Devrimci Hareket ve İşçi Sınıfı – Mehmet YILMAZER

 

Çağdaş Yol, Sayı 12, Haziran 1990

“İşçi hareketi, kuşku yok ki, toplumsal muhalefetin ekseni olacaktır.” (İşçilerin Sesi, Melih Pekdemir’le Söyleşi)

12 Mart deneyinden sonra işçi sınıfının mücadele içindeki öneminin arttığını söyleyen D. Yol, 12 Eylül sonrası bir adım daha atarak işçi hareketinin “toplumsal muhalefetin ekseni” olacağını ileri sürüyor. Böyle bir tespit D. Yol açısından önemlidir. Onun ideolojik gıdası M. Çayan’ın “Kesintisiz Devrim deki tezlerine dayanır; o tezlerde ise Türkiye’de işçi sınıfının “fiili önderliğinin değil, ancak “ideolojik önderliğinin mümkün olduğu tespiti yapılmıştır. “Köylü ordusuyla kırlardan şehirler kuşatılacaktır”. Son yirmi yılda Türkiye’deki sınıflar yapısı değişmediğine göre bazı siyasetlerin Türkiye’yi kavrayışı değişmektedir. Yani inkar edilemez “inatçı gerçeklikler” düşünceleri eğitmektedir.

Küçük burjuva devrimciliğinin son yirmi yılda çizdiği eğrinin genel değerlendirmesi, özünde onun işçi sınıfına karşı tutumundaki değişimin bir değerlendirmesidir. Sınıfa karşı tutum alışta elbette ki iki önemli basamak 12 Mart ve 12 Eylül, önemli rol oynamıştır. Her dönem kendi özgül koşullarıyla küçük burjuva radikalizmini işçi sınıfına doğru itmiştir. Sınıfsal güçler açısından sorun hiç şüphesiz ki, küçük burjuva devrimciliğinin proletarya sosyalizmine evrimleşmesi değildir. Böyle bir evrimleşme sınıf ya da tabakaların bütünü açısından ele alındığında mümkün değildir, öte yandan, tek tek kişilerin kendi eski sınıf kökenini terk edip proletarya sosyalizmine varmaları da konumuz değildir. Bu mümkündür ve esasen böyle bir akım bütün devrimci mücadele sürecinde-iniş çıkışlarla da olsa-sürekli olarak var olacaktır. Burada sorun, küçük burjuva devrimciliğinin, yaşanan deneyler ışığında işçi sınıfına yaklaşımındaki değişme ve gelişimdir.

İşçi Sınıfına Yönelişler ve Genel Anlamı

Demokratik devrim görevlerinin tamamlanmadığı bir ülkede proletarya hareketi ile burjuva, küçük burjuva kaynaklı demokrat hareket bütünüyle birbirinden ayrışamaz. Onların iç içe yaşayabileceği bir alan daima olacaktır. Öte yandan, mücadelenin ikili karakteri, sosyalist ve devrimci-demokrat güçleri sürekli birbirinden ayrıştırmaktadır. Sürecin bu diyalektiği, küçük burjuva devrimciliğinin işçi sınıfından etkilenmesinin yanında, onun sınıfı kendi devrimci-demokrat siyasi talepleri doğrultusunda etkilemesi sonucunu da doğurur.

1960 sonrasının mücadele deneyi, küçük burjuva radikalizminin genellikle yenilgi yıllarında sınıfa yönelme eğilimi gösterdiğini ortaya koymuştur. 12 Mart çıkışında olduğu gibi, 12 Eylülde de bir kere daha Lenin’in “Ne Yapmalı?” kitabı gündeme gelmiş, sınıf içinde örgütlenme sorunları, parolaları ve biçimleri en fazla tartışılan konular arasına girmiştir. THKP-C ve THKO kökenli bazı siyasetler iki faşizm döneminde de böyle bir süreç yaşamıştır. Kurtuluş, TKEP, TDY, HK, Dev. Partizan böyle bir evrimleşmeden geçmiştir. Her biri farklı özellikler taşısa da, ortak olan yön işçi sınıfına geçmişe oranla daha fazla yönelmelerindedir. Kurtuluş, HK ve bir ölçüde TKEP bu sürece 12 Mart sonrası; TDY, Dev. Partizan ve en son D. Yol ise benzer bir sürece 12 Eylül sonrası girmişlerdir.

Küçük burjuva radikalizminin işçi sınıfı gerçekliğini yalnızca teoride değil, pratik mücadele içinde de belli ölçülerde kavraması hiç şüphesiz ki, başlı başına bir olumluluktur. Ancak bu sürecin yalnızca olumlu değil, aynı zamanda olumsuz bir yanı da vardır.

