DEVLET VESAYET İKTİDAR – Mehmet Yılmazer

 

Yol, Yaz 2013

AKP on yıldır iktidardadır. Bu on yılın cumhuriyet tarihinde özel bir yere sahip olacağını şimdiden söyleyebiliriz. AKP iktidarına güven ve beklentinin tepe noktasına çıktığı zaman 12 Eylül 2010 referandumu ve sonrasıdır. Fakat tam da bu tarihten itibaren AKP, beklentileri boşa çıkartmaya başlamıştır. Özellikle Cumhuriyetin egemenlik sisteminde önemli bir yere sahip olan askeri vesayetin sona erdiğinin düşünüldüğü günümüzde, bu kez Erdoğan’ın “tek adam”lığı ve bunun getireceği sonuçlar tartışılmaya başlanmıştır. Hatta vesayetin biçim değiştirerek varlığını koruduğu iddiaları da ileri sürülmektedir. Egemenlik ilişkileri çerçevesinde MİT müsteşarının soruşturma için savcılığa çağırılmasından sonra bir diğer önemli konu, iktidar ve cemaat ilişkisi tartışma gündemine gelmiştir.

Türkiye, aynı zamanda ilk defa bir sivil anayasa hazırlama işine girişmiştir. Buna bağlı olarak “başkanlık sistemi” tartışmaları başlamıştır. Kürt sorununda bir gelişme olmasa da artık sürecin böyle gidemeyeceği yeterince açıktır. Aslında Anayasa’da bütün netameli maddeler bir yönüyle Kürt sorununun çözümüne bağlıdır.

Türkiye, AKP iktidarı ile bir kez daha “değişim” sancıları içine girmiştir. Yeniden yapılanmadan söz ediliyor. Eğer bir ülkede devrim olmadıysa “yeniden yapılanma” mevcut egemenlik ilişkilerinin yeniden düzenlenmesi anlamına gelir. Türkiye’de bu sancı uzun süredir yaşanmaktadır. 12 Eylül sonrası süreci ele aldığımızda Özal günlerinde, daha sonra 90’lı yıllarda Demirel-İnönü koalisyonu sırasında, bu olmayınca ikibin yılında Ecevit’in liderliğindeki üçlü koalisyonla Türkiye nihayet AB aday üyeliğine kabul edildiğinde, hep bir “değişim” ve “demokrasi” rüzgârı esti. Fakat hepsi de düş kırıklığı ile sonuçlandı. Bütün “değişim” ve “demokrasi” konusundaki beklentiler istese de isteme de 2002 sonunda iktidar olan AKP’nin üstüne kaldı.

AKP’nin iktidara gelişi oldukça çarpıcı oldu. 1999 seçimlerinde henüz varolmayan AKP, 2002 seçimlerinde yüzde 34,8 oy aldı. 1999’da iktidara gelen üçlü (DSP, ANAP, MHP) koalisyonun toplam oyları yüzde 53,3’den 2002’de yüzde 14,8’e düştü. Büyük yıkımı Ecevit ve partisi DSP yaşadı. 1999’da yüzde 22,2 oy alan DSP 2002’de yüzde 1,2’ye geriledi. DYP, MHP, ANAP, SP ve DSP meclise bile giremedi, yani hepsi yüzde on barajının altında kaldılar, meclise sadece AKP ve CHP girdi. Bu durum cumhuriyet tarihinde seçimle yaşanmış en büyük fırtına idi. Bu fırtınaya denk sadece 1950 seçimlerinde DP’nin büyük bir oy çoğunluğuyla iktidara gelmesi gösterilebilir.

Ordu aslında 12 Eylül darbesiyle “iki partili” bir sistem yaratmak istemişti. Gerçekleştiremedi. Darbeden yirmi yıl sonra gerçekleşen iki partili sistem ise ordunun tüylerini diken diken edecek cinstendi. Erbakan-Çiller koalisyonuna karşı 28 Şubat “post modern darbesini” yapan ordu, beş yıl sonra siyasal islamı değişik bir kılıkta tek başına iktidarda bulunca belli ki artık eski egemenlik sistemi yürümüyordu.

2002 seçimlerinde kopan fırtınanın bir siyasal anlamı olmalıydı. Yaşananlar sıradan bir seçim zaferi değil, düzen için bazı kırılmalara işaret eden gelişmelerdi. Bu işaretleri birkaç başlıkta toplamak mümkündür. İlki ve en önemlisi, 12 Eylül askeri darbesinin yarattığı düzenden bir politik kopuşmaydı. Önceki darbelerde ordu kışlasından çıkıp, ortalığı istediği gibi düzenledikten sonra yeniden kışlasına çekilmiştir. 12 Eylül sonrası ANAP’la sözde sivil düzene geçilse de, ordu sürekli gündelik politika içinde kaldı. Bunun en temel nedeni PKK’nin 1984’te başlattığı Özgürlük savaşıydı. 12 Eylül sonrası yirmi yılı aşkın süreçte hangi parti ve koalisyon iktidarda olursa olsun, MGK’nın çizdiği politik çember içinde kalmak zorundaydı. İnsanlar başbakana değil, genelkurmay başkanının açıklamalarına bakıyordu. Fakat bu yirmi yılda her bahar bitirileceği söylenen PKK bitmediği gibi sorun gittikçe büyüdü. Savaşın yarattığı ortamda devlet içinde “çeteler” ve çürüme arttı, hele 90’lı yıllar katliamlar ve sokak infazları ile geçti, ancak hiçbir sorun çözümlenemedi. Derin devlet o ölçüde pervasızlaştı ki, siyasal iktidarlar kuklalara dönüştü, keyfilik tepe noktalara çıktı. MGK’nın her toplantısı yeni “kırmızı çizgiler” ilan etti, güvenlik konsepti adı altında “gizli anayasa”lar oluşturuldu. 2002 seçimleri bu “düzenden” bir siyasal kopuş oldu. Millet, MGK ve onun çizdiği çemberde kalan partilere politik bir darbe vurdu.

2002 seçimlerinde MGK çemberinde politika yapan partilerin büyük bir darbe yemesinin anlamı, aslında ordunun büyük bir itibar kaybına uğramasının politik sahneye yansımasıdır. Bu itibar kaybını sağlayan şüphesiz ki, AKP değildir. Yıllardır süren Kürt Özgürlük Mücadelesi devlette ve elbette orduda bozulmalara yol açmış, politik ortamda günlük provokasyonlarıyla “derin devlet” fazlasıyla deşifre olmuş ve yıpranmıştır. Sonuç olarak, MGK ve politikalarını, yani askeri esas yıpratan güç Kürt Özgürlük Hareketidir. Askerin Kürt sorununu sürekli iç politikaya müdahale aracı olarak kullanması, fakat bu yolla hiçbir sorunun çözümlenmemesi sonuçta “derin devlet”in hem deşifre olmasına hem de yıpranmasına neden olmuştur.

2002 seçim sonuçlarının ikinci anlamı siyasal islamla ilgilidir. 28 Şubat 1997 post modern darbesi ile DYP-Fazilet Partisi koalisyonu bozulmuş, bir yıl sonra da Erbakan’ın partisi kapatılmış, kendisi siyasal yasaklı hale gelmiştir. FP’nin kapatılması sonrası bu partiden AKP ve SP doğmuştur. AKP klasik İslamcı söylemi bir kenara bırakarak iktidara kadar yürümüştür. Böylece ne yapılırsa yapılsın, artık siyasal İslam yok edilemiyor, güneşin altındaki yerini istiyordu. Düzenin sosyalistlere karşı kendi elleriyle büyüttüğü siyasal islam artık düzen içinde kenarda bir dekor değil tek başına iktidar olacak siyasal bir güç haline gelmiştir. Elbette siyasal islamın bu noktaya gelmesinin tek nedeni sola karşı düzen tarafından beslenmesi değildir. Onun da kendi tarihi, cumhuriyetle bir hesaplaşması vardır. Koşullar öyle bir moment yaratmıştır ki, “laik cumhuriyet” veya Erbakan’ın deyimiyle “Batı Kulübü”nün uygulamaları büyük başarısızlıklara uğrarken, özellikle Ortadoğu bölgesinde siyasal islam güç kazanmaya başlamıştır. Bu güç kazanmada Sosyalizmin yıkılışının da büyük bir payı olmuştur. Sonuç olarak, 2002 seçim depremi siyasal islamın kılık kıyafet değiştirerek gücünü toparlama ve arttırma yeteneğinde olduğunu göstermiştir. Artık düzen içinde itilip kakılamayacak çapta bir güce erişmiştir.

2002 seçim depreminin iki temel siyasal anlamı budur. Bu depremin şiddetini arttıran bazı olaylara da değinmek gerekiyor. 1999’da Öcalan’ın ABD yardımı ile yakalanması ve Türkiye’ye teslim edilmesidir. Bu olay 1999 seçimlerinde DSP ve MHP’nin oylarında bir patlama yaratmış, ancak üçlü koalisyon o kadar beceriksizlikler sergilemiştir ki, bu sözde avantaj kısa sürmüş bu oy patlaması yapan partiler (DSP ve MHP) 2002 seçimlerinde çökmüştür. Bu çöküşte büyük bir etken de 2001 ekonomik krizidir.

