sözde savaş açınca devrimcilere sanki taktik alan kalmadı. Ayrıca kitleler özellikle Eylül sonrasının zoru ile örgütlenme ve kendi gücünü kullanmaktan soğutulunca; buna ilave medya ile beyinler tam anlamıyla bombalanıp, her olay cıvıklaştırılınca; en yaşamsal sorunlar bile magazin hafifliği ile ele alınmaya başlayınca; düzenin en dehşetli rezilliklerine bile tepki göstermek anlamını sanki yitirmiştir. Bu zavallılık içinde bunaltılan yığınlar bu gidişe tepki göstermek yerine bir biçimde kendilerini yaşatmanın en “yaratıcı” yollarına saptılar. Böyle bir ortamda, hem stratejik hedeflerden kopuk hem de yığınların yeni ruh haliyle buluşmayan taktikler hiçbir sonuç yaratmadı. Bu gerçeklik sanki taktiklerin anlamsızlaşması gibi bir görüntü yarattı. En son yaşanan ölüm oruçları pek çok hatasının yanında, taktik tıkanmaların adeta intiharla aşılması gibi bir görünüm almıştır. Kitleler boğaz köprüsünden her gün birinin atlamasına alıştıysa, ölüm oruçlarındaki ölümleri nasıl farklı yorumlayabilir. Her şey sonsuz bir yaratıcılık ve inatla yeni mücadele strateji ve taktiklerini dayatıyor. Eskinin en kahramanca taktikleri bile bugün bir değer taşımıyor. Bu acı gerçeğe istediğimiz kadar öfkelenelim, yaratıcılık silahını kullanamazsak durum değişmez.

* Bütün bunların mantık sonucu, Devrimci Hareket’in krizinde bütün siyasi yapıların dokusunu bozan bir değersizleşme yaşanmaktadır. Çünkü devrimci değerler, sadece ahlaki olanlar değil, ideolojik, stratejik ve siyasal pek çok değer zemin kaybettiği için örgütleri ve kitleleri sürükleme gücünü yitirmiştir. Postmodern dünyanın yarınsızlığı, devrimci örgütlenmelerin zeminini inatçı bir şekilde kemirmektedir. Böyle bir ortamda en pragmatik davranışlarla, yersiz katılaşmalar çok rahatlıkla birbirinin içine girebilmektedir. Değerler yitiminin bir diğer en ağır sonucu şizofren yapılar yaratmasıdır. Bir yanda sözde bazı değerlerin yaşadığı ve hala savunulduğu iddia edilirken; öte yanda yaşamın zorlamaları sonucu bu değerlerden apayrı davranışlar gündelik hale gelmektedir. Ortaya karakter olarak parçalanmış yapılar çıkmaktadır. Bu durum bir rastlantı ve geçici bir olgu değildir; büyük altüstlüklerin çözümlenmesi ve yeni görevlerin tespiti yerine özü boşalmış eski formül kabuklarına sığınılmaya devam edildikçe şizofrenleşme derinleşecektir. Olay öyle bir noktaya yaklaşmaktadır ki, siyasi yapılardaki sorunlar politik olmaktan çıkıp moral ve düşünce hastalıklarına dönüşmenin sınırlarında gezinmektedir.

Devrimci Hareket, krizini çözümleyebilmek için önce bu gerçekliğini cesaretle kabul etmek zorundadır. Kof ajitasyonların, içi boş inatların çözüm yerine yıkım ürettiği yeterince açıktır. Eylül başlarında düzenin doğrudan zoru ile başlayan tasfiye dalgası, bazı kesinti ve gerilemelere uğrasa da, derinleşerek devam etmektedir. Eylül’den hemen sonra olay mücadele tarihlerinde görülen tipik “gericilik yıllarının özelliklerini taşıyordu. Bütün yıkımına rağmen tasfiye ideolojik seviyelere henüz tırmanmamıştı. Ancak mücadele koşullarında radikal değişimler ortaya çıkmaya başladıktan sonra sürecin anlamı ve derinliği tamamen farklı özellikler kazanmıştır. Olaya hala klasik gericilik yıllarının özelliklerine sahipmiş gibi yaklaşmak artık sadece çöküş yaratıyor. Gerçekliklere gözleri kapayıp bir biçimde “idare etme”nin yolları artık tıkanmıştır.

Sorunun Konuluşu

Devrimci Hareket’in 12 Eylül sonrası bir türlü kendini toparlayamadığından yakınarak soruna yaklaşmak epey zamandır egemen refleks haline geldi. Özellikle Kürt Hareketi bir türlü toparlanamayan Türkiye Devrimci Hareketi’ni sık ve oldukça sert eleştirdi. Ancak sorunun çözümüyle ilgili ortaya yakınmalardan, sırf olumsuzlamalardan öteye bir düşünce sürülemedi. Kendimizi sorgularken konu temelsiz olarak ele alınırsa sübjektivizmin dipsiz kuyusuna düşülür. Solun bir bölümü böyle davranarak yerli yersiz günah çıkartmalara, hatta kendini aşağılamalara kadar vardı. Bütün olanlardan yalnızca devrimci örgütlenmeleri sorumlu tutmak belki insana bir “fail” bulmanın rahatlığını vererek tatmin edebilir; ancak kesinlikle bir çözüm üretmez.

İçinde yaşadığımız günlerin kapanan bir dönemden kopuşmayı kapsadığını ve dayattığını kavramadan sorunlara yaklaşmak insanı hemen sübjektif zeminlere sürükler. Dönemin özelliklerinin kavranması ilk yapılması gereken görevdir. Ancak bu sanıldığı kadar kolay değildir. Ezbere bildiğimiz “objektif ve sübjektif şartların tahlili” formülü, temel paradigmalar değişince işe yaramayan bir araç haline gelebilir. Dünyada özellikle Ekim Devrimi sonrası, kendi iç iniş çıkışlarıyla birlikte komünist ve devrimci hareketler sürekli mevzi kazanmışlardır. Bu süreç 70’li yılların ikinci yarısından itibaren bir duraklamaya girmiş, 80’lerin sonunda ise sistem olarak sosyalizm çökmüştür. Bu devasa olguyu hafife almak, 19. yüzyılın ortalarında başlayan komünist hareketin mücadele tarihinde dönem dönem yaşanan sıçrama ve gerilemelerden birisi olarak algılamak, “objektif ve sübjektif şartlar” tahlilini formül olarak ezberlemek, ancak içeriğini göz ardı etmek olurdu. Olayların böyle formüllere zaten pek aldırış ettiği yoktur. 20. yüzyılın son on yılından itibaren girilen süreçte pek çok konuda henüz “formül” bulunmamıştır; bilinmeyen sularda yelken açtığımızın bilincinde olmalıyız. Bilinmeyen sulara yelken açmak yerine bilinen sularda “kıyı kıyı” gitmek de tercih edilebilir. Fakat son on yıldır yapılan zaten budur; günü kurtaran taktik tıkanma ve darlıklarla “kıyı kıyı” bıktırıcı, sürekli kendini tekrarlayan, coşku, enerji ve gelecek tüketen bir yolculuk yapmaktayız. Bunun zıttı elbette kör bir maceraya atılmak değildir. Ancak kapanan bir dönemin öldürücü, çürütücü alışkanlıklarından sürekli bir kopuşma gerilimi içinde olmalıyız. Bilinç ve davranışlarımızla böyle bir kopuşmaya kilitlenmeliyiz. Böyle bir duruş noktasında mevzilenmek bilinmeyenleri bilinir kılacak bir enerji üretebilir; aksi durumda eskinin gittikçe ağırlaşan havasında tükenmek kaçınılmazdır.

Devrimci Hareket’i son on yıldır daraltan sadece düzenin bildik, eski tarz kuşatma ve imhaları değildir; dünya ölçüsünde yaşanan köklü değişimlerin yarattığı yeni koşullara yaratıcı bir tarzda yaklaşamamanın bedelleri ödenmektedir. Belirttiğimiz gibi “yaratıcı yaklaşım” söylendiği kadar kolay değildir; ancak bunun bilincinde olmakla, değişimin derinliğini iyi tespit etmekle bu zorlu görev bir ölçüde “kolaylaştırılabilir.” Bu duruş noktasını her türlü hafife alış her türlü ezbere davranış, kesin ve öldürücü bedeller öder.

Yeni Dünya Düzeni denen emperyalist yeniden paylaşıma dünya ölçüsünde tepkiler hiç de azımsanacak ölçüde değildir. İlk şaşkınlık atlatıldıktan sonra tepkiler yükselmeye başlamıştır. Ancak yine görüldüğü gibi bu tepkilerin yönü, derinliği ve örgütlenmelerin yapıları, kararlı ve uzun soluklu bir mücadele için çok yetersizdir. Fakat mucizelerle yola çıkılamayacağına göre, bu sallantıları, emeklemeleri büyük çöküşten sonra ayağa kalkışın sancıları olarak görmek zorundayız. Öte yandan, bu ayağa kalkışın özelliklerini eski şablonlarımızla okumaya çalışırsak, ortada okunacak dişe değer bir şey bulamayabiliriz.

Sorular ve Sorunlar

Elimizde 20. yüzyılın başında kurulmaya başlayan dünyanın ve onun yarattığı güç konumlanmalarının ürettiği denklemler olmadığına göre, 21. yüzyıla giriş yaparken hangi sorunlarla ve sorularla yüz yüze olduğumuzun bir bilançosunu çıkartmaya çalışalım.

1.Hedef kaybı ve yarattığı sorunlar

1917 Ekimi’nde Rus proletaryası iktidar olduğunda yarım yüzyıl önce Paris Komünü’nde sadece üç ay süren düş yaşam bulunuyordu. Bütün ezme çabalarına rağmen II. Dünya Savaşı sonrası tek ülkeden yeryüzünün üçte birine yaygınlaşan sosyalizm bir dünya sistemine dönüşürken, böylece “kapitalizmden sosyalizme geçiş çağı” pratik gerçeklik oluyordu. İnsanlık, inananı ve inanmayanı ile yetmiş yıl bu “çağın” içinde yaşadı. Dünyanın herhangi bir ülkesinde kapitalist düzene karşı en küçük tepki sosyalizme geçiş çağı için bir birikim olarak kabul ediliyordu. Yenilen devrimler bir umutsuzluk yaratmak yerine dünya devrimci hareketi için deney oluyor, aynı hataları tekrarlamamak için dersler çıkartılıyor, “bıçaklar yeniden bileniyor”du.

İçinde yaşarken çok fazla fark etmesek de 1975’li yıllardan sonra dünya devrimci sürecinde bir tıkanma başladı. 1979 Sandinista Devrimi sosyalizmle bağlantılı son devrim oldu. 1982 Polonya olayları sistem içinden güçlü bir uyarı olmasına rağmen o yıllarda genellikle böyle algılanmadı. Berlin Duvarı’nın yıkılışıyla sistem çöktü. Böylece “kapitalizmden sosyalizme geçiş çağı” kırılmaya uğradı. Sadece pratik bir kırılma değil, teorik-ideolojik olarak da derin bir kırılma yaşandı. Artık dünyada kapitalizme tepkiler bir kanala ve yöne akan güçlü bir akıntı etkisi yaratmıyor. Küreselleşme karşıtı Cenova eylemleri bütün gücüne ve yankısına rağmen sosyalizme doğru bir akış etkisi yaratmadı. O zaman “kapitalizmden sosyalizme geçiş çağı”nın bir serap gibi kaybolup kaybolmadığını sormak çok doğaldır. Bugünün dünyasında bu soruya teorik olarak verilecek cevapların etki gücü sınırlı kalacaktır. Sadece teorik değil olaylarca pratik cevaplar da verilmesi gerekir.

