KÜRESELLEŞME VE RESTORASYON BAĞLAMINDA TÜRKİYE EKONOMİSİ – M. Sinan
Yol, Sayı 7, Şubat 2000
Giriş
İçinde bulunduğumuz dönemde Türkiye kapitalizmi hangi aşamadan geçiyor? Sosyalizmin yaşadığı yenilginin üzerinden tam on yıl geçti. Türkiye finans kapitalinin 1980’lerde başlattığı sürecin, dünya koşullarındaki yeni gelişmelerle de sentezleşerek ülke altyapısında kimi dönüşümler yarattığı ortadadır. III. Dönem’in hareket tarzını belirleyen en önemli faktörleri bu dönüşümlerde aramak gerekmektedir. Sınıflar arası ilişkiler değişen koşullarla birlikte yeni biçimler kazanmaktadır. Türkiye kapitalizminin dünya emperyalist sistemi içerisindeki rolü, ekonomik anlamda da önemli dönüşümleri dayatmaktadır. Son süreçte, özellikle de 1999 yılında yaşanan gelişmeler Türkiye’nin dünya emperyalist sistemi içerisindeki rolünü daha da belirginleştirmiştir. Sistemin tepesindeki ABD ile kurulan derin siyasal bağlar ve belki de dünyanın en kritik bölgesi olan Kafkasya-Ortadoğu-Balkanlar üçgeninin merkezindeki coğrafi konum Türkiye’yi emperyalist pazarlıkların merkezi noktalarından biri haline getirmektedir.
Bugün ekonomik altyapıyı anlamlandırabilmek geçmişe göre çok daha büyük bir önem taşımaktadır. Çünkü son süreçte yaşanan tartışmalar, özellikle de AB’ye üyelik, demokrasi, küreselleşme, insan hakları bağlamında olanlar kafaları inanılmaz oranda bulanıklaştırmıştı^ Siyasal söylemler ekonomik altyapıdan bağımsızlaştırıldıkça havada uçuşan trajikomik lafebeliklerine dönüşmektedir. Siyasal gelişmelerin sınırları ise kesinlikle ekonomik altyapının durumu ile çizilmektedir. Türkiye ekonomisinin varolan durumu ise faşizmin finans kapital açısından salt bir siyasal tercih değil -ki zaten böyle bir şey mümkün değildir- aynı zamanda hedeflere ulaşabilmek için kaçınılmaz bir zorunluluk olduğunu ortaya koymaktadır. Türkiye’yi halihazırda temsil eden en belirgin nitelik sınıfsal çelişkilerin gerginliğidir. Varolan politik ortamın bu durumu tam olarak yansıtmıyor oluşu bu gerçeği kesinlikle ortadan kaldırmaz. Ülke açık bir biçimde ikiye bölünmüştür ve bölünme her geçen gün hızlanmakta, toplumda yaşayan her birey bu parçalanmadan nasibini almaktadır. İlk Türkiye ortalama 40.000$ gelir seviyesine sahip ve aşırı tüketen Türkiye’dir. İkinci Türkiye ise sistemin öğüttüğü ve posa olarak bir kenara attığı, yoksul, Afrikalılaşan Türkiye’dir. Gelecek politik ortam bu iki Türkiye’nin çatışmalarının bir ürünü olacaktır. Sosyal devlet uygulamalarının bir bir ortadan kaldırılması bu gerilimi daha da büyütmektedir.
Liberalizmin “devlet ekonominin dışına!” propagandası Türkiye tarihinde belki de hiçbir zaman bu oranda alıcı bulmamıştı. Fakat bu süreçte daha gelenek bozulmamıştır. Devlet ve ekonomik faaliyetleri, finans kapital açısından hala en önemli sermaye birikim aracı olmaya devam etmektedir. İç borç faizi adı verilen manivela aracılığıyla finans kapitale büyük oranda bir sermaye aktarımı gerçekleştirilmektedir. Marx’ın ilkel sermaye birikimini andıran bu yöntemle toplumun geniş emekçi yığınları tam anlamıyla mülksüzleştirilip yoksullaştırılırken devlet aracılığı ile finans kapitale dev kaynaklar aktarılmaktadır. 2000 bütçesinde, toplanan vergilerin -ki önemli kısmı gelir vergisi ve dolaylı vergiler olarak emekçiler tarafından karşılanmaktadır- 5688’inin borç faiz ödemelerine ayrılması öngörülmektedir. Yine son bankalar operasyonu ile sermayeye peşkeş çekilen miktar, IMF’den birkaç yıl içinde alınacak krediden daha büyük bir miktarı tutmaktadır.
Böylesi bir sermaye birikimi ile ne amaçlanmaktadır? Emperyalizmin Türkiye’ye biçtiği misyon ile bu aktarım sürecinin ilişkisi ne düzeydedir? Bu yazıda ülke ekonomisinin önemli kalemlerinde son yıllarda ortaya çıkan gelişmeler incelenirken bu konuda da kimi sonuçlara ulaşılmaya çalışılacaktır.
1. Temel Sektörler açısından Ekonomik Gelişmelerin İncelenmesi
1.1 Tarım
Türkiye artık 1930’ların, 40’ların tarım ülkesi değildir. Fakat tarım hala Türkiye toplumu açısından en kilit sektörlerden biri olmaya devam etmektedir. Emperyalist Batı ülkelerinin tersine nüfusun hala önemli bir kısmı -ki yaklaşık 5640 seviyesindedir- kırlarda yaşamaya ve tarım-hayvancılık ile uğraşmaya devam etmektedir.
Fakat tarımın ülke ekonomisi içindeki etkinliği önemli oranlarda azalmıştır. Tarımın ülke GSMH’sindeki oranı 1970’de 5630.7 iken 1980’de 5624.2 olmuş, 1996’de ise % 14.1’e kadar gerilemiştir.1 1998’de ise 5613.1 olmuştur. Sektörün büyüme hızı da 1980-90 arasında 561.3 iken 1990-97 arasında ise 561.2’ye düşmüştür. Bu oran hem ortalama büyüme hızının hem de nüfus artış hızının altında kalmıştır. Oysa tarım 1980 öncesinde ortalama 563.6 oranında büyüyebiliyordu.2
Tarım, küreselleşme politikalarının en alçakça vurduğu sektörlerden biridir. Dünya emperyalist merkezleri arasındaki en şiddetli ticaret savaşlarının alanı olan tarım, söz konusu azgelişmiş ülkeler olduğunda her türlü serbestleştirmeye maruz kalmaya zorlanıyor. Gen teknolojilerinin ve diğer tarımsal teknolojilerin emperyalist merkezlerde büyük bir hızla gelişmesine koşut olarak bu ülkelerde tarımsal verimlilik büyük bir hızla artarken, artık azgelişmiş ülkeleri kendi gıda ihtiyaçlarını karşılayacakları hammadde üreten ülkeler olarak değil de tarımsal ürün fazlalarına açılacak pazarlar olarak görmek istiyorlar. Bu gelişme azgelişmiş ülke devletlerinin kendi tarım sektörlerine yönelik desteklerini kısmalarına yol açıyor. Ayrıca gümrük duvarları da etkisizleştiriliyor. Böylece azgelişmiş ülkelerin tarımsal altyapısı tarumar ediliyor. Aynen ülkemizde yaşandığı gibi. Bugün Türkiye kimi geleneksel ürünlerinde dahi -buğday, şeker, pirinç gibi- ithalatçı duruma düşürülmüştür. Kendi kendine yeten ülke olmakla övünen Türkiye, finans kapitalin işbirlikçi politikaları sonucunda açlığın yaygınlaşacağı bir ülke olma durumuna ilerlemektedir. Sanayi Devrimi sonrasında kapitalist merkezlerin, azgelişmiş ülkelerin sanayi altyapılarını ortadan kaldırmaları gibi bugünde genetik devrimi sonrasında yine azgelişmiş ülkelerin tarımsal altyapısı büyük bir tehdit altındadır.
