TÜRKİYE DEVRİMCİ HAREKETİNDE TASFİYE SÜREÇLERİ – Mehmet YILMAZER

 

Yol, Sayı 5, Ağustos 1993

12 Eylül faşist darbesinin üzerinden on yılı aşkın bir süre geçmesine rağmen, devrimci hareket hala kendini toparlayamamış durumdadır. Toparlamak bir yana, yeni bir tasfiye süreci yaşamaktadır.

Oysa olayların gelişimini kabaca 12 Mart sonrası ile karşılaştıracak olsak, yeni bir tasfiye süreci ile yüz yüze gelmek şöyle dursun, devrimci hareketin hızlı bir gelişme temposu içinde olması gerekirdi. Tarih, bu anlamda tekerrür etmedi. Olaylar, 12 Eylül sonrası bambaşka yollar izledi. Canlı pratiğin yeni kanallardan akmasına karşılık, devrimcilerin düşünceleri akacak yeni kanallar bulmakta oldukça zorlandılar Eskinin kaba tekrarı sık sık düşülen hata oldu. Bunun yanında 12 Eylül darbesinin sebep olduğu travma ile hafıza kaybı da yaşandı. Kendini yitiren beyinler, çoğu zaman yeni şeyler söylediklerini ileri sürmelerine rağmen, devrimci gelişimin zoru tarafından bastırılmış özlemlerini, karşı-devrimin gericiliği “özgürleştirdiği” bir ortamında rastgele etrafa saçmaktan öteye gidemediler.

Devrimci hareket, Eylül sonrası iki ayrı tasfiye süreci yaşamıştır. İlki, 12 Eylülün ilk sıcak yıllarına derk düşer. Faşist Cunta’nın “terörizme” karşı savaş açtığı dönemi kapsar. Devrimcileri imha ve tasfiye faşizmin ilk hedefi olmuştur. Bu sürecin en yoğun yaşandığı yıllar 1981-85 arasıdır. Önce radikal devrimci çevreleri hedefleyen operasyonlar giderek Cuntaya bir türlü faşist nitelemesi yapamayan TKP çevrelerine DİSK’e kadar genişlemiştir. Hitler faşizmi karşısında bir papazın düştüğü konum gibi, TKP Cuntanın faşizmine ikna olduğunda tüm gövdesi 12 Eylül düzeni tarafından yutulup sindirilmiş durumdaydı. İkinci tasfiye süreci; 1990 sonrasını kapsar. Yaşadığımız günlerde de devam etmektedir. İki süreç çok farklı özelliklere sahiptir. Hatta Eylülün sıcak yıllarındaki ilk tasfiye süreci yeterince açık görünmesine rağmen, günümüzde yaşanan süreç aynı ölçüde aydınlık değildir Bu süreç yeterince aydınlatılabildiği ölçüde, devrimci hareket ileriye adım atma gücünü yükseltebilir; aksi durumda çürüme ve dağılma alın yazısı olur. Değerlendirmemizin içinde PKK’de temsil edilen Kürt devrimci hareketi yer almayacaktır. Kürdistan’da süreç çok farklı işlemektedir. Türk devrimci hareketi çözülürken, PKK her gün ileriye yeni adımlar atıyor. Türkiye devrimci hareketinin tasfiye sürecine etkisi ölçüsünde PKK’nin durumuna değinilecektir. Çok açık bir gerçekliği vurgulayarak Kürdistan ve Türkiye’nin bambaşkalığını göze batıralım: Düzen Türk devrimci hareketin cılızlaştırıp, yok olmanın eşiğine getirebilmişken; Kürdistan’da kendisi yok olmanın eşiğine dayanmıştır. Süreçlerin böylesine çarpıcı zıtlığının, Türk devrimci hareketini nasıl etkilediği değerlendirilmeden yaşanan tasfiye dönemi yeterince açıklanamaz.

İlk Tasfiye Yılları ve Özellikleri

Bu yıllardaki esas etkenin, faşizmin çıplak zoru olduğu ayrıca kanıtlamayı gerektirmeyecek ölçüde açıktır. Devrimci hareketi tasfiye edebilmek için düzen bütün gücüyle yüklenmiştir. Genel Kurmay’da bir devrimciye “beş asker” hesabının yapıldığı, güçlerin bu mantığa göre yığıldığı daha sonraları açıklanmıştır.

Savaşın kuralı gereği, bu ilk topyekün hesaplaşmada üstün düzen güçleri karşısında devrimci örgütler önemli darbeler almışlardır. Ancak örgütsel planda darbe yemekle, tasfiye içine girmek aynı şeyler değildir. Sınıflar savaşında, siyasi parti veya gruplar örgütsel olarak önemli yaralar alarak geçici dağılışa uğrayabilirler. Tasfiye sürecine girmek için örgütsel dağılışa uğramak tek başına bir neden olamaz. Karşı-devrimin zoru, etkisini, örgütsel tahribattan öteye, devrimci yapının siyasi ve ideolojik zeminine yayabilirse, bu durumda bir tasfiye süreci başlayabilir. Devrimci örgüt bu etkiyi sınırlayabilir, siyasi zeminine işlemesini engelleyebilirse, örgütsel darbelere rağmen bir tasfiye yaşanmadan yeniden ayağa kalkmak mümkündür. Bunun en güzel kanıtı, 12 Marttaki Cephe ve Partizan siyasetleridir. Lider kadrolar imha olmasına ve örgütsel yapılar önemli ölçüde tahrip olmasına rağmen, faşizmin etkisi yapıların siyasi ve ideolojik zeminine işleyememiştir. Bu siyasetler, bir dağılma döneminden sonra hızla toparlanıp mücadelede yerlerini alabilmişlerdir. Devrimci siyasetle böyle önemli dönüm noktalarında siyasi görüşlerini yeniden gözden geçirme gereğini duyacaklardır. Bu anlamda hiçbir dönem bir öncekinin tekrar olamaz. Değişimin hangi yönde ve hangi derinlikte olduğu önemlidir. D. Yol, 12 Mart sonrası Kesintisiz Devrimin pek çok yanını revize etmiştir. Koşullar gereği etmek zorundaydı da. Ancak bu değişim hiçbir şekilde siyasi bir tasfiye zeminine yol açmamıştır.

Aslında 12 Mart’ın siyasetler üzerindeki etkisi genel olarak tasfiye edici bir noktaya kadar derinleşememiştir. Siyasetlerin yapısında bazı önemli değişimler olsa da, tümüyle düzenin saflarına savrulup eriyen siyaset yok gibidir. Oysa 12 Eylül bu konuda çok derin sonuçlar yaratmıştır.

İlk tasfiye yıllarında Eylül öncesi birbirine tam zıt kutuplarda duran iki siyaset; D. Yol ve TKP örgütsel dağılmanın yanında, siyasi ve ideolojik olarak erime sürecine girmiştir. Soruna daha genel seviyede yaklaşırsak, faşizmin çıplak zoru küçük burjuva radikalizminin önemli bir kesimini ve hemen tüm burjuva sosyalistlerini felç etmiştir. Bu siyasetler, sonraki yıllarda hiçbir şekilde ayağa kakamadılar. Düşürüldükleri düzenin balçık yollarında sürüngenler gibi yaşamaya devam ettiler.

12 Mart darbesiyle adeta öfkesi ve gücü bilenen küçük burjuva radikalizmi 1974’ler sonrası tarihinin en yaygın örgütlenmesine ulaşırken Eylül depreminin yarattığı çatlakların arasında neredeyse yok olup gitti. Yeniden toparlanabileceği yolundaki tüm umutları boşa çıkardı Toparlansa bile artık, sosyal demokrat bir siyasi zeminden öteye kendini yükseltemeyeceği yeterince anlaşılmıştır.