Sonuç olarak, AKP 2002 seçimlerinde düzen içi bir fay kırılmasının ortaya çıkardığı bütün politik enerjiyi arkasına almıştır. Bu fay kırılması iki şeyi ortaya koydu. 12 Eylül sonrası özellikle Kürt özgürlük mücadelesi gerekçe gösterilerek derinleştirilen “gizli anayasa”lı MGK düzeni ve onun tanımladığı egemenlik yapısı artık yürümüyordu. Öte yandan, dünya neoliberalizm yolunda koşar adım giderken, Türkiye, savaş ekonomisiyle neoliberalizmden uzak durmaktaydı. Fakat neoliberalizm yolunda ayak sürçmelerin bedeli 2001 krizi ile Türkiye ekonomisine misliyle ödetildi. Artık ne düzenin alışıldık egemenlik biçimi ne de kapitalist dünyadaki ekonomik gidişe direnç gösteren ekonomik yapı yürümüyordu. 2002 seçimlerindeki yaşanan depremin üssü aslında düzenin kalbine çok yakındı.

 Egemenlik İlişkilerinin Yeniden Yapılanması

Türkiye’de 90’lı yılların ortalarından itibaren “yeniden yapılanma” çok sık kullanılan bir kavram oldu. Özal yıllarında “II. Cumhuriyet” veya “Yeni Osmanlılık” kavramları da aynı amaçla kullanıldılar. 90’lı yılların sonlarında Ecevit’in liderliğindeki üçlü koalisyon döneminde, Türkiye’nin AB aday üyeliğine kabul edilmesiyle, demokrasi vurgusu öne çıkartılarak yeniden yapılanmanın en güçlü tartışıldığı günler oldu. Bilindiği gibi böyle beklentiler hep düş kırıklığı ile bitmiştir. Kendisinin isteyip istememesinden bağımsız olarak bu beklentilerin hepsi 2002 seçimlerini kazanan AKP’nin üstüne kalmıştır.

Bir ülkede devrim olup egemenlik ilişkileri sınıflar seviyesinde altüstlüğe uğramadıysa, geriye mevcut egemenlik ilişkilerinin yeniden düzenlemesi kalır. AKP’nin önünde duran beklentiler yumağı, artık eskisi gibi yürümeyen egemenlik biçimlerinin yeniden düzenlenmesi gibi önemli bir içeriğe sahipti. Şüphesiz, her sınıf ve tabakanın kendine göre beklentileri vardı. Kapitalist merkezlerin tarihine baktığımızda egemenlik ilişkilerinin köklü bir şekilde yeniden düzenlendiği üç tarihsel dönem vardır. Birisi Avrupa’da faşizmin tarih sahnesine çıktığı 1930’lu yıllardır. Burjuva demokrasileri sanki tersine bir gidişle faşizme dönüşmüştür. İkinci köklü değişim veya yeniden yapılanma ise 1950’li yıllarla birlikte “refah devletlerinin” inşasıdır. Üçüncüsü, 1980’lerde başlayan, sosyalizmin yıkılışı ile hızlanan neoliberalizm yıllarıdır.

Bize gelirsek, cumhuriyet dönemini dikkate aldığımızda egemenlik ilişkilerinin yeniden düzenlendiği birkaç önemli tarihsel dönem vardır. Başlıca dört dönemden söz etmek mümkündür. İlki, cumhuriyetin kuruluş yılları yani “tek partili” dönemdir. İkincisi, bu dönemin kapandığı, DP’nin iktidara gelmesi ile başlayan “çok partili” dönemdir. Üçüncüsü, 1960 askeri darbesi ile başlayan AKP’nin iktidara geldiği yıllara kadar süren on yılda bir tekrarlanan askeri darbeli yıllardır. Sonuncusu, henüz içeriği tam şekillenmemiş olan AKP iktidarı sonrası yıllardır. Yazıda özellikle AKP ile başlayan yeniden yapılanma sürecinin niteliğini çözümlemeye çalışacağız.

Bu dönemleri detaylarda kaybolmamak için başlıca üç temelde incelemek gerekiyor. Dönemde egemen sınıflar veya zümreler arası ilişki; ikinci olarak, egemen sınıfların ülkedeki genel egemenlik tarzı; son olarak, dönemin egemen ideolojisi. Her dönemde bu alanlarda önemli değişimler yaşanmıştır.

Tek Parti döneminden başlarsak: Bu dönemin egemen sınıf ve zümreler arası ilişkisi aslında Osmanlı yıllarından miras alınan ve tüm cumhuriyet yıllarında ana özelliğini koruyan bir yapıya sahiptir. Devlet eliyle beslenen ve büyütülen Türk burjuvazisi tek parti yıllarında henüz oldukça cılızdır. Türk burjuvazisi böyle bir yatakta büyüdüğü-büyütüldüğü için, Avrupa burjuva devrimleri sırasında burjuvazinin sahip olduğu temel özelliklere sahip değildir. Burjuva anlamda özgürlükçü değildir; üretimde yenilikçi değildir; serbest rekabetçi yılları yaşamadığı için rekabetçi değil, daha doğarken tekelcidir. İki egemen zümreden “devlet sınıfları” hem güçlü hem de cumhuriyetin sahibi konumundadır; diğeri ise cılız ve kişiliksiz Türk burjuvazisidir. Cılız sermaye birikimini hızlandırmak veya M. Kemal’in dediği gibi “her mahallede bir milyoner yetiştirmek” için devletçilik eliyle sermaye birikimi yoluna çıkılır.

Bu dönemde egemen sınıfların ülkedeki genel egemenlik tarzı ise “tek parti diktatörlüğü” biçimindedir. Partinin gösterdiği adaylar arasından seçim yapılabilir. Kürt isyanları nedeniyle çıkartılan Takrir-i Sükûn Kanunu ise kuruluşun ilk yıllarında varolan kısmi demokratik havayı silip süpürmüştür. Bu yıllarda Tek parti CHP kadroları ile devlet bürokrasisi hemen hemen aynılaşmıştır.

Bu yılların ideolojisi ise, ulus yaratmak için Türkçü, Osmanlı gericiliğine karşı laik, dünyadaki sosyalist gelişmelere karşı tepki ve savunma olarak, “sınıfsız, imtiyazsız bir toplum yaratma” bileşenlerinden oluşan eklektik bir ideolojidir. Tarih bu ideolojiye “Kemalizm” adını vermiştir.

Çok partili yıllar, Menderes liderliğinde Demokrat Parti’nin iktidar olduğu yıllardır. Devlet eliyle beslenen Türk burjuvazisi yeterince palazlandığını düşündüğü bir dönemde artık devlet vesayetinden kurtulmak için liberalizm yoluna çıkmıştır. Egemen zümreler arası ilişkiyi yeniden düzenlemek istemiştir. Kamu işletmelerinin özelleştirilmesinin ilk defa yapıldığı yıllardır. Tek parti döneminde kapitalizm, iktidarın devletçi anlayışında oldukça ağır adımlarla yürüdü. Menderes yıllarında ise, özellikle kırlara traktör akınlarıyla kapitalizmin ilk “serbest” gelişim yolları açıldı. Palazlanan finans kapital devletin ekonomideki alanını daraltıp kendini büyütme yoluna çıktı. Bu gerçeklikten dolayı, Menderes yılları devlet sınıfları ile palazlanan finans kapital arasında egemenliğin paylaşımı konusunda sürekli gerilimin yaşandığı dönem oldu.

Genel egemenlik tarzı “çok partili”, seçimli bir parlamenter sisteme dönüşür. Demokrat Parti iktidar sürecinde gittikçe artan bir şekilde “çoğulcu diktatörlük” denebilecek bir yola girer. İzin verdiği sendikal örgütlenmeleri zamanla yasaklar. Bu yasaklamaları, muhalefete düşen CHP’nin kapatılma yollarını aramaya kadar vardırır. İktidar yanlılarının saflaştırılması anlamında “Vatan Cephesi” örgütlenmesi yaratılır. Her akşam radyolardan “Vatan Cephesi”ne katılanların isimleri okunur. Bu dönemin “demokrasi” deyimiyle değil de, “çok partili” dönem olarak anılmasının nedeni onun bu özellikleridir.

Dönemin ideolojisi, Kemalizmden ilk “sapmaları” içinde taşır. Cumhuriyetin temel değerlerine dokunulmadan tek parti döneminde dışlanan dini değerleri öne çıkartan uygulamalar yapılır. Türkçe ezana son verilmesi, tarikatların serbest bırakılması bunlardandır. Bu dönem 27 Mayıs 1960 askeri darbesi ile kapanır.

Askeri darbeli çok partili dönem, 1960-2002 arasını kapsar. Aslında bu dönemi alt bölümlere ayırarak irdelemek gereklidir. Fakat konumuz açısından böyle bir detaylandırma gerekli değildir.