Türkiye tarımında verimlilik inanılmaz oranda düşüktür. Tarımda çalışan başına ortalama katma değer I208 $’dan (1979-1981) I 168 $’a (1994-96) inmiştir. Oysa aynı değerler Fransa’da 13.700 $’dan 30.000 $’a çıkmıştır, yani Türkiye’de tarımda kişi başına düşen katma değer Fransa’dakinin %8.8’inden %3.9’una düşmüştür.3 Tabii bu durumu köylünün suçu olarak görmek büyük bir yanlış olur. Bir kere ülkede ciddi bir tarım reformunun gelişmemiş olması, ülke sanayinin fazla nüfusu emecek oranda istihdam yaratamıyor oluşu tarımdaki küçük topraklı köylülüğün yaygınlığını ortadan kaldıramamaktadır. Kişi başına ekilen alan 0.57 hektardan (19789-81) 0.40 hektara (1994-96) düşmüştür. Tarımsal sanayinin yeteri kadar gelişemiyor oluşu, tarımsal kredilerin yetersizliği ve tefeci zulmü köylüyü kullandığı teknikleri geliştirebilmekten alıkoymaktadır. Tarımsal girdilerin fiyatlarının yüksekliği yeterli kalitede gübre, tohum gibi temel girdilerin kullanılabilmesini engellemektedir.
Finans kapital Türkiye kırlarını ucuz işgücü rezervi olarak görmektedir. Önemli atılım dönemlerinde 1960’lar ve 1980’ler gibi tarımsal nüfusun bir kısmı işçileştirilmek üzere şehirlere çekilmekte, bunun dışında tarımsal nüfus unutulmaktadır. Şehirlere gelip işsiz kalarak, varoşlarda patlayıcı madde haline gelebilecek kesimler kırlarda kış uykusunda tutulmaktadır. Kırsal nüfusun politik karakterinin geleneksel olarak muhafazakar ve tepkisiz oluşu finans kapitalin bu tercihinin gerekçelerini güçlendirmektedir.
Fakat Türkiye kırlarındaki sefaletin şiddeti son süreçte önemli oranda artmıştır. Köylü, her geçen gün daha büyük sıkıntıların içine düşmektedir. Özellikle tarım ürünleri ithalatının hızla artması, tarımsal girdi fiyatlarındaki aşırı artışlar ve devletin alım fiyatlarının enflasyon altında arttırılması küçük köylünün ekonomik durumunu son yıllarda önemli oranlarda bozmuştur. Bu durum Türkiye kırlarının geleneksel siyasal tercihi olan merkez sağdan radikal sağa kaymasına yol açmıştır. Merkez sağın kalesi olan Ege’de dahi son seçimlerde hem FP hem de MHP oylarını merkez sağ aleyhine artırmıştır.
Ayrıca kırların durumu önümüzdeki süreçte daha da bozulacak gibi görünmektedir. IMF ile yapılan stand-by anlaşmasının en büyük darbeyi vuracağı kesimlerden birinin de küçük köylülük olacağı muhakkaktır. Bu durum IMF’ye sunulan niyet mektubunda -siz Düyun-u Umumiye anlaşması ya da kölelik sözleşmesi olarak da okuyabilirsiniz- açıkça belirtilmektedir: “Halihazırda uygulanmakta olan tarımsal destekleme politikaları fakir çiftçilere destek sağlamanın en düşük maliyetli yöntemi değildir”. ABD, GMS kredileri denilen çok düşük faizli, çok uzun vadeli kredilerle ihracatını destekliyor, AB çiftçi başına 6100$ mali destek sağlıyorken, Türkiye niyet mektubu ile birlikte IMF’ye tarımsal desteklemeleri tamamen ortadan kaldırmayı taahhüt etmektedir.” Reform programımızın orta vadeli amacı varolan destekleme politikalarını safhalar halinde ortadan kaldırmak…”4 Yine hazırlanan tarımsal reform aynı sosyal güvenlik reformu gibi-taslağında ise tarımsal desteklemelere bütçeden yapılacak aktarımın, bütçenin %3’ünü aşmayacağı ifade edilmektedir. Oysa 2000 bütçesinin %45’i rahatlıkla birkaç büyük bankaya iç borç faiz ödemesi olarak ayrılabilmektedir. Milyonlarca küçük köylü aleyhine gerçekleştirilen bu siyasal tercih, finans kapitale yönelik gerçekleştirilen sermaye aktarımının kaynaklarından birini ortaya koymaktadır.
Eğer IMF patentli tarım reformu hayata geçirilirse bu kırların yeniden büyük bir dalga halinde kentlere göçe başlayacağı anlamına gelir ki bu da kentlerdeki işsizliğin varolan durumun bile çok çok ötesine ulaşması sonucunu doğurur. Kırlar bu politikalarla neredeyse 3. Türkiye haline dönüştürülmektedir. Türkiye kırları neredeyse 1000 yıllık geleneğini bir yana bırakarak önümüzdeki yıllarda oldukça hareketli bir döneme girebilir. Kürt küçük köylüleri kendilerini tarihin sahnesine kendi yordamlarınca koydular. Türk küçük köylüsünün ise kendisini hangi zeminde ortaya koyacağını önümüzdeki süreçte göreceğiz. Fakat şurasını kesin olarak söyleyebiliriz ki Türkiye kırlarında yaşanan çelişkiler önümüzdeki süreçte daha da büyüyecektir. Politikleşmenin hangi yöne doğru olacağı birçok farklı etkenin etkileşimi ile belirlenecektir fakat her türlü radikal hareketin Türkiye kırlarında güçlenmesi olasılığı geçmiş dönemlerdekine göre önümüzdeki süreçlerde daha da artacaktır.
