ÇKP NEDEN AYAKTA? – M. Büyükkarabacak

Yol, Temmuz 2013

Giriş

21. yüzyılın ilk on yılına hızlı ekonomik kalkınması ile damgasını vuran Çin, birçok açıdan anlaşılması oldukça zor, sıra dışı bir sentez görünümü vermektedir. Sermayenin küreselleşmesi sürecinin en önemli bileşenlerinden biri olarak konumlanan, çektiği yabancı yatırımlar sonrasında “dünya fabrikası” olarak anılmaya başlayan, bu anlamıyla dünya kapitalist sistemi içerisinde çok özel bir yeri bulunan Çin, 1989 yılında yaşanan büyük Tienanmen olayları sonrasında ayakta kalmayı başaran bir Komünist Partisi tarafından idare edilmektedir. 1949 yılında gerçekleşen devrim ile iktidara gelen Çin Komünist Partisi, o günden bugüne Çin siyasi hayatının, en azından merkezi düzeyde, tek hâkimidir. Bu hakimiyete potansiyel anlamda alternatif oluşturabilecek bir siyasi organizasyon da görünmemektedir. Batı dünyasında tek parti iktidarının, diğer post-sosyalist ülkelerde olduğu gibi ortadan kalkacağına dair beklentiler de giderek zayıflamaktadır.(Ergenç, 2010; Heberer ve Schubert, 2006)

Bu çelişkili gibi görünen durum, literatürde genellikle Çin’e sağladığı imkânlar açısından değerlendirilmektedir. Otoriter rejimlerin ekonomik kalkınma sürecinde oynayabileceği olumlu rol vurgulanarak, otoriterlik ve kalkınma arasında bir takım bağlantılar incelenmekte ve öne çıkarılmaktadır. (Haggard,1990) Oysa öncelikle açıklanması gereken dünyada benzerleri yok olan bir siyasi rejimin, komünist bir tek parti iktidarının, 1989’da Tienanmen Meydanı ile simgelenen ve aslında tüm ülkeye yayılan çok önemli bir meydan okuma ile karşı karşıya kalmasına rağmen nasıl olup da yoluna devam edebildiğidir. Sovyet bloğunu oluşturan tüm komünist iktidarların çökmesi üzerinden oldukça uzun zaman geçmesine rağmen Çin Komünist Partisi, uygulanan piyasacı ekonomi politikalarına rağmen iktidarını sürdürmekte, Çin’i dünyanın en önemli ekonomik ve siyasi güçlerinden biri haline getirmekte olan bir döneme öncülük etmektedir.

Çin’in ekonomik anlamda ortaya koyduğu bu başarılı performans, genel anlamda sosyalizmden kapitalizme geçiş tartışmalarını da etkilemektedir. Çin’de uygulanan aşamacı geçiş modelinin, neo-liberal iktisatçılar tarafından savunulan ve genel olarak Rusya ve Doğu Avrupa ülkelerinde uygulanan şok terapilere dayanan ani geçişlerden çok daha etkin sonuçlar üretebildiğini öne süren geniş bir evrimci grup bulunmaktadır. (Buroway,1997) Şok terapi görüşü, eski rejimden kalan kurumsal yapının piyasaların gelişmesi ve özel sektörde sermaye birikiminin sağlanmasının önündeki en önemli engel olduğunu savunmakta, piyasaların kurumsal yapının yıkılıp yeniden yapılanmasını sağlamak durumunda olduğu ifade etmektedirler. (Sachs ve Woo, 1994) Buna karşılık evrimciler, yenileri inşa edilemeden var olan kurumların yıkılmasının olası en kötü seçenek olduğunu savunmakta, bunun yerine eskinin bağrında yeninin adım adım inşasına dayanan bir modeli önermektedirler. (Poznanski, 1993) Susan L. Shirk tarafından önerilen kurumsalcı bakış açısı ise evrimci teoriye benzemekle birlikte, siyasete ve devletin rolüne daha merkezi bir rol vermekle bunlardan ayrılmaktadır. Shirk’e göre Rusya’nın en büyük hatası ekonomik reformlar yerine politik reformlara öncelik vermiş olmasıdır. Çin deneyiminin ortaya koyduğu ders, politik reformların ekonomik reformları takip etmesi gerekliliğidir. Buroway de benzer biçimde Rus deneyimine Çin merceğinden bakarak yaptığı değerlendirmelerde Çin ve Rus deneyimleri arasındaki farka yol açan en önemli etkenin devlet olduğunu vurgulamaktadır. Polanyi’den yaptığı bir alıntıyla da piyasa ekonomisine piyasalar aracılığıyla varılamayacağını belirtmekte, güçlü bir devletin bu geçiş sürecini yönetmesinin neredeyse bir zorunluluk olduğunun altını çizmektedir. (Buroway,1997) Çin’in ekonomik başarısını açıklamak için geliştirilen bir diğer görüşe göre ise Çin’i avantajlı bir geçiş ekonomisi haline getiren faktör, piyasa dostu federalizm olarak isimlendirdikleri bir siyasal sisteme sahip olmasıdır.(Montinola vd., 1995) Merkezin mali olanaklarını yerel yönetimlerle paylaşması, ekonomik kalkınmanın büyük oranda söz konusu yerelleşmenin sağladığı imkânlarla sağlanması bu tezin önemli gerekçelerini oluşturmaktadır. Bu kısa değerlendirmeden de anlaşılabileceği gibi Çin ortaya koyduğu ekonomik performans ve siyasi istikrar itibariyle geçiş ekonomileri içinde ayrıksı ve tartışmaları yönlendiren bir örnek oluşturmaktadır. Fakat bu tartışmalar daha ziyade reform sonrası politikalara yoğunlaşmakta, geçiş sürecinin sağlıklı bir biçimde yürütülebilmesi için devletin nasıl bir rol oynaması gerektiği üzerinde durulmaya çalışılmaktadır. Fakat devletin geçiş sürecinde etkin bir rol oynayıp oynayamayacağı büyük oranda sosyalizm döneminde sahip olduğu hegemonyayla, rıza üretebilme kapasitesi ile ilişkilidir. Rusya’da 1989 sonrası yaşanan hızlı dağılma süreci, şok terapi fikrini savunanların burada çok geniş bir takipçi kitlesi yaratabilmiş olması ile ilgili değildir. Devlet ve Komünist Partisi’nin toplum nezdinde neredeyse hiçbir meşruiyetinin kalmamış olması, 20. Yüzyılın kaderine damgasını vurmuş bir büyük devrimin tarih sahnesinden sessiz sedasız, önemli bir iç çatışmaya yol açmaksızın çekilmesine sebep olmuştur.1 Oysa Çin de farklı bir durum söz konusudur. Çin devleti geçiş sürecinin her noktasında en önemli özne olarak varlık bulabilmiştir. Çin sosyalist deneyimine damgasını vuran kontrollü deneycilik, reform sürecinde de devletin adım adım ilerleyerek politika geliştirmesine ilham vermiştir. Çin devleti, zaman zaman yaşanan tüm karşı çıkışlara rağmen sürece hakim olmayı ve rıza üretebilme kapasitesini diri tutmayı başarabilmiştir. Geçiş üzerine yapılan açıklamalar devletlerin, geçiş sürecine girilirken sahip oldukları kapasiteleri görmezden gelerek yürütülürse eksik kalmaya mahkûmdur. Dolayısıyla bu çalışma öncelikli olarak şok terapi uygulanarak geçiş yapan Rusya’yı ve aşamalı geçişi başaran Çin’i model ülkeler olarak alarak, devletlerinin geçiş süreci başlarken sahip oldukları toplumsal meşruiyet seviyelerini kıyaslamaya çalışmaktadır. Bu kıyaslamada da özellikle sosyalist rejimlerin köylülükle kurdukları ilişkiyi, meşruiyet seviyesini belirleyen temel faktör olarak almaktadır. Batı demokrasileri için “orta sınıf”ın rızasının demokratik rejimler için istikrar kaynağı olduğu tespit edilmiştir. Benzer biçimde genellikle azgelişmiş, kırsal nüfusun yoğun olduğu, tarımsal üretimin sanayileşmeye gereken kaynakları yaratmak zorunda olduğu sosyalist ülkelerde rejimin doğasına ve toplumla kurduğu ilişkinin istikrarına en büyük etki devlet ile köylülük ilişkisinden gelmektedir. (Moore, 1989) Rus ve Çin Komünist Partileri’nin reform sürecinde oynayabildikleri -ya da oynayamadıkları- rolün kaynaklarını yukarıda bahsedilen devlet-köylülük ilişkisinin sosyalizm deneyimi boyunca izini sürerek bulabiliriz. Dolayısıyla bu yazı temel olarak Sovyetler Birliği ve Çin’de yaşanan devlet- köylülük ilişkilerini kıyaslayarak, yaşanan farklı deneyimlerden yola çıkarak komünist partilerin her bir ülkede süreci yönetebilme yetenekleri arasında ortaya çıkan farkı açıklamaya çalışacaktır. “Çin’in hala komünist bir parti tarafından yönetiliyor oluşu ülkeyi sosyalist yapar mı?” sorusu bu yazıda yürütülen tartışmanın kapsamı dışındadır. Fakat sadece şu kadarı söylenebilir ki Çin sürprizlerle dolu bir geçmişe sahiptir. Mark Selden’in deyişiyle Çin kalkınmasının en göze çarpan özelliklerinden biri farklı politik kutuplar arasında sergileye geldiği salınımdır.(Selden,1993) Dirlik de Çin sosyalizminin en özgün yanının sürekli diri tuttuğu deneyselci yanı olduğunu vurgulamaktadır. (Dirlik,2005) Bu yüzden belki de şu andan yapılabilecek en doğru tespit, Çin’le ilgili aceleci ve kestirmeci değerlendirmelerde bulunmamak gereğinin altını çizmek olacaktır.