Burjuva sosyalizmi için de benzer tespitleri yapmak mümkündür. 1960 sonrasının ilk güçlü siyasi eğilimi olarak TİP’te şekillenen burjuva sosyalizmi, 12 Mart’la birlikte örgütsel yapı değiştirerek TKP’de yeniden ve yaygın bir biçimde canlanır. Pinochet ya da Videla’nın faşizmini aratmayan Eylül faşizmine çok ince taktik nüanslarla yaklaşan TKP, tasfiye edilmekten kurtulamaz. Böylece, burjuva sosyalizminin 1965’lerde çok parlak biçimde başlayan siyasi serüveni, Cuntanın kılcal çatlaklarından umutlanma sefilliğine kendini alçaltarak son bulmuştur.

Faşizmin ilk yıllarındaki zorlu sınavda kalanlar, küçük burjuva radikalizminin önemli bir bölüğü ve tüm burjuva sosyalizmidir. Eylül’ün en keskin yılları bu siyasi yapılar için aynı zamanda bir tasfiye süreci olmuştur. Eğer süreçlerin birbiriyle tam bir bağlantısı kurulacak olursa, Eylül’ün ilk yıllarındaki tasfiye ve dağılma olgusunun önemli filizlerinin kendini daha 1979’larda ortaya koyduğu söylenmelidir. Sık sık tartışılan ve zihinlere takılan soru, 12 Eylül darbesinden sonra göze çarpan hiçbir direniş yaşanmadan yenilgiye uğramasının nedenleridir. Bu sorunun cevabı, 12 Eylül sonrasından çok hemen öncesindeki devrimci hareketin durumunda aranmalıdır. Faşistlerin saldırılarıyla bulanıklaştırılmış sınıflar savaşı ortamında, 1979’larda köklü taktik değişiklikler gerekiyordu. Dar mahalle çatışmalarından, geniş hatta silahlı halk direnişlerine geçilmesi gerekirken, yıpranmış taktik zeminde sıkışılıp kalınarak güçler aşındı; halk yığınları mücadelenin gidişine karış daha kuşkulu konumlara çekildiler.

Mücadelenin taktik dönüşüm sancıları yaşadığı bir dönemde 12 Eylül aniden vurunca, vücuda saplanan merminin ilk anda yeterince algılanamaması gibi darbenin gücü ve derinliği yeterince kavranamadan yenilgi yaşandı.

Taktik dönüşümü basit ve kolay bir değişim olarak anlamak dönemin ağır görevlerini kavramamak olur. Mücadeleyi dar taktik döğüşlerden, geniş halk direnişine yükseltmek, örgüt yapılarında, örgütler arası ilişkilerde, kullanılan araçlarda radikal bir değişimi zorunlu kılıyordu. Türkiye devrimci hareketi 1979’larda böyle derin bir dönüşümü gerçekleştirmekle yükümlüydü. Darbe, karşı-devrim açısından en uygun, devrimci güçler açısından ise oldukça sancılı bir momentte vurdu. Yorulmuş, esneme yeteneğini yitirmiş olan devrimci hareket, darbe sonrası 1979’dakinin tam tersi yöndeki görevlere kendini hazırlamakta da yeterince enerji ve kıvraklık gösteremedi Düzenli geri çekilme, güçleri onarma taktiğini ustaca uygulamak yerine düşmanı küçümseyen hafifliklere düşülerek yenilgi için yollar döşenmiş oldu.

12 Eylül’le başlayan birinci tasfiye sürecinin derinliklerine biraz da, 1979’lardaki taktik görevlere yükselemeyiş yatar. 12 Eylül, bu yeteneksizliği ya da esneklik yokluğunu iyice azdırmış, karşı-devrimci zorun etkisi bazı devrimci yapıların siyasi zeminlerine kadar derinleşmiştir.

Katliamlar, işkenceler, insanlık dışı her türlü davranış 12 Eylül düzeninin günlük uygulamaları olmuş ve bu uygulamaların siyasetler üzerindeki etkileri ayrıca tanımlamayı gerektirmeyecek çıplaklıkta yaşanmıştır. Sorunumuz bu görüntülerin tasfiye edilmesi değildir. Karşı-devrimin zoru bir militanı pişmanlığa iterek ya da bir hücreyi tahrip ederek etkisini doğrudan ortaya koyar. Sorun bu noktadan sonra başlamaktadır. Aynı zorun etkileri kendini dolaylı yollardan siyasetlerin politik zeminlerinde göstermeye başlar. Böylece karşı devrimin devrimci güçler üzerindeki etkisi bir nicelik sorunu olmaktan çıkar nitelik sorunu haline gelir.

Eylül’ün ilk sınavında takılan küçük burjuva radikalizminin bir bölümü üzerinde bu niteliksel etki nasıl bir seyir izlemiştir?

Siyasi zemindeki ilk önemli kayma, Eylül sarsıntısıyla birlikte sınıflar çelişkisinin yerine “elit-toplum” karşıtlığının getirilmesi olmuştur Küçük burjuva radikalizminin sınıf bakış açısıyla arası hiçbir zaman iyi olmamıştır. Bu açık bir gerçekliktir. Buna rağmen 12 Mart sonrası mücadele yılları, onları, sınıflar gerçekliğine doğru güçlü bir şekilde eğmiştir. 12 Eylül bir darbeyle ipi koparmıştır. İşçi sınıfının çekim gücüne göre şekillenen düşünceler ip kopunca faşizmin zoruna göre düzene girmeye başlar. Egemen güçler cephesi, Türk toplumunda geleneksel bir yere sahip olan asker (elit) zümrelere daraltılırken, onun karşısına geniş bir “sivil toplum” yelpazesi yerleştirilir. Güçler dizilişi kafalarda böyle bir değişime uğrayınca, sivil toplum içinde yer alan ve Cunta’ya karşı olan “burjuva muhalefet” umut kaynağı haline gelir. Bu bakış açısı, küçük burjuva radikalizminin siyasi zeminindeki en önemli deformasyondur Açılan bu gedikten içeriye sızmadık burjuva değer yargısı kalmaz. Tüm bunları sancılı bir öğütlemeyle de olsa midesinde sindirdikçe, küçük burjuva radikalizmi çiğnenmiş bir posaya dönüşerek, liberalleşir.

Siyasi deformasyonda ikinci önemli adım, “demokrasi” konusunda atılır. “Burjuva demokrasileri, devletin toplumun yaşam üzerindeki belirleyiciliğini tersine çevirme, devleti toplumun denetimi altına alma mücadeleleriyle sağlanmıştır.” (Demokrat Türkiye) Türk devletinin gelenekcil peder-şahiliğinden yılan küçük burjuvazi, burjuva demokrasilerindeki devleti özler hale gelmiştir. “Toplumun denetimi altında olan bir devlet”, yılgın küçük burjuvazinin sık sık gördüğü bir rüya olur. Sınıflardan bağımsız bir demokrasi, sınırları sınıflar savaşındaki güç dengelerine göre çizilmeyen; “toplum” denen ilahi bir gücün şekillendirdiği demokrasi kavramı, bir virüs gibi küçük burjuva radikalizminin bütün devrimci özünü kemirir, tüketir. Demokrasi sorununa böyle yaklaşmak, sınıflar savaşından vazgeçmek, burjuvaziden demokrasi dilenmek sonucuna varır.

12 Eylül’ün sıcak yıllarında FKBDC’den koparak Demirel’in başını çektiği “burjuva muhalefeti”ne umutla bağlanan D. Yol ve belli ölçülerde TDKP bu tespitimizi pratikleriyle defalarca kanıtlamışlardır.

Küçük burjuva devrimciliğinin Eylül’ün ilk sınavında girdiği tasfiye süreci, sonraki yılarda derinleşerek devam etmiştir. Bu derinleşme ve tükeniş sürecine de kısaca göz atalım.

Geçmiş ve gelecek ilişkisi üzerine söylenenler, genel olarak sol zemin üzerinde bugüne kadar alışık olunanın dışına çıkmaktadır:

“Geçmişin ve geleceğin ile en az ilişki dünün yenilgilerini unutabilmeni. Bu günün kabuğunda yaşayabilmeni, olabildiğince az yıpranmanı sağlar.