12 Mart sonrası yaşananları göz önünde tutarak bir belirleme yapmak gerekirse, işçi sınıfına yönelen küçük burjuva devrimci eğilimlerin, genellikle radikalliklerini yitirdikleri, sağ bir karakter kazandıkları söylenmelidir. Bu karakter değişikliğinin başlıca iki nedeni vardır. İlki, küçük burjuva devrimciliğinin kendi özelliğinden gelir. Genellikle yenilgi sonrası, erken devrim umutları kırılmış bir şekilde sınıfa yönelen küçük burjuvazi, bu adımı atarken aslında devrimci bir ruh hali taşımamaktadır. Sınıfa yöneliş, hayal kırıklıklarının, teorik yeni arayışların, siyasi bulanıklığın koyu izlerini taşımaktadır. Böyle bir zeminden sınıfa yöneliş, hiç şüphesiz ki işçi sınıfına gerçek bir devrimci enerji taşımaz. İkincisi, işçi sınıfı içindeki egemen eğilimlerin küçük burjuva devrimciliğini etkilemesidir. Sınıf içinde sendikalizm; siyasi olarak da sosyal-demokrat ve burjuva sosyalist eğilimler hala güçlüdür. Kendisi, bir yenilgi sonrası eski düşüncelerine yeterince güvenemez bir konumda olan küçük burjuva devrimciliği, bu aşın zaaflı yapısıyla sınıfa yönelince, sınıfın bilincini yükseltmek yerine, onun geri eğilimlerine tabi olma durumuna düşen bir siyasi eğilim, aslında sınıf açısından devrimci bir kazanç değildir.

12 Mart sonrası sınıfa yönelişler, küçük burjuva devrimciliğinin sağ bir karakter kazanması sonucunu doğurdu. 12 Eylül sonrası yaşananlar. 12 Mart sonrasının elbette ki tam bir kopyası olamazdı, olmadı.

Devrimci hareket ve işçi sınıfı arasındaki ilişki konusunda 12 Eylül sonrası en tipik eleştiri Yeni öncü tarafından dile getirilmiştir.

‘Türkiye’de sosyalizmle işçi hareketinin birleşmesi zorunluluğunun dile getirilmesi üzerinden uzun yıllar geçti, en azından bir 15 yıl geçti. Ancak bunu ‘dile getirmek’ başka bir şey, ‘teorik olarak açıklamak’ ise başka bir şey, Yani teorik olarak bu sorunun üzerinde yeterince durulduğunu, gerekli incelemelerin araştırmaların yapıldığını ve sağlıklı tartışmaların yürütüldüğünü söylemek mümkün değildir, işçi hareketi ile sosyalizmin ayrı biçimde var olduğu ve ayrı yollarda yürüdüğü dönem Türkiye’de hala sürüyor.” (Yeni öncü, S: 15)

Burada iki önemli tespit yapılmaktadır. Birincisi, sosyalizmle işçi hareketinin birleşmesi sorunu üzerinde “teorik olarak yeterince” durulmadığı; İkincisi, “en azından 15 yıl” geçmesine rağmen hala sosyalist hareket ile işçi hareketinin ayrı yollarda yürüdüğü, iddia ediliyor.

Sorunun teorik yanının yeterince ele alınmadığını söylemek gerçekliği yansıtmaz, fakat l2 Eylülün yarattığı “hafıza kaybına” çok tipik bir örnek olabilir. 1960 öncesini bir yana bırakırsak, bu sorunun teorik olarak en yoğun tartışıldığı dönem 1965-71 arasıdır. Daha sonraki yıllarda da çeşitli nedenlerle aynı sorun üzerinde tekrar tekrar durulmuştur. Yeni öncü “sosyalizmle işçi hareketinin birleşmesi zorunluluğunun… teorik olarak” açıklanmasından ne anlıyor? Eğer bu konu üstüne genel Marksist görüşlerin bıktırıcı bir tekrarı anlaşılmıyorsa, o zaman geriye, Türkiye sınıflar yapısının doğru bir tespiti ve tarihsel olarak da “narodnik” eğilimlerden kopuşmak, “sosyalizmle işçi hareketinin birleşmesinin teorik açıklaması” olur.

Oysa Yeni öncü, bu konuda yeterince inceleme, araştırma yapılmadığı kanısındadır. Genel olarak devrimci hareketi dikkate alırsak, sözü edilen konu hakkında ciltler tutabilecek emek ürünü birikmiştir. Elbette ki doğrusu ve yanlışıyla birlikte… Bu konudaki “hafıza kaybı’na bir anlamı olmalıdır. Bugüne kadar yapılan “teorik tespitler” Yeni Öncüyü tatmin etmiyor olmalı… O zaman “yeni” arayışlar kaçınılmazdır. Ancak konu sosyalizm ve işçi hareketinin birleşmesi olunca, bunca teorik ve pratik çabaya rağmen ortada bir tatminsizlik varsa, böyle bir tepki kişiyi ya da bir siyasi eğilimi Marksizm dışı teorik zeminlerde bir arayışa götürür.