Marksizm, Köylülük ve Rıza

Köylülük meselesi Marksizmin kurucularının temel meselelerinden birisi olmamıştır. Sosyalizmin kapitalist sanayileşmenin ardından geleceği, kapitalist gelişmenin küçük köylü üretimini ortadan kaldıracağı, kırlarda kapitalizmin merkezileşmiş üretim birimleri yaratacağı, kent ve kır işçileri arasında önemli bir ayrım olmayacağı beklentileri tarımsal yapıların analiz edilmesi ve bunlarla devrim sonrasında nasıl ilişkilenileceği meselelerinin acilen ele alınmasını gereksizleştirmişti. Bunun önemli istisnalarından bir tanesini Marx’ın Vera Zasuliç’e 1881’de yazdığı mektup oluşturur. Burada Marx, Rus kırlarının geleneksel komünal yapısı olan mirlerin, Rusya’da sosyalist kuruluşa temel olabileceğini belirtir. Bu tutum kapitalist gelişme olmaksızın da sosyalizmin kurulabileceğine dair düşüncelere onay verirken aslında bir toprak reformuna değil de komünal bir mülkiyete referans vererek, devrim sonrasında sosyalist devletlerle köylüler arasında yaşanan genel gelişmelere de yol vermiştir. (Selden,1993: 42) Engels yine son dönem yazılarında kırsal topluluğun denetimi altındaki kooperatiflerin örgütlenmesine vurgu yaparken küçük köylülüğün mülksüzleştirilmesinde zor kullanılmasına kesinlikle karşı olduğunun altını çizmiştir. Küçük köylülüğün kaçınılmaz yok oluşu öngörülmektedir ama bu kolektif üretimin sağladığı avantajların görülmesi ile gerçekleşecektir. (Engels,1990) Sovyet ve Çin komünizmlerine kendi özgün renklerini veren en önemli boyutları, köylülüğün en baskın sosyal grup olduğu toplumlarda gerçekleşmelerine rağmen köylülükle kurdukları farklı ilişkilerdir.

Gerçekten de Rus ve Çin devrimleri köylülüğün büyük çoğunluğu oluşturduğu topraklarda gerçekleşti. 19. Yüzyılın başına kadar kendine özgü dinamikleri ile devasa bir üretimi gerçekleştirmeyi başaran, dünyada üretilen toplam hasılanın üçte birini tek başına üreten Çin, Afyon Savaşları sonrasında yaşadığı askeri yenilgilerin neticesinde aynen Hindistan gibi büyük bir gerileme anaforuna kapıldı. Dolayısıyla Çin’de sanayi üretimi toplam üretimin %3.5’ini devrime kadar hiçbir zaman geçemedi. Sanayi işçilerinin oranı da toplam işgücünün %1’ini geçememişti. Aynı rakamlar 1917 öncesi Rusya’da sırasıyla %16 ve %5 seviyesindeydi.(Skocpol,2004: 457) Dolayısıyla devrimin kaderi büyük oranda köylülük ile kurulan ilişkinin gelişimine bağlı olmak durumundaydı.

Rus Devrimi ve Köylülük

Sosyalist klasiklerde küçük mülk sahibi köylülük ile ilgili sağlıklı bir tutum geliştirilememesi Rus devrimcilerin kucaklarında devasa bir köylülük sorunu ile iktidara gelmelerine yol açmıştır. Rusya esas olarak bir köylü toplumuydu. Feodal düzenin mengenesinden kurtulalı daha 100 yıl olmamış olan Rus köylülüğünün devrimden temel beklentisi toprağa sahip olmak ya da elindeki toprağı büyütmekti. Oysa Lenin’in 1919’da açıkça söylediği gibi devrimin temel amacı ise “işçiyle köylü arasındaki farkı bütünüyle ortadan kaldırmak, herkesi işçi yapmaktı”. (Selden, 1993: 65) Yani devrimin temel amacı köylülüğün elindeki toprak başta olmak üzere üretim araçlarına el koymaktı. Bunun köylüler tarafından ne kadar büyük bir dirençle karşılaşacağı ise muhtemel ki pek de bilinmiyordu. Çünkü Bolşevikler köken itibariyle köylülükle oldukça mesafeli bir kent partisi idi. Kırlardaki örgütlenmeler, köylülerle ilgili sağlıklı bir değerlendirmeye sahip olmayı mümkün kılacak boyutlarda değildi. Zaten biraz da bu yüzden devrimin hemen akabinde Bolşevikler tüm tarımsal özel mülkiyeti kamulaştırmaya dayanan kendi programlarını değil de yıllardır ihtilaflı oldukları sosyalist devrimcilerin, büyük toprak sahiplerinin topraklarına el koymaya, bunları da küçük ve topraksız köylüye dağıtmaya dayalı programını uyguladılar. (Selden, 1993: 44) Aslında bu tavır, devrimin yaşayabilmesinin pamuk ipliğine bağlı olduğu koşullarda köylülerin rızasını kazanmak için toprak meselesinin ne kadar hayati olduğunu ortaya koyan bir örnek teşkil etmektedir. Gerçekten de o kargaşa günlerinde istikrarın sağlanabilmesinde Bolşeviklerin bu pragmatik tutumunun büyük etkisi olmuştur. Fakat sanayinin büyük yatırımlar için gereken artı-değeri yaratma kapasitesinin sınırlı olduğu Rusya ve Çin’de kentlerin beslenebilmesi ve sanayi atılımının yapılabilmesi için gerekli kaynakların sağlanabilmesi konularında yol alınabilmesi devlet ile kırlar arasında sürekli gergin bir ilişkinin yaşanmasına yol açmıştır. Bu gerilim Rusya’da köylülük ile devlet arasında iplerin tamamen kopmasına yol açan 1929 kamulaştırmasında doruk noktasına çıkmıştır. 1929 Eylül’ü sonunda kırsal aile topraklarının sadece %7’si kamulaşmışken, Mart 1930’da aile topraklarının %59’u kolhozlara zorla katılmış durumdaydı. 11 milyon ailenin sahip olduğu toprak ve üretim araçları iki ay içinde zorla kamulaştırılmış Lenin’in dediği gibi köylülerin işçileşmesi tamamlanmış olmuştur. Bu süreçte yaşananların olağanüstü travmatik etkileri olmuştur. Stalin kolektif çiftliklere katılmayanları Sovyet rejiminin düşmanı ilan etmiştir. Köylüler sahip oldukları hayvanların yarısını devletin eline geçmesin diye kendileri öldürmüştür. 146 milyon koyun ve keçinin üçte ikisi telef edilmiştir. (Selden, 1993: 51)