Sosyalizmin yıkıldığı noktadan tarihe bir kez daha bakınca, proletarya iktidarları ile sonuçlanmış devrimlerin ortak bir özelliği çok açıkça göze çarpmaktadır. Bu devrimler kapitalist üretim güçlerinin gelişip kendi mülkiyet ilişkileri ile çatışmasından doğmamış, tam tersine kapitalist gelişmenin, kapitalizm öncesi feodal üretim ilişkileri tarafından yolunun kesilmesinden dolayı patlak vermiştir. Bu ülkelerde işçi sınıfı, burjuvazinin yapmaya göze alamadıklarını yapmıştır. Tarihsel olarak işçi sınıfı, burjuvazinin yerine üretici güçlerin önündeki engelleri tasfiye ederken, bu ülkelerdeki yeteneksiz ve genç kapitalist sınıfı da tasfiye etmiştir. O günlerin “gelişmiş” kapitalist ülkeleri olan Fransa, Almanya ve İtalya’daki başarısız proleter devrimleri için de aynı zemin söz konusudur. Bu ülkelerde hemen her restorasyon süreci, sonunda bir işçi ayaklanması ya da devrim yaratmış; ancak burjuvazi çok daha güçlü olduğu için devrimler yenilmiştir. Fakat o yüzyılın kapitalist olarak en gelişmiş ve dünyayı sömüren İngiltere’sinde ise proleter devrimi yaşanmamıştır.

İnsanlık esasında kapitalist toplum yapısı içinde üretici güçlerin tükenip tıkanmasından kaynak alan bir devrimi henüz yaşamamıştır. 20. yüzyılın özgün koşullarında, kapitalizme geç giren bazı ülkelerde, dünya işçi hareketinin güçlü rüzgarının da etkisi ile feodal artıkların yanında bu artıklara güçlü bir darbe vuramayan cılız burjuvalar da süpürülmüştür. Olaylar, Kıta Avrupası’nda devrim bekleyen Marksizm’in kurucularının beklentilerine göre akmadı. Hatta Rusya’da Bolşevikler iktidara geldiklerinde bile, Rus Devrimi’nin alınyazısını patlamak üzere olan Alman Devrimi’ne bağlamışlardı. Bu kez de olaylar, Rus devrimcilerine tarihin en büyük sürprizini yapıyordu. Avrupa’nın en geri ülkesinde gerçekleşen devrim, daha gelişkin olanlardakiler başarısızlığa uğrayınca tüm dünyada biricik olarak kalıyordu.

21. yüzyıla girerken insanlık hala kapitalist üretim güçleri ile üretim ilişkileri arasındaki uyumsuzluktan kaynak alan bir devrim yaşamadığı gibi, sosyalizmin de yıkılışını gördü. Yaşanan sosyalizm deneyine baktığımızda, sistemin bir dönem üretici güçleri kapitalizmden çok daha hızlı ve devasa boyutlarda geliştirebildiğini, ancak bir dönem sonra tıkanışa girdiğini; sosyalizmin en büyük düşü, işçi sınıfının üretimde yaratıcı bir şekilde yer almasının ise gerçekleşemediğini görüyoruz. Sonuçta gerçekleşen, işçi sınıfının çalışma ve yaşam koşullarında eski düzenle kıyaslanamayacak ölçüde bir iyileşmedir. Sanki işçi iktidarları dev boyutlu sendikalar gibi çalışmış, yaşam koşullarını ilerletmiş, ancak buradan öteye gidememiştir. Yıkılışla birlikte yetmiş yılda gelinen yaşam seviyesi de adeta bir günde en geri noktalara kadar yuvarlanmıştır.

Durum böyleyse hangi soruları sormalıyız? Henüz kapitalizmden sosyalizme gerçek geçişi yaratan bir devrim yaşamadık mı?

Yaşanan sosyalizm değil miydi? İşçi sınıfı yetmiş yılda yönetmeyi ve yaratıcı üretimi öğrenip sınıf olarak kendini inkar yoluna giremediğine göre, nasıl ve ne kadar zamanda bu yola girebilecek? Günümüz dünyasında bu sorular yersiz değildir. Ancak bu sorulara bugün verilebilecek cevaplar dünün “kesinliğinde” olamaz.

Önce soyut insan düşüncesinin pratik yaşamla bağına değinmek gerekiyor. Teorik öngörülerin pratikte gerçekleşmesi hiçbir zaman mutlak ölçülerde olmaz. Bu konuda yaşam pratiği son sözü söyler. Sosyalizmin yıkılışından sonra “teorinin doğru pratiğin yanlış” olduğu çok sık tekrarlandı. Ancak tek başına bu yaklaşım bile bilimsel sosyalizmin sınırları dışına çıkmak için yeterlidir. Gerçekleşen pratikten hız alarak, demoralize olarak değil, teorimize dönüp yeniden bakacağız. Yoksa ellerimizde değişmez bir kutsal kitap tutmuyoruz. Bu noktada tarihsel materyalizmin kaba yorumlarıyla hesaplaşma başlar. Bir başka deyişle kaba determinizmin adeta kaderciliğe dönen gelecek okuyuşu ile kaçınılmaz hesaplaşmalar gerekiyor. Sosyalist düşünce de Aydınlanma’nın aklından çok uzaklara gidememiştir. Bilim, yerinden ettiği tanrıların tahtına kurulmaktan başka yol bulamamıştır. İnsan düşüncesi binlerce yıllık tanrısal düşünce zırhından çıkıp bilimsel gelişmenin heyecan verici serüvenine başlayınca, bu çetin yolculuğun bazı konaklarında eski alışkanlıklarıyla buluşmadan edememiştir. Olaylar öngörülerin dışına taştıkça, düşünce pratikten koptuğu ölçüde taşlaşmış, tıpkı tanrısal düşünce gibi kalın zırhların arkasına dokunulmazlık tahtına kurulmuştur. Düşünce ve pratiğin birbirini çok daha kıvrak ve yetkince tamamlayacağı bir döneme girmeden önce postmodernizmin eliyle bilimselliğin, tanrılaşmasından dolayı inkar edildiği bir konaktan geçmekte olduğumuzun bilincinde olmalıyız. Her türlü büyük öngörünün lanetlendiği, düşüncenin bataklık durgunluğuna dönüştürülmek istendiği bu dönem istesek de istemesek de yaşanıyor. Buradan toplumsal gelişmelerin restorasyon duraklarına uğrayışlarına gelinir. Gelişmenin doğru bir çizgi izlemediği biliniyor. Daha doğrusu kapitalizm öncesinden kapitalizme geçerken yaşanan bu gerçeklik 1917 Devrimi’nin ayakta kalmayı başardığı tarihten sonra düşüncelerden silikleşti. Böyle olması da çok doğaldı. Sosyalist hareket kendi iç iniş çıkışlarıyla birlikte sürekli yükseliyordu. Düşünce zaafımız onun bu yükselişini teslim etmekten değil; yükselirken kendi içinde taşıdığı çürük noktaları görmemekten veya görmek istemeyişten kaynaklanıyordu. Aydınlanma çağının aklı sosyalist iktidarlarda kendini bir kez daha kutsuyordu. Bu kutsamanın, dokunulmazlık tahtına kurulmanın bedeli çok ağır oldu.

Devrimler toplumları alışılmışın ötesinde bir hızla ileriye doğru sürüklerken, aynı zamanda kendi içlerinde uzun yılların alışkanlıklarının yarattığı bütün ipleri sonuna kadar gererler, bu gerilimler bir süre sonra toplumda geriye doğru bir savruluş yaratır. Devrimlerden sonra restorasyonlar yaşanır. Ancak tarihsel gidişin bize öğrettiği, devrim ve restorasyon dalgalarının yaşanmasıyla sanki ileriye doğru gidişin güçlere göre bir bileşkesinin oluşmasıdır. Restorasyonlar sanki tarihin akışını fırtınalaştıran devrimlere bir uyarıdır; onun hızını keser ve sanki bu delice hızlanıştan geriye vuruş darbeleriyle intikamını alır.

Sosyalizmden tarih şimdi böyle bir intikam almaktadır. Kapitalizmin iki yüzyılda yaptığı sermaye birikimini ve sanayileşmeyi elli yıla sığdıran; üstelik bunu işsiz ve açlar ordusu yaratarak değil, bunları ortadan kaldırarak yapan, kapitalizmin henüz doyamadığı kar hırsını ve bireysel bencilliği kutsayışım toplumsallık adına lanetleyen sosyalizm dünyanın üçte birine elli yıl gibi çok kısa bir sürede yayılınca, bir restorasyon için bütün güçleri ayaklandırmış oldu. Bu alın yazısı mıydı? Sorusu sorulabilir. Bu sorunun cevabı “olasılıklar determinizminin” engin bilinmez sularında spekülasyon yapılarak değil, olan olaylarla verilebilir. Olasılıklardan birisi gerçekleşmiş, tarih bu zaman diliminde böyle yazılmıştır.

Sosyalizmin bu hızlı kuruluşu sadece kendi örneğini yaratmamış, özellikle devrimlerin yaşandığı Kıta Avrupası’nda kapitalizme kendine ait olmayan özellikler dayatmıştır. “Sosyal refah devletleri” Kıta Avrupası’nda ortaya çıktı. Bilindiği gibi Amerikan refahı ya da “Amerikan tipi yaşam tarzı” tamamen başka türlü şekillenmiştir. Kıta Avrupası’nda doğan Keynes, kapitalizmin planlı ekonomisini yarattı; iş gücüne pazarda bir meta gibi davranışa sosyalizmin dünyadaki gölgesinden dolayı sınırlar getirildi. Bunların hiçbirisi kapitalizmin kendi özgünlükleri değildi. Yaşadığımız restorasyon sürecinde kapitalizm, kendinde olmayan bu özellikleri birer birer yapısı dışına yeniden kusmaktadır. Elbette 20.yüzyılın başlarına dönülemez. Zaten restorasyonlar tümüyle mutlak bir geri dönüş değil, ileriye gidişte güçlerin bileşkesinin oluşmasıdır.

Bu süreç kapitalist anayurtlar için söz konusuyken, eski sosyalist ülkeler de bunun dışında değildir. Sosyalizm bir altyapı ve egemen kültür olarak yıkılsa da, “tarihin sonunu” özleyenlerin beklediği gibi insanlığın gelişme ufkundan silinmemiştir. Başka renklerle, başka söylemlerle kapitalizmin geri dönme çılgınlığı ve hatta sarhoşluğuna tepkiler üretmektedir. Eski sosyalist ülkelerde iktidar oyununun tamamen dışına itilememişler; Walesa ve Yeksin gibi restorasyon yıldızları gökyüzünden çoktan kaymıştır. Bu “gelişmeler” eski şanlı iktidar günleriyle kıyaslandığında ne kadar silik ve cansız! Ancak işimiz kahramanlık destanlarından öteye dünyanın akışını kavramak, etkilemek ve değiştirmekse olayların rengini ve kokusunu iyi algılamak zorundayız.