Özel olarak Yeni öncü açısından durum nedir? “Kesintisiz Devrim”in inkarından sonra yerine somut Türkiye gerçekliklerini kucaklayan bir teorik çözümleme koymak yerine, yıllarca genel Marksist görüşlerin tekrarıyla yetinildi. O nedenle, Yeni öncünün sözü edilen konu hakkındaki teorik incelemeleri yetersiz bulması, aslında kendi teorik kısırlığının itirafından başka bir şey değildir. Ve “en azından 15 yıldır” bu kısırlık aşılamadıysa, artık bu konuda Yeni öncü açısından Marksizm zemininde kalarak bir teorik çerçeve üretmenin imkansız olduğu ortaya çıkar.

İkinci olarak, Yeni öncü “hala sosyalist hareket ile işçi hareketinin aynı yollarda yürüdüğünü” iddia ediyor. Sınıfa yönelmek için “yeterli bir teorik araştırma” yapılmadığı ileri sürülürse, çok doğal olarak iki hareketin “hâlâ” ayrı yürüdüğü de iddia edilecektir. Gerçeklik böyle değildir.

1960 sonrası gelişmeleri dikkate aldığımızda, genel olarak sosyalist hareketle işçi hareketinin birleşmesi 1970’lerde gerçekleşmiştir. Daha genel olarak söylersek, 12 Mart 1971e kadar olan dönemde ağırlıklı yön, sosyalist siyasetlerin teorik, taktik şekillenmesidir. Bu anlamda birleşme, bu dönem süresince belli ölçülerde kendiliğinden gerçekleşmiştir denebilir. 12 Mart sonrası yıllarda ise ideolojik ve programatik olarak önemli ölçüde şekillenen siyasetlerin işçi hareketiyle birleşmesi daha bilinçli bir karakter kazanmıştır. 19741er sonrası herhangi bir “sosyalist” siyasetin etkisini ya da doğrudan öncülüğünü taşımayan grev yada işçi gösterisi yok denecek kadar azdır. Eğer bu noktada Yeni öncü, “İşçi içinde bugüne kadar daha çok TKP gibi siyasetler etkindi, bunu sosyalist hareketle işçi hareketinin birleşmesi olarak kabul etmiyoruz” derse, böyle bir belirleme gerçekliğin sübjektif kuruntularla inkarı olur. Hareketlerin teorik şekillenmesi, onların aynı zamanda sınıfa karşı tutumunu da belirler. Rus Sosyal Demokratları, Narodniklerle kopuşup sınıfa yöneldikleri momentte “ekonomizm” bir akım olarak şekillenmiştir. Daha sonraki süreçte ise, ekonomizm, Menşevizm biçiminde varlık bulmuştur. Türkiye sosyalistleri de, ülkedeki sınıflar yapısını kavrayışlarına ve mücadelede işçi sınıfına tanıdıkları misyon ölçüsünde sınıfla bağ kurdular.

Bu konuda Yeni öncü, ayrıca, sosyalist hareketle işçi hareketinin birleşmesi ve sınıfa bir ya da birkaç siyasetin öncülük etmesi sorununu karıştırıyor. Sosyalist hareketle işçi hareketinin birleşmesi, bütün sınıfın sosyalizme eğilim duyması demek değildir. Birisi genel olarak sosyalist hareketin teorik şekillenme döneminin kapanmasını; diğeri ise her günkü pratik mücadele içinde eğilimlerin döğüşünün sonuçlanmasını çınlatır. Hiç şüphesiz ki, özellikle küçük burjuva devrimciliği içinden kritik momentlerde işçi sınıfını yeni yeni keşfedenler çıkacaktır. Bunlar kapanmış bir tarihsel sürecin bir bakıma kalıntıları gibidir. Kalıntılar eski dönemi geriye getirmez, ama kendileri yeni dönemin baskısıyla erirler. O nedenle bugün, henüz sınıfla birleşilemediğinin söylenmesi, siyasi eğilimlerin teorik-taktik şekillenmesinin henüz tamamlanmadığının söylenmesiyle aynı şeydir. Oysa bu dönem esas olarak 12 Mart sürecinde tamamlanmıştır. Ancak, henüz sınıfa devrimci anlamda bir ya da bir kaç siyasetin öncülük edemediği söylenirse, bu bir gerçekliktir. Fakat bu, özel olarak sınıf içinde, genel olarak ülke çapında yoğun mücadele süreciyle varılabilecek bir aşamadır.