Bu dönemde egemen zümreler arasındaki ilişki bir sisteme oturtulmaya çalışılmıştır. Finans kapital uluslar arası sermaye ile “montaj sanayi” temelinde ilişkiler kurarak iyice palazlanmıştır. Bu yıllarda finans kapitalin cumhuriyet dönemindeki ikinci kuşağı şekillenir. İlk kuşak Koç ailesi ile temsil edilirken, ikinci kuşağın parlak temsilcisi Sabancı’lardır. Yine bu yıllar “karma ekonomi” dönemi olarak anılır. Özel sektöre, kamu iktisadi kuruluşlarından çok ucuza ham ve ara madde aktarılmasıyla yeni bir beslenme-büyüme yolu yaratılır. Öte yandan, devlet sınıflarından ordu, 27 Mayıs darbesi sonrası orduevleri, Orko, Oyak gibi kurumlarla ve denetlenmeyen Milli Savunma Bakanlığı bütçesiyle imtiyazlı konumunu kurumlaştırmıştır. Bunların yanında Milli Güvenlik Kurulu uygulamasıyla iktidara “güvenlik” adı altında ortak konuma gelmiştir. İki egemen zümre, “devletin sahibi” ordu ile “paranın sahibi” finans kapital “karma ekonomi” çatısında uzlaşmıştır. Bu dönemin en tipik özelliği, H. Kıvılcımlı’nın deyimiyle “iki hükümet” yapısıdır. Birisi parlamentoda sivil, diğeri genelkurmayda askeri hükümet, çeşitli kurumlar aracılığıyla egemenliği paylaşmışlardır.

Bu dönemin genel egemenlik tarzı, askeri darbelerle ikide bir ayar yapılan biçimsel bir “parlamenter demokrasi”dir. Kapitalizm, 1950’lilerde hız kazanınca artık “sınıfsız, imtiyazsız toplum” kavramı anlamsızlaşmış, 27 Mayıs Anayasası ile sınıfa dayalı örgütlenmeler serbest hale gelmiştir. Bu yıllarda cumhuriyet tarihinin en yaygın sınıflar mücadelesi yaşanmıştır. Bu yılların bir paradoksu vardır. 27 Mayıs Anayasası oldukça geniş örgütlenme hakları tanımıştır; ancak mücadele yükseldikçe 12 Mart 1971 askeri darbesiyle bu anayasa budanmış, 12 Eylül’le toptan ortadan kaldırılmıştır. Yine bu dönemin egemenlik araçlarından en önemlisi “derin devlet”tir. Bir gizem içine sokulan bu kurum, aslında ordu içinde özel harp dairesidir. Ancak sorun burada değildir. Cumhuriyet’le kurulan egemenlik ilişkilerinde burjuvazi, devletin vesayetinde şekillenip beslendiği için, onun sınıf egemenliği sürekli olarak devlet-özel olarak ordu-tarafından denetlenmiş ve sınırlandırılmıştır. Bu dengede “derin devlet” daima özel bir yere sahip olmuştur. “Derin devlet” sadece burjuva devletin kanunlar yoluyla yürütemediği işlerini kanun dışı olarak yürüten basit bir kurum olmaktan çok, devlet sınıflarının sivil siyasete yön vermekte kullandığı bir araç olmuştur. 60-80 arası “komünizme karşı” , 80 sonrası “bölücülüğe karşı” savaşta sivil siyaseti yönlendiren hep derin devlet olmuştur. Fakat özellikle 90’lar sonrası Kürt Özgürlük Mücadelesine karşı başarısız oldukça hem yozlaşmış, çeteleşmiş hem de itibar yitirip deşifre olmaya başlamıştır.

Bu dönemin egemen ideolojisi yine Kemalizmdir. Ancak düzenin önce “komünizme” sonra da “bölücülüğe” karşı mücadelesinde faşizm ve siyasal islam düzen tarafından beslenmiştir. Fakat MGK düzeni özellikle 1990 sonrası hızla yıprandıkça düzenin bütün engelleme çabalarına rağmen siyasal islam bir politik güç olarak öne çıkmaya başlamıştır. Erbakan liderliğindeki Refah Partisinin 1995 seçimlerinde birinci parti olması cumhuriyetin ideolojik yapısında önemli kırılma noktası olmuştur. Cumhuriyetin ilk yıllarından beri Kemalizmin itip kaktığı siyasal islam artık düzen içinde yerini almaya hazırlanıyordu. Bu yükseliş 28 Şubat 1997 “post modern” darbesiyle durdurulmaya çalışıldı; Erbakan durduruldu ancak siyasal islam yürüyüşüne devam ederek 2002 seçimlerinde tek başına iktidar oldu. Böylece düzenin egemen ideolojisi Kemalizm artık eleştiri oklarının hedefi haline geliyor, tarihi olarak ömrünü dolduruyordu.

 AKP’li Yıllar

2002 seçim sonuçları ile egemenlik ilişkilerinin artık eskisi gibi yürümeyeceği ortaya çıkmıştı. Başlı başına AKP’nin seçimleri kazanması, üstelik CHP hariç diğer partilerin seçim barajının altına düşerek parlamento dışında kalmaları güçlü bir siyasal depremdi. Yaşanan son on yılı yine başlıca üç açıdan incelemek gerekiyor: Egemen zümreler arasındaki ilişki; düzenin genel egemenlik sistemi ve dönemin ideolojisi.

Egemen zümreler arasındaki ilişkiye iki açıdan yaklaşmak yararlı olur. Geleneksel egemenlik ilişkilerinde son durum; egemen sınıflar dizilişinde son durum. AKP’nin bugüne kadarki iktidar yıllarının en çok göze batan özelliği elbette ki “askeri vesayet”le ilişkisidir. Devlet sınıfları ve siyasi iktidar ilişkisi Türkiye’de aslında Osmanlı’dan devir alınan geleneksel bir özelliğe sahiptir. Osmanlı’da Seyfiye ve İlmiye her zaman bir siyasal güç olmuştur. Bunun Cumhuriyet’teki devamı Ordu, Üniversite ve Yargıdır. Bu ittifak en güçlü bir şekilde 27 Mayıs askeri darbesinden sonra yeniden inşa edildi. Bugüne kadar gelen bütün Cumhuriyet dönemini kapsadı. Elbette bu ittifakta en ağırlıklı güç her zaman ordu olmuştur. Türkiye uzun yıllar “iki hükümet”liydi. Birisi seçilmiş sivil, diğeri geleneksel “askeri hükümet”-genelkurmay. Bu ilişki ve dengeye zaman zaman darbelerle yeni düzenlemeler yapılmıştır. Bunların en sonuncusu 28 Şubat 1997’de yapıldı. Ve ikibinli yıllara başlarken bu vesayet ve ikili yapının gitmeyeceğinin işaretleri ortaya çıkmaktaydı.

AKP 2002 sonunda iktidara geldikten sonra askeri vesayetle sürekli sorun yaşadı. Ordu ile AKP iktidarının bilek güreşinin zirve yaptığı yıllar 2007-2009 oldu ve Cumhuriyet tarihinde ilk kez bir sivil iktidar askerin saldırılarını geri püskürtmekle kalmadı, darbe suçlamalarıyla yüzlerce subayın haklarında dava açıp, tutukladı.

Askeri vesayetin geriletilmesinin heyecanlı hikayesi biliniyor. Bunun gerisindeki nedenler irdelenirse başlıca dört koşulun üst üste geldiği görülebilir. İlki, dünyadaki köklü altüstlük, yani Sosyalist Sistemin çökmesidir. Sovyetlerin yumuşak karnı Türkiye’nin “komünizme karşı savaşta bir cephe ülkesi” olması, ordunun geleneksel ağırlığını sürekli kılan koşullar yaratmıştır. 1990 başlarında bu koşulların ortadan kalkmasının zamana yayılan kaçınılmaz sonuçları olacaktı. İkincisi, Türkiye’nin 1999’da Avrupa Birliği aday üyeliğinin kabul edilmesidir. Buna bağlı olarak “ordunun siyasetteki yeri” yoğun bir şekilde tartışılmaya başlanmıştır. AB’nin dolaylı dayatmalarının o günlerde somut sonuçları olmasa da konu AB görüşmelerinde sürekli gündemde olmuştur. Üçüncüsü, çok özel bir koşuldur. ABD’nin Irak’ı işgal kararına ordunun destek vermemesi ve tezkerenin mecliste takılmasıdır. Böylece ABD ordusunun Irak’a Kuzey’den girme yolu kapanmış, Amerika yönetimi bunun baş sorumlusu olarak orduyu görmüştür. Dördüncü koşul, bir türlü yenilemeyen Kürt Özgürlük Hareketinin mücadelesidir. Böylece 30 yıllık MGK politikaları başarısız olmuş, savaş nedeniyle devlet çeteleşmelerle iyice yozlaşmıştır. Her bahar PKK’nin bitirileceğini söyleyen genelkurmay yıpranmış, buna bağlı olarak derin devlet iyice deşifre olmuştur. 2005 sonu Şemdinli olayları bunun en çarpıcı kanıtı olarak tarihe geçmiştir. Bir kitapçıyı bombalayan derin devlet elemanı halk tarafından yakalanmıştır. O dönemin kara kuvvetleri komutanı Büyükanıt’ın “iyi çocukları”nın iş üstünde halk tarafından yakalanması, derin devlet provokasyonlarının artık bir doyum ve tıkanma noktasına geldiğine işaret ediyordu. Çürüyen ve çeteleşen devletin özellikle son 30 yıllık günahlarının bedelinin, kaçınılmaz bir şekilde onun “gerçek sahibi” orduya fatura edilmesi kaçınılmazdı. İki binli yıllarla birlikte bu süreç yaşanmaya başladı.