1.2 Sanayi
Türkiye sanayileşmiş bir ülke midir? Bu soruya vereceğimiz cevap, sanayileşmeden ne anladığımıza bağlıdır. Eğer bir ülkenin ihracatının büyük kısmının sanayi ürünlerinden oluşması o ülkenin sanayileşmiş olabilmesi için yeterli kabul ediliyorsa o zaman Türkiye sanayileşmiş bir ülke olarak kabul edilebilir. Özal’ın şişine şişine “Türkiye artık bir tarım ülkesi değildir, sanayi ülkesidir, ihracatımızın şu kadarı sanayi mamullerinden oluşuyor” diye yaptığı konuşmalar hala hatırlarımızdadır. Oysa eğer bir ülkenin sanayileşmesini, endüstrisinin kendi imkan ve ihtiyaçlarına göre şekillenmesi, kendi teknolojisini ve üretim araçlarını kendisinin üretebilecek seviyeye ulaşması, dış ülkelere teknolojik bağımlılıktan kurtulabilmesi olarak anlıyorsak o zaman Türkiye sanayileşmemiş bir ülkedir. Zaten varolan emperyalist ilişkiler ağı içerisinde herhangi bir azgelişmiş ülkenin böylesi bir hatta ilerleyebilmesi pek mümkün de değildir. Son yıllarda neredeyse bir efsane haline getirilen Asya Kaplanları da aslında bize benzer ucuz emek cennetleridir. Zaten ne kadar kaplan oldukları da 97 Asya kriziyle ortaya çıkmıştır.
Bu söylenenler azgelişmiş ülkelerin sanayi üretimlerinde herhangi bir değişiklik ortaya çıkmasının imkansız olduğunu söylemek anlamına gelmiyor. Tam tersine emperyalist ilişkilerin kendi mantık çerçevesi içerisinde gelişmiş ülkelerin kendi eskimiş endüstrilerini azgelişmiş ülkelere aktarmaları ve buraların ucuz emek olanaklarından faydalanmaları sık rastlanan olgulardır. Emperyalist ülkeler üçüncü sanayi ayrımını aşmışken Türkiye gibi yukarı azgelişmiş ülkeler 1870’lerdeki Sanayi Devrimi’nin ortaya çıkardığı sektörlerde yoğunlaşan bir sanayileşme sürecini yaşamaktadırlar.
Türkiye’de sanayinin GSMH içindeki payı 1970’de %17.5 iken I980’de %20.5’e 1997’de ise %27.6’ya ulaşmıştır. Bu oran uzunca bir süredir sabitlenmiş gözükmektedir. Tarımdaki sürekli azalma, hizmetler sektörünün payındaki artış ile karşılanmaktadır. Bu oran tek başına çok fazla açıklayıcılığa sahip değildir. Acaba Türkiye sanayisinin yapısı nedir?
1.2.1 Alt Sektörlerine Göre Türkiye Sanayisi
Alt sektörlerine göre Türkiye sanayisi incelendiğinde en çok artı değerin kimyasal ve petrol ürünleri sektöründe üretildiği gözlenmektedir. Buna karşılık imalat sanayinde çalışanların yaklaşık %40’ı dokuma ve giyim eşyası sektörlerinde istihdam edilmektedir. Üretilen katma değer açısından bakıldığında ise bu sektör üçüncü sırada gelmektedir. En yüksek artı değerin üretildiği ikinci sektör ise metal eşya ve makine üretim sektörüdür. En yüksek artı değerin üretildiği ilk iki sektörde çalışan işçilerin sayısı dokuma ve konfeksiyonda çalışan işçilerden daha azdır.
A (%) | B (%) | |
Gıda, içki ve tütün sanayi | 16 | 17.3 |
Dokuma, giyim eşyası ve deri sanayi | 16.3 | 32.8 |
Orman ürünleri ve mobilya sanayi | 1 | 2 |
Kağıt, kağıt ürünleri ve basım sanayi | 3.2 | 3.6 |
Kimya sanayi, petrol, kömür, kauçuk, plastik | 28.6 | 9.5 |
Taş ve toprağa dayalı sanayi | 6.9 | 6.8 |
Metal ana sanayi | 6.8 | 6.6 |
Metal eşya, makina ve teçhizat, ulaşım aracı | 19.9 | 20.7 |
Diğer imalat sanayi | 0.2 | 0.5 |
A Sektörde yaratılan artı değer/toplam artı değer
B Sektörde çalışan işçi sayısı/toplam istihdam 5 |
Alt sektörler açısından incelendiğinde Türkiye sanayinin dört temel sektörden oluştuğu gözlenmektedir. Petro-kimya, metal eşya-makine-otomotiv, dokuma ve konfeksiyon, gıda-içki. İlk iki sektör üretilen artı değer ve verimlilik açısından, ikinci iki sektör ise istihdam edilen işçi sayısı bakımından öne çıkmaktadır.
Dokuma-konfeksiyon ve gıda-içki sanayileri ilkel sanayilerdir. Tam anlamıyla I. Sanayi Devrimi sürecinin ortaya çıkardığı ve birincil hammaddelere bağımlı endüstrilerdir. Bu sektörlerden özellikle dokuma ve giyim ucuz emek cenneti azgelişmiş ülkelerin gözde sektörüdür ve bu ülkelerin ihracat kalemlerinin büyük kısmı da bu sektör tarafından yaratılmaktadır. Örneğin Türkiye’de 1999 yılında gerçekleştirilen toplam ihracatın %33’ü dokuma ve konfeksiyon sektörü tarafından karşılanmıştır. Bu ilkel sanayi sektörleri toplam imalat sanayi istihdamının da %50’sini karşılamaktadır. Demek ki bu iki sektör sanayi üretiminin temel yükünü taşımaktadır.
Sektörler açısından bakıldığında Türkiye sanayi yapısının tipik azgelişmiş ülke özellikleri gösterdiği gözlenmektedir. Modern teknolojiler üretime yansımamıştır. Dokuma ve giyim sektörü incelendiğinde bile eski teknolojili makinelerin oranca fazlalığı göze çarpmaktadır. Emek yoğun üretim yapılan sektörlerin hakimiyeti söz konusudur. Elektronik alanında herhangi bir üretim altyapısı bulunmamaktadır. Özellikle 1996 yılında girilen Gümrük Birliği sonrasında ihracat patlaması beklentisi ile yine bu emek yoğun sektörlere önemli oranda yatırımlar gerçekleştirilmiştir. Fakat 97 Asya krizinin Doğu Asya Ülkeleri’nde devalüasyona yol açması, bu ülkelerin ihracatta rakibi olan Türkiye’yi dezavantajlı duruma düşürmüş, yine önemli pazarlardan biri olan Rusya’nın çöküşü Türkiye dokuma ve konfeksiyon sanayini önemli bir krizin içerisine sokmuştur. Birçok işletme kapanmıştır.