Yeni Öncü’nün bu konudaki en önemli yanılgısı soruna yenilgi yıllarının içinden bakmasından kaynaklanıyor. 1987’lerde hemen hiçbir siyaset sosyalist hareketle işçi hareketinin birleşemediğini iddia etmemiştir. Faşist darbenin devrimci öncülerle yığın arasındaki bağları büyük ölçülerde koparmasından sonra, bunu “sosyalist hareketle işçi hareketinin hâlâ ayrı ayrı yürümesi” biçiminde yorumlamak, farklı karakterli süreçleri birbirine karıştırmak olur. Sosyal gelişimin normal bir sonucu olarak yaşanan sınıflar kopuşması siyasetlerin şekillenmesi için objektif bir ortam yaratır. Düne kadar birbirinin içinde görünen sosyal çıkarlar ayrışmaya başlar ve kendi yordamlarında davranışa geçerler. Bu tarihcil dönem bizde en hızlı biçimde 12 Marta kadar akan süreçte yaşanmıştır. Daha sonraki süreçte ise esas yön, kopuşan sınıf ve tabakaların mücadelesidir. 12 Eylül, bu süreçte; işçi sınıfı ve halk için bir yenilgi momenti oldu. Taktik olarak bir geri çekilme yaşandı. Ve sınıflar savaşının bu yeni koşulları hiç şüphesiz ki siyasetleri etkiledi, çeşitli yönlerde evrimleştirdi.

Böyle yenilgi yıllan ne kadar derin olursa olsun sınıflar kopuşması gerçekliğini geriye döndüremez, yok edemez. 12 Eylül bunu çok denedi. Toplumu sırf göstermelik iki parti ile sözde ‘bölünmüşlükten” kurtaracaktı. Oysa yaşanan on yıl sınıflar saflaşmasının boyutlarını çok daha fazla yaygınlaştırdı. Fakat böyle yenilgi yıllan sınıf ve tabakalar arasındaki güçler dengesini değiştirebilir, eski kuruluş dengeleri bozabilir. Yaşanan da budur.

Bu iki ayrı olgu birbiriyle karıştırılır ve 12 Eylül yenilgisine neden olarak “sosyalist hareketle sınıf hareketinin birleşememesi” gösterilirse böyle yapılarak yenilgiyi getiren somut taktik hatalar örtülmüş olur.

Öte yandan, yenilgi dönemi bir siyaseti taktik ve belli ölçüde programatik sorunlardan öteye kendi teorik temellerine götürüyorsa, böyle köklü bir geriye kayış, o siyasi yapının teorik çözümlemelerinin son derece zaaflı ve gerçeklerden uzak olduğunu gösterir. “En azından 15 yıl sonra” hâlâ sınıfa yönelik “yeterli bir teorik araştırma ve incelemeden” yoksun olmak artık gelecek on yıllar boyunca da sınıfla birleşilemeyeceğinin dolaylı itirafından başka bir anlam taşıyamaz. Sınıflar mücadelesinin canlı pratiğinin dışına düşen, herhangi bir sınıf ya da tabakanın somut siyasi çıkarlarından kopuşan, deklase olan unsurlar, her türlü teorik mirastan tatminsizlik duyarlar.

Yeni Öncü, sınıfla kendi konumunu irdelerken aslında böyle bir itirafta bulunmuş oluyor.

***

Yenilgi yıllarının teorik ve pratik çöküntüsü içinden sınıfa yönelişlerin taşıdığı zaaflara belki de en uç örnek Yeni üncüdür. Bu tespitlerden sonra, “işçi sınıfına” çağrısıyla D. Yol bu süreci nasıl görüyor, irdelemeye çalışalım.

“Yeri gelmişken, bir saptama yapmak istiyorum. Türkiye solunda yenilgi dönemleri’ sonrasında görülen, artık kanıksanmış bir özeleştiri biçimi vardır. Bazı siyasi akımlar, genellikle solun ve kendilerinin yenilgisini ‘işçi sınıfı içinde örgütlenememiş olmalarına, sosyalistlerin işçi sınıfı ile bağ kuramamış olmalarına’ bağlarlar. Bu arkadaşların,… işçi sınıfı ile bağ kurmak için onlara götürecek doğru bir siyasete sahip olmak gerektiğini… anlamadıkları görülüyor.” (İşçilerin Sesi, S: 14, M. Pekdemir)

“Doğru bir siyaset” gerekliliği can alıcı bir tespit. Sınıfa yönelme çabasına giren siyasetlerin çoğunun belki de en büyük zaafı böyle bir programdan yoksun olmaları, genel tekrarlarla yetinmeleriydi. Ancak D. Yol açısından durum daha parlak değildir. “İşyeri komite ve konseyleri” parolası sınıfa yönelmek için yeterli bir siyaset değil, yalnızca gelgeç, döneme denk düşen taktik bir parola olabilir. Bundan öteye D. Yolun siyasi tespitleri, ideolojik kaynakları bu yeni yönelişinde yeterli olmak bir yana, pratikçe yalanlanmış, zaaflı bir öze sahiptir. Mesele sınıfa yönelirken “doğru bir siyasete sahip olmak” gerektiğini tekrarlamak değil, bunu bir an önce ortaya koyabilmektir.

Sınıfa yönelişte M. Pekdemir’in ikinci uyarısına gelelim.