Küreselleşme, sosyalizmin yıkılışıyla başlayan restorasyon anaforunda emperyalizmin dünyayı büyük bir pervasızlıkla yeniden yağmalamasının adıydı. Enformasyon çağının parlak buluşları, insan hakları ve demokrasi söylemleri bu paylaşımı o kadar allayıp pullayıp tanınmaz hale getirdi ki, insanlık bir on yıl bambaşka yeni bir çağa koştuğunu sandı. Restorasyon günlerinin bu çılgın temposu kapitalizmin kabesine dört uçağın çarpması ile bir uyanışa zorlandı. Güçlü bir uyanış için elbette ki böyle bir darbe hiçbir şekilde yeterli değildir; ancak dünyanın küreselleşmenin ilk büyülü günlerinden kurtulup bir uyanış sürecine girdiğini söyleyebiliriz.

Restorasyon sürecinin sadece maddi altyapılarda değil, düşüncelerde de yaşanacağı çok açıktır. Bunun düşünce planında en evrensel karşılığı hiç şüphesiz postmodernizm oldu. Siyasal karşılığı ise sosyalizm hedefinden vazgeçilmesi onun yerine demokrasi hedefine geri çekilinmesi olmuştur. Sosyalizm düşlerinin bir karikatürü bugün burjuva demokrasilerine atfediliyor. Sınıflar ve sınıf savaşları sosyalizmin yıkılışıyla sanki tarihin çöplüğüne atılmış gibi, demokrasi de sınıf köklerinden kopuk soyut bir iyilik, güzellik veya bugünün dünyasında ulaşılabilecek en akılcıl hedef olarak görülüyor. Bu hedef kopması veya sapması komünist ve devrimci hareket için büyük bir handikap yaratıyor. Hedef böyle konulunca bunun siyasal anlamı kapitalist düzenin sınırları içine geri çekilmektir. Sosyalizmden geriye kalan kırık dökük düşleri burjuva demokrasilerine yüklemenin yanlışlığı bir yana, bütün muhalif eğilimlerin çeşitli demokratik taleplerle düzen içine çekilmesinin yükünü kapitalizmin taşıyıp taşıyamayacağı sorusu gündeme gelmelidir. Bu soru sorulmadan yürütülecek “demokratik mücadeleler” baştan bir illüzyonla inmeli demektir. İnsanlığın siyasal demokrasi anlamında göreceği en son sınırın burjuva demokrasileri olduğu kabul edilmiş olur. Olaylarca yalanlanan Fukuyama’nın böyle bir doğrulanmasına gerek yoktur. Sosyalizm hedefinden demokrasiye gerilemek yaşanan dünyasal restorasyonun bir bakıma kaçınılmaz siyasal sonucudur. Ancak anaforlarda sürüklenmekten öteye bir siyasal hedef ve iradeye sahip olanlar restorasyon süreçlerinde de hedefi yitirmez, bütün güçleriyle bu sürecin siyasal ömrünü azaltmak için mücadele verirler. Üstelik yaşadığımız günlerde burjuva demokrasilerinin aşırı ölçüde kirlendiği bir dönemden geçiyoruz. Siyasal çekiciliğini yitirmiş demokrasiye taze kan vermek sosyalistlerin işi olamaz.

Restorasyon anaforunda karşımıza çıkan ve gözümüzü kamaştıran demokrasiye biraz daha yakından bakmak gerekiyor. Burjuvazinin derebeylere karşı açtığı demokrasi bayrağı bilindiği gibi devrimlerle kazanıldı, ancak bu demokrasi burjuva sınıfıyla (vergi veren mülk sahipleriyle) sınırlı kaldı. Onun “genel oy hakkına” ve halk örgütlenmelerine kadar genişlemesi tamamen işçi sınıfı ve halk kitlelerinin mücadelesi ile gerçekleşmiştir. Burjuva demokrasilerinin böylesine genişlemesinin ardından onların çöküşü gelmiştir. Bu genişlemeyi burjuva demokrasileri taşıyamadılar. I. Paylaşım Savaşı’nın tetiklediği devrimlerle burjuva demokrasileri işçi ve halk hareketleri tarafından aşılma noktasına gelmişti. Bu başarılamayınca kendilerini faşizmle inkar ettiler. Demokrasilerin yeniden doğuşunda Sovyetler’in büyük kayıplar pahasına verdiği faşizme karşı savaş yatar. Bu kez demokrasiler sosyal refah devleti gibi bir maddi temelle yeniden kuruldular. Kapitalizmin altın çağı olan bu dönem yarım yüzyıl sürdü. Sosyalizmin çöküşüyle burjuva demokrasileri de ikinci çöküşlerinin içine girdiler. Bu çöküşün işaretlerini sıralamaya çalışalım.

* Önce demokrasilerin maddi temeli, yani refah devletleri erime sürecine girmiştir. Hatta ABD kendi kapitalizm tarzını tüm dünyaya dayatarak (küreselleşmenin diğer bir yanı da budur) refah devletinin erimesi için elinden geleni ardına koymuyor.

* Kapitalizm serbest rekabetçi günlerini çoktan geride bıraktı; bunun sınıfsal anlamı egemenliğin tüm burjuva sınıfından bir avuç azınlık finans kapitale geçmesidir. Bu durum burjuva anlamda demokrasilerin bile özünü boşaltan, onu bir kabuğa dönüştüren bir durum yarattı.

* Burjuva demokrasileri üç yüz yıldır silahlarını, sömürge valilerini, papazlarını, metalarını, sermayelerini dünyanın dört bir yanına yaymalarına rağmen ünlü demokrasilerini dünyanın başka bir toprak parçasına taşıyamadılar. Demokrasinin bu evrensel ikiyüzlülüğü sosyalizm yıkıldıktan sonra daha açık olarak görülüyor.

* Sosyalizmin çöküşüyle ellerinde demokrasi ve insan hakları bayrağını sallayan kapitalist merkezler, 11 Eylül çarpmasıyla bu örtüyü de üstlerinden atarak, “özgürlükler mi, güvenlik mi” tartışmasını başlatarak, Amerikan tipi postmodern bir faşizmin politik yollarını döşemeye başladılar. Bunun nedeni sadece ikiz kulelerin çöküşü değildir, o sadece bir semboldür. Kapitalist merkezler yoksullaşan ve sürekli merkezlere karşı öfke biriktiren geniş geri ülkeler denizinden yükselen dalgalarla nasıl başa çıkacaklardır? Ünlü Batı demokrasilerinin bir maliyeti olduğu genellikle unutulur. Bu maliyetin ise bir bölümü dünyanın sömürülmesinden karşılanır. Geri ülkeler batı ülkelerinin demokrasi faturalarını artık ödemeye gönüllü görünmüyorlar. Eylül başında toplanan Güney Afrika’daki Durban Konferansı bunun açık işaretlerini vermiştir.

* Bu sözde demokrasilerde tekeller öylesine güç haline geldi ki, enformasyon çağının tüm buluşlarını kullanarak medya denen muazzam silahla düşüncelere ve davranışlara eskiyle kıyaslanmayacak ölçüde hızlı ve yaygın şekil verme güç ve yeteneğini kazandılar. Bu haber, bilgi ve görüntü bolluğunun içinde demokrasi kısır bir oyun haline geldi.

* 11 Eylül’le açılan sürecin anlamını iyi yorumlamak gerekiyor. Küreselleşme, dünya zenginliklerinin tek yanlı paylaşılmasıydı; herhalde süreç felaketlerin de paylaşılması noktasına ilerliyor. Böyle bir süreçte Batı demokrasilerinin vereceği sınav insanlığın hangi yönde bilinçleneceğini güçlü bir şekilde etkileyecektir.

Sonuçlandırırsak, sosyalizmin çöküşü ile ortaya çıkan hedef boşluğunda bir yanda yıpranmış burjuva demokrasisi bu boşluğa sarkarken; öte yandan Siyasal İslam da dünyanın bir kesimi için ideolojik zemin oluşturmaktadır. Ancak hiçbirisinin insanlığı geleceğe taşıma gücü ve kapsamı yoktur. Esasında bugünün düşünce boşluğunda çok somut olarak görünmeyen ama hava molekülleri gibi her tarafta dolaşan postmodernizmdir. Büyük hedeflerin parçalandığı günümüzde kapitalizme ve onun yeni emperyalist paylaşımına tepkiler de parça parçadır. Tarih postmodernizmin öngördüğü gibi bu noktada çökelip kalmayacaksa, bu tepkiler parçalandıkları alanlardan bir ana birikime akacaklardır. Ancak bunun hangi yollardan yürünerek gerçekleşeceğini kestirmek zordur. Süreçlerin özelliklerini derinliğine ve erken kavramak, hedeflerimiz doğrultusunda etkilemek yapılması gerekendir.

Bugün kapitalizm dünya ölçüsünde kendini yıkıma götürecek iki yönlü çelişkiyle boğuşmaktadır. Birisi, zengin kapitalist merkezlerle geniş yoksul geri ülkeler denizi arasındaki çelişkidir. Kapitalizmin iki yüzü bu tablo ile tamamlanır. Cennet yüzü Batılı merkezlerdir; cehennem yüzü Üçüncü Dünya Ülkeleri’dir. Dünyanın yeniden paylaşımı bu köklü çelişkiyi azdırmaktan başka bir rol oynamayacaktır. Bunu her gün yaşanan olaylar kanıtlıyor. Diğeri, kapitalist merkezlerde üretici güçlerin gelişmesinin yarattığı çelişkidir. Üretici güçlerin gelişmesi üç önemli sınıra dayanmak üzeredir. İlki, coğrafya ya da doğa sınırıdır. Dünyamız üretim ile zenginleşirken aynı zamanda kirlenmekte ve patlayıcı sonuçlar üretebilecek yapısal değişmelere zorlanmaktadır. Bu konu kapitalizmin gündemine çoktandır girmesine rağmen ortada henüz bir sonuç yoktur. Olmadığı gibi, süreç her geçen gün felaketlere doğru derinleşmektedir. İkinci sınır, üretici güçlerin gelişmesi ve dünyanın aşırı maddileşmesi sonucunda insan üretici gücünün yitirilmekte oluşudur. Üçüncü Dünya Ülkeleri’nde yoksulluğun insanı çürütmesi bir bakıma anlaşılırdır; ancak kapitalist merkezlerdeki çürüme yoksulluktan değil, yaşamın aşırı mekanikleşmesi ve maddileşmesinden dolayıdır. Psikologlara taşınan insanlar batı toplumlarının yarısını çoktan geçmiştir. Maddi olarak zenginleşen insan moral dünyasında yoksullaşıyor. Bu gelişme artık sınırları zorlamaktadır. Üçüncü sınır, üretici güçlerin gelişmesi öylesine dev boyutlu imkanlar ortaya çıkartıyor ki, bunların kullanımının hangi moral ve ahlaki değerlere göre yapılacağı yoğun bir çelişki olarak kendini hissettiriyor. Nükleer silahların yanında, yapay zeka, gen teknolojisindeki gelişmeler “kimlerin bu gücü nasıl elinde tutacağı” sorusunu gündemin en üst sırasına tırmandırıyor. Kapitalizmin şimdiki kar ve özel mülkiyet düzeni bu güçlerle birleşince ortaya tam bir insanlık felaketinin çıkması kaçınılmaz görünüyor.