“Geçmişin ve geleceğin ile çok ilişki kurman, bir yanda geçmişin bir yanda geleceğin arasında bugüne sıkışıp katmandır… Karşıt yöndeki iki güç tarafından çekilen hiçbir şey kımıldayamaz ki.” (Anne Bak Kral Çıplak)

Geçmiş ve gelecekten kopuk “bugünün kabuğunda yaşamak”. Sosyal süreçlere böyle bir yaklaşımı alışageldiğimiz devrimci-ilerici zeminin argümanlarıyla eleştirmenin bir anlamı yoktur. Karşımızdaki düşünce bu zeminin dışına çıkmış, çağın “en son” düşünce konağını temsil eden bir yaklaşımdır.

Bir devrimci için, “geçmiş” içinde geleceği taşır Eskinin hatalarından kopuşmak, bunun yanında geleceğe basamak olacak yanlarını korumak ve geliştirmek bir devrimcinin “geçmiş”e klasik yaklaşımıdır.

Gelecek ise, geçmişin ve günün yaratıcı bir öngörü ile yorumlanmasından çıkan, yaklaşan süreçlerle ilgili tasarımlardır. Bugüne kadar insanlık en ilkel dönemlerinde bile, geleceği “okumaya” çalışmaktan kendini alıkoyamamıştır. Büyüler, kehanetler hep geleceği kavrama çabaları olmuştur. Modern toplumlar kehanetin yerine bilimi, kahinlerin yerine bilim adamlarını yaratmıştır.

Geçmiş ve gelecek birbirine “karşıt iki güç”tür. Ancak buradan hareketsizlik çıkmaz. Tam tersine bu karşıtlıktan devinim, gelişim çıkar. Dünün radikal küçük burjuvası, bugünün liberali neden geçmiş ve geleceğin karşıtlığından kımıltısızlık üretiyor?

Radikal küçük burjuvanın geçmişinde onarılamaz, üstü örtülemez bir yenilgi ve ihanet vardır. Umutlarının, gelecekle ilgili beklentilerinin yerini ise derin düş kırıklıkları almıştır. Bu iki gücün arasında sıkışan eski radikal devrimci çıkışı dünden ve gelecekten kopuşmakta bulur.

İnsanlığın gelişim sürecini yaşanan anla sınırlama yaklaşımı yeni değildir. Gelişinin duraklama ve kırılma noktalan böyle düşüncelere yataklık eder. Batı’nın 1968’lerdeki kalkışmadan sonra iyice durgunlaşan sosyal ortamında boy gösteren “post-modernist” düşünce, Türkiye devrimci ortamına 12 Eylül’ün yarattığı yenilgi atmosferinde eski bir küçük burjuva radikalinin kaleminden giriş yapıyor. Sosyal yapı ortamındaki çürümenin düşüncedeki yansıması olan bu yaklaşımın ülke sınırlarımızdan içeriye girmesi fazla yadırganacak bir olgu değildir. Belki yadırganması gereken, bu düşüncenin dünün en yaygın küçük burjuva radikal devrimci zeminine yayılması ve zemini kemirip un ufak edebilmesidir.

İnsanlığı geleceğe taşıyacak her türlü ideolojiye ve “projeye” karşı olan post-modernizm kendini günün salıntılarına bırakmayı tercih eder. Kapitalizm ve Sosyalizm mücadelesinin oluşturduğu eski denge ortamının çocuğu olan bu düşünce sosyalizmin yıkılmasıyla ortadan kalkmamış tam tersine -daha da derinleşmese bile- yaygınlaşmıştır.

Kapitalizmden, aynı zamanda sosyalizmden de tatmin olamayan, öte yandan bu iki “mega projenin” savaşından yorgun düşmüş Batı aydınının 1970’ler sonrası yönelimi, her türlü “ideolojik projeye” karşı çıkmak, insanlığa geleceğiyle ilgili hiçbir şey önermemek biçiminde olmuştur.

“Kralın çıplak” olduğunu 12 Eylül tokadını yiyince fark eden eski radikal devrimci, geçmiş ve gelecekle ilişkisini “en az”a indirerek “bugünün kabuğunda” yaşamayı “devrim” olarak görüyor.

Milyonlarca insan karıncalar gibi “bugünü” yaşamaktadır Günlerin birbirinin tekrarı olduğu bu hengameden öteye başını kaldıra bilenler insanlığı geleceğe yönlendirebilmişlerdir. Yol, Mahir Çayan’ın deyimiyle “sarptır zikzaklıdır” ama yürünmeye değerdir.

Post-modernistlere yine de fazla haksızlık etmeyelim. Kapitalizmin kendini dört yüzyıldır yeterince deşifre ettiği, buna karşılık sosyalizmin bir buçuk yüzyıldır hiç de parlak gelişmeler gösteremediği bir dünyada geleceği tasarlamaktan vazgeçmek çok da garip görülmeyebilir.

Çizdiğimiz tablo düşünce tembelliğini, yaratıcılığın tükenişini, bunların kendini bir ifadesi olan post-modernizmin ortaya çıkışını açıklayabilir. Ama hiçbir şekilde bu eğilimi onaylamayı haklı çıkaramaz.

Durgunluktan, yıkılışlardan geçerek kendini daha gelişkin bir biçimde ifade edebileceği tarihsel basamağın önündeki tozlu merdiven aralığı olan bu düşünce ve davranış tembelliğin benimsemesi, insanın gelişen doğasına terstir. Hastalık vücuttan atılmalıdır. Onunla bütünleşmek tüm vücudu köreltebilir. Post-modernizm de insanlığını gelişim tarihinden atılması gereken bir hastalıklı sosyal yönelimdir. Onunla bütünleşmek, insanlığın gelişiminden vazgeçmek gibi olmayacak bir saçmalığa varır.

Geçmiş ve gelecekten kopuşma, küçük burjuva radikalizminin kendini tüketişinde vardığı en son konak olmuştur Güne teslim oluş, bir kere teorize edildikten sonra geriye olsa olsa bu teslimiyetin yaldızlı parolalarla süslenmesi kalabilirdi.

“Devrim hemen şimdi” parolası budur.

“Sosyalizm, devrimin izleyeceği yol sonucunda mı (politik devrim ile iktidarın ele geçirilmesiyle mi) kurulmaya başlayacak? Yoksa toplumsal politik bir devrimin yolu üzerinde mi kurulmaya başlayacak?” (Kral Çıplak)

Ya da iktidarın ele geçirilmesi de günün içine yerleştirilemez mi?

“İktidarın ancak parça parça (elbette özel biçimler-kurumlar altında) (Örneğin, yerel yönetimler, sendikalar, demokratik kitle örgütleri) alınabileceği ve ikili iktidar koşullarının sürece yayılacağı bir devrimci mücadele perspektifi (tarzı!) gerekli değil mi?” (ay)

Bu söylenenlerde, devrimle düzenin yıkılışına kadar geçecek mücadele döneminde günlük savaş içinde düzenden mevziler ele geçirilmesi ve bu alanlarda sosyalist düşüncenin egemen kılınması, aynı zamanda düzen içinde bazı örgütlenme ve kurumlarda adacık iktidarlar” elde edilmesi anlamında yeni bir yan yoktur. Bu güç birikimi olmaksızın, mevzi savaşı yapılmaksızın düzen ölçüsündeki büyük savaş zaten kazanılamaz.

Söylenenlerde yeni olan, günlük mevzi savaşlarının “devrim” olarak nitelenmesidir. Böylece devrim, programı ve hedefleriyle geleceğin sorunu olmaktan çıkıp günün içinde eritilmektedir.