“Dün sınıf mücadelesinden kaçmanın, hayatın diğer alanlarındaki mücadelelerde yer almamanın mazereti olarak işçi sınıfına gidelim’ klişesini kullanarak sendikal platformlarda köşe kapmacalara yönelen revizyonist-reformist çalışma tarzı ile bizim bugün doğrudan sınıfın çağrısına cevap verme olarak beliren devrimci çalışma tarzımızın birbiriyle yakın uzak ilgisi yoktur.” (ay)

Burjuva sosyalizmine yöneltilen bu eleştirinin şüphesiz haklı yanları vardır. Ancak THKP-C kökenli siyasetler ideolojik kaynaklarının doğal bir sonucu olarak, sınıfa gitmeyi genellikle “sendikal platformlarda köşe kapmaca”yla özdeşleştirmişlerdir.

“Demokratik hak ve özgürlüklerin kullanılamadığı rafa kaldırıldığı bütün geri bıraktırılmış ülkelerde bu tip klasik ‘kitle çalışması’… düşmanın askeri üstünlüğü ve baskısı karşısında, güçsüzlüğe düşecek… giderek de iyice sağa kayacak”tır. (M. Çayan, Bütün Yazılar, s. 340) Bu mantık Cephe kökenli siyasetlerin yığın çalışmasına her zaman yansımıştır. “İşçi sınıfına gitmeyi” “mücadeleden kaçaklık” olarak görmek, TKP benzeri siyasetlerin bayağı reformizmine sınıfı terk etmek gibi bir sonuç doğurmuştur. Bu da bir mücadele kaçaklığıdır. Ve bunun bedeli 12 Eylülde fazlasıyla ödenmiştir.

Şimdi, sınıfa yönelirken, bu yönelişin “revizyonist-reformist çalışma tarzı” ile bir ilgisi olmadığı özellikle vurgulanıyor. Dün “sınıfa yönelme” sözünde “reformizm” bulan bir anlayışın bugün böyle bir vurgulama yapması doğaldır. Ancak değişen nedir? D. Yolu sınıfa yönelten gelişmeler nelerdir? Yukardaki sözler dikkatle incelenirse, D. Yol yine kendisi sınıfa gitmemekte, tersine “doğrudan sınıfın çağrısına cevap vermek”tedir. Öyleyse işçi sınıfına yönelişin altında bu çağrı yatmaktadır. O zaman, sınıfın çağrısının ne anlama geldiğini irdeleyelim.

İşçi Sınıfından Çağrı

“İşçi sınıfına! Çünkü bugün toplumsal muhalefetin önünde yürüyen işçilerle birleşik devrimci muhalefet hareketi yenilmez kılınabilir. İşçi sınıfına! Çünkü bugün 12 Eylülle birlikte işçilerin içine itildikleri açlık, sefalet ve tüm haklarının gasp edilmiş olduğu konum, onların eyleminin her zamankinden daha fazla ve sürekli bir hak mücadelesi olarak gelişeceğini göstermektedir. İşçi sınıfına! Çünkü bugün konjonktürel olanın içinden ‘tarihsel’ olan fışkırmaya başlamaktadır…

“Bugün işçi hareketinin kazanmakta olduğu nitelik böyle bir çabayı zorunlu kılmakta, ‘İşçi sınıfına’ çağrısını, sınıfın kendisi yapmaktadır.” (ay)

M. Pekdemir’in bu değerlendirmesi özellikle 1989’un ilk yansında patlak veren yaygın işçi eylemlerine dayanmaktadır. Artık “konjonktürel olanın içinden tarihsel olan fışkırmaya” başlamıştır ve “işçi sınıfına” çağrısını bizzat sınıfın kendisi yapmaktadır.

Kaba görüntü, her şey yerli yerinde görünüyor. Fakat bu değerlendirme bizleri ister istemez 1960 sonrası mücadele tarihimize geri dönmeyi ve bu güne kadar sınıf tarafından yapılmış başka çağrıların olup olmadığını sorgulamaya itiyor.

Her siyasi eğilim, olaylar kendi bulunduğu konumdan görecektir, bu nedenle dün görülemeyenlerin bugün görülmesi doğaldır, öte yandan bizzat bu olay, Türkiye’de sınıflar mücadelesi sürecinde nasıl güç kaymaları yaşandığının en güzel kanıtıdır. D. Yol sınıfın bugüne kadar yaptığı çağrılardan ancak 1989 başımdakini algılıyorsa, bu, öncekilerin gerçekliğini ortadan kaldırmaz, fakat D. Yolun sınıfa göre konumundaki değişimini açıklar.

İşçi sınıfının 1960 sonrası mücadelede yaptığı çağrılan gözden geçirerek en son 1989’daki çağrının anlamını açıklamaya çalışalım.