Bu gidişe karşı dünyada iki ana akımın gelişme şansı görünüyor. Birisi, yaşanmış deneylerden ders çıkartarak kendini yetkinleştirmiş ve kapitalizmi hedef alan bir sosyalist hareket; diğeri ise kapitalizmin çeşitli zaaf ve “kötülüklerine” karşı çıkan muhalif hareketler bileşimidir. Bugün henüz yeni ve yetkin bir sosyalist hareket göze çarpmıyor; daha doğrusu varolanların hepsi haklı olarak eskinin damgasını üzerinde taşıyor. Ancak doğum sancılarının yoğun olduğu bir dönemden geçiliyor. Kapitalizm yakın gelecekte kendini “ikili kuşatma” altında hissedecektir. Bir yanda, doğrudan kendine karşı sosyalist hareketler; diğer yanda, küreselleşme karşıtı hareketlerin de içinde olduğu muhalif hareketler. Bunların ittifakı veya zaman zaman birbirlerine karşı konumlarının ne olacağını bugünden formüle etmek yerinde olmaz. Yaşadığımız postmodern konakta sapla saman karışık durumdadır. Sosyalizm, kendini teorik ve pratik olarak yetkinleştirebildiği ölçüde bu karışımdan ayrılabilecek, insanlığın geleceği için çekim merkezi olacaktır. Keskin sloganlar veya davranışların bir yetkinleşme olmadığı, öz çürümesinin biçimsel uçlaşmalarla kendini açığa vurması olduğu bıktırıcı şekilde defalarca kanıtlanmıştır. Günümüz her şeyden çok yaratıcılığı dayatıyor. Yaratıcılık sanıldığı gibi ilham perilerinin işi değildir; onun hamurunun büyük bir bölümü çalışma ve bilgi birikimiyle yoğrulmuştur. Ancak böyle bir topraktan yaratılabilir.

Hedef kaybının veya silikleşmesinin en somut sonucu, düşüncenin maddi güce dönüşme sürecinin paralize olmasıdır. Tasfiye süreci bütün gücüyle bu yoldan işliyor. Büyük hedefler yıkılışlarla uzaklara kayıp gittiğine göre “yakın” ve “akılcı” hedeflerle mi yetinmeliyiz? Bu soruyu insanlık yüzlerce kez kendine sormuştur. Kalkış noktası yıkılışların yarattığı düş kırıklıklarıyla çevrili olursa bir hedefe; bunun yerine kalkış zemini yaşanan düzenin çelişkileri ve tarihsel derslerle örülmüşse başka bir hedefe yönelinir.

2.Stratejilerin Erozyonu ve İktidar Ufkunu Yitirme

Devrimci Hareketler, üstünde durdukları stratejik zeminin önemli ölçüde erozyona uğradığını görseler de, bunun mantık sonuçlarına doğru adımlar atmamak için büyük bir direnç gösteriyorlar. Fakat mücadele enerjilerimizdeki direnci başka hedeflere yöneltmemiz gerektiği yeterince açık; bu yapılmadıkça erimek kaçınılmaz oluyor.

Dünyada stratejik güç kapsamında değerlendirilen Sovyetler artık yok; Çin’in ise günümüz dünyasında hangi role soyunacağı yeterince açık olmasa da devrimci bir rol oynamaktan uzak görünüyor. Öte yandan, ulusal kurtuluş savaşları eski rengini ve hedefini yitirdi. Ulusal, etnik ve kültür farklılıklarının birçoğu yeni paylaşım savaşının haritalarında emperyalizmin değerlendireceği “çelişki noktalarına dönüştü. Örneğin, Kosova’nın “kurtuluşu” devrimci stratejilerde hangi anlama sahip olabilir? Bütün bu gerçekler uluslararası planda stratejik konumlanışı tümüyle altüst etti.

Türkiye ölçüsünde kapitalizmin ikinci gelişim dalgasının yarattığı sonuçlar kırları ıssızlaştırırken kentleri inanılmaz ölçüde büyüttü. Ayrıca kır stratejilerinin ulusal boyutta bir uygulaması olan PKK hareketinin mücadelesi aynı şekilde Devrimci Hareket’in önemli bir bölümünün stratejik duruşunu olumlu yönden eritti. “Kır” kavramının arkasında Kürt Ulusal Hareketi’nin olduğu ortaya çıktı. Bütün bu gelişmeler 65-75 yılları arasında inşa edilen stratejilerin üstünde durduğu toprağı büyük ölçüde sürükledi. Bu stratejik kaymanın sonuçları ne yazık ki daha çok tasfiye süreci biçiminde trajik olarak yaşandı.

Emperyalizm değişen dünya koşullarındaki egemenliğini ayakta tutabilmek için yoğun strateji tartışmaları yaparken; devrimci hareketlerin önünde benzer görev durmuyor mu? Yoksa bu tartışmalar yapılıp yeni stratejiler çoktandır belirlendi mi? Yeni stratejilerin dış ve iç güçleri nelerdir? Konumlanmaları nasıldır?

Liberal Sol açısından sorun yaşamsal değildir. Düzen içi bir mücadele zeminine çekilen, hatta daha da ötesi düzen güçleri ile nasıl ittifaklar kurabileceğini tartışan Liberal Sol aslında stratejik tercihinin ana yönelişini zaten yapmıştır. Ancak aynı şeyi Devrimci Hareket açısından söylemek mümkün değildir. Yeni koşulları kucaklayan bir strateji oluşturmak şöyle dursun, Liberal Sol’un “ihanetini” eleştirmekle yetinmek, son olarak da Kürt Hareketi’nin stratejik dönüşünü yerden yere vurarak strateji yaratılamaz. Bu durum şizofrenik yapılar yaratmaktadır. Söylemi ile yaptığı ve gerçeklikler arasındaki açı büyüdükçe siyasetler inandırıcılıklarını yitirmekte; böylece kitlelerle aralarında aşılmaz duvarlar örülmektedir Bu durumu “aşmak” için sanki ya liberalleşmek ya da sekterleşmek alınyazısı haline gelmektedir.

Stratejik erozyon iki açıdan önemlidir. Geçmişle hesaplaşmayı göze alamamak ve geleceği tasarlayamamak anlamına gelir. O zaman ikide bir yıldırımlarımızla yok ettiğimizi sandığımız postmodernistlerden ne farkımız kalır?

Stratejik erozyonun en önemli sonucu iktidar ufkunun yitirilmesidir. Bugün Devrimci Hareket’in davranışlarına baktığımızda bir iktidar ufkunun olduğunu söylemek mümkün değildir. Strateji ana taktiklerin, ana taktikler de günlük taktiklerin çerçevesini çizer. Yoksa gündelik olayların rüzgarında kalan taktikler bir hedefe güç taşımaz, bu anlamda mücadeleyi geleceğe taşıyan taktikler olamaz. Devrimci Hareket’in radikal görünüşleri kimseyi yanıltmasın; en azından son on yıldır stratejik erozyonun yarattığı bütün tahribatları yaşadığı için, kendini geleceğe taşımak bir yana, gününü kurtaramaz hale gelmiştir.

Sosyalizmin yıkılışı ve dünyada yeniden paylaşımın başlaması stratejinin dış ayaklarını nasıl etkileyecektir? Türkiye’de kapitalizmin ikinci gelişim dalgasının yarattığı sonuçlar; işçi sınıfındaki gerileme ve parçalanma; köylülükteki erime; Kürt Hareketi’ndeki stratejik dönüş Devrimci Hareket’in stratejisinin iç konumlanışlarında hangi sonuçları yaratabilir? Hatta Türkiye’nin AB rotasındaki ağır aksak yürüyüşlerinin stratejik bir sonucu olabilir mi?

Bütün bu sorular bizi yeni bir döneme taşır. Hareketimiz bunu III. Dönem olarak adlandırdı. (M. Yılmazer, Türkiye Devrimci Hareketi’nde Kriz ve III. Dönem, Yol 6, Nisan 97) Türkiye Devrimci Hareketi için stratejisiyle, ana taktikleriyle, esas örgüt biçimleriyle ve hatta militanlarının özellikleriyle bir dönem kapanıyor bir başkası açılıyordu. Kapanan dönemin özelliklerini görmek isteyen gözler yeterince açık olarak görebilirler; bu aynı zamanda kapanan dönemle bir hesaplaşmadır da; ancak içine adım atılan dönem için aynı şeyler söylenemez. Dönemin bazı özellikleri netlik kazansa da, orada daha pek çok özellik henüz bulanık, filiz halindedir. Bu durum stratejik ve taktik alanda büyük bir yaratıcı enerjiyi dayatmaktadır.

Hemen tüm siyasetlerin yayınlarına bakıldığında II. Dönem’in söylemlerinden olan “işçi köylü ittifakı”, “kızıl bölgesel üsler”, “kırlardan şehirlerin kuşatılması”, “Bolşevik tipi ayaklanma” gibi kavramlar sessizce yok olmuştur. Fakat bu derinlikli bir hesaplaşma ile yapılmamış olayların zoruyla adeta kendiliğinden yaşanmıştır. O nedenle, stratejilerin yarattığı erozyon ve boşluklar yeni dönemdeki karşılıklarıyla giderilmek yerine eğreti yamalar halinde durmaktadır.

Türkiye Devrimci Hareketi II. Dönem’inde stratejik olarak yaşamsal bir hata yapmış ve bu hata onu kaçınılmaz olarak yenilgiye taşımıştır. Hareket’in radikal kesimleri genellikle kırlara dayalı stratejik tespitler yapmışlardır. Böylece kentlerdeki işçi sınıfı burjuva sosyalizmine ve bir anlamda düzen güçlerine terk edilmiş oluyordu. Bu hatanın bir yanıydı. Fakat öte yandan, stratejik olarak kırlardan kurgulanan savaş 60-80 arası yoğunlukla pratik olarak kentlerde akmıştır. Böylece savaş kurmayının düşüncesi kırlarda, fakat gövdesi kentlerde gündelik mücadele içindedir. Böyle parçalanmış bir strateji kazanamazdı. Hele kırlardaki mücadelenin gerçek sahipleri ve tam da yapılması gerektiği gibi mücadeleyi yürütmeye başlayınca Devrimci Hareket’in kıra dayalı stratejilerine tasfiye girdabına yuvarlanmak kalıyordu. Burada kıra dayalı stratejilerin doğruluğu veya yanlışlığını tartışmıyoruz. Doğru olduklarını varsaysak bile yaptıkları pratik ile kendilerini yalanlamışlardır. Ancak çok daha tehlikeli olan düşünce ve pratiğin bu ölçüde birbirinden kopuk olabilmesidir. Düşünce ve tüm tasarımıyla kırlara endekslenmiş bir strateji gündelik olarak kentlerde akan bir mücadeleye hiçbir şekilde uzun dönemli, kazanan bir şekilde yol gösteremezdi. Bu şizofrenik durum bugün hala sürmektedir. Bu kez çok daha derin bir kopma vardır. Stratejiler pratikte büyük ölçüde erozyona uğramıştır; ancak düşünce seviyesinde hala stratejiler varmış gibi davranılmaktadır. Bu, düşünce ve pratik parçalanmasının sonucu çok açık bir trajedi ve tasfiyedir.