Sovyet deneyimi açısından bakıldığında köylülük bir sosyal yapı olarak, şüpheyle yaklaşılan bir kesim olmuştur. İşçi sınıfı karşısında her zaman ikincil bir pozisyona sahip olarak değerlendirilmiştir. Bu anlamda Sovyet deneyimi tam anlamıyla kentleri ve sanayileşmeyi esas alan bir sosyalizm algısına sahiptir. Doğu’dan ziyade Batı’nın, geri kalmış kırsal toplumlarından ziyade sanayileşmiş, ileri, Batılı toplumlardan doğan bir sosyalizm anlayışına, Ortodoks bir tutuma daha yakın olmuştur. Bolşevik anlayış, Marksizm’i büyük oranda bir ilerlemecilik olarak yapılandırmıştır. Geri yapıların hızla tasfiyesi, toplumu sosyalizme taşıyacak üretici güçlerin gelişimi açısından hayatidir. Bu anlamıyla köylülük, hızla işçileştirilmesi gereken bir sosyal tabakadır. Sahip olduğu “küçük burjuva”, tam anlamıyla mülksüzleşmemiş karakterle de her ne kadar ezilen bir tabaka olsa da tam anlamıyla mülksüzleşmiş proletarya gibi geleceği temsil eden bir sınıf olamaz.

Burada ilginç olan, Stalin zamanında hızlı kolektifleştirmelere karşı eleştirel tutum aldığı ve NEP (Yeni Ekonomi Politikası) benzeri daha aşamacı bir tutumu önerdiği için idam edilen Buharin’in bile 1920’lerde yazdıklarıyla Stalin’in icraatlarını destekler bir tutum almasıdır. “Basit meta üretimi kapitalist ekonominin embriyonundan başka bir şey olmadığına göre, …mücadele kapitalizmle komünizm arasındaki mücadelenin devamıdır”(Buharin, 1989) “Dolayısıyla proletarya diktatörlüğünün kaçınılmaz sonucu proletaryanın örgütlenme eğilimi ile köylülüğün meta üretiminin anarşik eğilimi arasında gizli ya da az çok açık bir mücadeledir”(Buharin, 1989: 73) Bu mücadelede ise zorun kullanılması “mutlak ve tartışmasız bir gereklilik oluşturmaktadır” (Buharin, 1989: 123) Büyük bir toplumsal mobilizasyonu üzerinden gerçekleştirilen Sovyet devriminin, özellikle 1930’lar sonrası dönemi toplumun geniş kesimlerinin sürekli olarak politik yaşamdan dışlandığı, tamamen bürokratikleşmiş, parti merkezli bir devlet yapısı ortaya çıkarmıştır. Toplum devlete büyük oranda yabancılaşmıştır. Bu yabancılaşma hali rejimin kendisini daha fazla tehdit altında hissetmesine yol açmış, bu his arttıkça bürokratikleşme ve bütün ipleri tek elde toplama eğilimleri daha da güç kazanmıştır. Bu dönemde Marx’taki “ilkel sermaye birikimi” kavramına atıfla “ilkel sosyalist birikim yasası” kavramının üretilmesi dahi köylülüğe üretici güçlerin gelişimi sağlamak için gereken sermaye kaynağı olarak bakıldığının açık bir ifadesidir.2

Bolşeviklerin köylülüğe oldukça soğuk bakmalarının bir sebebi de hareketin doğuşundan itibaren kendisini Sosyal Devrimciler adı verilen Narodniklerle (anarşizmden etkilenen ve Rus Devriminin köylü komünlerine dayanması gerektiği düşüncesini benimseyen köylü devrimcileri) yürüttükleri mücadele içinde yapılandırmış olmalarıdır. Rusya’da Marksizmin gelişimi öncesinde çok güçlü bir Narodnizm geleneği mevcuttu, bu gelenek Rusya’nın geleneksel intellegentsia sı ile yoksul köylülük arasındaki birliktelikten beslenmekteydi. Rus Sosyal Demokrasisi ilk önemli politik tartışmalarını köylülüğün neden bir anti-kapitalist devrimin temeli olmayacağını savunarak Narodniklere karşı yürütmüştü. İki siyasi gelenek, Çarlığın en baskıcı günlerinde bile hiçbir zaman fazla yakınlaşmadı. Hatta Lenin’e suikast düzenleyerek kısa süre sonra ölmesine yol açan kişi de bir Narodnikti. Bu anlamda Bolşevik kadrolar içerisinde köylülüğün politik eğilimlerine karşı hassasiyet her zaman en üst seviyede oldu.

Bolşeviklerin köylülüğe bu kadar araçsal yaklaşabilmesinin en önemli sebeplerinden biri de hiç kuşkusuz parti olarak bu sosyal kesimle olan bağlarının çok sınırlı olmasıdır. Büyük kentlerdeki işçi havzalarında örgütlü bulunan Bolşeviklerin devrimin arifesinde dahi kırlardaki örgütlenmesi neredeyse yok seviyesindedir. Devrim sırasında partinin tüm Rusya’daki köylü üyelerinin genel toplamı sadece 494 idi.(Scott, 2008: 312) Bolşeviklerin köylülükle sosyal bağları büyük oranda 1. Dünya Savaşı’nda yaşanan yenilgiler sonrasında ülkeye geri dönen Asker Sovyetlerinde örgütlenen, aslen köylü olan savaş gazileri üzerinden kurulmuştu. Bu durum devrim sonrasında yaşan gerilimli günlerde köylülük ile Bolşeviklerin ilişkilerinin çok çabuk bozulmasının önüne geçebilecek mekanizmaları çok zayıf kılmıştır. Sovyet devleti kırlara müdahale etmek istediğinde bunu büyük oranda kentlerden örgütlenen unsurlar eliyle yapmaya çalışmıştır. (Scott, 208: 306)