Düzenin tümünü hedefleyen bir devrim ufku olmadıkça, mücadele kendini böyle bir yönelişe yükseltemedikçe, tarihsel deneylerin defalarca gösterdiği gibi “iktidar” adacıklarını üst üste yığarak, “ikili iktidarı sürece yayarak” devrimi başarmak bir yana, o iktidar “parça”larında tutunmak bile mümkün olamamıştır. Fransız, İspanyol, İtalyan Komünist Partileri farklı yollar izlemedi. Onlar “kralın çıplak” olduğunu daha 1960’larda gördükleri için ardından kendi komünist düşüncelerinden adım adım soyundular, kapitalizmin karşısında çırılçıplak kaldılar. Fransız Komünist Partisi’nin camdan “şeffaf” merkez binası onun cesaretinin değil, iktidarsızlığının kanıtı oldu.

Karşı-devrimin zoru güçlü vurunca, küçük burjuva radikalinin kafasındaki (gelecekle ilgili tasarımındaki) devrim hedefini, zorlu yollardan çıkılabilecek zirveden, dağın eteklerine, günlük kargaşanın çıkmaz sokaklarına tekerlemiştir. Bu gelinen noktanın, önceki yenilgi ve geri düşme anlarında uğranan yalpalamalardan önemli bir farkı vardır. Düzenden yediği darbelerden sonra, hedefteki bazı yanılgılarını onarma çabasına giren küçük burjuva devrimciliği, Eylül faşizminin darbesinden sonra böyle bir çabaya girmek yerine kendini tümüyle hedefsizleştirmiştir. Yürünecek yolu, yolun neresinde olduğunu kontrol edebileceği bir hedefe, varış noktasına artık sahip değildir.

Geçmişten ve gelecekten kopuk şimdiyi yaşayacaktır. İnsanlar zaten kendiliğinden davrandıklarından başka bir şey yapamazlar. An’ı oldukça da bilinçsizce yaşayıp giderler. Hedefe sahip olanlar ise, sadece günü değil aynı zamanda geleceği de yaşayabilirler. 12 Eylül küçük burjuva beyinlerde yarattığı travma ile onların görme ve davranma yeteneklerini en aza indirmiştir.

Sınıflar savaşı gerçekliğinin yerine “elit-sivil toplum” çelişkisini geçirerek başlayan çözülme, devrimin inkarı ve güne teslimiyetle noktalanmıştır.

***

İlk tasfiye yıllarının burjuva sosyalizmi üzerindeki etkisi hakkında fazla bir şey söylemek gerekmiyor, istikrarlı bir şekilde CHP takipçisi bir politika izleyen burjuva sosyalizmi, Eylül sonrası takipçi olmaktan çıkmış adım adım sosyal demokratlaşmıştır.

V. Kongresinde Eylül sonrası gelişmeleri programına yansıtan burjuva sosyalizmi bu yeni programı “devrime yaklaşmayı oluşturacak bir ara aşama” olarak tanımlar. Devrime kendini zaten yakın hissetmeyen burjuva sosyalizmi, Eylül derslerinden sonra araya birde “yaklaşma aşaması” koyunca nasıl iyice sağa savrulduğunu tahmin etmek zor değildir. Bu “aşama”, “devlet sektörünün demokratikleştirilmesini, onun tekelci ve büyük sermayeye hizmet eder olmaktan çıkarılarak halkın ve ulusal ekonominin hizmetine verilmesi”ni (Ulusal Demokrasi Programı) amaçlamaktadır.

Eylül darbesi sosyal demokrasiyi 1960‘larda kısmen koptuğu finans kapitale doğru sırtından iterken, burjuva sosyalizmini de sosyal demokrasiye doğru güçlü bir şekilde savurmuştur. “Tekellere hizmet etmeyen bir ulusal ekonomi” hayalini ancak sosyal demokratlıkla aptallaşmış beyinler kurabilirdi. Eylül’ün ilk yıllarında kendini böyle gösteren çözülme ve tasfiye, özellikle sosyalizmin çöküşünden sonra tüm sınırları aşan bir yol kat ederek ANAP’la ittifak noktalarına kadar uzanmıştır.

İkinci Tasfiye Süreci ve Özellikleri

Türkiye devrimci hareketi içinde Eylül düzeninin ilk tasfiye yıllarını belli ölçülerde aşabilmiş siyasetlerin önemli bir çoğunluğu kısa bir yükseliş yaşadıktan sonra 1990’larla birlikte yeni bir tasfiye sürecine girdiler Bu süreçte belirleyici etkenin çıplak devlet zoru olmadığı yeterince açıktır. Cunta’nın yerini “sivil” hükümetlerin almasıyla ortalık güllük gülistanlık hale gelmemiş, anti-terör yasasıyla hukuki biçimini alan devlet zoru sistemli bir biçimde devrimci hareket ve yığınlar üzerinden eksik olmamıştır.

Buna rağmen, 1990’larla birlikte yaşanan tasfiye ve çürümeleri sırf anti-terör yasasında şekillenen devlet zoruna bağlamak sürecin derinliklerindeki gerçek nedenleri örtmek olur.

Bu erimenin nedenlerine gelmeden 1987 sonrası devrimci siyasetlerin bu sürece nasıl girdiklerini gözden geçirelim. Buradan yeterince ipucu ortaya çıkacaktır.

1987 ile başlayan işçi ve öğrenci hareketindeki yükselişin devrimci hareket üzerinde etkisi birkaç yönlü olmuştur. Devrimci kabarış, örgütlenmelere taze kan vermiş, bir gelişme yaşanmıştır. Öte yandan aynı kabarış bilinçlerde 12 Mart’takine benzer bir çıkış özlem ve bekleyişini beslemiştir. Oysa PKK’nin daha 1984’de yaptığı atılım, politik akıştaki önemli bir değişikliğin, eski yollardan yürünemeyeceğinin canlı habercisi olmuştur.

Sürecin henüz yüzüne çıkamayan, derinliklerinde akan özelliklerini yeterince kavrayamayan Türkiye devrimci hareketi, 1987 ile bir yükselişe girerken, aynı zamanda zaaf ve yetmezliklerini de sergilemiş oluyordu. Çıkışlar “atak”lar kısa bir süre sonra dağılma ve çürümelere dönüşerek, en kör göze batarcasına Eylül’ün ilk sınavını kısmen geçenlerin yeni mücadele yıllarına hiç de iyi hazırlanmadıklarını gösteriverdi.

Bu süreçte, burjuva sosyalizminden ayrıca hiç söz etmeyeceğiz. Onlar ilk tasfiye yıllarında sosyal demokratlaşarak siyasi zemin değiştirdiler. Küçük burjuva radikalizmin D. Yol dışındaki kesimleri ile köylü kökenli küçük burjuva devrimciliği büyük zaaflara uğrasalar da, Eylül’ün ilk döneminde D. Yol ölçüsünde bir tasfiye sürecine girmedikleri için, ikinci tasfiye süreci etkisini duyurmaya başladığında önemli ölçüde eski siyasi zeminlerini koruyanlardı.

Bu süreci başlatan gelişmeleri hatırlayalım.

PKK’nin 1984’te başlayan gerilla mücadelesi ve 1987’deki yığın eylemlerindeki artım etkisiyle bazı çıkışlar yapıldı. Acil, TKP(B) ve 16 Haziran’ın yaptığı çıkışlar çok kısa sürede tersine bir süreç başlatarak bu siyasetleri tükenme noktasına getirdi. Oldukça ucuz, dar görüşlü ve hazırlıksız yapılan çıkışların ortak beklentisi kısa sürede bir açılım yapmaktı. Bu siyasetler hem PKK’nin hazırlıklarından zerrece öğrenmemiş olduklarını, hem de 1987 kabarışının özelliklerini algılamadıklarını acı deneyler yaşayarak kanıtladılar.