Türkiye’de imalat sanayi ürünlerinin ihracat içerisindeki payı %90’lara yaklaşmıştır, fakat bilgi-teknoloji yoğun malların ihracat içerisindeki payı sadece %3 civarında kalmaktadır. İhracatın yoğunluğu doğal kaynak yoğun mallardan emek yoğun mamullere ve ölçek yoğun sanayi mamullerine kaymıştır. 6
1960’ların montaj sanayi tartışmalarından bu yana değişen çok bir şey yoktur. Petrokimya ve otomotiv gibi birkaç istisnai sektörde teknolojik derinleşme söz konusudur. Otomotiv sektörü bu imkana çektiği dış sermaye ile ulaşmıştır. Türkiye’nin ve çevresindeki ülkelerin geniş pazar olanakları sunması, gelişkin ve düşük maliyet olanakları sağlayan bir otomotiv yan sanayinin bulunması ve yoğun devlet teşvikleri -Ford Otosan’a bedelsiz olarak verilen Seka Fidanlığı ile ilgili tartışmalar sürerken Demirel, “isterlerse Çankaya’nın bahçesini de veririm” diyebilmişti- gibi olanaklar yabancı sermayeyi çekmiştir. Fakat bu iki sektörde yaşanan gelişmeler genele yansımamaktadır.
Teknoloji geliştirme perspektifine hizmet eden araştırma geliştirme harcamalarının payı da GSMH’nin %0.4’ü oranında bulunmaktadır. Bu oran, en düşük olduğu Avrupa ülkesinde bile %1.5 seviyesindedir. ABD, Japonya, Fransa, Almanya gibi ülkelerde İse %2.5-3 civarındadır. Türkiye’de AR-GE faaliyeti olan büyük şirket sayısı, DİE verilerine göre 200’den azdır. AR-GE’ye en fazla pay ayıran şirket, askeri elektronik ekipman üreten ASELSAN’dır. Bu ilginç rastlantının anlamı üzerinde ileride de durulacaktır.
Sektörler bazında yapılan bu genel incelemeden Türkiye sanayisinin emek yoğun bir özelliğe sahip bulunduğu, verimliliğin düşük olduğu, teknoloji bağımlılığının artarak devam ettiği sonuçları rahatlıkla çıkarılabilir.
1.2.2 Ölçek Açısından Türkiye Sanayisi
Türkiye sanayisi ölçek açısından incelendiğinde genel olarak küçük işletmelerin sayısal yaygınlığı belirgin bir biçimde göze çarpmaktadır. İşyeri sayısı/ büyüklüğü oranına baktığımızda 10’dan az işçi çalıştıran işyerlerinin toplam işyeri sayısına oranının %90’dan fazla olduğu gözlenmektedir. “Esasen çok küçük diye tanımlanan bu tür işyerlerinde -10’dan az işçi çalıştıran- işlendirmenin Türkiye imalat sanayimdeki payının genişliği dikkat çekici boyutlardadır. Toplamın 1988 Ekim’inde %45.7’si, 1995 yılında ise %43.3’ü buralarda işlendirilmektedir. Bu kesimin genişliği kentlerde %(39-46), kırsal alanlarda ise %(48-64) arasında oynamaktadır ve genellikle %50’nin üzerindedir.” 7 Buna karşılık yaratılan artı değer bakımından 100’den fazla işçi çalıştıran büyük işletmelerin ezici bir hakimiyete sahip olduğu görülmektedir. Türkiye’de küçük burjuvazinin geleneksel yaygınlığı imalat sanayi yapısını da bu biçimde etkilemiştir. Özellikle son yıllarda gelişen ölçek küçültme ve taşeronlaştırma faaliyetleri sonrasında fason çalışan işyerlerinin büyük firmalar açısından önemi artmıştır. Küçük firmaların fason üretici olarak kullanımı, tekellerin maliyet azaltma yöntemleri içerisinde en etkili olandır. Binlerce fason üretici tekellerin dağıttığı işleri kapabilmek için yoğun bir maliyet rekabeti içerisindedir. Bu yöntemle tekeller, ucuz emek olanaklarından azami ölçüde faydalanmaktadırlar. Her zaman daha ucuza üretecek bir fason firma bulmak olanaklı olmaktadır. İşçi sınıfının parçalı yapısı böylece pekişmektedir.
Yine 90’lı yıllarda KOBİ’lerin etkinliği ve esnekliği üzerine yoğun bir edebiyat yaratılmıştır. Fakat 1998’den bu yana yaşanan kriz en fazla bu KOBİ’leri vurmuştur. Çorum, Denizli, Afyon, Gaziantep. Kahramanmaraş gibi illerde, özellikle ihracata dayalı konfeksiyon ve deri sektöründe etkinlik gösteren son krizle birlikte önemli oranda güç yitirmişlerdir. KOBİ’ler siyasal olarak da finans kapitalin karşısında Siyasal İslam’a destek vermişlerdir. Böylece devletin ekonomik olanaklarından daha fazla yararlanabilme umuluyordu. Hatta TÜSİAD’ın karşısında MÜSİAD gibi bir örgütlenme bile gerçekleştirildi. TÜSİAD’ın dar ve elit yapısına karşı MÜSİAD, Anadolu’nun dört bir yanındaki KOBİ’lerin sesini dillendirme yoluna gitti. Fakat 28 Şubat sürecinde MÜSİAD önemli oranda kan kaybetti, üyelerin büyük kısmı istifa etti.
İmalat sanayisinin temel gücü tekellerdir. Türkiye, tekelleşme konusunda birçok emperyalist ülkeyi bile geride bırakmaktadır. “Türkiye’de sektörlere göre firma egemenlikleri oldukça yüksek ve bu egemenliklerin kırılması hiç de kolay değil. Birkaç örnek vermek gerekirse, Sabancı kord bezinde, Şişe Cam -İş Bankası okuyun- dökme camda piyasanın tamamına hakim. Otomarsan otobüs piyasasının %95’ine, Koç’un Otokar’ı minibüs piyasasının %90’ına sahip. Akrilik elyafta Dinçkökler, piyasanın %88’ini Aksa ile elde tutuyorlar. Bu ölçüde bir “yoğunlaşma” yerli firmalara kuşkusuz büyük avantaj sağlıyor.”8 Ekonomik kriterlere göre 3 firmanın bir piyasanın %50’sine hakim olması tekelleşme sayılırken ülkemizde birkaç sektör dışında üç firma piyasanın en az %90’ına sahip bulunmaktadır. Bu durum devlet eliyle finans kapital yaratma sürecinin bir sonucudur.
Özetlemek gerekirse küçük firmalar sayıca oldukça yaygın olmalarına rağmen üretilen artı değer açısından finans kapitalin imalat sanayisinde ezici bir hakimiyeti söz konusudur. Tekelleşme dünya ölçülerini dahi fersah fersah aşan bir noktadadır.