Çin Devrimi ve Köylülük

Oysa Çin Devrimi kendisini en baştan itibaren bir köylü devrimi olarak konumlandırmıştır. Aslında Çin Komünist Partisi de büyük oranda kentli aydınlar arasında gelişen politik eğilimlerin bir sonucu olarak kuruldu. İlksel faaliyetleri de yoğun olarak kentlerde yapılan işçi örgütlenmeleri şeklinde gerçekleşti. Çin komünistlerinin köylülükle kaynaşması aslında büyük oranda mecburiyetten kaynaklandı. 1911’de Çin’de gerçekleşen devrim Qing hanedanını sona erdirmişti ama yerine istikrarlı bir devlet yapısı inşa edememişti. Yoğun iç kargaşa ile tasvir edilebilecek bu dönemde Çin komünistleri Komintern’in de yönlendirmesiyle milliyetçi parti Koumintang ile birlikte siyasi faaliyet yürüttü. Fakat 1927’de bu ittifak milliyetçilerin, komünistlerin hızlı büyümesinden duydukları kaygı ile karşı saldırıya geçmelerinden sonra bozuldu. Komünist kadrolar şehirlerdeki katliamlardan kaçarak kırlarda konumlandılar. İşte bu süreçten sonradır ki devrimin gerçekleştiği 1949 yılına kadar komünistler büyük oranda Çin kırlarında kurdukları kızıl üslerden faaliyetlerini yürüttüler. Bu şehirlerden kırlara göç sürecinde Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin proletaryanın terk edilmemesi gerektiğine dair çağrıları da not etmekte fayda var. Denebilir ki bu 20 yıldan uzun süren iç içe yaşama hali komünistlerle köylülüğü bütünüyle iç içe geçen iki taraf haline getirmiştir. Bu iç içe yaşama hali Çin Marksizmine de çok yoğun bir biçimde damgasını vurmuş, Çin devrimini büyük oranda bir köylü devrimi haline getirmiştir. Marksist bakış açısından sorunlu bir tutum gibi görünse de- proletaryadan ziyade ağırlıkla köylülüğe dayanan bir sosyal devrim -Çin toplumunun yapısı bu durumu zorunlu hale getirmekteydi. Devrimin gerçekleşmesi öncesinde komünistlerin faaliyetlerini uzun bir süre kır komünlerinde yürütmek zorunda kalmaları, devrimin temel stratejisinin “kırlardan kentlerin kuşatılması” olması gibi sebepler Çinli komünistlerle köylülük arasında organik bir ilişkinin oluşmasına yol açmıştır. Kırlardaki gerçek ilişkinin bilgisine sahip olabilmek dahi Çinli komünistlerin Bolşeviklerle karşılaştırıldığında sahip oldukları çok büyük bir avantajdı. Devrimin neredeyse tamamen köylülerden oluşan bir ordu tarafından gerçekleştirilmesi, köylü kökenli kadroların partide yoğun olarak bulunması yine sahip olunan büyük avantajlardı. Bolşeviklerin devrimin ilk yıllarında karşı karşıya kaldıkları 150 köylü ayaklanması büyük oranda bu imkânlara sahip olamamanın yarattığı sonuçlar olarak değerlendirilebilir.(Scott, 2008: 317)

Çin sosyalizmini özgün ve bu anlamda daha yaratıcı kılabilen yaklaşımlardan biri de devrimin Çinli karakterinin daha en baştan itibaren vurgulanmış olmasıdır. Çinli komünistler her ne kadar uluslararası komünist hareketin bir parçası olarak konumlanmış olsalar da kendi toplumsal yapılarının özgünlüklerinin devrime damgasını vuracağının en baştan beri farkında olmuşlardır. Marksizmin Çin’e özgü bir yorumunun yapılmaya çalışılması, köylülükle çok daha olumlu ilişkilerin kurulabilmesine imkân sağlamıştır.

“Metayı ve meta üretimini bu şekilde, sadece kamu mülkiyeti ilan ederek yok etmek köylülüğü soymak demektir”(Mao,2010:104) “Eğer hatalar yaparsak köylülüğü düşman saflarına iteceğiz”(Mao, 2010:105) Mao’nun bu son tespiti özellikle Sovyetler Birliği’nde yaşanan deneyimden yola çıkarak yaptığı kesin gibidir. Mao, meta üretimi konusunda da Buharin kadar sekter ve ekonomik indirgemeci bir tutum içinde değildir. “Kapitalistlerin tasfiyesinden sonra meta üretimini büyük ölçüde genişletmenin meşru olduğunu anlamadan, kapitalizmden korkuyorlar.”(Mao, 2010: 106)

Tarımda kolektifleştirme neredeyse tüm sosyalist ülkelerde yaşanmış ve köylülükten benzer tepkiler almıştır. Fakat hiçbir ülkede Rusya’daki kadar büyük kanlı olaylar eşliğinde gerçekleşmemiştir. Sosyalizmi kurabilmek için hızlı bir sanayileşme ve kalkınma hamlesi gerçekleştirmek isteyen sosyalist devletler, kırsal yapıların artığına en etkin şekilde el koyabilmek için kendilerini kolektifleştirme yapmak zorunda hissetmişlerdir. Hatta bu konuda Sovyetler Birliği ile ters düşen Yugoslavya ve Çin bile kolektifleştirmeyi denemişlerdir. Devrim öncesinde kırsal gerilla mücadeleleri yürütmeleri dolayısıyla köylülük ile çok daha içli dışlı olan, onların sosyo-ekonomik talepleri ile ilgili daha yakından bilgi sahibi olan Yugoslav ve Çin komünistleri en azından kolektifleştirmeyi gerçekleştirirken Rusya’da yaşanan seviyede bir devlet terörüne imza atmamışlardır. Yugoslavya 1949’da kolektifleştirmeye gitmiş fakat oluşan olumsuz sonuçlar sonrasında geri adım atmak zorunda kalmıştır. 1953 yılında kolektif çiftliklerde yaşayanlara kendi topraklarında çalışmak ya da kolektif çiftlikte kalmak seçenekleri verildiğinde kolektif çiftlik sistemi bir gecede çökmüştür. Çin’de de 1955 yılında gerçekleşen kolektifleştirme ve sonrasında hayata geçirilmeye çalışılan ve devasa üretim artışları gerçekleştirmeye çalışan ileriye Doğru Büyük Atılım kampanyasının olumsuz ekonomik sonuçları Mao’nun itibar kaybetmesine yol açmış, 1960’ların başlarında kolektifleştirme politikasının esnetilmesine sebep olmuştur. (Selden, 1993: 56) En önemlisi de Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin, kentlerin kırları fethetmesi ve yutması olarak yaşanmasına rağmen Çin ısrarla kırlara dayalı bir toplum olma özelliğini korumuştur. Köylüyü, modern öncesi rejimlerdeki gibi toprağa bağlayan-hukou adı verilen bir ikamet sistemi aracılığıyla-Çin’de kırların nüfusu reform sürecine kadar azalmamış, hatta oran olarak kentlere göre artmıştır. Çin’in oldukça yoğun bir sanayileşme yaşadığı yaşadığı 1952­1976 yılları arasında kırların nüfusu 332 milyon artarak toplam nüfusa oranını %87.5’den %88’e çıkarmıştır. (Selden, 1993: 191) Sovyetler Birliği’nde ise 1926’dan 1966’ya gelene kadar kentli nüfus oranı %15’ten %55’e çıktı. (Deutscher, 1990: 69) Çinli komünistler kent ve kırlar arasında dengeli bir tutum benimseyebilmenin önemini fark etmişlerdi. Kırsal bölgelerin sanayileştirilmesi dolayısıyla işçilerin tarımsal üretimden tamamen kopmamaları prensibi hem Mao dönemine hem de Deng’li reform yıllarına damgasını vurmuştu. Hızlı sanayileşme kentlerde beslenmesi gereken devasa bir nüfus yaratıyor, bu nüfusun beslenebilmesi meselesi köylülük üzerindeki devlet baskısının artmasında yol açıyor, bu da köylülük ile devlet arasındaki yabancılaşmayı arttırıyordu. Barrington Moore, benzer bir anlatımı mutlak monarşilerin köylü isyanlarını arttırıcı etkilerini anlatmak için kullanmıştı. “…büyüyen askeri kuruluşların ve kamu bürokrasisinin giderlerini karşılayabilmek için köylülerin üzerlerindeki yükü arttırıp ağırlaştırdığı yerlerde” köylü ayaklanmalarının patlama potansiyeli artmaktaydı. (Moore, 1989: 367) Sosyalizmde hızlı kentleşmenin ve sanayileşmenin yükünü köylülük üzerine yıktıkça sosyal meşruiyetini kaybetti. Çin’de bu sürecin daha dengeli idare edilmesi -Alain Badiou’nun deyişiyle Çinli komünistlerin “köylerin kentlerin lehine şiddetle silinmesine taraftar olmaması”(Badiou, 2011: 92)- Komünist Partisi’ne reform sürecine öncülük edebilme şansı verdi. Reform sürecinin -ki esas olarak toprakların komün denetiminden aile denetimine geçirilmesi ile başlar- 1978’de başlaması ve sosyalist sistemi dünya çapında etkisi altına alan fırtınayı öncelemesi, reformun en kısa vadeli getirilerinin ise büyük oranda kırsal kesimler tarafından toplanması3, Çin devletinin toplumsal desteğine büyük katkısı olduğu üstünden atlanamaz bir gerçektir. Aynı gerçeğin, Çin’in hızlı büyüme sürecini destekleyen “sınırsız ucuz işgücü” nü oluşturan maddi temeli de yarattığını not etmeden geçemeyeceğiz.