D. Sol’a gelince, aynı değerlendirmeyi yapmak farklılıkları hafife almak olur. Gerilla mücadelesi için örgütsel yapılanma ve teknik olarak daha gelişkin bir hazırlık süreci yaşamıştır. Bu konuda belli bir ustalık gösterebilen D. Sol, taktik yöneliş ve siyasi yapılanma konusunda kendini vuracak ilkelliklerden kurtulamamıştır.

Mücadeleyi düzenin işkencecilerinden intikam taktiğine daraltan D. Sol, bu yönelişiyle hem yeterince canlı ruh haline ulaşmamış, yığınlardan kopuşmuş; hem de devleti gereğinden erken üstüne çekmiştir. Bu taktik darlık sonunda örgütü patlatmıştır. Kabuk kırılınca siyasi yapının hala 12 Eylül öncesi “şeflik” ilkelliğinde kaldığı ortaya çıkıyor.

Bütün bunlar Eylül öncesi alışkanlık ve hataların Eylül düzeni koşullarında tekrarlanması oldu. Hatalar aynı olsa da koşullar oldukça değişik olduğu için sonuçlar eskiye hiç benzemedi. Ne 12 Mart öncesinde, ne de 1970’li yıllarda yapılan benzer hatalar böyle sonuçlar yaratmamıştır. 12 Mart öncesinde devrimci hareketin yıllar süren sessizliğine ve TİP’in pasifizmine karşı hazırlıksız ama coşkulu ve radikal çıkışlar geleceğe olumlu miraslar bırakabiliyordu. 1970’li yıllarda ise, düzenin MC hükümetleri ve onun maşası MHP eliyle halka saldırılarının yaşandığı ortamda taktikler yeterince soğukkanlı ve uzak görüşlü olamasa da, mücadele yükselen bir seyir izleyebilmiştir.

Oysa Eylül faşizmi yıllarında ve PKK başarılı adımlarla gelişirken eski alışkanlıklardan kaynaklanan hatalar dünden farklı olarak hemen çarpıcı bedeller ödediler; öte yandan ilkel, hazırlıksız, sırt coşkuya dayalı dar ufuklu çıkışlar geleceğe artık hiçbir olumlu miras bırakma şansına sahip değildi.

Düşman ve aynı zamanda işçi sınıfı daha yetkin bir mücadele seviyesi dayatırken, eski seviyenin üzerine çıkamayan, hatta bazen onu bile yakalamakta güçlük çeken siyasi yapılar için yaşam alanı her geçen gün iyice daralıyordu.

Küçük burjuva radikalizminin yukarıda sözünü etiğimiz D. Yol dışında kalan ve daha çok şehirlerde üstlenen bu kesimi, Eylül’ün ilk sınavında D. Yol ölçüsünde çözülmese de yeni bir mücadele dönemine girerken çok kötü sınavlar vererek öğrenme ve yetkinleşme yeteneğini önemli ölçüde yitirdiğini göstermiştir.

Köylü kökenli küçük burjuva devrimciliğinin aynı süreçteki durumunu değerlendirdikten sonra tasfiye sürecinin genel bir muhasebesine geçelim.

Bu alanda başlıca Partizan ve TDKP’den söz edilebilir. Bu siyasetlerin doğuş zemininde “toprak devrimi” özel bir yere sahiptir. Kapitalizmin Türkiye’deki gelişimini “yarı feodal” ilişkilerden öne geçiremeyen bir kavrayışa sahip olan bu yapılar, ister istemez köylü dayanaklı bir halk savaşına hep vurgu yapmışlardır.

12 Mart deneyiyle birlikte TDKP (o zamanın Halkın Kurtuluşu) köylü devrimciliği özlemlerinden şehir mücadelesi ne doğru bir evrimleşme yaşaya başlamıştır, Çayanların ve D. Gezmişlerin şehit olmasından önemli ölçüde sağa dönük bir ders çıkartan TDKP, 1975’lerden itibaren “bireysel teröre” karşı olduğunu her nefes alışında tekrar etme gereğini duymuştur. Bu aşırı vurgu, sözde doğru görünürse de, özde, devrimci zorun uygulanmasından pratikte bir kopuşma anlamına geliyordu. Bu eğilim, 1979’ların sıcak ortamında sağ özünü örtebilmiş ancak aynı perdeleme 12 Eylül koşullarında imkansız hale gelmiştir.

Bütün keskin söylemine rağmen, TDKP artık TKP’nin boşalttığı siyasi zemine çekilmektedir. O boşluğu kendi üslubu ve söylemiyle doldurmaya aday görünüyor. Kırdan kaynak alan, ya da daha doğrusu kırsal mücadeleyi özleyerek yola çıkan TDKP, bugün şehirlerdeki orta tabakaların siyasi eğilimi olmaya doğru kuvvetli bir şekilde evrimleşmiştir. 12 Eylül, bu evrimleşmede belirgin bir basamak olmuş, siyasetin sağa savruluşu daha açık hale gelmiştir. Siyasetin kapitalizmi ve işçi sınıfını görmemekte direnen yönüne karşı bir tepki olarak yaşanan kopuşma, “Ekim” devrimlerini özlese de, urviyerizmin, işçi popülizminin ötesine gidememiştir. 12 Eylül’ün göze iyice batırdığı gerçeklikler bu siyasetin orijinal politik zeminini erozyona uğrattığı için yapı savrulmalara açık bir duruma gelmiştir.

Köylü kökenli ve bu zeminde bugüne kadar tutunmakta az çok kararlı siyaset ise Partizan’dır. Kapitalizmin gelişmesi Partizan’ın stratejik kavrayışlarını önemli ölçüde aşındırmış, PKK’nin gelişim mücadelesi ise pratik yönden insan malzemesini eritmiştir. Bu iki yönlü baskının altında çeşitli bölünmelere uğrayan yapı, gelişme ve değişmelere karşı direndikçe kan kaybına uğramıştır. Teorik ve siyasi olarak eski zeminine sıkı sıkıya tutunması, “halk savaşı” için ise ilkel ve amatör hazırlıklardan öteye gidememesi, köylü ve bölgeci özeliğini aşamaması, Partizan’ın mücadelenin yen koşullarını algılayamadığına en açık kanıtlardır, ancak koşullardaki önemli değişime rağmen eski hatalı zeminlerde direnmek de, çürümenin bir başka yüzüdür. Partizan, bıktırıcı biçimde eskiyi tekrarlayarak, sadece gelişmeye kapalı olduğunu değil, geleceği de kucaklayamayacağını kanıtlıyor.

Küçük burjuva devrimciliğinin D. Yol’da temsil edilen kesimi ve burjuva sosyalizmi hariç, diğer siyasi güçler 1987 yükselişini az çok devrimci zeminlerde kalarak karşıladılar. Fakat bu yükseliş yılları aynı zamanda zorlu bir sınav dönemi oldu

İlk tasfiye sürecindeki girdaba çekilmekten az çok kurtulmuş siyasetlerin önemli bölümü, yığın hareketindeki yükseliş koalisyon hükümetiyle bir durulmaya girdiğinde, selin ardından kalan artıklara dönüştü.

Bu süpürücü, tasfiye edici akıntının esas zeminine gelmeden, politik ortamda çürüme ve çözülmelere yol açan öne çıkmış etkenlere değinelim.

Eylül ün ilk dönemdeki tasfiye yolları, kısa döneme yoğunlaştırılmış ve arttırılmış devlet zoru tarafından döşendi. 90’la birlikte hızlanan son tasfiye çürüme sürecini, zamana yayılmış ama düzenli ve sistematik hale getirilmiş devlet zoru hazırladı. Fakat bu sorun süreçteki etkisi, ilk yıllardaki ölçüde değildir. Her iki dönemi bu açıdan kabaca eşitlemek dönemlerin kendine özgü özelliklerini silikleştirmek olur. İlk yıllardaki bir ölçüde kaba yüklenmeden sonra devletin kendini sınıflar savaşına karşı daha iyi hazırladığını devrimci hareket yeterince kavrayamadı. Bu gerçeklik, dar ufuklu ve hazırlıksız çıkışlarla sergilenirken, devlet de ucuz zaferler kazanarak kendini moralce güçlendirdi. Kürdistan’da ise tam tersi bir sürecin aktığını söylemeye gerek yok; gerilla savaşına karşı erken ve ucuz sonuçlar alacağını sanan devlet siyasi ve moral olarak yenik konumlara düşmüştür.