1.2.3 Yatırımlar ve Karlar Açısından Türkiye Sanayisi
Türkiye imalat sanayinde en göze çarpan özellik karların bileşimidir. Gerçekte yaşanan krizin ve devletin finans kapitale sermaye aktarımının en açık göstergesi olarak karların büyük kısmının faaliyet dışı gelirlerden kaynaklanıyor olmasıdır. 1998 yılı bilançolarına göre ilk 500 büyük firmanın karları incelendiğinde, bunların %88’inin faaliyet dışı gelirlerden kaynaklandığı gözlenmektedir. Daha da çarpıcı olanı ikinci büyük 500 firma incelendiğinde ortaya çıkmaktadır ki bunlar için aynı oran %100’ün üzerine çıkmaktadır. Yani faaliyet dışı gelirleri olmasa bu firmalar zarar edecektir. Son yıllarda %50’lerde gezinen bu oran 1998 krizi ile birlikte böylesi bir seviyeye sıçramıştır. Faaliyet dışı gelirlerin esası yüksek reel faizli devlet tahvillerinden elde edilen faiz gelirlerinden kaynaklanmaktadır. Yani işi üreterek para kazanmak olan firmalar, neredeyse varlık koşullarını ortadan kaldırarak gelirlerinin neredeyse tamamını faiz gelirinden edinmiştir. Bu Türkiye kapitalizminin bugün ulaştığı asalaklık seviyesini en iyi karakterize eden özelliktir.
Bu çarpıcı gösterge iki noktanın altını çizmektedir. Adı ne olursa olsun devlet aracılığı ile ezilenlerden finans kapitale yönelik müthiş bir sermaye aktarımı söz konusudur. “Devlet ekonomiden elini çeksin” söyleminin en sık kullanıldığı bu süreçte devlet finans kapital lehine büyük bir soygunun öznesi durumundadır. Hırsız, emekçilerin toplam pastadan aldığı payı sürekli azaltırken buradan edindiği kaynakları büyük bir arsızlıkla finans kapitale aktarmaktadır. Büyük bir soygun ve talan söz konusudur. Bu akıl almaz süreç milyonlarca emekçinin gözleri önünde tıkır tıkır işlemektedir. Bir taraftan da toplumsal işlevi olan KİT’lerin ve sosyal güvenlik kurumlarının açıkları topluma kara delik olarak yutturulmaktadır. Bugün en büyük kara delik finans kapitalin ta kendisidir. Finans kapital iç borç faiz ödemeleri adı altında bütçeden doğrudan kendisine bir transfer kalemi yaratmıştır. Bu sermaye birikim süreci belli bir amaca hizmet etmektedir. Bunu ileride tartışacağız.
İkinci nokta ise ekonomik durgunluğun neredeyse süreklileşmiş olduğudur. Sanayi sermayesinin bu düzeyde spekülasyona yönelmesi varolan alanlara sabit sermaye yatırımının getirisinin reel faizlere nispetle düşük olduğunun da bir göstergesidir. İşsizlik inanılmaz boyutlara çıkmışken, yatırımlar karlar ölçüsünde artmamakta, yeni istihdam olanakları yaratılmamakta, tam bir tefeci bezirgan ekonomisi mantığı ile karlar yeniden spekülasyona yönlendirilmektedir. Özel sermaye gün geçtikçe tefecileşmekte, kendisini meşrulaştırmakta kullandığı iş yaratma özelliğini neredeyse tamamıyla yitirmektedir. “…bu yayının içerdiği veri kümelerine ve araştırma sonuçlarına dayanarak çözümleme yaptığımızda son yıllarda Türk imalat sanayinin iş yaratma gücünde önemli bir yavaşlamanın ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Bu tabii çok önemli bir tehlike oluşturmaktadır.” 9 Denebilir ki şu anda Türkiye’nin sanayileşmesinin önündeki en büyük engel finans kapitaldir.
Toplumsal kaynakların büyük oranda finansal piyasalara kaydırılması ile birlikte sanayi üretiminin artışı da önemli oranda yavaşlamıştır. Reel sektörler gün geçtikçe kan kaybetmektedir. “Sanayideki yıllık büyüme hızı 1980-90 arasında %7.8’den 1990-97 arasında %4.6’ya inerken hizmetler kesiminde daha sınırlı da olsa benzer bir hız kaybı görüldü. İhracatın yıllık artış hızı da aynı kervana katılarak (%16.9’dan %10.9’a) geriledi. Bu tablo I990’lı yılları bir bütün olarak (1998 ve 1999 kriz yılları olduğuna göre) İkinci Dünya Savaşı yılları hariç Cumhuriyet’in en başarısız yılları olduğunu gösterir.” 10 Gerçekten de kriz yılları olan 1998 ve 99’da imalat sanayi önemli oranda küçülmüştür. DİE’den yapılan açıklamaya göre sanayi sektöründe üretim düşüşü 1999 Ağustos’ta %12.5, Eylül’de %9.3, Ekim’de ise %9.1’e ulaştı. Bu süreçte kapasite kullanım oranlarının da önemli oranda düştüğü gözlenmiştir. Fakat bütün bu göstergelere rağmen devletin kaynak aktarım mekanizmaları sayesinde sanayi sektörü kar etmeye devam etmiştir.
Özetlemek gerekirse bir ülke ekonomisinin can damarı olan sanayi bu süreçte önemli oranda kan kaybetmektedir. Sanayiye yönelmesi gereken yatırımlar, finansal alana akmaktadır. Ülke ekonomisi topyekün tefeci bezirganlaşmaktadır.
1.3 Hizmet Sektörü
Hizmet sektörü 1980’li yılların gözde sektörüdür. “Post” edebiyatı yazarlarının en çok kullandığı temalar hep kapitalizmin hızla bir hizmet toplumu olma yolunda ilerlediği, hizmet sektörlerinin her ülkede büyüdüğü, yeni açılan istihdam alanlarının daha ziyade hizmet sektörü ile ilgili olduğu üzerinedir. Enformasyon toplumu teorisi bu temaları en fazla yaygınlaştıran yaklaşım olmuştur.
İlk bakışta Türkiye’nin de bu trendin içinde olduğu söylenebilir. Gerçekten de Türkiye ekonomisine üç temel sektör açısından bakıldığında hizmet sektörünün düzenli olarak büyüdüğü görülebilir. 1998 yılında milli gelirin %59.3’ü hizmetler sektörü tarafından karşılanmaktaydı. Tarımın hem milli gelir hem de istihdam payı düzenli olarak azalırken hizmet sektörü büyümektedir.