Meşruiyet Kaynağı Olarak Bürokrasiye Karşı Mücadele

Sovyet Devrimi’nde Bolşevik Parti çok özel bir rol oynamıştır. Lenin tarafından yönetilen ve bütünüyle iktidarı almaya dönük bir organizasyon olarak öne çıkan Bolşevik Partisi, 1917’nin karmaşık günlerinde öne çıkan en organize ve diri güç olarak iktidarı ele geçirmiştir. Lenin’in daha önce pek de bulunmayan bir Marksist parti teorisinin yaratıcısı olarak değerlendirilmesi mümkündür. Fakat Lenin’de parti, işçi sınıfının içindeki eşitsiz gelişimin bir sonucu olarak sınırları son derece kalın çizgilerle belirlenmiş bir elit devrimciler partisi olarak yapılanmıştır. Bu partinin temel görevi sınıfa dışarıdan bilinç taşınmasıdır. Lenin, sınıfın kendiliğinden bilincinin politik bir dönüşümü desteklemek noktasına varamayacağını varsayıyordu.(Lenin, 1993) Dolayısıyla parti ile sınıf arasında tek yönlü biri ilişki söz konusu idi. Bu ilişki devrim sonrasında da büyük oranda devam etmiş, aşağıdan denetim mekanizmalarının bütünüyle ortadan kalkması sonrasında ise bürokratikleşmenin olgunlaşabileceği bir ortamın oluşmasına yol açmıştır.

Çin komünistlerinin Mao’nun şahsında bu konuda geliştirdikleri tutumda yukarıda çerçevesi çizilen yaklaşımdan önemli farklılıklar mevcuttur. “Bu farklılıklar, ilk olarak Kızıl Ordu’nun kurulması ile ortaya çıkan Marksizm Leninizmin Çin modelinden kaynaklanmaktadır… Bu mücadele esnasında, halkın taleplerine tek partinin sınırları içerisinde yanıt üretme felsefesi geliştirdiler”(Desai,2007: 45) Maoculuk da öncü parti yaklaşımı korunmasına rağmen uyulması gereken doğru çizgi olarak “kitle çizgisi” öne çıkarılmıştır. Parti kitlelerin sadece öğretmeni değil aynı zamanda öğrencisi de olmak zorundadır. Partinin yürüttüğü politik çalışma “kitlelerden kitlelere” sloganı çerçevesinde ele alınıyordu. Partiye düşen kitlelerdeki dağınık düşüncelerin toplanması, biraya getirilmesi, yoğunlaştırılması ve sonrasında yeniden kitlelere taşınarak sınanmasıdır. Daha doğru düşüncelere parti kadrolarının dar, merkezi, sınırlı toplantılarında ulaşılamazdı. “Kitlelerden kitlelere” yaklaşımı ile “ her seferinde düşünceler daha doğru, daha yaşamsal ve daha zengin hale gelene kadar sonsuz bir şekilde bir sarmal içinde tekrar tekrar yapılarak” politik yöntemler geliştirilmeliydi. Bu epistemolojik açıdan da genel bir “bilimsel doğru”, “tek doğru” yaklaşımından ziyade çerçevesi geniş, demokratik katılıma açık bir anlayışı temsil ediyordu. John K. Fairbank’in deyişiyle kitlelerden kitlelere yaklaşımı Çin geleneklerine uygun bir tür demokrasiydi.(Fairbank, 1992: 319) Bürokratikleşmeye karşı “kitle çizgisi”nin sürekli diri tutulması ile ilgili hassasiyet belirgindir.

“Bir yanda bürokratik sınıf, diğer yanda işçi sınıfıyla yoksul ve alt orta sınıf köylüler, keskin olarak ayrılmış iki uzlaşmaz sınıftır. Bunlar işçilerin kanını emen burjuva unsurlara dönüşüyorlar veya dönüştüler. Bunlar sosyalist devrimin gerekliliğini nasıl teslim edebilirler? Onlar mücadelenin hedefleridirler, devrimin hedefleridirler.”(Zedung, 2010)

Bunun en aşırı örneği 1970’lerdeki Kültür Devrimidir. Kültür Devrimi, parti içindeki bürokratikleşmiş “kapitalist yolcu”lara karşı halkın harekete geçmesinin bilfiil Mao tarafından tetiklenmesi olarak tanımlanabilir. Yarattığı kimi aşırı sonuçlara rağmen iki komünist çizgi arasındaki tarz farkını ortaya koyması açısından çarpıcı bir örnektir. Kitlelerin politik mobilizasyonunun bir politik araç olarak düşünülmesi komünist iktidarlar açısından pek görülmüş bir durum değildir. Kültür Devrimi, bu bürokrasi karşıtı söylemi ve donuk, hareketsiz komünist ülkeler imajını yıkacak bir biçimde bir sosyal canlılığı çağrıştırması anlamında da 1968’de Batı’da yükselen gençlik hareketlerinin ilgi odağı olmuştu. Birçok noktada katı merkezi, bürokratik ve hantallaşmış Sovyetler Birliği çizgisindeki partilerin karşısında Maoculuk, uzunca bir süre devrimci alternatifi, temsil etmişti. (Badiou, 2011)

Kültür Devrimi, şu anki Komünist Partisi tarafından Mao’nun en büyük iki yanlışından biri olarak tasvir edilmektedir. Hatta Deng tarafından başlatılan 1979’dan itibaren başlayan Reform Süreci, büyük oranda Kültür Devrimi’nin anti-tezi olarak tanımlanmaktadır.(Tianyu, 2003) Fakat birçok yazar, kendilerini Kültür Devrimi’nin reform sürecini koşullayan önemli sonuçlarını vurgulamak zorunda hissetmektedirler. “Sınıf mücadelesinin esas alındığı bu dönemde” Mao, kapitalist yolcu olarak nitelendirdiği parti bürokratlarına karşı kitleleri seferberliğe çağırmıştır. Yaşanan kitle mobilizasyonu çok fazla ilkelliğe yol açmış, entelektüellere dönük tepki sanat eserlerine dönük saldırılara kadar boyutlanmıştır. Üniversite kampüsleri kapatılmış, entelektüeller “arınmak” üzere köylere gönderilmişlerdir. Fakat Çin’deki reformların Rusya’daki sonuçları yaratmamasının en önemli sebeplerinden bir tanesi de Kültür Devrimi sürecinin bürokrasi üzerinde yarattığı terörizasyondur. Sovyetler Birliği’nde parti içindeki bürokratik kadrolar devletin elindeki zenginliklerin yağmalanmasına öncülük etmişlerdir. Oysa Çin’de kitlelerin yoğun baskısı altında iç bütünlüğünü ve özgüvenini kaybetmiş olan bürokrasi Sovyetler Birliği’ndeki gibi bir şok restorasyona cesaret edememiştir. Çin’de yürüyen reform sürecinin çok daha ağır ağır ve aşağıdan yukarıya doğru yürümesinin bir sebebi de budur. Ortada tam bir totaliter devlet görüntüsü olsa da toplumun tepki verebilme kapasitesi ve bu konudaki geçmiş deneyimler dengeleyici unsur olarak devreye girebilmektedir. Dolayısıyla parti yetkilileri tabandan gelen şikayetlere oldukça hassas davranmak durumunda kalabilmektedirler.4 Bir dünya bankası yetkilisi olana Ramgopal Agarwala, bu duruma dair bir gözlemini şöyle paylaşmaktadır: “ Üst düzey Çinli liderlerin toplumun farklı seviyelerindeki insanlarla ilişki içinde olmaya Hindistan gibi daha demokratik biçimde örgütlenmiş toplumlardaki meslektaşlarına göre daha fazla ilgi gösterdiklerini gözlemledim”(Arrighi ve Zhang, 2010: 25)