İkinci etken, işçi ve öğrenci hareketinin sonuçlarından uğranılan düş kırıklığıdır. Yükselen halk hareketi, ilk tasfiye dalgasında yere düşmüş siyasetlerin ayağa kalkabilecek son güçlerini de yitirdiklerini gösterirken; diğerlerinin hızlı açılım yapma beklentilerini boşa çıkartmıştır. Bu boşa düşme, siyasi yapıların temellerine kadar inen etkiler yaratmıştır. Düzenin Eylül vuruşuyla yığınlar ve devrimci öncüler arasında yarattığı kopuşma 87 yükselişiyle onarılamayınca, bu kopukluk kronikleşmeye ve tasfiyeci sonuçlar yaratmaya başlamıştır. Yığınlarla buluşmaya devletin koyduğu engeller bir yana, siyasetlerin yem koşullarda eski kalıpların içinde kendilerini tekrar etmekten öteye gidememeleri kopukluğu derinleştiren ve kronikleştiren en önemli etkendir.

Üçüncü önemli etken, PKK’nin yürüttüğü mücadeledir. Düzen, siyasetlerin çürümüş yanlarına vurup parçalar kopartırken; PKK mücadelesiyle devrimci ortamda bir baskı yaratarak canlı unsurların çürüyen yapıların dışına çıkabilmesine imkan yaratmıştır.

Son olarak sosyalizmin yıkılışının yarattığı etkilerden söz etmek zorundayız. Yıkılış kendini taktik olarak yenileme ve yetkinleştirme gücünü gösteremeyen siyasetlerin önüne bir de dev boyutlu teorik sorunlar yığmıştır. Genellikle yapılan, görevin büyüklüğüne karşılık eski türküleri daha yüksek perdeden tekrarlamaktır. Sorunlara böyle yaklaşım, mezarlıktan geçerken korkuyu bastırmak için ıslık çalmayı andırıyor.

Sosyalizmin yıkılışı, ilk tasfiye dalgasında boğulan küçük burjuva radikalizminin D. Yol kesimi ve burjuva sosyalizmi üzerinde yıkıcı bir etki yaramıştır. D. Yol, post-modernizmin kımıltısız bataklığına düşerken, burjuva sosyalizm kapitalizmle, hatta emperyalizmle “birlikte yaşamanın” teorilerini yapmaktadır.

Devrimci hareketin geriye kalan kesimi üzerinde sosyalizmin çöküşü, kum torbasıyla dövülen bir insanın ciğerlerinde dayağın bıraktığı ize benzer bir etki yaratmıştır. Dış görünüşün aldatıcılığının altında ağrılı bir iç kanama vardır. Bunu örtmek; sağlıklı bir insanmışcasına yapılacak bütün davranışlar vücudu güçten düşürmekten başka bir sonuç doğurmayacaktır.

Bu dört ana etkenin ışığında ikinci tasfiye döneminin vurgulanması, öne çıkartılması gereken esas zeminine gelelim.

İlk tasfiye girdabının devindirici gücü Eylül düzeninin başlarındaki yoğunlaştırılmış devlet zoruydu; 90 sonrası hız kazanan tasfiye sürecinin hareket ettirici gücü; dönemin devrimci görevlerinin zorudur. Eylül sonrası düzenin özeliklerini kavrayıp mücadele gücünü yetkinleştiremeyen siyasetler, kendini dayatan görevlerin baskısı altında çözülüp tasfiye oluyorlar.

Böyle bir süreç, Kürt ulusal hareketinin ve 1987’de başlayan işçi eylemlerinin yükselişi yaşanmadan başlayamazdı. Faşizmin baskı ortamındaki hareketsizlikte siyasi yapıların sırf kendilerini korumaları da, düşmana karşı bir mevzi tutmak anlamına gelebiliyordu. Yükselişle birlikte yapıların kendilerini korumaktan öteye yeni görevlere ne ölçüde hazırlanmış oldukları dergi sayfalarından çıkıp pratiğin insafsız sınavına girmeye başladı.

Faşizmin ilk dönemindeki tasfiye oluşlar, işkencede çözülmeye benzer; görevler karşısındaki dayanıksızlık ve erimeler, daha çok işkenceden başı dik çıkıp “yeni günlük yaşama” döndükten sonraki çözülmelere denk düşer.

İlk tasfiye yıllarında dökülenler görevlere hazırlanmak şöyle dursun, talip bile olmadılar, olamadılar. Onlar açısından sosyal ve siyasi olaylara yaklaşım artık düzenin kanallarının dışına çıkmadığı için, devrimci görevlerden söz etmenin bir anlamı yoktur Yeni yaklaşımlar adı altında, burjuvazinin çöplüğünde ne kadar eski paslanmış silah varsa hepsine sarıldılar.

Diğer siyasetler, ilk fırtınada çok fazla savrulmasalar da, döneme yaklaşımlarını çözülmelere karşı gösterdikten tepki ve öfkelerle sınırladılar.

12 Eylül’ün yarattığı değişikliklere, 12 Mart’la bir benzerlik kurmaktan öteye yaklaşılmadığı için, birinci tasfiye yıllarından kendilerini koruyan siyasetlerin önemli bir bölümü, bu korumayı bilinçli bir davranış olmaktan çıkartıp bir reflekse dönüştürülerek, sosyal olayların zenginliği karşısında katılaşmaya uğradılar. 12 Eylül’ün yarattığı değişmelere anaforlara karşı böyle kavrayıcı olmayan bir katılığa düşüldüğü gibi, sosyalizmin çöküşene karşı da başka bir tepki üretilemedi. İman tazeleyen, yüksek sesli tekrarlar kulakları tatmin etse de beyinler açlıktan kurtulamadı.

Dünya’da ve Türkiye’de açılan yeni dönem teorik, taktik ve örgütlenme sorunlarında bazı önemli değişimleri dayatıyordur. Bunların olayların sıcaklığında hemen ve tümüyle kavranılması elbette mümkün değildir. Önemli ve belirleyici olan dikkat ve davranışları gelişme ve değişimlerin yönüne çevirmiş olmaktır. Eğer öğrenme yeteneği yitirilmediyse, kısa sürede yeni dönemi kavrayıştaki hamlıklardan kurtulunabilir.

Ancak, ikinci tasfiye dalgasında dökülen ve eriyen siyasetler açısından yapılması gereken en önemi tespit, onların öğrenme yetenekleriyle ilgilidir. Tümü bu yeteneğini yitirmiştir: Ya düzenin kanallarına sürüklenip, egemen sınıflardan “öğreniyorlar”. Sağ liberal sıyası yönelişlere evrimleşenler açısından söz konusu olan budur Ya da kendini devrimci bir değişime de kapayıp katılaşarak, kırılganlaşıyor; ama sonuçta yine dökülmekten kurtulamıyorlar.

Öğrenme yeteneğini yitirme kendini başlıca iki biçimde ortaya koymaktadır. Katılaşmak, tüm esneme gücünü yitirmek. Bu durumda örgüt içinde canlı bir iletişim olmayacağı gibi yapının yığınla bağlantıları da cılızlaşır. Kimse birbirini duymaz hale gelir. Öteki uç ise, aşırı deformasyona uğrayarak her şeyi tartışır hale gelmektir. Her şeyi hep birlikte bıktırırcasına tartışmanın en belirgin sonucu ise hareketsizliktir. Katılaşanlar davranarak kırılırken, tartışanlar durağanlıktan erirler.