Fakat Türkiye’de hizmet sektörünün büyümesini emperyalist ülkelerdeki gelişimin dinamikleriyle açıklayabilmek mümkün değildir. Bu ülkeler sanayi gelişimlerinin yerine bir hizmet ikamesi sürecinde değildirler. Oysa Türkiye’de sanayinin yeterli hızda gelişmeyişi, kırlardan boşalan istihdamı düzenli bir biçimde emememesi, küçük burjuvazinin ve küçük ticari faaliyetlerin geleneksel yaygınlığı hizmet sektörünün gelişimini koşullayan en önemli etkenlerdir.
Hizmet sektörü bağlamında güncel olarak en önemli alan bankalar üzerinde duracağız.
1.3.1 Bankacılık Sistemi
Bankalar son yıllardaki ekonomik gelişmeleri anlamlandırabilmek için birinci derecede önemli bir noktada durmaktadırlar. Emekçilerin mali politikalar aracılığı ile soyularak finans kapitale sermaye aktarımını gerçekleştirme sürecinde bankalar başrolü oynamaktadırlar.
Devletin siyasal bir tercih sonucu burjuvaziden düşük vergi toplama kararının bir sonucu olarak içine girilen kamu açığı büyüme sürecinin çok yüksek reel faizlerle iç borçlanmayı yarattığını biliyoruz. İç borçlanma batağı, her ne kadar “ekonomik ve doğal bir zorunluluk” olarak gösterilmeye çalışılsa da açık bir siyasi tercihin ürünüdür. 15 yıl boyunca yürütülen “Düşük Yoğunluklu Savaş” harcamalarının finanse edilebilmesi, kayıt dışı ekonomi adı verilen ve son kertede finans kapitale yönelik bir sübvansiyon olarak değerlendirilmesi gereken vergisiz ekonomik sektörün neredeyse milli gelir hacmine ulaşması gibi faktörler bu gerçeği ortadan kaldırmaz. 1980’den bu yana finans kapitale yönelik gerçekleştirilen net sermaye aktarımının son bulunan biçimi iç borç faizi ödemeleridir. Bu biçim hayali ihracat, vergi kaçırma vs. gibi yöntemlere göre çok daha legal ve prestijli bir görünüm sergilemektedir.
1994 krizinden bu yana dış kredibilitesini bütünüyle yitiren Türkiye, kamu açıklarını aşırı yüksek faizli iç borçlanma tahvillerinin satışından sağladığı kaynaklarla kapatabilmektedir. Memur maaş ödemelerinden önce dahi ihale açılarak borçlanma yapılması neredeyse genel bir kural haline gelmiştir.
Bankalar bu tahvillerin en iyi müşterileri durumundadırlar. Bankaların tahvil satın almakta kullandıkları sermayeyi temin ettikleri iki kaynak mevcuttur. Birincisi bankaların normal bankacılık yöntemleri ile piyasadan çektikleri mevduat, repo vs. gibi bankacılık faaliyetlerinden kaynaklanan sermayedir. Fakat borçlanmanın ulaştığı seviye hatırlanırsa (sadece faiz ödemeleri için 2000 yılı bütçesinin %45’i ayrılmıştır) bankaların bu düzeyde büyük bir sermaye miktarını kendi öz kaynaklarından karşılayamayacakları açıkça ortadadır. Bu noktada yerli bankalar, dünya finans tekellerinden, tabii ki iç faiz seviyelerinden çok daha düşük faizlerle borçlanarak devletin gereksindiği kaynakları sağlarlar. Bugün ABD ve AB ülkelerinde %5-6 reel faiz bile aşırı yüksek bir faiz olarak değerlendirilirken Türkiye 1997-99 sürecinde neredeyse sürekli olarak %40 reel faiz ile borçlanmıştır. Yerel bankalar yaptıkları bu aracılık sayesinde kar patlaması yapmışlardır.
Bugün Türk bankaları karlılıkları ile dünya çapında adlarından söz ettirmektedirler. Sermaye büyüklüğü açısından kayda değer büyüklükte bir Türk bankası bulunmamasına rağmen Türk bankaları aşırı karlı bankalardır. Örneğin Akbank ve İş Bankası 1998 yılında karlılık/öz varlıklar oranı açısından yapılan bir sıralamada dünya çapında I. ve 2. sıraya sahip olmayı başardılar. Yine Doğuş Grubu’nun Garanti Bankası, orta büyüklükteki dünya bankaları arasında yılın bankası seçilmiştir. Bu bile, Türkiye’de bankalar aracılığı ile gerçekleştirilen soygunun eşi ve benzerinin dünyada olmadığının yeterli ifadesi olarak kabul edilebilir. Sabancı’nın bankası olan Akbank’ın I999’un ilk 6 ayı içindeki karı 100 trilyona ulaşmıştı. Asgari ücretin daha yeni 80 milyon olduğu bir ülkede bunlar korkunç rakamlardır.
Sanayide olduğu gibi bankacılık sektöründe de aşırı bir tekelleşme ve merkezileşmeden bahsedebiliriz. “Bankacılık sektörümüzün önemli özelliklerinden bir diğeri de mevduat toplama ve kredi verme faaliyetinin büyük bir bölümünün bir kaç bankada yoğunlaşmasıdır. En büyük 7 banka (4’ü devlet, 3’ü özel) toplam mevduatın %70’ini toplamakta ve toplam kredilerin %65’ini kullandırmaktadır.”11 Bankalar, ekonomi üzerinde söz sahibi tekellerin denetiminde bulunmaktadır. Son bankalar operasyonu, kurtarılan bankaların sahiplerini zenginleştirdiği gibi -ki aralarında Demirel’in yeğeni de bulunmaktadır- aynı zamanda holding bankalarının büyüme imkanlarını geliştirmiştir. Doğuş Holding (Garanti, Osmanlı, Körfezbank, Bahrein), Sabancı Holding (Akbank, BNP-Akbank), Çukurova Holding (MNG Bank, Çukurova, Yapı Kredi, Pamukbank) ve Koç Holding (Koçbank) bankacılık sektörünün hakimleri olarak görülüyor. Aynı zamanda medya patronlarının da -Aydın Doğan (Dışbank), Dinç Bilgin (Etibank), Uzan (İmarbank, Adabank) ve Erol Aksoy (İktisat Bankası)- banka sahibi olabilme konusunda büyük gayret içerisinde oldukları görülmektedir.