Çin-Rus Rekabeti ve Etkileri

Çin ve Sovyetler Birliği, 1950’lerin sonlarından itibaren sosyalist blok içindeki iki büyük rakip haline gelmişlerdi. Bu politik zıtlaşma Çin’i Sovyetler Birliği deneyiminden daha farklı yollar aramaya iten faktörlerden birisidir. Merkezi planlama konusunda da Çin’deki uygulama hiçbir zaman Sovyetler Birliği’nde uygulanmaya çalışılan Gosplan’lar kadar kapsamlı hale gelememiştir. Bu durum, merkezi fabrikalarda işçilerin kendi inisiyatiflerini işyerlerine yansıtmalarını sağlayan kimi boşluklar oluşması sonucunu doğurmuştur. 1960 yılında Anshon Demir ve Çelik İşletmesi’nde çalışan işçiler tarafından hazırlanan rapor, işçilerin işyerleri yönetimlerine katılım, işletmeyle bütünleşme ve reform taleplerini ifade etmekteydi. Raporda ortaya konan çerçevenin daha sonraları Japonya’da uygulamaya konan toplam Kalite Yönetimi gibi yeni yönetim teknikleri ile paralellikler taşıdığı kabul edilmektedir. (Wen,2005: 5) Bu durum reform sonrası süreçte hızlı gelişmeyi mümkün hale getiren deneyimli sanayi işçisi profilini de açıklanabilir hale getirmektedir. Çin’de yapılan yatırımların yüksek kar oranları sağlayabilmesinin en önemli sebepleri arasında pahalı makinelere yatırım yapmaktansa çok düşük ücretlere çalışan ama yüksek becerili işçilerin daha fazla sayıda istihdam edilmesi ile çok fazla sayıda işçinin aynı oranda yüksek sayıda yönetici personele gerek duymaksızın çalışabilme yetileri en başta sayılmaktadır. Bu durumun işyerlerindeki özyönetim geleneğinin işçilere kazandırdığı deneyimlerden kaynaklandığı düşünülmektedir. (Arrighi, 2009)

Sosyalist Gelenekteki Farkların Etkileri

Mao’nun sosyalist düşünceye en önemli katkısı çelişki kavramını özgün ele alışından kaynaklanmaktadır. Mao, klasik Hegel diyalektiğindeki tez-anti tez-sentez gelişimini reddeder. Ona göre sentez imkansızdır, çelişki mutlaktır. Çelişki içermeyen hiçbir şey yoktur; hiçbir şey çelişkisiz var olamaz. (Zedung, 2008: 85) Çelişkiyi bu şekilde kaçınılamaz bir durum olarak tespit etmek, karşıtı ile çelişki içinde bulunsa bile bir arada bulunmayı meşrulaştırır. Felsefi alanda geliştirilen bu tutumun pratik sorunlar ve tarihi Çin düşünce gelenekleri gibi iki önemli kaynağı olduğu düşünülebilir. Mao’yu çelişkiyi ve zıtların birlikte varoluşunu vurgulamaya bu kadar iten 2. Dünya Savaşı sırasında yaşanan Japon işgali karşısında, kendilerine dönük kanlı saldırılar gerçekleştirmiş olan milliyetçilerle ittifak yapma ihtiyacının ortaya çıkmış olmasıydı. Zıtların bir arada bulunmasının kaçınılmazlığı o dönemde Koumintang’la girişilen ittifaka yapılacak “duygusal” itirazların boşa çıkarılmasına hizmet edecekti. Çelişkiyi mutlaklaştıran görüşün antik Çin düşüncesinde yansımalarını bulmak zor değildir. Özellikle Taoculuk bu hayatın çelişkili bir bütün olarak gören anlayışıyla Mao’yu da etkilemiştir.

Bu değerlendirmelerin yapıldığı dönemde ÇKP’nin programına damgasını vuran yaklaşım da sosyalist ve kapitalist ilişkilerin bir arada var olacağı bir Yeni Demokrasi sürecidir. 1949’da gerçekleşen devrim 1956’ya kadar büyük oranda bu programa sadık kalmıştır. Özel olarak ulusal burjuvazi ile ittifak korunmuş, özel mülkiyet hızla ortadan kaldırılmamıştır. 1953’te Çin’de sanayi üretiminin %37’si özel sektöre aitti. Reform sonrası dönemde yaşananları Yeni demokrasi teorisi üzerinden açıklamaya çalışan çok fazla sayıda çalışma vardır. Zıtların zorunlu birliği anlayışı “piyasa sosyalizmi” gibi kimilerine oksimoron gelebilecek bir kavramı Çin kültürü açısından anlaşılır bir hale getirmektedir. Zıtların mutlak birliği yaklaşımı Aristo’nun formel mantığı dışında daha sentezci ve pragmatik düşünme biçimlerine yol açmaktadır. Komünist partisi iktidarının dünyanın en hızlı büyüyen kapitalist ülkesinde sürebilmesi de bu düşünce biçiminde kendisine bir zemin bulabilmektedir.

Sovyet “Siyasal iktisat” ders kitabını eleştiren Mao, “sosyalizmde çelişkiler uzlaşmaz değildir” tespitini eleştirir Çin marksizminin özgün yanlarından biri de teori ve pratik arasındaki ilişkide önceliği pratiğe vermektir. Hatta Arif Dirlik gibi kimi yazarlar Çin sosyalizminin en ayrıksı yanının izlenecek-benimsenecek politika konusunda deneylere açık olması olduğunu belirtmişlerdir. (Dirlik, 2010) Bu deneylere açıklık iktidarın farklı politikalara uyum sağlayabilme yeteneğini arttırmaktadır. “Kitlelerden kitlelere” yaklaşımında ya da Kültür Devrimi uygulamalarında olduğu gibi parti dışı dinamiklerin süreçlere dahil olabilmesine imkan tanımaktadır. Deneylere ve öğrenmeye açık olma, kendini yenileyebilmek açısından çok önemli bir dinamiktir. Dünyanın birçok ülkesinde Marksist partilerin muhalif olarak bile toplumsal yaşamda kendilerine yer bulamamalarına rağmen Çin marksizminin bütün tartışmalı durumlara rağmen çok sıra dışı bir deneyim yaşayan Çin’i birada tutan bir rolde kendini var edebilmesi, kendini canlı ve güncellenmiş durumda tutabilme yeteneğinden kaynaklanmaktadır. Toplumsal dinamiklerle canlı bağlar kurabilmeye açık olmak bu anlamda hem komünist partisinin sürekli kendisini yenilemesine yol açmış hem de toplumun partiyle olan bağlarını bir seviyede diri tutabilmiştir. Toplumsal dinamiklerin sürece özne olarak katılabilmelerinin önünün bir biçimde açık olabilmesi çok önemli bir rıza mekanizması olarak çalışmaktadır. Mao’nun en ünlü makalelerinden biri Mayıs 1930 tarihli “Kitap Tapıncına karşı Çıkın”dır. Teorinin değerinin pratiğe yansımasıyla sınanması gerektiği yazıda döne döne vurgulanır. Kitap tapıncının üstesinden gelmenin yolu olarak fiili durumu sorgulamak gösterilir. Daha yüksek bir organdan gelen kararların sorgulanıp anlaşılmaksızın memurca uygulanması da yazıda eleştiriye konu olan sorunlardandır.