İlk tasfiye dalgasının devrimci ortama bıraktığı “miras” özellikle D. Yol ve Kurtuluş’un içine düştüğü “bitmeyen senfoni” gibi bitmeyen tartışma seanslarıdır. Düşünce üreten değil, sonuçta insanı tüketen bu tartışmalar, davranma cesaret ve enerjisini yitirmiş olmanın kendini laf kalabalığı biçiminde ortaya koymasından başka bir şey değildir.

İkinci tasfiye dalgasında kendini belirgin biçimde ortaya koyan özellik katılaşmalardan doğan kırılma ve dağılmalardır. Kendim basit yeniden üretim gibi tekrar eden kapalı ekonomileri andıran kapalı siyasetler, dönemin görevlerinin güçlü baskısı altında çatlayıp dağılıyorlar.

İlk tasfiye yıllarındaki dökülmeler düşmanın yoğun zoru karşısındaki dayanıksızlığın kanıtı oldular. Dirençlerin yitirilişi daha sonra derinleşerek teorikleşti. İkinci tasfiye rüzgarı daha çok siyasetlerin iç gelişim enerjisinin tükendiğini, kendini yenileme çapının kalmadığını, çekirdekteki korun sönüp soğumaya yüz tuttuğunu gösteriyor. Dönemin, çok daha ustalık ve yetkinlik isteyen görevlerinin üstesinden gelinemediği noktada, bu görevler süpürücü, tasfiye edici bir güce dönüşüyor.

Eskinin Tekrarını İmkansızlaştıran Nedenler

12 Eylül yıllarının en önemli siyasi sonucu şudur: Küçük burjuva devrimciliğinin sınıflar savaşı alanındaki yeri iyice daralmıştır 1960’laıfa açılan dönemde parlak bir şekilde öne fırlayan küçük burjuvazi, Eylül fırtınasında önemli ölçüde yitip gitti. 12 Eylül’ün ilk yıllarında yaptığımız değerlendirmelerde (1982’ler) D. Yol’un büyük darbeler yemesinin küçük burjuva devrimci iğinin tükenmesi anlamına gelmeyeceğini, Türkiye’nin “küçük burjuvalar denizi” olduğunu ileri sürerek kanıtladığımızı sanmıştık. Olaylar bizi doğrulamadı.

D. Yol, hiçbir şekilde ayağa kalkamayacak ölçüde felçli hale gelirken, 1989‘lara gelindiğinde önceki gibi yaygın bir küçük burjuva hareketinin gelişme şansının zayıf olduğu açık hale gelmiştir. Birinci ve ikinci tasfiye dalgası küçük burjuva devrimciliğini tüketmiştir. Yol olmaması, hatta kendini arada sırada parlak çıkışlarda duyurması onun 1977’lerdeki misyonunu koruduğunu göstermiyor; tam tersine Eylül sonrası her “çıkış” ve açılma denemesi bataklığa çekilen birinin çığlığına benzedi. Genel anlamda küçük burjuva devrimciliği şüphesiz “yok” olmayacaktır. Ancak artık bunun kadar kesin başka bir gerçeklik daha vardır; gelişme tarihinde 1978’lerde yakaladığı seviye ve misyonu bir daha yakalama şansı yoktur. 12 Eylül küçük burjuva devrimciliğinin kendini de sarhoş eden, parlak misyonuna tarih bir nokta koymuştur.

Eskinin tekrarını imkansız kılan gelişmeler nelerdir?

Bunları uç ana başlıkta toplamak mümkündür. İlki, ekonomik temel; İkincisi, sınıflar savaşındaki durum; üçüncüsü, taktik düzeydeki gelişmelerdir.

Ekonomik temeldeki değişimin derinlerden gelen etkisi kendini daha çok 1985‘ler sonrası ortaya koymuştur. Özal’ın adına bağlı olarak yaşanan Türkiye kapitalizminin ikinci sıçramalı gelişimi bazı noktalarda ilkinin tam zıddı sonuçlar yaratmıştır. 1950’lerle başlayan ilk sıçramalı gelişim sınıflar savaşını hızlandırırken küçük burjuva devrimciliğini öne çıkartmıştı. 1980’lerle açılan ikinci gelişim yılları tam tersine küçük burjuva devrimciliği için ölüm çanları çalmaktadır.

Bu tür radikal devrimcilik, esas olarak kapitalist gelişimin kendinden önceki üretim biçimleriyle çatışması zemininden kaynak aldığı için, ekonomik gelişimin zeminde yaratacağı erozyon kendini siyasi alanda da gösterecektir. Türkiye’de kapitalist gelişimin iki yolu üzerine geçmişten çıkıp gelen çekişmeler, 12 Eylül’le derinleşen ekonomik süreç tarafından gündemden kaldırılmıştır. Bu çekişmelerin odaklaştığı devletçilik ve “toprak reformu” sorunları, ordu gençliğinin özlediği yollardan değil, Menderes’in açtığı yoldan çözüme ulaşmıştır; ya da gündemdeki eski ağırlığını yitirdiğini söylemek daha doğru olur.

Küçük burjuva radikalizm enerjisini, henüz Türkiye ölçüsünde gücünü kanıtlayanlarmış olan kapitalist gelişmenin 1950 sıçramasının yarattığı sancılardan almıştı. Onun için kendi yönelişlerini teorize ederken, Türkiye’de kapitalizmi bir türlü “egemen üretim biçimi” olarak göremedi. Kapitalist gelişimi sık sık “yarı feodal” ilişkilerle kıyaslayarak, dürbünün tersinden görmeye eğilimli olan küçük burjuva devrimciliğinin bu tavrı aslında onun sınıfsal içgüdüsüydü. Kapitalizmin gelişimiyle tarihsel bir dönüşüme uğratılan küçük burjuvazi, tam bu geçit noktasında en radikal tepkiler verebilmektedir. Küçük köylülüğün, taşra esnafının konumlarındaki değişim zorlamaları devrimci tepkilere kanallar açmıştır. Öte yandan aydınlar, kapitalizmle birlikte yığınsallaşırken aynı zamanda onun sırf çıkarcı özüne tepki duymadan gelişemezler. Egemen burjuvazinin çiğ çıkarlarına bağlı olduklarını anlamadan önce, kendilerini “insanlığın çıkarları” seviyesine yücelmiş görmeye eğilimlidirler.

1980’ler sonrası Türkiye’de kapitalizmin gelişimi yeni bir sıçrama yaşayınca, kapitalizm öncesi üretim ilişkilerine yeni güçlü darbeler vurulmuş, dürbünün tersinden kapitalist gelişimi görmeye yatkın olan küçük burjuva devrimciliği, bu sefer olaylara çıplak gözüyle bakmaya cesaret edemeyip dürbününü düzeltince kapitalizmi aşırı yakın ve gelişmiş görerek radikalizm zemininin eridiğini hissetmiştir. Dün kapitalizm cılız ve gelişmemiş olarak kavradığı ölçüde radikalleşebilen küçük burjuvazi, 80 sonrası gelişmeler karşısında kapitalizmin gücünü abarttığı ölçüde liberalleşmiştir.

Yanılgılı kavrayışlardan öteye, küçük burjuva radikalizminin zemini 80 sonrası ekonomik gelişmelerle zayıflamıştır. Bu küçük burjuvazinin “refah toplumalar”ındakine benzer bir konuma ulaştığı anlamına gelmiyor. Kapitalizmin mevcut yapısında böyle bir konuma gelmesi yakın tarihi gelişim açısından mümkün değildir. Radikalizmi aşındıran küçük burjuvazinin mevcut ulaştığı konum değil, onun değişen ana yönelişidir. Kapitalizmi cılız olarak gördüğü günlerde işçi sınıfı hareketinin de etkisiyle, kurtuluşunu düzenin sınırları dışında aramaya yönelen küçük burjuvazi, Özal’ın “iş bitiriciliği” karşısında kapitalizmin çekim gücüne kapılarak ufkunu “kapitalizmin iyileştirilmesine” daraltmıştır. Bu tarihsel dönüşün yeni bir kırılmaya uğraması, Türkiye kapitalizminin koşullarında kaçınılmaz görünüyor. Ancak böyle bir gelişim için mücadele ederken eskinin alışkanlıklarından kurtulmadan doğru halkalar yakalanamaz.