Stratejilerdeki erozyon siyasetler arasındaki nitelik farklarını sessizce kemirdi. Liberal Sol ile Devrimci Hareket arasındaki nitelik farkı elbette açıkça ortadadır. Ancak Liberal Sol içinde dünün oldukça etkili ve farklı siyasi yapıları vardır; bu anlamda onlar arasındaki strateji farkları da erimiştir. Devrimci Hareket’e bakıldığında uzun süreli halk savaşı stratejisinden ayaklanma stratejisine kadar uzanan en azından üç farklı stratejik duruş, bugün dünkü kadar net çizgilerle kendini ortaya koymuyor. Bu erozyon sonunda siyasetler arası nitelik değerler de silikleşmiş, bu durum olumlu yöne taşınamadığı ölçüde hiçbir siyasal derinliği olmayan gündelik basit üslupsuz rekabetlere yol açmıştır. Eski stratejik duruşlar eriyince herkes sınır çizgisini kendi tarihiyle çizer hale gelmiş, geleceğin tasarlanmasında ortaya çıkan boşluklar geçmişin kutsallaştırılmasıyla aşılmaya çalışılmıştır.

Devrimci Hareket içinde bulunduğu stratejik erozyonu görmezden geldiği ölçüde eski kalıplarının içinde taşlaşarak ölümünü kaçınılmazlaştıracaktır. Oysa kompleksiz bir şekilde geçmişi ile hesaplaşıp dönemin özellik ve görevlerini kavrayabilirse önemli çıkışlar yapma şansına sahiptir. Ancak bugün ibre tasfiye sürecinin derinleşmesi yönünde seyrediyor. Olaylar bizden inatçıdır; dönemin görevleriyle buluşulamadığı ölçüde tarih tarafından yol kenarına süpürülmek kaçınılmazdır.

3. Öncü Sınıfta Erime ve Teorik – Pratik Sonuçları

Yaşadığımız dönemin devrimci mücadelenin önceki süreçlerinden farklılığını en çarpıcı bir şekilde sergileyen işçi sınıfının durumundaki değişimdir. Mücadele sırasında onun sendikal ve siyasal örgütlenmeleri tahrip olur, mevzilerinin bir bölümünü yitirebilirdi; ancak “hava dönünce” kaybedilen mevzileri ele geçirmek için mücadele yeniden başlardı. Günümüzde sorun alışık olduğumuz bu yükseliş ve inişlerden çok farklıdır.

“Proletaryaya elveda” mı ediyoruz? Ediyorsak, sınıflar mücadelesi dönemi tarihsel olarak kapanıyor mu? Nasıl bir dönemin eşiğindeyiz? Etmiyorsak, sınıfın toplumsal zemin kaybını nasıl açıklayacağız? Sadece “kötü” devrimci partilerle ve sarı sendikacıların ihanetleriyle mi?

Türkiye Devrimci Hareketi’nin önemli bir bölümü 60’lı yıllarda yola çıktığında sınıfı görmedi; ya mücadele “kızıl üsler” yaratmak için tümüyle kırlarda akacaktı ya da kentler emperyalizmin işgali altında olduğu için sınıf “fiili” mücadele veremeyecek, onun yerine kırlarda “işçi sınıfının ideolojik öncülüğüyle” mücadele yürütülecekti. Zaman akıp 90’lı yıllara gelindiğinde görmeyen gözlerin bazıları sınıfı görmeyi becerdi; fakat sanki bu kez de tarihin bir alayı gerçekleşiyordu, artık sınıf eski sınıf değildi.

Her sorunda olduğu gibi çözüme yaklaşabilmek için doğru sorular sormak gerekiyor. Sorulara işçi sınıfının yok olup olmadığı ile başlanırsa bir adım öteye gidilemez. Sınıfların ve elbette işçi sınıfının varlığı kanıt gerektirmeyecek kadar ortadadır. Ancak sınıflar mücadelesinde ve işçi sınıfının yapısında hangi çarpıcı değişimlerin olduğu çözümlenmesi gereken esas sorundur. Stratejik duruşumuzun öncü gücündeki değişim büyük önem taşımaktadır. Bazı tespitleri yapmadan önce sınıftaki değişimle ilgili birikimlerin dönemsel kalıcılık taşıyıp taşımadığı sorunu da peşimizi bırakmayacaktır.

Günümüzde işçi sınıfının mücadelesini başlıca üç faktör etkiliyor. Birincisi, sosyalist sistemin yıkılışıdır. Böylece sınıfın bilinç ve moral gücünde büyük bir kırılma yaşanmıştır. İkincisi, yaşanmış olan sınıflar mücadelesi dönemlerinden çıkan derslerdir. Bu her ülke özgülünde farklı bir zaman diliminde gerçekleşmiş olsa da, çıkartılan derslerin bir evrenselliği vardır. Sınıfların tarih sahnesine çıkış dönemleri mücadelenin en sert momentini oluştururken, ilk büyük raunt sonunda güçlerin birbirini tanıdığı ve buna göre pozisyon aldığı bir süreç başlamaktadır. Bizde bu süreç Eylül sonrasına denk düşer, fakat hemen sosyalizmin yıkılış yıllarıyla kesişmek gibi bir talihsizlik yaşamıştır. Üçüncüsü, sınıfın yapısında kapitalist üretim biçimlerindeki değişime paralel olarak yaşanan farklılaşmalardır.

Bu yazı sınırlarında sadece üçüncü nedeni irdelemeye çalışacağız. Bilinç ve hafızalarımıza yerleşen bu anlamda klasikleşen sınıflar mücadelesi 19. yüzyılın ilk yarısında başlar 20. yüzyılın son çeyreğine kadar uzanır. Hemen hemen iki yüz yılı kapsayan süreç bilinç ve hafızalarda adeta silinmez izler bırakmıştır. Ancak “değişim” fırtınası her geçen gün güçleniyor; güçlendikçe klasik kavrayışın sınırlarını zorluyor. Elbette işçi sınıfı mücadelesi, sözünü ettiğimiz dönemden önce de vardı; sonra da, yani günümüzde de varolmaya devam ediyor. Fakat bu dönemlerin kendine özgü yanlarının olduğunu söylemek çok da gerekli değil; gerekli olan bunların neler olduğudur.

Erken işçi sınıfı mücadelesi yılları kapitalizmin gelişmesinin ilk yılları ile başlar ve sanayi devrimiyle başlayan fabrika dönemine kadar gelir. Manüfaktür üretim yıllarının en temel özelliği henüz üretimde iş bölümünün çok sınırlı olması ve işçilerin alet kullanma hüner ve yeteneklerinin olmasıdır. Ürün baştan sona bir ya da birkaç işçinin elinden çıkar. Yüz elli yılı aşkın bu sürede grevler veya başka işçi eylemleri yaşansa da istikrarlı bir özellik kazanmamıştır. Klasik deyimi ile sınıf henüz “kendinde sınıf’ bile değildir. Doğuş halindedir. İşçiler olarak değil, işçi çok önceleri tarih sahnesine çıkmıştır; bir sınıf olarak doğum sancıları içindedir.

Fabrika üretimine geçiş, “makine kırıcıların” ortaya çıkışı ve kayboluşu, iş bölümünün yaygınlaşması sınıfın şekillenmesinin tamamlandığı dönemdir. Tanıdığımız ilk işçi sendikaları ve hemen ardından siyasi örgütlenmeler bu tarihsel dönemde sahneye girer. Fakat bu dönem aynı zamanda işçinin manüfaktür döneminde sahip olduğu iş yeteneklerini yitirdiği dönemdir. İşçinin yeteneği makinalara geçtikçe kendisi sanki makinaların bir uzantısına dönüşmüştür. Bu süreç Taylorizm olarak isimlendirilen bant sistemiyle zirveye çıkar. Dev fabrikalarda çalışan, yetenekten yoksun ve belirli semtlerde toplu olarak yaşayan işçi sınıfı insanlık tarihinde yepyeni bir dönemin itici gücü olmuştur. Ve işçi sınıfı mücadelesinin klasik dönemi bu süreçle başlar ve koşulları ortadan kalktıkça bu dönem kapanır. Bu dönemin kapanışını Thatcher dönemi İngiltere’sindeki tersane ve maden işçileri grevleri sembolize eder.

Yaşadığımız dönemin özelliklerini sıralarsak şunlar öne çıkıyor:

* Dünün dev işyerleri bugün küçülme eğilimindedir. Bu eğilimi sürekli diri tutan neden, üretim araçlarının yenilenme periyodunun çok kısalması, neredeyse üç-beş yıla kadar inmesidir. Sınıfın aynı işyerinde bile birbiriyle teması önceki süreçlerle kıyaslandığında çok azalmıştır.

* Üretici işçi kitlesi hem sınıf içinde hem de toplum içinde azalmaktadır. Sınıf içinde %30’lar seviyesindedir. Ancak toplam ücretli sayısı çalışan nüfusa oranla artmaktadır. Bu artma daha çok “hizmet sektöründe” gerçekleşmektedir. Bu bileşim sınıf mücadelesini doğrudan etkilemektedir. Klasik dönemin ünlü maden, metal ve tekstil işçileri sınıflar mücadelesinin sahnesinden neredeyse çekilmiştir.

* Sınıftaki parçalanma II. Enternasyonal’in çöküşüne neden olan aristokrat işçi farklılaşmasıyla sınırlı değildir, daha öteye niteliksel, yapısal farklar kazanmaktadır. Bant sisteminden “çalışma adacıkları”na geçiş yeni niteliklere sahip bir işçi kesimi yaratmaktadır. Kaybedilen üretim yetenekleri bir başka biçimde yeniden kazanılmakta, üretim bilgisine sahip ve üretim süreciyle belli bir bağı olan işçi kesimi ortaya çıkmaktadır.

* İşçi sınıfı artık klasik dönemdeki gibi ortak mekanlarda oturmamaktadır. Bu onun moral ortamını ve kolektif davranış yeteneğini doğrudan etkilemektedir.

* Kapitalizm bilimsel teknik devrimle üretici güçlerin değişim sürecini hızlandırmış, verimliliğin artışı kapitalist üretim sürecinin mantığından dolayı toplumun önemli bir bölümünü üretim sürecinin dışına itmiştir. “Esnek üretim” işsizliğin yeni adı olmuştur. Çözülemeyen işsizlik sorunu bu anlamda kangrenleşmiş, toplumun üçte birini gözden çıkaran “üçte ikilik toplum” projeleri çözüm olarak düşünülmektedir. Bir bölüm insan kapitalist toplum için “fazla” hale gelmektedir. Böylece, hele bizim gibi ülkelerde, bir işte çalışmak imtiyazlı bir konumu ifade eder hale gelmiştir. Bu durum sınıf mücadelesini pasifize eden sonuçlar yaratmaktadır.