Sonuç

Sosyalist devletlerin siyasal istikrarı büyük oranda kentlerin iaşesini sağlamak ve sanayi gelişimi için gereken kaynakları tarım kesiminden çekebilmek sorunlarını nasıl halledebildiğine bağlı olmuştur. Bu sorunun zor ve şiddet kullanılarak, radikal biçimlerde çözülmesi rejimin rıza üretebilme kapasitesini neredeyse bütünüyle tahrip etmiştir. Bunun en belirgin gerçekleştiği ülke Sovyetler Birliği olmuştur. Yaşanan yabancılaşmayı ortadan kaldıracak hiçbir gelişmenin yaşanmaması, iktidar partisi ile büyük oranda köylülükten oluşan toplum arasındaki bağların kopmasına yol açmıştır. Dolayısıyla Glasnost politikasının siyasal baskıyı hafifletmesinin akabinde rejim hızlıca çökmüş, geçiş sürecini istikrarlı bir biçimde yönetebilecek bir iktidar ayakta kalamamıştır.

Çin ise bambaşka bir yol izlemiştir. Komünist Partisi, iktidarını korumayı becererek yoluna devam etmektedir. Şurası açık ki ekonomik büyüme ve istikrarı bu biçimde sağlamayı devam edemese iktidarını sürdürebilmesi son derece zor olurdu. Dolayısıyla iktidarın en büyük meşruiyet kaynağı olarak ekonominin dev adımlarla büyümesinin gösterilmesi yanlış olmaz. Parti, büyük bir fırtınayı önceden giriştiği reformların özellikle kırsal nüfusun hayatına olumlu etkileri sayesinde atlatabilme şansı bulmuş ve bu şansı da iyi kullanmıştır. Biz bu metinde, Parti’nin bu şansı diğer sosyalist ülkelerden farklı olarak elde edebilmesinin büyük oranda kendine özgü sosyalizm anlayışından kaynaklı olduğunu göstermeye çalıştık. Dışarıdan son derece otoriter bir devlet yapısına sahip gibi görünmesine rağmen Çin’in oldukça canlı bir sosyal yaşama sahip olduğu söylenebilir. Reform sürecinin yarattığı sosyal eşitsizliklere, sanayileşme ile son yıllarda gitgide artan çevre kirliliğine karşı mücadelelerin varlığı belirtilmelidir. Toplumsal konularla ilgili gerçekleşen kitlesel eylemlerin sayısı 1993’teki 10 binlerden 2004’te 74 bine kadar yükselmiştir. Bu olaylara katılanların sayısı da aynı sürede 730 binden 3.8 milyona tırmanmıştır. (Yang, 2005: 152) Buradan Çin’in çok demokratik bir ülke olduğu çıkarsaması yapılamayacağı gibi ülkedeki sosyal canlılığı da görmemezlikten gelemeyiz. Bir tarafta yazdıkları şiirler yüzünden onlarca yıl hapis cezası alan şairler bir taraftan da köylülere kendi köy yöneticilerini seçme hakkının sunulduğu Köy Seçimleri uygulamasının geliştirilmesi aynı süreçte gelişmektedir. İlk kez Deng tarafından 1986 yılında dillendirilen politik yapısal reformlar (zhengzhi tizhi gaige) ağır aksak da olsa hayata geçirilmektedir. Konfüçyüs öğretilerinin yeniden gündeme gelmesiyle kavramsallaştırılmış gibi görünen “uyumlu toplum”(harmonious society / hexie shehui) devlet Başkanı Hu Jintao tarafından bol bol kullanılmaktadır. Hu, uyumlu toplumu tanımlarken “halk içindeki çelişkilerin doğru ele alınması”nın önemine sık sık vurgu yapmaktadır.

“Komünist tek parti iktidarı altında yapılan politik reform anlamlıdır, çünkü devlet organlarının ve yerel parti bürokrasisinin hesap verebilirliğini önemli oranda arttırarak rejimin meşruiyetini geliştirmektedir. Bu öncelikle hukuk devletinin güçlendirilmesi, siyasi katılımın genişletilmesi (yerel ölçekte) ve hükümeti daha profesyonel, saydam ve hesap verebilir hale getirerek yapılmaktadır”(Heberer ve Schubert, 2005: 12)

Bir diğer görüşe göre de komünist önderliğin sahip olduğu “otoriter esneklik” en azından kısmen Çin’in gerçekleştirdiği politik reformlardan kaynaklanmaktadır.(Nathan, 2003) Çin’deki otoriterizm geleneği ile ilgili Batılı önyargılara karşı önemli eleştirilerden biri de Dirlik’ten gelmiştir. Dirlik’e göre Çin tarihinden kaynaklanan otoriterizm geleneği geçmişte Çin’in neden komünist olduğunu açıklamakta kullanılırken şimdi de Çin’deki piyasa uygulamalarının başarısının temel sebebi olarak gösterilmektedir.(Dirlik,1995)

Sosyalist rejimleri de sosyal hareketliliğe, siyasi tartışmalara alan açabilme, toplumun tepkilerine açık olabilme kriterleri açısından bakarak özgürlükler skalasında farklı noktalara oturtabiliriz.. Maoizm, köylülüğün rızasını kazanma noktasında hassasiyetini koruyan, kitle seferberliğini motive eden, kitle çizgisini parti çizgisi ile bütünleştirmeye çalışan, kitle çizgisini kötürümleştirebilecek bürokratik eğilimlere karşı toplumu harekete geçirebilmeyi esas alan, çelişkinin mutlaklığı fikri üzerinden düşünsel farklılaşmalara daha makul bir çerçevede yaklaşabilen bir zemine sahip olagelmiştir. Zizek, Maoizmin bu yönlerini kendini sürekli devrimcileştirme anlayışı ve devlet yapılarının kemikleşmesine karşı sürekli bir mücadele olarak tanımlamış, bu değişim dinamiği ile kapitalizmin içsel dinamikleri arasında bir yapısal bağlaşıklık olduğunu tespit etmiştir.(Zizek, 2008)

Çin devriminde köylülük ile parti arasında kurulan bağın sahiciliği sosyalizm deneyimleri içerisinde oldukça ayrıksıdır. Sovyet devriminde aynı bağın işçilerle Bolşevikler arasında bulunduğu düşünülebilse de işçilerin toplum içerisinde o dönemde çok küçük bir azınlık olarak kaldıkları unutulmamalıdır. Bu bağ, imparatorla küçük köylülük arasındaki tarihsel bir aradalığın modern zamanlarda bir yeniden sahnelenmesi olarak da gerçekleşmiştir denebilir. Çin sosyalizmi, Gramsci’nin tezlerine yakın bir biçimde köylülüğün geleneksel yaşam tarzlarıyla uyumlaşabilmeyi becermiştir. Çin küçük köylü kültürünün “yoksulluğa değil eşitsizliğe karşı olduğu” belirtilmektedir. Maoculuğun eşitlikçi tutumu, köylülüğün bu tarihsel bilinci ile örtüşmüştür.