Geçmişin tekrarını imkansız kılan ikinci ana nedene, sınıflar savaşındaki duruma gelince, 80’lerle bir dönemin kapandığını söylemek mümkündür. Kapitalizmin gelişiminin bir döneminde yaşanan sınıflar kopuşması yıllarına özgü olan süreçlerin 80 sonrası tekrarlanmadığı ortadadır. Sınıfların siyaset sahnesine örgüt ve parolalarıyla çıkışları, kendi güçlerini deneyip, kavramaları, bu sürecin bir bakıma kaçınılmaz özelliği olan radikalizm 80 sonrası yerini güçlerin birbirini daha soğukkanlıca tanıdıkları, hatta uzlaşma yollarının arandığı bir zemine bırakmıştır. Böyle bir ortamda, 1977’lerin özlemleriyle davranılamayacağı açıktır. Ve uzlaşma havasını kırmanın çok daha zorlu bir görev olduğu ortadadır.

Sınıflar kopuşması yıllarının sıcak ve değişken devrimci ortamını “suni denge” kavramıyla algılayan küçük burjuva devrimciliği önemli bir yanılgıya düşmüş olsa da bir kavramla aynı zamanda o yılların çok değişken ortamını dile getirerek gerçekliğe bir yanından değinmiş oluyordu “Denge” tersine devrildikten sonra ise kapitalizmin çekim gücüne kapılan küçük burjuvazi “suni” beklentilerinden kopuşarak “gerçekçi” olmuştur. Yeni süreci algılamayanlar ise, katılıklarını düzenin 12 Eylül’le inşa ettiği bariyerlerine çarparak sınamışlardır.

Son olarak taktik düzeye değinmeliyiz. Eylül sonrası dönemin özellikleri yeterince kavranmayınca uygun taktiklerin geliştirilememesi bu kavrayışsızlığın mantık sonucu olmuştur. 80 öncesinde taktik hataların sınanması düzenin güçleri karşısında oluyordu. Özellikle 1987 sonrası, siyasi hareketlerin taktikleri yalnızca düzen güçlerinin değil; PKK’nin başarılı taktik hattının sınavından da geçmektedir. PKK, Türk devrimci hareketinin hatalarını yüzlerine vuran bir ayna işlevi görmektedir.

1979’un toz duman ortamında, kendi taktik konumuna söz söyletmeyen siyasetler hatalarını 12 Eylül yenilgisi koşullarında bile kavramamak için direndiler. Bu yöndeki “direnişler” muazzamdı. Hatalarla bu ölçüde kenetleniş günümüzdeki cüceliğin nedenidir. PKK deneyi, ucuz ve parlak çıkışların zavallılığını devrimci ortama yansıtan bir ayna olmuştur. Artık, hataları laf kalabalıklarıyla veya kof taktik çıkışlarla örtmenin imkanı yoktur. Eski hataların tekrarını imkansızlaştıran son ve belki de en önemli neden Kürt ulusal mücadelesinin başarılı taktik hattıdır. Bu aynada kendi hatalarını görmemek için gözlerini sıkı sıkıya kapayanlar siyasi ölüme mahkumdur. Şark toplumlarının sosyal davranışının derinliklerine işlemiş olan köylü kurnazlığı ile davranıp aynaya kaçamak bakışlar atarak kendini düzeltmeye çalışmak ise sakat, felçli yapılar yaratmaktan öteye gidemez.

1990’lar koşullarında özgürlük için dövüşenler, hata yapmak açısından artık eskisi kadar özgür değildirler. Günümüzde yanlışlar için iki katlı bedel ödenmektedir. 1980’ler öncesi devrimci ortamda güçlü bir çekim odağı yoktu. 7-8 yaygın devrimci siyaset, devletin provokasyonlarıyla bulanıklaştırmış siyasi ortamda taktik bir üstünlük gösteremediler. Bu nedenle belirgin biçimde bir çekim merkezi olamadılar. Oysa günümüzde bir hatanın bedeli yitirilen güçlerle düzene ödenirken, geriye kalanların PKK’nin çekim alanına girmesiyle ödenen bedel ikiye katlanmaktadır. Bu iyi bir durumdur. Hataların aydınlığa çıkmasında yol kısalmıştır. Soysuzca yapılan, ikide bir tekrarlanan sözde “özelleştirilen” etki gücü çok azalmıştır. Pratik karşılığı olmayan “halk savaşı” çığlıklarının çekici hiçbir yanı kalmamıştır.

Sosyal demokrasiden ve düzenden sırf barışçıl yollarla yıllardır talep edilenler, egemenlerin gündemine bir türlü giremezken, ustaca yürütülen gerilla savaşıyla diplerdeki siyasi gerçekler en üst noktalara çıkmış, böylece 12 Eylülün güçlü bir biçimde beslediği sağ hataların yolu tıkanmıştır.

Bu koşullarda intihar etmeye niyeti olmayanlar eski hataları tekrarlamaktan kurtulabilmelidir.

Sonuç

Türkiye devrimci hareketi, son otuz yıllık mücadele yaşamındaki en köklü kabuk değişimini yaşıyor. Bu değişim olağan bir ortamda olmaktan çok dünyanın ve Türkiye’nin oldukça olağanüstü günler yaşadığı bir ortamda gerçekleşmektedir.

Bir yanda sosyalizmin çöküşünden ve Eylül rejiminin özelliklerinden kaynaklanan bir akım, kum fırtınasının engebelerin üzerine yığılması gibi devrimci mücadelenin üstüne yığılıp, onun alanını daraltırken; öte yandan “üçüncü dünya”nın genel durumundan kopup gelen, bizde Kürdistan özgülünde yoğunlaşan güçlü bir radikalizm rüzgarı bütün örtüleri savurarak akıp gitmektedir. Türkiye devrimci hareketi bu iki güçlü akımın kesişip; anaforlaştığı bir ortamda kendini yenileme kavgası vermektedir.

Tarihsel gelişim küçük burjuva devrimciliğinin misyonuna bir son verirken proletarya sosyalizminin yolunu kendiliğinden açıvermiyor. Geçmiş yıllardan çıkarılması gereken en büyük ders, küçük burjuva devrimciliğinin tükenişini tespit etmek, bu tükenişi ekonomik ve sosyal gelişimin sonuçlarına bağlamakla yetinmek değildir. Böyle bir yaklaşım sosyal olaylardan Kautsky gibi ders çıkartmak olur.

Küçük burjuva radikalizminin tükenişinde kopuşamadığı, büyük bir inatla kenetlendiği taktik yanılgıları çok önemli bir rol oynamıştır. Bütün bir 12 Eylül dönemi bu konuda çarpıcı örneklerle doludur. Küçük burjuvazi ya tümüyle geçmişini inkar eden konumlara düşmüş, bunu yapmadıysa eskinin tekrarından öteye bir gelişme gösterememiştir.

Hareketimiz, kendini yenileme yeteneğine sahip olduğunu göstermiştir. Ancak bu konudaki hızı insanı çileden çıkartacak ölçüde yavaştır. Günümüzde yaşanan tasfiye gerçekliğinden bir ders çıkarılacaksa, o da şudur: Dönemin özelliklerine göre kendimizi yenilemek, fakat bu yetmez. Süreçlerin ancak sonunu yakalayabilen bir değişim hızı hareketi tasfiye anaforundan kurtaramaz.

Süreçleri etkileyen bir değişim hızına sahip olduğumuzda öncülüğü yakalayabilir, tasfiye gibi olumsuz bir süreci bile hareketin lehine çevirebiliriz.