Dördüncü koşul askeri vesayetin kırılmasında en büyük ağırlığa sahiptir. 12 Eylül sonrasının önceki askeri darbe dönemlerinden önemli bir farkı vardı. 1983 sonundaki seçimlerle sivil hükümetler kurulsa da, ordu her gün politikanın içinde kalmıştır. Bunun en temel nedeni 1984’te gerilla savaşı olarak başlayan Kürt Özgürlük Mücadelesidir. Sözde “bölünme” tehdidi gerekçesiyle, hangi parti iktidarda olursa olsun, otuz yıl iç politikayı, MGK aracılığıyla ve doğrudan genelkurmayın müdahaleleriyle ordu yönetmiştir. İki binli yıllara gelindiğinde çok açık bir şekilde MGK politikalarının başarısızlığı en kör göze batar hale gelmiştir. Ayrıca özellikle 90’lı yıllarda zirveye çıkan derin devlet provokasyonlarıyla devletteki çürüme ve çeteleşme ayyuka çıkmıştır. 90’lı yıllarda politikadaki asker vesayeti zirveye çıktığında, aynı zamanda çürüme ve itibar yitirme sürecine de girmiş oluyordu.

Bu tablonun kitle içinde yarattığı sessiz birikim 2002 seçimlerinde kendini ortaya koydu. Çok silik de olsa askeri vesayete karşı direnen tek siyasal parti olarak AKP, seçimlerde büyük bir sıçrama yaptı. Eli güçlendikçe askeri vesayete karşı mücadelesini yükseltti; Işık Koşaner ve ekibinin istifalarıyla bir dönem kapanmış oldu.

Askeri vesayetin geriletilmesi egemenlik ilişkileri açısından ne anlama geliyor? Bunu bölümün sonunda irdeleyeceğiz.

Egemen sınıfların yapı ve gücünde son durum: AKP’nin iktidar olması egemen sınıf ve iktidar ilişkilerinde açıklanması gereken bulanık alanlar yaratmıştır. Yola klasik anlamda egemen finans kapitalin partisi olarak çıkmayan AKP’nin on yıllık iktidarı egemen sınıflar yapısında ne gibi değişimler yaratmıştır? Ya da soru daha doğru olarak şöyle sorulabilir: Ekonomi ve sınıflar yapısındaki hangi değişimler AKP’yi iktidara taşımıştır?

Türkiye’de kapitalizmin gelişip yaygınlaşmasında başlıca üç dalga yaşanmıştır. İlki, devletçiliğin baskın olduğu tek parti dönemidir. Banka bağlantılarıyla ilk tekelci finans kapital bu dönemde şekillenmiştir. İkinci dalga, 1950’ler sonrası dönemdir. Kapitalizm hem kentlerde hem de kırlarda tek parti dönemiyle kıyaslanmayacak hızda gelişmiştir ve devletçilik kozasını yırtmaya yeltenmiştir. Üçüncü dalga, 1980 sonrası Özal’lı yıllarla başlar. Devletçiliğin büyük ölçüde tasfiye edildiği neoliberal ekonomi politikaların yaygınlaştığı yıllardır. Fakat bu süreç Kürt sorunu ve savaş nedeniyle kesintiye uğramış, AKP iktidarıyla yeniden büyük bir hız kazanmıştır.

Tek parti yıllarında devlet eliyle beslenip büyütülen tekelci finans kapital, ancak 50’li yıllarla birlikte palazlanmıştır. Tek parti yıllarında kırlarda, küçük üreticiyi pençesinde inleten tefeci-bezirgan sermaye egemendi. 50’ler sonrası finans kapital palazlanıp DP olarak iktidara geldikten sonra kırlardaki veya Anadolu’daki tefeci sermaye kentlerdeki tekellerin bayiliğini yapmaya başlamıştır. Böylece hem modern ticaretle tanışmış, hem de kapitalizmin gelişmesinden payını almaya başlamıştır. 80 sonrası hız alan kapitalizmin son gelişim dalgasında, özellikle 1996’da AB ile imzalanan gümrük birliği anlaşması sonrası, Anadolu burjuvazisinin bir kesimi basit bayilik konumundan üretici konumuna yükselmiştir. “Anadolu kaplanları” söylemi bu gerçekliğin günlük basındaki karşılığı olarak ortaya çıkmıştır.

Tekelci finans kapitalin bir “dernek” olarak örgütlenme gereğini duyduğu yıl tam da 12 Mart askeri darbesi sırasındadır. 1971 yılında kurulan TÜSİAD Türk burjuvazisinin en irilerinin temsilcisiydi. Bugün beş yüz civarındaki üyesiyle milli hâsılanın yüzde 40’ını üretmektedir. Anadolu kaplanlarından MÜSİAD’ın kuruluşu 1990 yılıdır. Bugün yaklaşık 3 bin üyesi vardır. Gülen cemaatinin işveren kuruluşu TUSKON 2005 yılında kurulmuştur ve yaklaşık 40 bin üyesi vardır. Öte yandan TÜSİAD’ın yönlendiriciliğinde KOBİ’ler 12 federasyon altında 2005 yılında TÜRKONFED olarak örgütlenmiştir ve 9 bin civarında üyesi vardır. Anadolu kaplanlarını toplarsak 50 binin üzerindedir. Buradan hemen anlaşılacağı gibi bu “kaplanlar”ın büyük çoğunluğu küçük, hatta çok küçük işletmelerdir.

İstanbul sanayi odasının yayınladığı en büyük 500 listesinde 1990 yılında MÜSİAD’dan 8 firma vardır. Bu sayı 2007’de 23’e, 2009’da 31’e yükselmiştir. En büyük 500 listesinde TUSKON’dan 2009 yılında 45 firma vardır. Bu rakamlar tek başına çok fazla bir anlama sahip olmadığı için bu firmaların ekonomideki ağırlığına da bakmak gerekir. 500 en büyüğün içinde üretimden satışta MÜSİAD’ın payı yüzde 3,6; TUSKON’un payı yüzde 5,9’dur.

Toplam Türkiye ekonomisindeki paylara bakınca ortaya çıkan rakamlar ise şöyledir: 2008 yılı itibariyle, MÜSİAD, GSMH’nin % 6 ilâ % 8’lik bir kısmını üretip, ihracatın % 11,5’ini gerçekleştirirken, TÜSİAD ise 2007 sonu itibariyle GSMH’nin yaklaşık % 38’ini üreterek ihracatın da % 45’ini gerçekleştirmektedir.

Öte yandan, “Anadolu kaplanları” kavramı oldukça yanıltıcıdır. Örneğin MÜSİAD’in üyelerinin yarısı İstanbul, Ankara, Kayseri, Konya, Gaziantep, Bursa’da toplanmıştır. Aynı zamanda üyelerinin üçte biri İstanbul’dadır. İş alanı olarak üyelerinin üçte birinin inşaatla uğraşması da ilginçtir. 1994 yılında inşaatla ilgili MÜSİAD firma sayısı 398 iken, 2013’de bu sayı 1114’e çıkarak MÜSİAD içinde en hızlı gelişen iş alanı olmuştur.

Türkiye’nin gerçek egemen sınıfı tekelci finans kapitale göre Anadolu burjuvazinin ağırlığının çok zayıf olduğu yeterince açıktır. Ancak tekelci finans kapital dışındaki burjuvazinin 50’li yıllardan iki binli yıllara kadar geçen sürede sadece nicelik olarak büyümesi değil, aynı zamanda belli ölçüde nitelik değiştirmesi de söz konusudur. Tekelci finans kapitalin bayisi veya taşeronu olan burjuvazinin bir kesiminin kendisi bağımsız üretici ve tüccar haline gelmiştir. O zaman özellikle AKP iktidarıyla birlikte yeşil sermayenin artan gürültüsü ne anlama geliyor?

Sınıfsal olarak egemenlik dizilişinde bir değişim yoktur, ancak düzenin genel egemenlik ilişkilerinde bir değişim yaşanmaktadır. Bilindiği gibi egemen zümre ile düzen partileri arasında birebir ilişki yoktur. AKP, tekelci finans kapital kökenli bir parti değildir. Milli Görüş gömleğini çıkarttıktan sonra genel olarak tekelci sermaye dışında kalan siyasal islam kökenli sermayenin temsilcisi olarak siyaset sahnesinde yerini almıştır. Ancak uyguladığı ekonomi politikalar uluslararası finans kapitalin Türkiye’ye dayattığı ve Kemal Derviş eliyle ilk uygulamalarına giriştiği neoliberal politikalardır. Bu haliyle tekelci finans kapitalle tam bir uyum içindedir.