Sosyalizmin yıkılış gerçekliğini de bu yapısal değişimlerin yorumlanmasının içine dahil ettiğimizde dönemsel anlamda hangi sonuçlar çıkarılabilir?

Ücretli emek ve artı-değer sömürüsü olduğu müddetçe işçi sınıfının ücret ve çalışma koşullarının iyileştirilmesi için mücadele sürecektir. Kapitalizmin krizleri bu mücadeleleri tetikler. Fakat öte yandan, bugünkü adı “team work” veya “üretim adacıkları” olan, Fordizm sonrası üretim biçimleri eğer derinleşirse, bilim ve üretim tekniğindeki gelişmeler eğilimin böyle olacağını gösteriyor, bunun sınıflar mücadelesine etkisi nasıl olabilir?

Üretim bilgisi ile kısmen donanmış ve üretim sürecine daha bilinçli olarak dahil olan işçilerin mücadele hedeflerinin içine, yeni üretim düzenlemeleri; yaratıcılıklarını geliştirici bir üretim atmosferinin sağlanması ve hatta yaşamlarını sadece basit tüketici olmaktan çıkaran boş zamanlarını daha nitelikli olarak değerlendirebilecek koşulların yaratılması için mücadele de girebilir. Ancak bu mücadelenin hangi araçlarla, nasıl verileceğini bugünden kestirmek oldukça zordur. Klasik dönem mücadele biçimlerinin belki de pek çoğu bu süreçte öne çıkan mücadele biçimleri olmayacaktır. Üretimde giderek yetenek kazanan işçi, kapitalist pazarın kurallarına göre bunun karşılığını bir biçimde isteyecektir. Üretimde giderek yetenek kazanmak, manüfaktür döneminin henüz lonca esnafı karakterinden kopuşamamış işçilerinin iş maharetlerine bir geri dönüş değil, üretimde yaratıcılığın gelişmesi ve üretim örgütlenmesinde yetenek kazanmak biçiminde olabilir. Sınıf, daha doğrusu sınıfın en azından bir kesimi böyle bir yetenek kazanırsa, hem kapitalist toplumun çıkarlar üzerine kurulu temel mantığı nedeniyle hem de insan gelişmesinin karakterinden dolayı, bunun karşılığını düzenden talep edecektir. Bunun hangi yollardan yürünerek yapılacağı, hangi gerilimleri yaratacağı daha çok pratik mücadelenin cevap vereceği sorulardır.

Sınıfın daha az nitelikli ve hiç niteliksiz kesimleri klasik dönem mücadele biçimlerini mi sürdürecektir? Mücadele enerjisi ve düzene karşı eylem yeteneği sadece sınıfın bu kesiminde mi yoğunlaşacaktır? Veya tam tersine niteliksiz işçinin günümüz koşullarında pazarda şansının çok daha az olmasından dolayı mücadele pasifize mi olacaktır? Bu soruların cevabı kapitalizmin yaşayacağı krizlerin derinliği ve kapsamına göre değişir. Sınıftaki bu parçalanmanın bugün ortaya çıkardığı görev, farklı kesimler için farklı taktik ve örgütlenmelerin yaratılmasıdır.

Tarihsel bir dönem olarak baktığımızda sınıf mücadelesinin yeni dönemi için neler söylenebilir? Sınıflar mücadelesine sınıfın yapısındaki değişim açısından baktığımızda yukarıdaki sonuçlar çıkarılabilir, ancak bu yetmez. Öte yandan büyük bir gerçekliğin, sosyalist sistemin yıkılış gerçekliğinin ışığından da bakmak gerekir. Bu noktadan sınıflar savaşına yeniden baktığımızda hangi sonuçlar çıkartılabilir?

Yıkılış, sınıf mücadelesi ve iktidar sorunu açısından bazı önemli sonuçlar yaratmıştır. Yazımızın başlarında değerlendirdiğimiz gibi sadece restorasyon kavramıyla açıklanamaz. Feodal düzenden kapitalizme geçerken yaşanan restorasyonlarda hem üretim sistemi hem de siyasal iktidarın esas özünde değişimler olmuyordu. Restorasyon, eski egemenlerle yeni genç burjuvazi arasında iktidarın yeniden düzenlenmesi anlamına geliyor, devrimin ve genç kapitalizmin siyasal ve ekonomik bazı “aşırılıkları” belli ölçülerde törpüleniyordu. Bu “aşırılıklar” törpülendikçe bu kez işçi sınıfı ve çalışan halk kesimleri bu gericileşmeye ayaklanmalarla karşılık veriyordu. Kıta Avrupası’nda olaylar böyle yaşandı. Kapitalizm gelişmesine rağmen, burjuva sınıfının ve devrimlerinin cılız, derebeyliğin yeni süreci tıkayışının güçlü olduğu ülkelerde ise proletarya devrimleri sökün etti.

Sosyalizmin yıkılışıyla ortaya çıkan tablonun tarihte bir tekrarı elbette ki yoktur. İlktir, yorumları da bu ilk olmanın zorluklarını taşıyacaktır. Sosyalist sistem çökünce üretimin teknik yapısı değilse bile siyasal iktidarın yapısı ve mülkiyet ilişkileri değişmiştir. Yaşanan restorasyon esas özellikleri açısından tamamen bambaşkadır. Ortaya çıkan yeni burjuvazi, eski egemen sınıfın yetmiş yıllık işçi iktidarı sırasında sürekli kendini yaşatması sonucu doğmamıştır. Tamamen düzenin tıkanmasının ve yıkılışının yarattığı bir sınıftır. Bu anlamda tamamen kendine özgüdür. Klasik burjuvazinin kendine özgü ne kültürüne ne de davranış normlarına sahip değildir. Eski sosyalist ülkelerin özellikle kentlerinde “her şeye egemen olan mafya”dan söz edilir. Esasında bu “mafya” denen olgu, çok kısa sürede toplumsal mülkiyetin yağmasından ortaya çıkan yeni burjuvazidir. “Vahşi” olduğu kadar tutarsız ve ufuksuzdur. Adeta birkaç yılda şekillendiği için hiçbir değer sistemine sahip değildir. “Mafyalığı” buradan gelir. Ancak iktidardadır. İşçi sınıfı, iktidarı yitirdiği için, yeni mülkiyet ilişkileri şekillendiğinden dolayı, olanlar kapitalizmin gelişirken yaşadığı restorasyondan farklıdır. Sosyalizm yıkılmasına rağmen, kapitalizm “son” toplum biçimi olmadığı, onun da toplumsal bir ömrü olduğu için bu geriye yuvarlanışa genel anlamda restorasyon diyoruz. Yoksa sosyalizmin geriye gidişi kendine özgü yönlere sahiptir.

Bu süreçte sınıfın iktidarı yitirmiş olması, işçi sınıfının tarihi olarak iktidar yeteneğini kaçınılmaz bir şekilde sorgulamayı gerektiriyor. Tam bu noktadan sınıflar mücadelesi tarihine bir kez daha bakalım. İnsanlığın sosyalizme kadar tanıdığı dört toplumsal sistem var. Bunu bir soyutlama olarak ele alıyoruz; tarihin detaylarına inildiğinde hem geçit toplumları yaşanmıştır hem de bu toplumsal düzenleri tüm kıtalar, yani tüm insanlık sanki sıra savar gibi ardı sıra yaşamamıştır.

Konumuz sınıflar savaşı olduğu için insanlığın ilk toplumsal düzeni olan ilkel komünal toplumdan sonrasına bakmak zorundayız. Kent medeniyetleri, kolonilerini yaygınlaştırdıkça antik imparatorluklara büyümüşlerdir. Burada egemen sınıf hem toprak düzenini hem de askeri yapıyı elinde tutan efendilerdir. O dönemin üretimi içinde olan ancak “vatandaş” bile olmayan köleler en alt sınıftır. En ünlüsü Spartaküs İsyanı olmak üzere pek çok köle ayaklanması yaşanmıştır, ancak köleler hiçbir zaman iktidar olamamıştır. Bu düzen dışarıdan, daha doğrusu medeniyet bozulup çürümeye başladıkça çevresine üslenen barbarların a- kınlarıyla yıkılmıştır. Barbar şefler yeni toplumun egemenleri olmuş, yıllar aktıkça bunlar feodal düzenin beylerine evrimleşmiştir. Köle emeğine dayalı tarımın çökmesinde bir neden artan bezirgan ticaretiyle efendilerin safahata batmasıysa, diğeri isyanlar dışında kölelerin üretimdeki her yenilenmeye pasif direnişi, üretimi sistematik olarak sabote edişidir.

Derebeylik düzeninde üretim toprağa bağlı köylü veya serf tarafından yapılırdı. Bu düzenin egemen sınıfı toprak mülkiyetini elinde tutan kendine özgü askeri güç besleyen derebeylerdi. Yine pek çok köylü isyanı yaşanmasına rağmen köylüler de köleler gibi iktidar olamamıştır. Derebeylik düzeni bozulmaya başladıkça bu düzenin kanallarında hayat bulan yeni bir sınıf, burjuvazi, iktidarı alıp derebeyliği tasfiye etmiştir. Düzenlerdeki egemen ve ezilen sınıf çatışmalarının tarihsel sonucu ezilen sınıfın iktidara gelmesi biçiminde gerçekleşmemiştir. Bu sınıfların çatışması düzenin ömrünün dolmakta olduğunu göstermiş, ancak bozulan düzende ezilenlerin iktidarı alması gibi bir sonuç yaşanmamıştır.

Tarihsel devrimler başka bir mekanizmayla işliyordu. O zamanın dünyasında “medeni” kentler ve henüz barbar topluluklar olduğu için, çürüyen medeniyetler üzerine çekilen barbarlar “dışarıdan” vuruşla kölelerin yapamadığını yapıyor, ancak kendileri egemen konuma yükseliyordu.

Sosyal devrimler çağında “medeni” olmayan barbar topluluğu kalmadığı için, tüm toplumlar sınıflı hale geldiğinden artık sınıf mücadelesi toplumun sırf kendi yapısı haline geliyordu. Derebeylik düzeninde kılıç ve kutsal kitap egemenliğin iki vazgeçilmez aracıydı. Köylü isyanları da inanç ve düşünce olarak bu çerçeveyi aşamadı. Ancak düzendeki bu gerilim arttıkça, karşılıklı iki sınıfında artık konumlarını eskisi gibi sürdürmelerinin mümkün olmadığı bir ortam oluşuyordu. Üretim geliştikçe bunun yarattığı maddi erozyon hem köylüde hem de derebeyler arasında çözülmeler yaratıyordu. Burjuvazinin tarihsel olarak oluşumunda tüccarlar, özgürleşen köylüler ve döneme kendini uyduran derebeyler vardı. Hiçbir toplumda sınıflar savaşı yalın bir şekilde yaşanmamıştır. Düzenin karşılıklı duran egemen ve ezilen sınıfları dışında başka sınıf ve tabakalarda olmuş, sınıflar savaşı bu kompleks ortamda yaşanmıştır. Ancak sınıflar çatışmasının esas gerilimi iki ana sınıf arasında oluşmuştur; dolayısıyla bu gerilim sürece damgasını vurmuştur.