İlk önemli çağrı, hiç şüphesiz ki 15-16 Haziran olaylarıdır. İşçi sınıfı o zaman sendikal haklarının kısıtlanma girişimine tepki göstererek, kanun tasarısının meclisten geçmesini engellemiş, fakat 12 Mart faşizminin gelişini durduramamıştı. Söylemeye bile gerek yok ki, 15-16 Haziran olaylarını yalnızca sendikal hakların kısıtlanmasına karşı bir tepki olarak algılamak siyasette aşın dar kafalılık olurdu. 15-16 Haziranın gerçek anlamı, o günkü sınıflar mücadelesinin genel seviyesi, teorik-siyasi sorunları bütünüyle göz önüne getirilince ortaya konabilirdi.

Böyle yaklaşıldığında, 15-16 Haziran olayları dar sendikal boyutlarından çok öteye bir anlama sahipti; işçi sınıfının devrimci harekete yaptığı, deyim yerindeyse, stratejik bir çağrıydı; sınıf öncülüğünün objektif koşullarının varlığının açık ilanıydı.

O günler, işçi sınıfının varlığı ve “fiili öncülüğü” için koşulların var olup olmadığının en yoğun biçimde tartışıldığı günlerdir. Devrimci hareket strateji hazırlıyordu ve strateji içinde sınıfların konumu en önemli sorundu. Böyle bir dönemde 15-16 Haziran olayları bu teorik tartışmalara pratik bir cevap, devrimcilere stratejik öncülük konusunda yapılmış açık bir çağrıydı. O gün devrimcilerin büyük bir çoğunluğu bu çağrıyı böyle bir özle algılayamadı.

İkinci önemli çağrı, 1977, 1 Mayıs olaylarıyla yapılmıştır. Daha doğrusu 12 Mart çıkışı yeniden yükselen işçi gösterilerinin 1977 Mayısında vardığı nokta, özel bir anlam taşır. 15-16 Haziran olayları, sınıfın varlığı ve öncülüğünün objektif koşullarının ilanı olduysa; 1977 Mayısıyla dönüş noktasına varan işçi olaylarının anlamı ise, sınıfın pratikte öncülüğe yetenekli olduğunun ve buna hazırlandığının kanıtları oldu. Fakat aynı 1 Mayıs olayları henüz sınıfın hazırlıklarının ne ölçüde zaaflı ve eksik olduğunu da gösterdi. Mayıs 77, mücadelenin pratik öncülüğüne soyunan işçi sınıfına finans-kapital tarafından yapılmış kanlı bir uyarıydı.

1977 Mayıs çağrısı bir anlamda 15-16 Haziranda yapılan çağrının pratikte bir kanıtlanması oldu. 1516 Haziranda bütün gövdesiyle sınıf mücadelesi sahnesine çıkan işçi sınıfı, varlığı ve öncülüğü konusundaki teorik tartışmalara cevap verirken; Mayıs 1977 olaylarıyla da akan mücadelede pratik öncülüğü üstlenmeye hazır ve aday olduğunu gösterdi.

Üçüncü önemi; çağrı, Tariş direnişiyle yapılmıştır. İlk iki çağrı sınıf öncülüğünün teorik ve pratik imkanları bakımından stratejik bir anlam taşıyorsa, Tariş direnişi daha çok taktik bir anlam taşımıştır. 12 Mart sonrası mücadelenin kritik bir momentinde, faşizme karşı direnişi en azından önemli büyük iş yerlerine, kitlesel ve en radikal biçimleri kullanarak yayma çağrısı olan Tariş direnişi, 12

Eylül öncesinin işçi sınıfınca yapılmış en son ve en önemli taktik çağrısıydı.

M. Pekdemir, 1989 işçi olaylarından hareketle sınıfın çağrı yaptığını ve “konjonktürel olanın içinden ‘tarihsel’ olanın fışkırmaya başladığını ileri sürerek, işçi sınıfının öncülüğü konusunda, olayların en az 15 yıl” gerisinde kalıyor.

Son olarak, Pekdemir’in bambaşka misyonlar yüklediği 1989 işçi olaylarının değerlendirmesine gelelim.

1989 işçi olayları, 1969 sonrası mücadelesinde “tarihsel” öncülük anlamında kesinlikle bir milat değildir. Böyle bir anlam taşımaz.

12 Eylül sonrası ilk önemli işçi eylemleri 1987 yılında gerçekleşen Netaş, Pirelli, Kazlıçeşme vb. grevleridir. Eylül öncesi sınıf mücadelesinin deneyli ileri işçileri, karanlık durgunluğa sınıf hareketi açısından ilk önemli darbeyi vuranlar oldu. 1989 başındaki yaygın işçi eylemleri, 1987 grevlerinin açtığı yoldan yürüdü.1989 işçi eylemleri, 12 Eylülün bütün “yok etme” çabalarına rağmen sınıf mücadelesi çılanının ne ölçüde yaygınlaştığını gösterdi. 12 Eylül kaçınılmaz olarak sınıf mücadelesi alanını genişletmiş, işçi sınıfının en geri kesimlerin de mücadele içine çekmiştir.