Fakat özellikle 1990’lar sonrasını dikkate alırsak, gelişen ve derinleşen kapitalizm içinde yeni sermaye birikim yollarıyla palazlanan “yeşil sermaye” çok doğal olarak düzen içinde kendi ağırlığına göre yer isteyecekti. Sivil ve asker “iki hükümetli” “Kemalist Düzen” bu konuda o kadar katı sınırlara sahipti ki, bir “egemenlik krizi” yaşanması kaçınılmazdı. Aslında bu kriz çok somut olarak Refah Partisi’nin birinci parti olduğu 1995 seçim sonuçlarıyla başladı. Krizin kökünde egemen zümre finans kapitalin tasfiye edilme niyetinden kaynaklanan bir neden yoktur, tam tersine 70’li yıllardan beri gelişip güçlenen “yeşil sermaye” mevcut düzen içinde ağırlığına göre yerini istemektedir. Bunun siyasete yansıması elbette basit matematik hesaptan öteye pek çok alışkanlık ve anlayışın kırılıp dökülmesi biçiminde yaşanmaktadır. Bu siyasal kriz tablosunun içine Demirel’in deyimiyle “son Kürt isyanını” da yerleştirirseniz ortaya tam bir “cumhuriyet bunalımı” çıkar. Yaşanan da budur.

Günümüzde egemenlik ilişkilerinin yeniden yapılandırılmasının başlıca iki yönü vardır. Egemen zümre ve sınıf yapısındaki değişim kolay algılanabilir bir somutluktadır. Tekelci finans kapital egemenliğinde bir altüstlük yoktur, kapitalizmin gelişmesine bağlı olarak bir değişim vardır. Türkiye’de kapitalizmin gelişim dalgaları her seferinde finans kapital tapınağına kendi kuşağını yükseltmiştir. İkinci dalganın en ünlü kuşağı Sabancı ailesidir. Üçüncü dalganın tapınağa girenleri daha yeni yeni ortaya çıkıyor. Son TÜSİAD kongresinde yönetime girenleri bir Milliyet köşe yazarı şöyle yorumluyor: Evet TÜSİAD Anadolu’ya açılıyor. Kayserili Mahmut Boydak gibi muhafazakâr ve Cizre doğumlu akaryakıt dağıtıcısı Tarkan Kadooğlu gibi Kürt işadamları ilk kez Yönetim Kurulu’na girdiler. Başkan Muharrem Yılmaz Bursalı.” Zaten köprü ve otoyol ihalelerine de Koç ile Ülker grupları ortak katılmıştı. Burada dini imanı olmayan finans kapital açısından şaşırtıcı bir durum yoktur.

Ancak her egemenlik biçiminin bir ideolojik çerçevesi olur. Bu çerçeve artık yırtılıyor, gürültü çıkartan budur. “Laik, Kemalist” cumhuriyet eliti yıllardır itip kaktığı “islami değerlerle” tanışıyor. Burada egemenlik ilişkilerinin yeniden yapılandırılmasının ikinci yanına, yani “ideolojik” yanına gelinir. Bütün siyasal gürültünün koptuğu alan burasıdır. Cumhuriyetin egemenleri değil, egemenlik biçimleri, kalıpları değişiyor. Bu konuda büyük siyasal gürültülerin kopması çok doğaldır. Düzenin genel egemenlik ilişkileri yeniden yapılandırılırken söz konusu olan sadece bir avuç egemen değildir, milyonların yeni egemenlik ideolojisine kazanılması, uyumlandırılması gibi büyük bir sorun vardır.

Burada özellikle günümüz kapitalizminin artan bir özelliğine, yeni sermaye birikim yollarına değinmek gerekiyor. Kapitalizm sermaye birikimi için ulus sınırları çizerek işe başladı. Fakat çizdiği sınırlar artık kendisi için engel halindedir. Uluslararası finans kapital bu sınırları aşmanın yollarıyla meşguldür. Bunun en son uygulanan yolu neoliberal ekonomi-politikalardır. Bu uluslararası tekelci sermayenin gücünü arttıran birikim yollarına karşı kapitalizmde özellikle daha küçük sermaye grupları tarafından yeni yollar geliştiriliyor. Sermaye birikimi için inanç ve kültürleri araç olarak kullanmak, böylece alt pazarlar yaratmak bu yollardan birisidir. Siyasal islam kökenli sermaye birikimi böyledir. Bu yolla inançlar kullanılarak hem kolektif sermaye birikimi sağlanıyor, hem bu inançlı kitleler hedef alınarak alt pazarlar yaratılıyor. Bunu dünya ölçüsünde en organize bir şekilde İsrail veya daha geniş söylersek Yahudi sermayesi uygulamaktadır. Siyasal İslam da bu konuda büyük yol kat etmiştir. Kapitalizm sermaye birikimi için inançları kullandığı gibi, daha da ötesi yeni inançlar yaratmaktadır. Dünya çapında “modern” tarikatlar ve markalar bunların en yaygın olanıdır. Bizde “helal” markalı ürünlerle bu alt pazar uygulaması epeydir yapılmaktadır.

AKP iktidarı, sayıları beş yüz kadar olan egemen zümre finans kapitalin etrafında dizilmiş rengarek elli bin civarındaki tapınak dışı burjuvazinin özlemlerinin bir dile gelişidir. Fakat bu özlemlerin yerine getirilişinin kaçınılmaz sınırları vardır. İrili ufaklı binlerce burjuvazi aynı anda egemenlik tapınağına giremez, ancak irileşerek, diğerlerinin başına basıp yükselerek o tapınağa girebilir, bunun da düzenin egemenlik yapısına ters gelen bir yanı yoktur.

AKP ve TÜSİAD arasındaki ilişki görünüşte aykırı bir durum yaratıyor. Bunun nedenlerinden birisi askeri vesayetin yıpranması ve gerilemesidir. Uzun yıllar MGK politikaları nasıl orduyu yıprattıysa, aynı zamanda TÜSİAD’ı da yıpratmıştır. Finans kapital bunalım günlerinde hep askeri çağırmıştır. Böyle günlerde Vehbi Koç askere mektup yazardı. En son 28 Şubat sürecinde “yeşil sermaye”nin nasıl ordu zoruyla borsadan kovulduğu hatırlardadır. AKP bu nedenle fırsatını buldukça TÜSİAD’a bu günahlarını hatırlatmaktadır. Ancak asker eninde sonunda devletin maaşlı memurudur, tekelci finans kapital ise elinde kapitalizmin en güçlü aracını, büyük sermayeyi tutar. Neticede AKP istediği kadar bağırıp çağırsın, egemenlik tapınağına dokunamaz. Olsa olsa tapınağın basamaklarına dizilip gürültü yapar.

Hiç şüphesiz AKP “yeşil sermaye”nin yolunu daha engelsiz hale getirmek ve alanını büyütmek için uğraşıyor. Fakat bu gidişin tekelci kapitalist bir düzende ekonomik sınırları vardır. Bu yol eninde sonunda birkaç yeni “yeşil” tekelin oluşmasına ve tapınağa kabulüne varır. Tekeller dünyasında ise sermayenin rengi yoktur.

Özetlersek, AKP yıllarında egemenler arası ilişkilerde en önemli değişim askeri vesayetin geriletilmesidir. Devletin gerçek sahibi şanlı askerlerin “sefil sivilleri” denetlediği “düzen” büyük ölçüde değişmiştir. Ancak düzenin egemen sınıf yapısında bir değişim olmamıştır. Tekelci finans kapital egemenliği hükmünü sürdürmeye devam ediyor. Kapitalizmin 80’lerdeki gelişim dalgasının öne çıkarttığı son kuşak finans kapitalistlerin egemenlik tapınağına kabul edilmesi, sınıfsal konumda bir değişimi değil, kaçınılmaz yenilenmeyi anlatıyor.

AKP yıllarında genel egemenlik sistemindeki ve egemen ideolojideki son duruma bakalım: Aslında bu konulardaki değişim süreci henüz tamamlanmamıştır. Olası eğilimler ortaya çıkmış, ancak yeterince kurumsallaşmamıştır. Ülke hala 12 Eylül anayasası ile yönetiliyor. İktidar “ileri demokrasi” vaatlerinden başkanlık sistemi özlemine gelip dayanmıştır. Özetle, AKP tarafından “demokrasi” konusunda gidilecek yol tamamlanmıştır.

Öte yandan, dönemdeki egemen ideoloji Kemalizmden “muhafazakarlığa” doğru evrimleşiyor. Bu kavram son derece genel ve bulanıktır. Fakat net olan bir yanı vardır, artık düzenin egemen değerleri arasına eklektik bir biçimde de olsa islami değerler yerleştiriliyor. Bu konuda medyada her gün yeni bir haber görmek mümkün. Olayların hangi noktalara kadar gideceğini öngörmek zor olsa da, yakın zamanda Kemalizm ile Siyasal İslamın değerlerinin bir sentezi mümkün değildir. Bu konudaki itiş kakış devam edecektir. Önümüzdeki günlerin temel özelliği bir yandan muhafazakar değerlerin kurumlaştırılmaya çalışılması, aynı zamanda egemenliğin bedeli olarak yıpranma sürecine gireceği bir dönem olacaktır. Bugün ülkede olan bitenden artık Siyasal İslam ve onun en güçlü temsilcisi AKP sorumludur. Askeri vesayet yıllarında AKP hep mazlum rolündeydi. Artık egemen durumdadır ve mazlum durumundan zalim konumuna evrimleşiyor. Bu evrimleşmenin siyasal ve ideolojik bedellerinin olması kaçınılmazdır. AKP artık böyle bir sürecin içine girmiştir.