Kapitalist düzene gelinceye kadar düzenlerin klasik egemen ve ezilen sınıflarının çatışmasının sonucu ezilen sınıfların iktidarına yol açmamıştır. Bu sınıfların çatışması düzenin tarihsel ömrünün dolduğunun çağrısı olmuş, ancak iktidar yolu bu iki sınıf dışında başka sınıflara açılmıştır. Feodalizme baktığımızda düzenin kanallarında uzun yıllar yavaş yavaş şekillenen yeni bir üretim biçimini inşa eden burjuvazi, bazen köylü isyanlarının yol açıcısı olmuş, bazen de isyanlar kendi hedeflerinin de ötesine gitmeye başlayınca derebeylerle uzlaşarak isyanların kırıcısı olmuştur. Burjuvazi bir başka topraktan gelmeyip düzenin klasik yapısı çözülmeye başladıkça varolan sınıfların bazı elemanlarının dönüşmesinden yani derebeylerden, tüccar kesimden, hatta özgürleşen köylüden kendini devşirmiştir.

Sosyalizm yıkılınca tarihin bu alınyazısı kapitalist düzen ve işçi sınıfı için de geçerli midir, sorusunu bilimsel düşüncenin mantığı gereği sormak zorundayız. Ancak cevap basit bir analojiden, kaba benzerlikten hareketle verilemez. I9.yüzyılın ortalarında teorik olarak, işçi sınıfının ezilen sınıfların geçmiş alınyazısının dışına çıkabileceği; en son tekniklerle sürekli temasta olması nedeniyle üretim gücüne sahip olması, örgütlenme ve toplu davranış gücünün bulunması nedeniyle iktidar olarak sınıflara son veren tarihi bir adımı atabileceği öngörülmüştü. Tarih oldukça değişik yollardan da olsa 20.yüzyılın başında bu öngörüyü doğruladı. İşçi sınıfı, kapitalist üretimin kendi gücünü ortaya koyup tükettiği ve tıkandığı bir noktada değil, derebey artığı üretim ve mülkiyet ilişkilerini süpürüp aşamadığı ve bu nedenle henüz doğup gelişirken gücünü tükettiği ülkelerde, iktidara gelmiştir. Yetmiş yıllık bir ömür sonunda topyekün bir yıkılışla bu ülkeler kapitalizme -şüphesiz tamamen kendine özgü koşullarda- geriye dönüş yaptılar.

En alt ezilen sınıf olarak köleler ve serflerin tarihi alınyazısı işçi sınıfı için de tekrar mı ediyordu? Bu soruya cevap vermeden önce burjuvazi ve işçi sınıfının dünya ölçüsündeki mücadelesinin sınıf yapılarında bir değişime yol açıp açmadığına bakalım.

– Sosyalist ülkelerde ilk kuruluş süreci uygulamaları zaten çok geri olan üretici güçlerde sıçramalı gelişmelere yol açmış; aynı zamanda sosyal güvenlikli bir yaşam yaratmıştır. İşçi sınıfı belli bir noktaya kadar iktidar olma yeteneğini ortaya koymuştur.

– Bu gelişmelerin kapitalist toplumlardaki burjuvaziye doğrudan etkisi olmuş, burjuvaziyi adeta sosyalleştirmiştir. Sosyal devlet uygulamaları sınıflar savaşının gerilimini oldukça aşağı noktalara çekmiş, kendinden önceki yüzyıldan oldukça farklı bir toplumsal yapı ortaya çıkmıştır.

– Öte yandan, sosyalist ülkelerde işçi sınıfı iktidarı kendini yıkılmaz kılacak bir üretim sistemi yaratamamıştır. Sonuç olarak, sistemin yarısı toplumsal artı-değer üretmeyen ve sübvanse edilen işletmelere dönüşünce, işçi sınıfı yetkinleşerek kendini aşmak basamağı ile değil, tam tersine iş enerjisi, disiplin ve yaratıcılığından yoksun bir bozuluş sürecini yaşamaya başlamıştır. İşçi sınıfı iktidarının yaratma ve değiştirme gücü sistemin kendi çelişki ve tıkanmalarıyla bir sınıra dayanmış, kendi içinde devrim yapamayınca güçlü restorasyon fırtınasıyla dip noktalara kadar geri püskürtülmüştür.

– Kapitalist ülkelerde fabrika sistemi Fordizm ile işçi sınıfının bütün yetenekleri yok eden bir üretim biçimine tırmanınca, bu üretim tarzı sınıfın tepkisiyle yüz yüze gelmiştir. Aktif tepkilerin yanında sınıf bant sistemine her zaman pasif bir direnç göstermiş, üretime yabancılaşmasının bir sınırı olduğunu burjuvaziye göstermiştir.

– Kapitalist sistemin II. Dünya Savaşı sonrası “altın dönemi” 70’li yılların ortalarında sona ererken bu tıkanma aynı zamanda bilimsel teknik gelişmelerde büyük sıçramaları tetiklemiştir. Bu süreçle birlikte işçi sınıfı mücadelesini yüz elli yıldan fazla şekillendiren iş ve üretim koşulları değişmeye başlamıştır. Bant sistemiyle işçilerin kas hareketlerini olabilecek en rasyonel biçime sokan kapitalizm, bu zemin üzerinde verimliliği artıramayınca, yeni üretim tekniklerinin de sağladığı imkanlar ile sınıftan üretimde yaratıcılığı, yani kaslarından öteye aklını da talep edebilecek donanıma geçmiştir. Bu noktadan itibaren işçi sınıfıyla burjuvazi arasındaki ilişki de değişime uğramaya başlamıştır. Egemenliğini değil, ancak üretim bilgisini işçiyle paylaşan bir burjuvazi; öte yanda işyerindeki üretimin verim ve organizasyonuyla ilgilenen bir işçi sınıfı ortaya çıkmaya başlamıştır. Sınıflar mücadelesinin uzun yılları iki sınıfta böyle karşılıklı bir eğrilme yaratmıştır.

– Bir diğer eğrilme klasik dönemin kapitalist ve işçi arasındaki en temel ilişkisi olan ücret ve çalışma zamanında gerçekleşmiştir. Üretim, dolaşım ve haberleşme tekniklerindeki gelişmeler “esnek üretimi” gündeme getirmiştir. Pazarla üretim merkezlerinin bağlantısı çok daha dakik hale gelince işçiler “iş olduğunda” üretime çağrılıp olmadığında beklemeye alınmaktadırlar. Bir yandan üretime yaratıcılığını katmaya itilen, öte yandan katı çalışma saatlerini esnekleştiren sistemde, çalışma zamanının yaratılan değerin ölçüsü olması çok daha kompleks hale gelmiş, tam anlamıyla “esnekleşmiştir”. Bu noktada kapitalist, ücret pazarlıklarında büyük bir manevra alanına sahip olmuştur. Bu durum işçi sınıfının 1800’lü yılların başlarından beri yaşayagelen sendikal örgütlenmesinin zeminini büyük ölçüde erozyona uğratmaktadır. Sınıfın örgütlenme ve davranışları büyük değişimlere zorlanmaktadır.

Sonuç olarak, sosyalizm deneyi ve yüz elli yılı aşkın süren sınıflar mücadelesi işçi sınıfında ve burjuvaziyle ilişkilerinde belli eğrilmeler yaratmıştır.

Analojimize geri dönersek, burjuvazi ve işçi sınıfının mücadelesi aynı zamanda klasik sınıf yapılarında bir eğrilme ve değişim yaratarak mı gelişiyor? Evet. Ancak analojimiz buradan ötesine net cevap vermeye yeterli değildir. Sınıflar mücadelesi sınıfların yapılarında bazı eğrilmelere neden olmuştur. Klasik dönem sınıf yapılarının değişimi bir gerçek iken buradan düz mantık yürütmeyle yeni iktidar adayı bir sınıfın şekillenip şekillenmeyeceği sorununa cevap bulamayız. Ancak sınıflar mücadelesi alanında olan bilimsel sosyalistler bu değişimi, yarattığı sonuçları, olası gelişimleri büyük bir dikkatle izlemeli sonuçlarını sürekli yenilemelidirler. Bilimin doğrudan bir üretici güç haline gelmesiyle değişimin hızı çok yükselmiştir. Böyle bir sınıflar mücadelesi ortamında yapılabilecek olan en kötü şey içi boşalan kalıplara sarılmaktır.

İşçi sınıfı çok açık bir şekilde 19 ve 20. yüzyılda sahip olduğu topyekün davranış yeteneğini yitiriyor. Yeni üretim biçimleri, işyeri ve yaşam alanlarındaki köklü değişim bu yeteneği alt noktalara çekiyor. Buna karşılık sınıfın bir kesimi klasik dönemde kaybettiği üretim yeteneğini yeni koşullarda başka bir biçimde yeniden kazanıyor. Burjuvazi yeni üretim ve dünya koşullarında sınıflar mücadelesinin eski karabasanlarından kurtulmuş görünüyor.

Egemen sınıfların saflarında ise mali sermaye ve spekülasyonun öne çıkması yaşanıyor. Sanki üretim alanındaki kapitalistlerin değer sömürüsü biraz daha “meşru” bir görünüme bürünüyor. Arjantin’de halk kısa süre önce ayaklandığında bankaları ve yolları işgal etti, fabrikaları değil.

Sonuç olarak, sınıfların karşılıklı konumlanmasında yani egemenlik ilişkilerinde değil, fakat yapılarında gerek sınıf mücadelesinden gerekse üretici güçlerin gelişmesinden kaynaklanan değişimler yaşanıyor. Bu değişimler ise doğrudan sınıflar mücadelesi koşullarını etkiliyor. Bu çarpıcı değişimlere en uygun stratejik ve taktik cevaplar üretebilen devrimci partiler yaşayabilir. “Eski güzel günlere” ağıtlar yakmak kaçınılmaz bir şekilde tasfiye girdabına çıkar.

4.Taktik Alandaki Tıkanma ve Kendini Tekrar

Stratejik erozyonun en kaçınılmaz ve doğal sonucu taktiklerin büyük ölçüde anlam ve hedef yitirmesi, günü kurtarmaya yönelik tekrar ve tıkanmalara uğramasıdır. Ölüm oruçlarının geldiği nokta, taktik tıkanmaların hangi noktalara kadar varabileceğini en açık ve en kör gözlere batıracak ölçüde göstermiştir.

Gerçekten göstermiş midir? Bu soruyu sormak yersiz değildir. Devrimci Hareket o ölçüde bozulmaya uğradı, stratejik, taktik ve değerler anlamında büyük erozyonlara uğradı ki, en açık olgulardan bile ders çıkartma yeteneğini yitirmiş görünüyor.