Bankacılık sektörü aynı zamanda kara para aklama süreci açısından da büyük önem taşıyor. Özellikle off-shore bankacılık denilen serbest bölge bankacılığı uygulamaları kara para aklanmasını oldukça kolaylaştırıyor. Kumarhanelerin kapanması ile birlikte bu kurumların önemi daha da artmıştır. Hızla çeteleşen ve mafyalaşan ekonomik sistemin en belirgin sembolleri bu bankalardır. Özellikle ülke dışında açılan şubeler karapara aklama işlemlerinin limanı olarak kullanılmaktadır. Bir devlet bankası olan Halk Bankası’nın Almanya şubelerinin hesaplarına Alman bankaları tarafından bir süre önce el konulması kara para organizasyonlarının ulaştığı noktayı sergilemesi açısından ilgi çekicidir. Kara para aklama organizasyonlarının en yoğun olarak gerçekleştiği Dublin ve Kuzey Kıbrıs gibi merkezlerde Türk bankalarının dış şubeleri bulunmaktadır. Koç, çok kısa bir süre önce bir Kıbrıs bankasını satın almıştır. Ordu’nun bankası OyakBank’ın da tek yurtdışı şubesi Dublin’de bulunmaktadır. Türkbank’ın özelleştirilmesi sürecinde yaşananlar, kontrgerilla bağlantılı mafya lideri Çakıcı’nın özelleştirme sürecinde etkin rol oynaması, bakanların ve başbakanların devreye girmesi, büyük bir hızla bir medya devi haline gelen Korkmaz Yiğit’in Türkbank ihalesi sonucunda tepetaklak oluşu ve hapse düşüşü bankacılık sektöründe edinilen tatlı karların yarattığı çıkar çatışmalarının ne kadar ciddi sonuçlar verebileceğini göstermesi açısından öğreticidir.
Bankalar aslı faaliyetleri olması gereken küçük sermayeleri bütünleştirmek ve sanayinin bu kaynaklardan yararlanmasını sağlayarak büyümeye hizmet etmek noktasından tamamen uzaklaşmışlardır. “Bugün bankaların kar zarar tabloları incelendiğinde görülecektir ki karlılık rakamlarının büyük kalemleri esas bankacılık faaliyetlerinden ziyade diğer gelir kalemlerinden oluşmaktadır. Yabancı bankalarda aktiflerin ve öz kaynakların karlılığa oranları Türk bankalarından daha yüksektir.”12
1996 1 Mayıs’ında varoşlardan Kadıköy’e akan emekçilerin tepkilerini hiç de anlamsız bir biçimde ortaya koymadıkları bu genel değerlendirmeden de rahatlıkla çıkartılabilmektedir. Türkiye’de zenginliğe, özellikle de böylesi bir tefecilik süreci sonucunda kolaylıkla edinilene her türlü tepki sadece makul olmanın ötesinde emekçiler merkezli bir gelecek için mutlaka gereklidir.
2. Restorasyonun Türkiye Ekonomisinde Gerçekleştirmeye Çalıştığı Dönüşümlerin Sınıfsal Anlamı
28 Şubat ile sembolize olan restorasyonu salt bir siyasal süreç olarak değerlendirmek yetersizdir. Restorasyonun siyasal anlamını düzenin siyasal güç merkezinin yeniden inşa edilmesi olarak tanımlanabilir. Ekonomik anlamda da restorasyon benzeri bir merkezileştirme ve yoğunlaştırma süreci olarak anlaşılabilir. Siyasal İslam ile merkezi burjuva politik güçler arasındaki çatışmanın arkasında yatan en önemli çelişkinin I980’li yıllarda önemli bir atılım gerçekleştiren tekel-dışı Anadolu Burjuvazisi ile geleneksel finans kapital arasında olduğunu zaten oldukça iyi biliyoruz. Dolayısıyla MGK eliyle gerçekleştirilen yeniden düzenleme organizasyonları ekonomi alanında da belirleyici olmuştur. “Şeriata destek veren şirketlerden alışveriş etmeyelim” içerikli sivil toplum(!) kampanyaları ile başlayan süreç Asya ve Rusya krizlerinin de yarattığı ortamda Anadolu burjuvazisine vurulan esaslı darbelerle devam ettirilmiştir. 1998’den bu yana etkisini önemli oranda hissettiren kriz, en şiddetli etkisini Anadolu’da göstermiş, Anadolu kaplanlarının çoğu yere serilmiştir.
Finans kapitalin uzun vadeli tek stratejisinin tekel dışı burjuvaziyi etkisizleştirme olduğunu düşünmek gerçekçi değildir. Esas strateji emperyalizmle girilen yeni ilişki ağı içerisinde şekillenmektedir. 1980’lerde hızlanarak etkisini hissettirmeye başladığını söyleyebileceğimiz II. Küreselleşme süreci bütün azgelişmiş ülkeler üzerinde olduğu gibi Türkiye ve rolü üzerinde de ciddi etkiler yaratmaktadır. Küresel sermayeyi sınırlayan bütün etkenlerin adım adım ortadan kaldırıldığı, çok uluslu şirketlerin devletleri aşan büyüklükte güçler olarak hem ekonomiye hem de siyasete ağırlığını çok daha belirgin bir biçimde koymaya başladığı son 20 yılda emperyalizm olgusunun belirleyiciliği, sosyalizmin yaşanılır bir gerçeklik olduğu yıllara göre çok daha artmıştır. Türkiye’nin de bu gelişmelerden payını almaması beklenemez. Finans kapital kendi önüne koyduğu hedefleri bu doğrultuda değerlendirmektedir.
Emperyalizmin yeni sıçramasının Türkiye’ye etkileri ikili bir karakter taşımaktadır.