 Devlet, İktidar ve Vesayet İlişkisinde Son Durum

AKP yıllarında iki önemli siyasal sorun öne çıkmıştır. İlki, askeri vesayetin geriletilmesi demokrasinin gelişmesi sonucunu yaratmış mıdır? İkincisi, AKP ve cemaat ilişkisi, devlet ve iktidar konusunda hangi sorunlara gebedir?

Vesayet ve Demokrasi Sorunu: Cumhuriyetin vesayet sorunu tarihi ve yapısal nedenlere dayanır. Osmanlı’dan gelen tarihi nedenlerin en önemlisi devletin merkezi yapısıdır. Avrupa’da derebeyler kendi özgün güçlerine sahipti, Osmanlı’da her şey “müslümanların ortak malı” anlayışı ile Saray’a aittir. Saray’ın gücü tek ve tartışılmazdır. Bu geleneksel anlayış cumhuriyetin kanallarına akışkan sıvı gibi sızmış ve yaşamaya devam etmiştir. Bunun yanında en az bu gelenek kadar önemli olan diğer yapısal bir durum daha vardır. Cumhuriyet, yani burjuva düzeni kurulurken ülkede henüz egemen sınıf denebilecek anlamda burjuva sınıfı yoktur, daha doğrusu çok cılızdır. Bu nedenle kapitalizmin kuruluş günlerinde Batı’da burjuvazinin yaptıkları Türkiye’de devlet eliyle yapılmıştır. Şüphesiz en önemlisi sermaye birikimidir. Bu konuda Cumhuriyet devlet eliyle banka örgütlemiş, öte yandan “azınlıklar”-Rum ve Ermeniler- zorla tasfiye edilerek sermayelerine el konulmuştur.

Kapitalist merkezlerde feodalizme karşı mücadelesinden dolayı burjuvazinin kısmen özgürlükçü bir yanı vardır. Rekabet gerçekliğinden dolayı da üretimde yenilikçi bir yapı kazanmıştır. Fakat çok iyi bilinir ki, burjuvazinin tanıdığı ve ilan ettiği ilk özgürlükler sırf kendi sınıfı ile sınırlıdır. Örneğin ilk seçme hakkı “mülk sahipliği” ile sınırlıdır. Batı’da yüceltilen burjuva demokrasisi esas olarak işçi sınıfı ve burjuvazi arasındaki yüz yılı aşkın mücadelenin ürünüdür. İşçi sınıfının mücadelesi hem demokrasinin sınırlarını genişletmiş, hem de kendi koşullarını iyileştirmek için burjuvaziye karşı verdiği mücadele kapitalist sınıfı sürekli teknik yaratıcılığa zorlamıştır.

Türk burjuvazisi bunların hiçbirini yaşamadığı gibi devlet eliyle beslenmiş ve daha baştan tekelci bir yapı kazanmıştır. Ülkemizde sınıf mücadelesi 1960-80 yılları arasında belli bir yoğunluk kazanmıştır. Bunun bedeli ise 12 Eylül faşizmi olmuştur. Bu tarihsel ve yapısal özelliklerden dolayı Türk burjuvazisinin özgürlüklerle ve yaratıcılıkla arası hiçbir zaman iyi olmamıştır. Kapitalist merkezlerde devlet, burjuvazinin sınıfsal egemenliğinin aracıdır. Burjuvazi verdiği sınıf mücadelesi ile toplumda önderliği sadece maddi gücüyle değil, aynı zamanda moral olarak da kazanmıştır. Türkiye’de devlet, burjuva egemenliğinin aracı olmaktan çok, aslında var olmayan egemenliği kuran ve büyüten esas kurumdur. Bu nedenle, burjuvazi bileğinin hakkına bir toplumsal önderlik kazanmamış, devlet bu cılız sınıfı elinden tutarak toplumun önüne çıkartmıştır. Hatırlardadır, o günlerin politikasının parolası “her mahallede bir milyoner yaratmak”tı. Öyle de yapıldı.

Elbette finans kapital güçlendikçe devlet vesayetiyle ilişkisi bazı değişimlere uğramıştır. Finans kapitalin devlet vesayetine ilk sınır çekme girişimi 50’li yıllarda Menderes iktidarı ile başlamıştı. Hikayenin sonrası biliniyor. 12 Eylül yıllarına kadar bu vesayet koyulaşarak devam etmiştir.

Bu gidiş AKP iktidarına kadar devam etti. AKP iktidarı ile askeri vesayet geriletilirken, öte yandan neoliberal politikalara uygun olarak özelleştirmelerle devlet vesayetinin bir diğer ekonomik ayağı da zayıfladı. Fakat bu süreçte bir diğer gerçek çok açık bir biçimde ortaya çıktı. AKP, iktidarını sağlamlaştırdıkça vesayet adına yakındığı bütün kurumları ele geçirdikten sonra onları korudu, bunlar aracılığıyla devlet vesayetini sürdürmeye devam etti. Askeri vesayetin geriletilmesi “demokratik” bir kavrayışla değil, tamamen pragmatik bir anlayışla gerçekleştirildi.

Devlet ve belediye ihaleleri ile “yeşil sermaye”nin yolunu genişletmeye çalışıyor. Ancak bu tekelci finans kapitalin yolu kapatılarak yapılmıyor. Buna AKP’nin gücü yetmez, ayrıca bir burjuva partisi olarak böyle bir anlayışı da yoktur.

Öte yandan, AKP iktidarı medyayı kontrol etmekte ordunun andıçlarını hiç aratmıyor. Bu konu o kadar ayan beyan yapılıyor ki, Başbakan’ı rahatsız eden her haber ve yorumdan sonra Erdoğan medyayı güçlü bir şekilde azarlıyor. Bunun bedeli yeni işten atılmalar oluyor.

Devlet ve halk ilişkisinde geleneksel vesayetçi anlayışta hiçbir önemli gelişmenin olmadığının en iyi kanıtı cezaevleridir. AKP’nin on yıllık iktidarında cezaevlerindeki insan sayısı üç kat artmıştır. 2000 yılında 40 bin olan sayı 2012’de 132 bini geçmiştir. Doluluk oranı yüzde 106 olmuştur. Bu hesaba göre her yıl 9 bin kişi cezaevine yollanmıştır. Bütün bunların yanında halen 700 bin kişi hakkında yakalama kararı olduğu düşünülecek olursa ortada çılgınlaşan bir devletin olduğu anlaşılır.

AKP’nin ne ölçüde sivil bir iktidar olduğunu kendi içinden bir eleştiri çok iyi açıklıyor. “Öyle şeyler oldu ki, sivil iktidarın ne kadar sivil olduğu bizim için soru işareti hâline geldi. Mesela Uludere meselesinde hükümet, siyasi ve hukuki sorumluluğunu yerine getirseydi, olaya hakkaniyetli ve adaletli yaklaşsaydı, “tamam, gerçekten bir askerî hata yapıldı. Ama yapılan bu askerî hatayı gerektiği gibi tamir eden bir sivil idare var” diyecektim ve yeterince sivil olduklarını düşünecektim. Ama öyle olmadı. Böyle bir hata karşısında vatandaşının yanında duran değil, askerine teşekkür eden, askerini koruyan bir hükümet oldu. Hadi PKK ve Suriye’deki savaş koşulları nedeniyle hükümetin şirazesi şaşıyor diyelim ama benim AK Parti’ye eleştirim şu… AK Parti katılımcı bir demokrasi kurmak için uğraşmadı. Oysa Türkiye’nin pek çok meselesini çözerdi bu” (Hidayet Şefkatli Tuksal, Neşe Düzel ile röpörtaj, Taraf Gazetesi)

AKP’nin askeri vesayeti geriletmesinin demokratikleşme ile bir ilgisi olmadığı her geçen gün daha büyük bir açıklıkla ortaya çıkıyor. Hidayet Şefkatli’nin vurguladığı gibi bunun en çarpıcı kanıtı Roboski katliamıdır. Sonuç olarak, askeri vesayetin geriletilmesiyle ortaya çıkan alan demokratikleşme ile doldurulmamış, tam tersine iktidar partisi eliyle devletin zoru genişletilmiştir.

Devlet, İktidar, Cemaat ilişkisi: Askeri vesayetin geriletilmesinden sonra devlet iktidar ilişkileri normalleşmek bir yana başka yönden anormalleşti. Hikaye biliniyor, ortalığı AKP Cemaat çekişmesi kapladı.