Sovyetler ile yaşanan karşıtlık Mao’nun, Çin’de Sovyet planlamacılığının savunusunu yapanlara karşı yürüttüğü polemiklere de yansımıştır. Sovyet tarzı plancılığın ağır sanayiye, kıyı bölgelerine ve merkezileşmeye dair saplantıya sahip olduğu ve tarımı, hafif sanayiyi, iç bölgeleri ve yerel inisiyatifleri ise görmezden geldiği değerlendirmesi yapılmıştır.( Li, 2009) Bu bakış açısı Çin sosyalizminin kendine özgü bir modernleşme arayışının bir sonucu olarak da okunabilir. Bu kendine özgü modernleşme anlayışı devrimci/dönüştürücü anlayışla Çin kültürüne özgü uyum/harmoni geleneğini sentezlemiştir.

Devlet ve köylülük arasındaki bu ilişki biçimi reform sürecine de damgasını vurmuştur. Çin reform sürecini şok terapileri eşliğinde uygulamayan, kontrollü bir aşamacılıktan hala vazgeçmemiş tek post-sosyalist ülkedir. Reform süreci kent merkezli büyük özelleştirmeler ile değil kır komünlerinde elde edilen artığın denetiminin adım adım hane halklarının denetimine verilmesi şeklinde yürütülmüştür. Köy ve ilçe girişimleri adı verilen kırsal hafif sanayi yapıları, Çin’de reform sürecinin en önemli motor gücü olmuşlardır. Kırlarda tarım dışı faaliyetlerle uğraşan işçilerin sayısı 1978’de 28 milyon’dan, 2003’te 176 milyona çıkmıştır. (Arrighi, 2008) 1978’den 1988’e Çin kırlarında kişi başına düşen gelir reel anlamda iki katından fazla artarak 134 yuan’dan 545 yuan’a çıkmıştır. (Selden, 1993: 33) Buralarda elde edilen gelir artışları aracılığıyla dünya yoksullukla mücadele karnesinde en yüksek notu almayı hak eden bir başarıyla kırsal yoksulluk önemli oranda azaltılmıştır. Reform sürecinin en önemli meşruiyet kaynağının da bu olduğu söylenebilir. Çin Devrimi’nin tarihsel birikimine bilfiil hakim olan Deng, köylülükle ilgili meşruiyet yaratma mekanizmasının aynen çalıştırmayı başarmıştır. Böylece Kültür Devrimi’nin büyük şokunun atlatmaya çalışan bürokrasi kendisini konsolide edebilecek sosyal meşruiyet zeminini yaratabilmiştir.

Sovyetlerde ise yıkılış da kuruluş süreci gibi şok dalgaları eşliğinde yaşanmış, siyasi sonuç ise her iki durumda da toplumun siyasal yabancılaşması ve önce mafyöz feodalleşme, sonrasında da Putin tarzı otoriterleşmenin konsolidasyonu olmuştur.

Çin toplumunun bugünün anlaşılabilmesi için Maocu geçmişin mirası Komünist partisi nezdinde önemli bir faktör olarak varlığını sürdürmektedir. Kimi değerlendirmelere göre Çin’in Batı’ya göre yükselişinin yeni bir dünya düzensizliği mi, dünya düzeninin restorasyonu mu yoksa yeni bir dünya düzeni mi anlamına geleceğini tahmin etmek hala kolay değildir.(Xing,2009: 16) Hatta Batılı kimi kaynaklarda Çin’de piyasa reformlarının Hu Jintao yönetimiyle birlikte kesintiye uğradığı tespit edilmekte, bu durum sert değerlendirmelerle eleştirilmektedir. (Scissors, 2009) Gerçekten de uyguladığı politikalarla neo-liberal anlayışa oldukça yatkın olduğu izlenimi veren bir önceki Devlet Başkanı Jiang Zemin’e göre, Hu dönemi reformun yol açtığı sosyal yaraların sarılması anlamına gelecek kimi gelişmelere sahne olmakta, devletin ekonomi üzerindeki etkinliği ise sıkılaştırılmaktadır. “insan merkezli kalkınma”, sosyalist kırların canlandırılması” dönemin ön çıkan sloganları olmaktadır.

Bu sloganların yeniden öne çıkarılmasının sebebi uygulanan ekonomi politikalarının çok ciddi sosyal gerilimlere yol açmasıdır. Reform sürecine başlarken dünyanın en eşitlikçi toplumlarından biri olan Çin, bugün Dünya Bankası verilerine göre Doğu ve Güneydoğu Asya ülkeleri arasında Malezya’dan sonra en eşitsiz toplum haline gelmiştir.(Yang, 2005: 151) Ekonomik büyümenin faydaları toplumun tüm kesimleri tarafından eşit şekilde edinilememektedir. Bu anlamda ortada işçiler ve köylüler açısından idealize edilecek bir durum yoktur. Fakat Komünist Partisi, hala karşısında ciddi bir siyasi muhalif yapı bulunmadan iktidarını sürdürebilmektedir. Partinin toplumdan hala alabildiği bu zımni destekte, yukarıda anılan sosyalist deneyiminin prestijinin payı olduğu düşünülebilir.

Çin sosyalizminin öne çıkan somut durumlara uyum sağlayabilme yeteneği Çin açısından ucu açık, nereye gideceği kesin olarak belli olmayan bir sürecin devamına imkân sağlamaktadır. Çin Komünist Partisi’nin bu sürecin yönlendiriciliğine devam edebilmesi tarihsel anlamda meşruiyet kaynağı olan köylülükle ilişkisini olumlu bir zeminde sürdürebilme yeteneğine bağlı olacaktır.

Bu tartışma üzerinden esas bakılması gereken ise kolektif mülkiyet biçimleri ile siyasal özgürlüklerin birbirini dışlamayacak biçimde sentezlenebildiği siyasi programlar için ipuçları ortaya çıkarabilmektir. Sosyalist sistemlerin çöküşü üzerinden neredeyse 25 yıl geçmesine rağmen, sürecin kırılma noktaları ile ilgili hala bir konsensüs oluşamaması neo-liberal hegemonyayı büyüten en önemli unsurlardan biri haline dönüşmüş durumdadır. Çin, geçmişi ve bugünüyle bu sorunun cevabının araştırılabileceği devasa bir laboratuar olma vasfını hala kaybetmemiştir. Onun bu yönü, insanlık açısından, yakaladığı göz kamaştırıcı büyüme oranlarından çok daha önemlidir.

Dipnotlar

(1) Heberer ve Schubert bu yaşananı bir içe göçme(implosion) olarak tanımlamaktadırlar. Devletin neredeyse kıpırdayamaz hale gelip, bulunduğu tere çökmesi anlatan, etkin bir kavram olduğu düşünülebilir.

(2) “İlkel sosyalist birikim yasası”nın mucidi Preobrazhensky, parti merkezinin çok daha yoğun bir sanayileşme politikasını önerdiğini ifade eden Stalin’in konuşmasını dinledikten sonra Troçki yandaşlığından partiye geri dönmüş, kolektifleştirme sürecinde etkin olmuştur. (Silber, 1998:164)

(3) “Aile ekonomisinin genişletilmesi sürecinde öncülük yapan eyaletlerden Siçuan’da kişi başına düşen gelirin 50 yaun’dan-yoksulluk sınırı-az olduğu illerin(county) sayısı 1977’den 1979’a gelene kadar 39’dan 3’e düşmüştür.”(Selden, 1993: 152)

(4) Geçtiğimiz günlerde Wukan’da yaşanan bir köylü isyanında hükümet bir süre direndikten sonra hem köylülerin taleplerini kabul etmek zorunda kalmış hem de yolsuzlukla suçlanan parti yöneticisi yerini isyanın başını çeken köylü liderine bırakmak zorunda kalmıştır. Son dönemde ortak toprakların usulsüz satışı sonrasında bir çok köylü isyanı yaşanmıştır. (Wines, 2012)