Fakat aynı eylemler, 12 Eylülün örgütlenmelerde açtığı büyük yarayı, sınıfın öncülerinden nasıl koparıldığını da göstermiştir. Eylemler, sınıf içinde 12 Eylül nedeniyle kaybedilen mevzilerin yeniden kazanılmasına ve eksi mevzilerden çok daha öteye hızla örgütlenmeye açık bir çağrıdır.

M. Pekdemir, 1989 işçi eylemlerini “sınıfın bir çağrısı” olarak kabul ederken, neden 15-16 Hazirandan Tariş direnişine uzanan çağrıları dikkate almıyor? Gazetedeki söyleşinin tümünden temel bir neden çıkıyor:

“Devrimci bir hareketin kitleselleşebilmesi ve sınıflar mücadelesine önderlik edebilmesi, her şeyden önce, bu mücadelenin nabzının attığı alanı iyi kavramasıyla olanaklıdır” (ay.) Doğru. Ancak “mücadelenin nabzının attığı alan”dan kasıt nedir? Somut bir mücadele momentinde döğüşün biriktiği bir alan mı, yoksa verili bir mücadele sürecinde yakalanacak ana halka mı? Pekdemir şöyle devam ediyor:

“Geçmişte, antiemperyalizmin, yakın geçmişte anti-faşist mücadelenin böyle bir temel mücadele mihveri olarak kavranması, devrimci harekete sözcüğün gerçek anlamıyla bir ‘meşruiyet’ sağlamıştı.” (a.y.)

Demek ki, 12 Marta kadar yaşanan dönemde “antiemperyalizm” mücadelenin nabzının attığı alan iken, 12 Mart sonrası “anti-faşist” mücadele öne çıkmıştır. Ancak Pekdemir, siyasi hedeflerin -antiemperyalizm, sonra antifaşizm- nasıl ve neden değiştiğini açıklamıyor. 12 Eylül sonrası nabız nerede atmaktadır?

“Bugün kavranması gereken temel mücadele halkasının… gerçek bir demokrasi mücadelesi anlayışı üzerinde yattığını görmek gerekir.” (a.y.)

Özetlersek, 1960’lardan bu yana mücadelenin nabzı önce antiemperyalizm, sonra antifaşizm alanlarında atmış, günümüzde ise “gerçek demokrasi” alanında atmaktadır.

Kaçınılmaz olarak bir soru akla geliyor. Bütün bu mücadele alanlarında antiemperyalizm, antifaşizm, demokrasi, işçi sınıfının yeri ve rolü nedir? Sınıfın 12 Eylül öncesi mücadeledeki yeriyle ilgili açık bir şey söylemeyen M. Pekdemir günümüz için şu tespiti yapar:

“Bugün hayatın her çılanında kitlelerin mücadelesini faşizme karşı demokrasi için yükseltme şiarı, ‘işçi sınıfına’ şiarı ile birlikte gerçekleşebilir bir nitelik kazanmıştır.” (a.y.)

Bizzat bu açıklama yeni bir soruyu kaçınılmaz kılıyor. “Bugün faşizme karşı demokrasi şiarı” “işçi sınıfına şiarı ile birlikte gerçekleşebilir bir nitelik” kazanmışsa, neden dün emperyalizme ya da faşizme karşı mücadele şiarlarına “işçi sınıfına” şiarı eşlik etmemiştir? Emperyalizme ve faşizme karşı mücadelenin gerçekleşebilmesi, işçi sınıfı bu savaşa çekilmeksizin mümkün müydü? Eğer “Kesintisiz Devrim”in tezlerinden kalkılarak bu sorulara cevap aranırsa, “evet” demek kaçınılmazdır. “Köylü ordusuyla şehirler kuşatılacağı” için, işçi sınıfının pratik mücadelede bir rolü yoktu. Ancak böyle bir antiemperyalist mücadelenin nasıl sonuçlandığı biliniyor.

Sonra, faşizme karşı mücadele dönemi gelmiştir. Daha doğrusu, sivil faşistlere karşı mücadele olarak kavranmış olsaydı, bu mücadeleye de zorunlu olarak ‘işçi sınıfına’ şiarının eşlik etmesi gerektiği hemen anlaşılabilirdi.

Bugün, faşizme karşı “gerçek demokrasi” mücadelesinin ancak “işçi sınıfına şiarıyla” birlikte gerçekleşebileceğinin söylenmesi, aslında önceki mücadele yollarının tıkandığının ve iflas ettiğinin itirafıdır. Küçük burjuva devrimciliği dolaylı bir biçimde kendi mücadele tarzının tükendiğini, bundan sonra savaşın ancak işçi sınıfıyla birlikte kazanılabileceğini kabul etmiş görünüyor.