Akit gazetesinin saldırısına uğrayan Cengiz Çandar’ın vesayet konusundaki yorumu gerçeğin bir başka yönüne değiniyor: Askerî vesayetin ortadan kalktığı ileri sürülüyor ama bu köklü bir değişikliğe işaret etmiyor. Yani askerî vesayetin ortadan kalktığı doğru. Biz baştan itibaren bunun kalkması gerektiğini ifade ettik. Demokratik bir ülkeye kavuşmanın bir gereğidir bunun ortadan kalkması. Fakat askerî vesayetin ortadan kalkması, devletin yapısı içerisinde vesayet sisteminin ortadan kalkmasını otomatikten yerine getirmedi. Askerî vesayetin yerine başka bir vesayet sistemi kurulmak isteniyor ve yerini güvenlik bürokrasisi ve yargı ekseni üzerinden bir mekanizma aldı. Yerine başka bir güvenlikçi vesayet kuruldu.”

Özellikle Cemaat- MİT çekişmesinden sonra bu kavrayış yaygınlaştı. Yargı ve güvenlik içinde cemaat çok iyi örgütlü olduğu için devlet ve iktidar ilişkisi bu saflaşmanın prizmasından görülmeye başlandı. Akla ilk gelen soru, yeni “güvenlikçi vesayet” eskisi kadar güçlü ve dayanıklı olabilir mi? Bir diğer soru, devlet ve burjuva hukuku açısından bu yapılanma ne anlama geliyor?

Askeri vesayetin yerini yeni bir vesayetin aldığı tespiti tam doğruyu yansıtmıyor. Önce vesayet kurduğu söylenen cemaat bunu yapacak güçte değildir. Bu ülkede Menderes yıllarından beri özellikle İçişleri Bakanlığı, Milli Eğitim Bakanlığı ve Gümrük Bakanlığında hep tarikatların etkin olma çabası yaşanmıştır. Ancak bunların hepsi eninde sonunda iktidarın toleransına bağlı olmuştur. Askeri vesayet hem uzun geleneksel tarihinden hem de doğrudan ordunun yapısından aldığı güce sahipti. Aynı zamanda uzun yıllar siyasal iktidarlardan “bağımsız” davranma özelliği taşıyordu. Yıllar aktıkça Türkiye’de egemen sınıfların gücü büyüdü. Paradoks gibi görünse de, askeri vesayetin güç kaybetmesi, onun en zirveye çıktığı otuz yıl sonunda geldi. Cemaatin güvenlik ve yargı içindeki örgütlenmesi askeri vesayetin yapısal konumuna varamaz. Cemaatin devletle ilişkisi ne güçlü bir geleneğe dayanıyor, ne de yapısı ona iktidara karşı ağırlık oluşturacak bir güç veriyor.

Askeri vesayet geleneğinde “devletin sahibi” ordu idi. Bugün cemaatin konumuna bakıldığında devletin sahibi olmak bir yana, ancak devletin bir kaç kurumunda belli bir örgütlenmeye sahiptir. Buradan kaynaklanan gücü ile ilgili ilk önemli sınav MİT soruşturması sırasında yaşandı. İktidarın cevabı yüzlerce polis ve yargı mensubunun yerini değiştirmek oldu. Cemaat iktidar ilişkisini yeni bir vesayet olarak tanımlamak hatalı olur. Bu ilişki daha çok iktidarı paylaşma çekişmesinden öteye bir anlama sahip değildir. Askeri vesayet yıllarında ordu iktidarı paylaşmadı, onun sivil hükümetten ayrı kendi gücü ve iktidarı, aynı zamanda bunu uygulamak için kurumları vardı.

Bu gerçeklikten son olguya bakıldığında ortada yeni bir vesayet değil, iktidar paylaşımı kavgası vardır. Böyle bir paylaşım ilişkisinde her zaman iktidar gücünü elinde tutanın son sözü söyleme imkanı vardır.

İkinci soruya gelirsek: Devlet ve düzen açısından bu paylaşım ilişkisi ne anlama gelir? Bütün düzenin ruhu ve temel kuralı olması gereken anayasa ve hukukun iflas etmesi anlamına geliyor. Kapitalizm, ulus devletin kuruluş ve gelişim dönemlerinden farklı olarak artık alt pazarlara sahip olduğı gibi alt hukuklara da sahiptir. Günümüz dünyası modern veya geleneksel tarikatlarla doludur.

Fransız devrimi ile toplumsal düzen, o güne kadar olduğu gibi din tarafından değil hukuk tarafından düzenlenmeye başlandı. Böylece laik burjuva düzenler doğdu. Ancak bu düzenler zamanla bir avuç tekelci finans kapitalin egemenliği pekiştikçe ilk dönem özelliklerini kaybettiler. Çok küçük azınlık olan finans kapitalistler muazzam servetleri ellerinde tutarak günümüzde modern derebeyleri haline gelmişlerdir. Bu noktadan itibaren “eşitlik, özgürlük, kardeşlik” bayraklarını taşıyarak kurulan burjuva düzenleri keyfileşmeye ve çürümeye başlamıştır. Siyasal düzenin temelini oluşturan anayasa ve hukuk özünü kaybederek bir kabuğa dönüşmüştür. Kapitalizm tarihsel olarak böyle bir noktaya gelmiştir.

Biz de ise burjuva hukuku hiçbir zaman kurulamadı. Hukuğun yanında daima askeri vesayetin keyfiliği varoldu. Düzenin hukuk sistemi, bir yandan askeri vesayetin en önemli organı derin devlet tarafından gündelik olarak ihlal edildi; bu yetmediği taktirde bizzat askeri darbelerle yeni hukuk yaratıldı. Bu gerçeklikten dolayı cumhuriyet döneminde hiçbir zaman klasik burjuva demokrasilerindeki gibi bir hukuk sistemi kurulamadı. Cumhuriyet hukuk sisteminin üzerinde her zaman askeri vesayetin keyfiliği demoklesin kılıcı gibi sallanmıştır.

Sosyalist sistem çöküp “post modern” yıllar başlayınca bu gerçekliğin yanına laik düzenin iflasının yarattığı sonuçlar da eklendi. 90’lı yıllarda “çok hukuklu sistemi” savunarak Refah Partisi laik düzenin tıkanma işaretlerini en açık bir şekilde gözler önüne sermiştir. “Mega projelerin” çöktüğünün iddia edildiği postmodern günlerde siyasal islamın da “çok hukukluğu” dillendirmesi raslantı değildi. Erbakan’ın, “Tahakkümün ortadan kalkmasını istiyoruz. Çok hukuklu sistem olmalı. Biz geldiğimizde isteyen Müslüman nikâhını müftüye kıydıracak, isteyen Hıristiyan nikâhını kilisede kıydıracak” sözleri, Refah Partisi’nin kapatılması davasında öne sürülen gerekçelerden biri olmuştu.

Burjuva demokrasisi ve hukuğunun köklü hiçbir gelenek ve işleyişe sahip olmadığı ülkemizde, dünyada sistem çözülürken biz de çok daha hızlı parçalanmaya uğraması kaçınılmazdı. Cemaat ve tarikat örgütlenmeleri ayrı bir iç hukuk demektir. Bunlar marjinal gruplar olarak kalırlarsa düzenin genel yapısında fazla anlam taşımazlar. Ancak söz konusu milyonlar olunca tablo değişir. Cumhuriyet dönemi boyunca cemaatlerin siyasal partiler içinde bulunması ve onların politikaları üzerinde etki kurma çabaları hep yaşanagelmiştir.

Ancak yaşadığımız günlerdeki tablo alışıldık özelliklerin ötesine geçmiştir. Cumhuriyet, cemaatlerin partileri etkileme çabalarından daha fazlasıyla karşı karşıyadır. Devletin güvenlik, yargı, eğitim gibi çeşitli alanlarında, düzenli bir örgütlenme ve devlet hiyerarşisinden ayrı kendi iç disiplini olan örgütlenmeler vardır. Bu anlamda AKP yılları, eski AP veya ANAP yıllarından farklı nitelik kazanmıştır.

Cumhuriyetin hukuk ve kurumsal zeminini nasıl önceleri keyfiliği ile askeri vesayet bozdu ise, bugün de benzer bir keyfilik cemaat örgütlenmeleri tarafından yaratılmaktadır. Bunun bütün işaretleti ortalığı kaplamıştır. Mahkemeler neredeyse futbol maçı havasına girmiştir.

Önemli olan nokta şudur. Cumhuriyet bir yeniden yapılanmanın eşiğindedir. Egemenlik ilişkilerinin yeniden düzenlenmesi sürecine girilmiştir. Anayasa çalışmaları, “demokrasi” beklentileri ve Kürt sorununu çözme girişimleri yeni sürece damgasını vuracak gibi görünüyor. Ancak bütün bunların altından cumhuriyetin en temel hastalığı yeniden başını uzatıyor. Askeri vesayetin bozduğu ve deforme ettiği hukuk ve kurumlar, düzeltilmek yerine cemaat ve tarikat mantığıyla deforme edilmektedir.