Taktik boyutta sorun çok açık bir şekilde ortada duruyor. Yolsuzluk, vurgunculuk, düzenin pek çok kurumunun değer yitirmesi her göze batacak boyutlara varmıştır. Gerçekler eskisi ölçüsünde örtülü değildir, çamur gibi sokak ortalarından akıp gidiyor. Öte yandan, ekonomik olarak düzen en derin krizini yaşıyor. Son yarım yılda iki milyona yakın insan işsizler ordusuna katıldı. Bütün bunlara rağmen beklenen hayalet “sosyal patlama” bir türlü gelmiyor. Bir devrimci örgütlenme açısından ise sorun, nefes nefese taktik bir zenginlik ve mücadelenin yaşanabileceği böyle bir ortamda sanki hiçbir taktik anlam kazanmıyor. Neden?

Cevap bir bilmece değildir. Nedenleri sıralamak bir ölçüde kolaydır, ancak sorun bundan sonra başlıyor. Bu girdaptan nasıl çıkılacaktır?

Önce “kolay” olandan, nedenlerin sıralamasından başlayalım.

– Yukarıda belli ölçülerde değerlendirmeye çalıştığımız, hedef kopması, ideolojik zayıflama; stratejik erime; öncü sınıftaki değişimler, toplumsal mücadele alanına kararsızlık, umutsuzluk, hatta çürüme olarak yansıyor. Sosyalizm hedef ve düşüncesinin büyük mevzi kaybı, taktikleri sanki bilinen kısır bir döngü içinde umutsuzca çırpınışlara dönüştürüyor.

– Diğer bir neden düzenin ustaca yaptığı kuşatmalardır. Hatta bazı parolalarımızın düzen sınıf ve tabakalarının eline düşmesidir. Bahar eylemlilikleriyle sınıf yeniden gövdesini ortaya koyunca düzen iki başarılı taktik kuşatma yaptı. Bu potansiyelin Devrimci Hareket’le ve Kürt Ulusal Mücadelesi’yle buluşma kanallarını tıkadı. Şovenizm şahlandırıldı. Liberalizme yol açılırken radikalizm sokakta ve dağda infaz edildi. Hemen ardından Siyasal İslam gündemleştirilerek ilerici kamuoyu “irtica-laiklik” girdabında boğuldu.

– Bütün bunlar yapılırken açıkça yolsuzluk ve vurgun en üstten en alta kadar meşrulaştırıldı. “Köşeyi dönmek” tek değer haline geldi. Her türlü çürütme yolu işletildi. Tarih defalarca kanıtlamıştır, isyan için sadece yoksulluk yetmez, en rezil koşullar bile otomatik olarak isyana yol açmaz; mutlaka acıları umuda dönüştüren yeni değerler parolalar halinde ortaya çıkmalıdır. Bir “dürüst” cumhurbaşkanının bu kadar sevgi toplaması neden? 12 Eylül faşizmi ilk gününden itibaren ezilenler için anlam taşıyan değerlere saldırdı, onları lanetledi. Sosyalizmin yıkılışıyla birlikte bu değersizleşme iyice koyulaştı. Düzen sınırsız ve en vahşi bencilliği en kutsal değer haline getirmek için çok uğraştı. Bu anaforda her türlü dini ve kültürel değerin yeniden dirilmesi rastlantı değildir. Ancak bırakalım açık din ticaretini ve Siyasal İslam’ın kolektif sermaye birikimi için İslami değerleri kullanmasını; en samimi kültürel ve inanç dirilişleri bile mevcut ortamda eninde sonunda sermaye birikiminin bir aracı haline gelmeden edemediler. Bu müthiş değersizleşme süreci sonuç olarak isyanın moral dokusunu parçaladı. Öfkeler içe döndü. “Sosyal patlama” yaratmak yerine bireysel ve aile dramları yarattı.

Bütün bu nedenler eski bildik devrimci taktikleri önemli ölçüde anlamsızlaştırdı. Enerji ve umut vermeyen kendini tekrarlayan, bıktırıcı eylemlere dönüştüler.

Bu girdaptan nasıl çıkılacaktır? Önce bu sürecin özelliklerini iyi kavrayarak. Değişimlerin zembereğini elimizle tutarak. Eskinin ömrü dolmuş düşünce ve davranışlarından radikal bir şekilde kopuşarak. Nereye doğru? Belirsiz bir boşluğa doğru mu? Zaten sorunun en “zorlu” yanı da burasıdır. Burada hiçbir “kolaylık” yoktur. Metot olarak yazının başından beri sıralamaya çalıştığımız teorik, ideolojik, stratejik sorunların varlığıyla yüzleşmekten kaçınmamak gerekir. Yokmuş gibi davranarak değil, hangi eksik ve boşluklarımızın olduğunu bilerek davranmak doğru duruş noktasıdır. Ancak bu duruş noktası bizi sorunların çözümü için enerji ve yaratıcılıkla yükler. Sorunlarla yüzleşememek onların esiri olmak anlamına gelir. Teorik eksik ve boşluklarımızı günlük davranışlarımızda zaaf yaratacak yakınmalara dönüştürmemek için, en son sınırı zorlayan öngörülerimizle siyasal hareketimize üstünde davranılacak bir zemin yaratmak gerekiyordu. “III. Dönem” tezleri her şeyden önce budur. Bilinmezlerin ortasında kesinleşmiş öngörülerimizin çerçevesidir.

Ana taktik olarak diğer belirlemelerin yanında perspektif olarak en önemlisini vurgulamakla yetinelim. Güçlerin dağıldığı bu süreçte “cephe savaşı” vermek gibi bir konumdan uzak durmak; “mevzi savaşlarla” pozisyon güçlendirmek gerekir. Yaşadığımız günlerin, bireyselleşen öfkelerin (her şey gibi öfkeler de sınıf zemininden koparılıp bireyselleştirildi) toplumsal ve sınıfsal nitelik kazanması yolunda bir birikim dönemi olduğunun bilincinde olmalıyız. Tüm toplumu düşünerek konuşursak bu günler, sosyalizmin yıkılışının ve Kürt Hareketi’ndeki stratejik dönüşün yarattığı düş kırıklıklarının; liberal ekonominin yarattığı beklentilerin, Siyasal İslam’ın büyümesinin estirdiği dalganın yerine oturduğu, bilinçlerde ve morallerde hemen tümüyle bir hesaplaşmanın yapıldığı olağanüstü karmaşık bir dönemdir. Bu anlamda bu yaşanan süreçte eskiyle benzerlikler aramak yerine her yeni işaret ve filizi yaratıcı bir enerji ve coşkuyla değerlendirmek gerekiyor. Bu anlamda “öncü taktikler” yaratmak kaçınılmaz bir görev oluyor.

Taktiklerimizle ve davranışlarımızla gerçeklikleri açıklamaktan çok -gerçeklikler hiç olmadığı kadar ortalıktadır- umut yaratacak, yeni moral değerler inşa edecek adımlar atılmalıdır. Bunun çok zorlu bir birikim gerektirdiği görülebilir. Bugünün çürümeleri dikkate alınırsa, yığınlara “yol göstermeden” önce ve yol gösterebilmek için önce onların karşısında ayna olmak gerekir. Cesaretle herkes kendisiyle yüzleşmeyi göze alamadıkça “kurtarıcılar” beklenir, dönemlere göre bu kurtarıcılar yüceltilir ya da lanetlenir. Zorla, medya ile Siyasal İslam’ın avuntularıyla uyuşturulan kitleleri, en usta ve titiz yollarla kendileriyle hesaplaşmaya çekebilmek gerekir.

Taktikler yeni dönemin davranış ve ruhunu yaratma amacıyla yüklü olmak zorundadır; bunu başardıkları ölçüde gerçek rollerini oynarlar.

5.Örgütsel doku yozlaşması

Hedefi erozyona uğramış örgütlerin giderek bozulacağı yeterince açıktır. Hedef ve değerler erimesi örgütleri böyle bir yozlaşma sürecine çoktandır sokmuştur. Dünün mücadele koşullarına cevap verebilen örgüt biçimleri, koşullar değişince hızla değişmek zorundadır. Devrimci Hareket’te ise Eylül sonrası süreçte sanki tam tersi olmuştur. Ayağımızın altındaki toprağın kaydığını hissettikçe, refleks olarak örgütler kemikleşip katılaştılar. Öz kayboldukça, zayıfladıkça biçimin kabuğu kalınlaştı. İçeriye adeta hiçbir şey sızdırmaz oldu. Bunun en dramatik sonucu örgütsel moral ortamın bozulması, hatta yozlaşması olmuştur. Sözleri ve davranışları arasındaki açı büyüdükçe her örgütlenmenin alınyazısı budur.

Bir yanda liberal solun adeta sonsuz özgür gibi görünen örgütsel yapı ortamı, öte yanda kabuğu kalınlaştıkça dokusu bozulan devrimci örgütlenmeler, dönemin alınyazısı değil, çıkmazlarını temsil ediyorlar. Her iki yol da çıkışsızlığın iki farklı uçtan kendini açığa vuruşudur.

Stratejik tercih ve buna bağlı olarak ortaya çıkan ana taktik yönelişler dönem örgütlenmesinin iskeletini şartlandırır. Bu yapılmadığında ortaya yeni koşulları taşıyabilen bir örgüt yapısı çıkmaz. Devrimci Hareket’in krizinin kendini en açık bir şekilde gösterdiği, daha doğrusu örtülemez kıldığı alan, örgütlenmelerin alanıdır.

Sonuç

Devrimci Hareket’in krizinin altında gerçekler ile söylemin arasındaki açının büyümesi yatıyor. Düşünce eski dönemin kalıpları içinde kaldıkça pratikten kopuşmaktadır. Bu durum düşüncelerde kaçınılmaz katılaşmalar ve parçalanmalara neden olurken, pratikte ise günlük akışlar içinde sürüklenmeyi getiriyor.

Kriz genellikle Batılı literatürde “felaketle” eş anlamlıdır. Oysa Uzakdoğu dillerinde “fırsat” anlamına da geliyor. Krizin gerçekten fırsata dönüştürülmesi için en başta yönetilebilmesi gerekiyor. Bunun için ise nedenlerinin sağlam bir şekilde tespiti; hiç değilse ilk itilimi verecek çıkış yollarını keşfetmeyi; bunun yürütümü için kesin bir iradeyi gerektiriyor. Devrimci Hareket bu adımları attığı ölçüde krizi fırsata dönüştürür; yoksa tarihin yol kenarına itilmek kaçınılmaz olur.

Fırsatı yakalamanın yolu, Liberal Sol’un belkemiksiz sözde özgürlüklerinden geçmediği gibi; tekrarla kendini tüketen Radikal Sol’un söylem ve davranışları arasındaki açının büyümesiyle ortaya çıkan şizofrenleşmeden hiç geçmediği çok açıktır. Strateji, ana taktikler ve söylem olarak bu zeminler dışında bir duruş ve çıkış noktası gerekiyor. Kapanan dönemin terkedilmesi gereken alışkanlıklarından kopuşulmadıkça, bu alışkanlıklarla kenetlenerek ölmek alınyazısı olur. Kopuşma gerçekleştirildiği ölçüde, her şey bir yana, bu kopuşmanın ortaya çıkaracağı enerjiler krizden çıkış için gerekli ivmeyi verecektir.