Sonuç

D. Yol’un sınıfa yönelmesi son derece pragmatik nedenlere dayanıyor. Zaten başka türlü olamazdı.

Yenilgiyi “sınıfla birleşilememesine” bağlayanları eleştiren M. Pekdemir, kendisi bugünün sorunlarına aynı mantıkla yaklaşmadan edemiyor. “İşçi sınıfına” şiarını atmak için 1989’daki işçi eylemlerini gerekçe göstermek, sınıfa yönelişte D. Yol kitlesine pragmatik bir dürtü olabilir, fakat bugüne kadar işçi sınıfının daha güçlü çağrılarına neden kayıtsız kalındığını açıklamaz. Şimdi “gerçek demokrasi mücadelesini” işçi sınıfı ile birleştirmek zorunda kalan D. Yol, önceki yenilgilerde sınıftan kopukluğun doğurduğu zaafı böylece dolaylı da olsa kabul etmiş oluyor.

Sonuç olarak, 12 Eylül küçük burjuva devrimciliğinin dayanıksızlığını, 12 Martla kıyaslanmayacak ölçüde gözler önüne serdi. Eski teorik bakışların, pratik mücadele biçimlerinin yeniden üretilmesi imkansız hale geldi. Böyle koşullarda, artık sınıfın “çağrısını” duymamak olmazdı.

D. Yol sınıfa yönelirken ne durumdadır? Yenilginin yarattığı teorik bulanıklık hâlâ siyasete egemendir. İçinden “sivil toplumcu-dönüşümcü” bir eğilim üreten D. Yol, bunların teorik tezlerinden önemli ölçüde etkilenmiştir. Dolayısıyla sınıfa yönelirken teorik ve siyasi olarak aşın ölçüde zaaflı durumdadır. Geçmişte Sovyetleri ya da Çin’i “tutmamış” olmak, şimdi de “işçi konseyleri” parolasını atmak sınıfa devrimci bir şekilde “yol” göstermek için yeterli değildir. Bu noktada sınıfın çağrısına uymak yetmez, sınıfı bilinç ve davranışça demokratik devrim taleplerine yükseltebilmek gereklidir.

1960’lardan bugüne küçük burjuva devrimciliği özellikle yenilgi yıllarında geniş eğriler çizerek sınıfa yaklaşmakta ya da yönelmeyi denemektedir. Bu yönelişler eski küçük burjuva devrim hayallerinin yıkılışının ardından gerçekleştiği ya da böyle bir hayal kırıklığının derin izlerini taşıdığı için, genellikle sınıftaki kendiliğinden eğilimlere tabi olma sonucunu doğurmaktadır. Fakat öte yandan, sınıf içinde bugüne kadar etkin olan sosyal demokrat ve burjuva sosyalist eğilimlerle mücadele açısından ve sınıf içindeki mücadelenin yeni canlı özellikler kazanması yönünden küçük burjuva devrimciliğinin sınıfa yönelmesi belli ölçülerde olumlu sonuçlar doğuracaktır.

Yazımızı sonuçlandırırken, sınıfa bu yönelişlerin ittifaklar açısından anlamıyla ilgili bazı tespitler yapmalıyız. Demokratik devrim süresinde proletarya ve köylülüğün ittifakı ya da daha genel söylersek proletarya ve şehir-kır küçük burjuvazisinin ittifakı hayati önem taşır. Ancak bu ittifakın somut biçimleriyle ilgili bugüne kadar ki mücadelede çok fazla deneye sahip değiliz.

Küçük burjuva devrimciliğinin “işçi sınıfına” şiarı, onun proletarya sosyalizmine doğru evrimleşmesi yani karakter değiştirmesi anlamına gelmez; işçi sınıfı olmaksızın kendi taleplerinin gerçekleşemeyeceğini belli ölçülerde kavraması anlamına gelir. Dolayısıyla sınıfla ittifakın gerçekleşmesi yolunda olumlu sonuçlar doğurabilir. Doğal olarak, işçi sınıfı içine giren küçük burjuva devrimciliği sınıftan kaçınılmaz bir şekilde etkilenecektir, ancak onun kendi siyasi çıkan, işçi sınıfını küçük burjuvazinin taleplerine tabi kılma yönünde olacaktır. Sınıf içinde bu temelde yoğunlaşacak mücadele, etrafını çeviren küçük burjuva denizinin etkilerinden işçi sınıfını koparma hedefini gözetirken, aynı zamanda küçük burjuva tabakalarla yeni somut ittifak imkanları yaratacaktır.

12 Mart ve 12 Eylül deneyleri, 1960lardan önce çıkan ve (ulusal kurtuluş (antiemperyalizm) parolasını yükselten küçük burjuva devrimciliğinin işçi sınıfını yeterince hesaba katmayan stratejik yönelişine önemli darbeler vurdu ve onu sınıfla ittifaka zorladı. Böyle bir gelişme sınıflar mücadelesinde yeni dönemin başlangıcına işaret etmektedir. Artık demokratik devrimdeki sınıflar ittifakının pratik yaşamda gerçekleşme imkanları düne oranla daha fazladır.