Bu gerçeklikten yakın geleceğe bakıldığında yeniden yapılanmanın askeri vesayet yıllarından ders çıkartılarak yürütülmesi gerekirken, tam tersine o uzun döneme damgasını vuran keyfiğinin yeni dönemde de farklı bir nitelikte yaşayacağı görülmektedir. Devletin kurumları içinde ayrı bir cemaat hiyerarşisinin varolması, kaçınılmaz bir şekilde deformasyon ve gerilim yaratır. Devlet ve iktidar organları işlevleri gereği böyle çatallanmalarla yaşayamazlar. Askeri vesayet yıllarında bu “ikili hükümet” durumu gündelik politikada zaman zaman kendini derin devlet müdahaleleri (ya da provakasyonları demek daha doğru olur) olarak ortaya koyarken, kriz günlerinde ise askeri darbeler olarak yaşanıyordu. Günümüzde iktidar cemaat çekişmesi MIT, yargı ve operasyonlar üzerinden yaşanıyor. Üstelik bu durum henüz başlangıçtır. Olayların nasıl derinleşeceği yaşanıp görülecektir.

Fakat devletteki bu yeni çatallanmanın askeri vesayet dönemi kadar uzun ve şiddetli yaşanma şansı çok zayıftır. Günümüzde cemaatin iktidarı paylaşma tarzının fazla bir geleceği olamaz. İktidar böyle paylaşılamaz. Siyaseten paylaşma koalisyon hükümetleri biçiminde olur. Koalisyonda her siyasal partinin güç sınırları bellidir ve ortak bir hükümet programına göre yürünür. Bundan farklı olarak bir siyasal iktidar, yapısı ve mantığı gereği paylaşılamaz. Devlet yönetmenin bütün siyasal sorumluluğu iktidar partisinde olacak, fakat bu iktidarını hiçbir siyasal yükümlülük taşımayan bir yapı ile (hatta gizli bir yapı ile) paylaşacak, böyle bir durum siyaseten intihar anlamına gelir. Bu durum MİT üzerinden hesaplaşmada çok açık bir şekilde ortaya çıkmıştır.

 Sonuç

Türkiye ikibinli yıllarla birlikte egemenlik ilişkilerinde yeniden yapılanma sürecine girdi. Cumhuriyet tarihinde dördüncüsü yaşanacak olan bu yeniden yapılanmanın bazı özellikleri kesinlik kazansa da, önemli bir bölümü henüz sis perdesi arkasındadır. Yaşadığımız günlerde anayasa hazırlık çalışmaları ve Kürt sorununu çözme girişimleri yaşanmakta olan yeniden yapılanmaya damgasını vuracaktır. Ortaya çıkan tabloyu özetleyerek yazıyı sonuçlandıralım.

İkibinli yılların yeniden yapılanmasında en önemli yenilik askeri vesayetin geriletilmesidir. Cumhuriyetin temel özellikleri dikkate alındığında askeri vesayetin tümüyle ortadan kalktığını iddia etmek doğru olmaz. Bu AKP’nin veya siyasal islamın ne kadar ileriye gideceğine bağlıdır. On yılda bir darbelerin yaşandığı “ikili hükümet” günlerine geri dönülmesi mümkün değilse de, ordunun bu düzendeki ağırlığının sıfırlanması da mümkün değildir. Günümüzde “cumhuriyetin temel ayakları” hem Kürt sorunu, hem de siyasal islam tarafından zorlanıyor; aynı zamanda bölgedeki gelişmeler Türk devletini sıcak alanlara çekebilir. Bu gerçekler varolduğu müddetçe ordunun ağırlığı geriletilmiş mevzisinde varlığını koruyacaktır.

AKP iktidarı ile egemen zümre finans kapitalin durumu da “tartışılır” hale gelmiştir. Fakat bu görünüşten ibaret bir durumdur. Türkiye’de kapitalizmin yapısal değişimi söz konusu değildir. Üye sayıları toplam olarak 40 bini bulan MÜSİAD ve TUSKON, AKP iktidarı ile egemen sınıf konumuna yükselmemiştir. Ekonomideki tekelci finans kapital yapısı varlığını ve gücünü koruyor. Olan sadece, sayıları bir elin parmaklarını bile geçmeyen Anadolu burjuvazisinden sivrilen bazılarının, finans kapital tapınağına yükselmesidir. 80 sonrası kapitalizmin üçüncü gelişim dalgasının doğal bir sonucu olarak finans kapital tapınağına palazlanan son kuşak katılıyor.

Yeniden yapılanmanın tümüyle hala bir sis bulutu arkasında duran yanı genel egemenlik sisteminin nasıl şekilleneceğidir? Üstüne parlemento elbisesi giydirilmiş, asker-sivil “ikili hükümet” yapılanması ve 12 Eylül Anayasası dönemi kapanmaktadır. Ancak yerine nasıl bir egemenlik düzeni kurulacağı henüz belli değildir. Belli olan bazı özellikleri sıralayalım:

–Askeri vesayetin yerini yeni bir “güvenlik vesayeti” düzeninin aldığı tesbiti doğru değildir. Bu durum içinde büyük sorunlar taşıyan bir iktidar paylaşım kavgasıdır. Cemaatlerin iktidar ve devlet üzerinde bir dönem ordunun sahip olduğu gibi, bir vesayet gücü yoktur. Yeni dönemde iktidar zirvesinde paylaşım kavgaları yaşanacaktır. Bu paylaşım kavgası hiçbir “kutsallık” taşımadığı gibi bayağı bir çıkar çekişmesi olduğu için, yeni dönemde siyasal islamın duruşunu etkileyecek sonuçlar yaratacaktır. Ordunun imtiyazları budanıyor, bu kadarı güzel! Fakat yeni imtiyazlı zümrelerin yaratılmasının siyasal islamı bir dönem sahip olduğu “mazlum” konumundan zalim konumuna yükselttikçe onun da bedel ödeme günleri yaklaşacaktır.

–Yaşanan yeniden yapılanma süreci Cumhuriyetin çok eski bir hastalığı ile inmelidir. Bu da anayasa ve hukuk yerine keyfiliğin hüküm sürmesi gerçekliğidir. Dün düzenin kurallarını en keyfi ve hoyrat bir biçimde bozan ordunun yerini bugün cemaatlerin yarattığı keyfilik almaktadır. Askeri vesayete karşı ne kadar çok “hukuk”, “ileri demokrasi” nutukları atıldığı hatırlanırsa, bu kadar çabuk bir bozulma ve deformasyona girilmesi önümüzdeki dönemin çok sancılı yaşanacağının en iyi kanıtıdır. Düzenin genel egemenlik sistemi yeniden yapılandırılırken, imtiyazlıların düzen üstü davranma keyfiliğinde, bu geleneksel mantıkta, hiç bir değişim olmadığı için düzendeki çürümede bir iyileşme değil, derinleşme yaşanıyor. Bu temel gerçeklikten dolayı yeni dönemin anayasa ve hukuk düzeni eskisinden kalite olarak farkı olmayacaktır.

–Askeri vesayetin geriletilmesi, onun yerini bayağı iktidar paylaşım kavgasının alması bir temel gerçekliği ortadan kaldırmıyor. Geleneksel devlet vesayeti, bazı değişimlere uğrasa da hükmünü sürdürmektedir. Cumhuriyet tarihi boyunca egemen sınıfların beslenip büyütüldüğü devlet, onlar üzerindeki vesayetini bugün de sürdürmektedir. Askeri vesayet gerilese de, köklü geçmişe sahip olan devlet vesayeti yeni dönemde de sürmektedir. Elbette tek parti döneminden daha fazla sınırlamaları vardır, ancak devlet hala egemen sınıflar üzerinde vasi konumundadır. Bu konuda bir değişim işareti görülmediği gibi, başkanlık sistemi tartışmalarıyla devlet vesayetinin güçlendirilmesinin yolları döşenmek isteniyor.

Netice olarak, yeniden yapılanma sürecinin büyük bir bölümü hala sis perdesi arkasında olsa da, bu bulanıklığın arkasından üç ana eğilim seçilebiliyor: İktidar ve cemaatler arası paylaşım kavgası; bu ülkede hep hukuktan üstün olmuş imtiyazlı zümrelerin keyfiliğinin kılık değiştirerek devam etmesi; son olarak devlet vesayetini güçlendirme girişimleri, yeni dönemin cumhuriyetin eski alışkanlıklarından ne ölçüde koptuğunun, daha doğrusu kopamadığının en iyi kanıtlardır.

Tabloya bütünüyle bakıldığında önümüzdeki dönemdeki yeniden yapılanmanın bir kavşakta olduğu görülebilir. AKP iktidarı devlet ve iktidar arasındaki çatallanmalarla baş edebilmek, Kürt sorununda elini güçlendirmek için iktidar gücünü daha da arttıracak yollar arıyor. Bunun bugünkü adı başkanlık sistemi tartışmalarıdır.

Öte yandan, yeniden yapılanmada kendi yerini almak için büyük bir mücadele veren Kürt Özgürlük Hareketi çözümü “radikal demokrasi”de görüyor.

Günümüzde yeniden yapılanmanın iki önemli gücü siyasal islam ve Kürt Özgürlük Hareketidir. Buradan “demokratik cumhuriyet” yolunda bir sentez çıkmaz. Öte yandan, devlet vesayetinin, keyfiliğin ve iktidar cemaat çekişmelerinin geleceği kucaklayacak nitelikte bir yeniden yapılanma yaratma şansı da yoktur. Gerilim yüklü, sancılı günlere giriliyor.