2.1 Uluslararası Finans Kapitalle İlişkilerin Yeniden Yapılandırılması
Bu etkilerden birincisi uluslararası finans kapitalle ilişkilerin yeniden yapılandırılması eğilimi yönündedir. Küresel sermaye; sosyalizmin yaşanılır bir gerçeklik olmaktan çıkması, dünyada işçi sınıfı hareketlerinin genel güç kaybetmesi gibi siyasal, enformasyon teknolojisinde ortaya çıkan önemli gelişmeler gibi de ekonomik sebepler sayesinde önüne çıkan bütün engelleri yıkan bir sele dönüşmüştür. Küreselleşme, Yeni Dünya Düzeni gibi zihinlerde hegemonya kurmaya yönelik kavramların ideolojik gücü ile de beslenen süreç özellikle azgelişmiş ülkelerin boyunduruğunu daha da sıklaştırmaktadır. Bandung Konferansı ve Bağlantısızlar ruhu artık çok gerilerde kalmış gözükmektedir. Küreselleşmenin kaçınılmaz bir süreç olduğu, bu treni kaçıranın dünya ekonomisinden dışlanacağı ve Irak durumuna düşeceği, dolayısıyla ulusal ekonomilerin hızla küreselleşme süreci ile uyumlu bir hale getirilmesi gerekliliği genel bir doğru olarak tanımlanır hale gelmiştir. I. Küreselleşme nasıl kapitalizmin dünya üzerindeki hakimiyetini hızla büyütmesi anlamına geldiyse -“1876-1900 yılları arasında Avrupalı güçlere ait sömürgelerin alanları %79.6 arttı. İngiliz sömürgelerinin alanı 2.5 milyon milkareden 7.7 milyon milkareye yükseldi. Yeni bir sermaye biçimi olarak mali sermaye ortaya çıktı ve dünya pazarında etkin olmaya başladı.”13– 1980’den sonra belirginleşen II. Küreselleşme de benzer biçimde azgelişmiş ülkelerin emperyalizme bağımlılıklarını arttırmaktadır. MAI, uluslararası finans kapitalin yeniden yapılanan hakimiyet biçiminin anayasası olarak tanımlanabilir. Bilindiği gibi I998’de dünya kamuoyuna deşifre olan MAI, küresel sermayenin hareketinin önündeki sınır, gümrük, yasal düzenleme, ulusal hak, kamunun çıkarları vs. gibi bütün engelleri ortadan kaldırmakta ve bu sürece hukuki bir boyut kazandırmaktadır. MAI ile azgelişmiş ülkeler bütünüyle küresel sermayenin serbest bölgeleri haline getirilmektedir. Dünya emekçi kamuoyunun tepkisi ve emperyalistler arası kimi anlaşmazlıkların sonucu olarak MAI şimdilik rafa kaldırılmış gibi gözükse de IMF ve DB dayatmaları sonucunda MAl’nin maddeleri azgelişmiş ülke devletlerine birer birer kabul ettirilmektedir. Ulus devletin tüm sosyal yönleri bir bir ortadan kaldırılmaktadır. Uluslararası Tahkim’in kabulü sayesinde ulusal yargı sistemleri aracılığı ile yabancı sermayeyi sınırlandıran tüm etkenler ortadan kaldırılmaktadır. Azgelişmiş ülkelerin tüm ekonomik yapısı emperyalizmin yeni ihtiyaçlarına göre yeniden şekillendirilmektedir.
Türkiye’de üst orta gelir grubunun son basamaklarındaki bir azgelişmiş ülke olarak bu süreçten payına düşeni almaktadır. Özellikle 57. Hükümet’in yarattığı görece istikrar ortamında gerçekleştirilen reformlar(!) tamamıyla MAI çerçevesinde ve IMF dayatmasıyla gerçekleştirilen uygulamalardır. Bankalar Kanunu, Geriye Etkili Tahkim, Mezarda Emeklilik Yasası şimdiye kadar gerçekleştirilen reformlardan birkaçıdır. IMF’ye stand-by anlaşması için sunulan taahhütleri içeren niyet mektubu ise ülke kaynaklarının altın bir tepsi içerisinde uluslararası finans kapitale sunulduğunun açık bir ifadesidir. Ülke ekonomisinin denetimi bütünüyle IMF uzmanlarının denetimi altındadır. Düyun-u Umumiye ve Kapitülasyonlar geri dönmüştür. Kemalizm’e sımsıkı bağlı ordumuzun laik cumhuriyeti kurtarmak için yarattığı restorasyon süreci ve onun ürünü 57. Hükümet’in icraatlarının böylesi sonuçlar yaratması bir paradoks mudur? Evet, ama ancak iflah olmaz halkçı Kemalist, ordu hayranlarımız için.
Uluslararası finans kapitalle ilişkilerin yeniden yapılandırılması başlığı altında bahsetmeden geçmememiz gereken bir önemli gelişme de Ecevit’in ABD ziyareti sonrasında imzalanan serbest ticaret anlaşmasıdır. Anlaşmanın tam ismi “Türkiye-ABD Ticaret ve Yatırım İlişkilerinin Geliştirilmesi Anlaşması”. Anlaşma ilk etapta 5 yıl süre ile yürürlükte kalacak. Genel olarak MAl’nin ruhuna uygun maddeler içeren anlaşmaya göre iki ülke arasında gerçekleştirilecek yatırımlar tümüyle serbestleştirilecek; ticaret, hizmetler, çalışma yaşamı ve diğer alanlardaki tüm mevzuat engelleri ortadan kaldırılacak, serbest bölgelerin kurulması teşvik edilecek. Yine bir gazeteye göre, anlaşmayı tartışan, onaylayan TBMM komisyonlarının başkan ve üyelerinin bile anlaşma içeriğinden haberleri yoktur. Haber alma özgürlüğümüzün önündeki en büyük engel olan tekelci medyamızın da çabalarıyla emekçi kamuoyunun anlaşma ile ilgili yeterli bilgi sahibi olması engellendi. Öcalan’ın bir CIA-Gladio organizasyonu sonucu yakalanması, Bakü-Ceyhan Boru Hattı ve AB üyeliğinin onaylanması konularında ABD’nin koyduğu ağırlığın gerekçelerinden biri olarak bu anlaşma oldukça önemlidir. -İngilizler, Mısır Hidivi Mehmet Ali Paşa’ya bağlı orduyu Kütahya’da durdurmalarının karşısında Osmanlı ekonomisini bütünüyle esir almalarını sağlayacak serbest ticaret anlaşmasını imzalatmayı başarmışlardı. II. Mahmut bu olay üzerine kahrından ölmüştü- Önümüzdeki günlerde özellikle GAP ve depremden etkilenen Marmara bölgelerinde geniş serbest bölgelerin kurulduğuna, buralara özellikle ABD ve İsrail sermayelerinin önemli oranda akmasına tanık olma ihtimalimiz oldukça yüksektir.
2.2 Alt-Emperyalistleşme Gayretleri
İkinci etki bütünüyle ilkine bağlıdır. Yani alt emperyalistleşebilmenin yolu uluslararası finans kapitalle kurulan yeni ilişki biçimlerinin olgunlaşabilmesinden geçmektedir. Türkiye’nin bu konuda emperyalizme önemli oranda güven verdiği ortadadır. Uzunca bir süredir etkilerini hissedegeldiğimiz ABD-İsrail-Türkiye ittifakının stratejik bir yönelim olduğu artık iyice belirginleşmiştir.
Sosyalizmin yaşadığı yenilgi sonrasında emperyalistlerarası paylaşımın en fazla yoğunlaştığı bölge Avrasya, özel olarak da Ortadoğu, Kafkaslar ve Balkanlar üçgenidir. Son bir yıla sığan Irak, Yugoslavya ve Çeçenistan savaşları yeniden paylaşım geriliminin kıvılcıma dönüştüğü noktalar olmuştur. Bu bölge bir yandan sahip olduğu enerji kaynakları bir yandan da emperyalizme yarattığı yeni pazar olanakları açısından paylaşım mücadelesinin en sert geçtiği bölgelerdir. ABD’nin 21. yüzyıl stratejisi Avrasya’ya hakim olmak üzerine kurulmuş durumdadır.
Bölge aynı zamanda emperyalist sistemin zayıf halkaları olan ülkeleri kapsamaktadır. Kapitalist gelişmenin önemli bir seviyeye ulaştığı, işçi sınıfının önemli bir güç olduğu, sosyalizmin nimetlerinden faydalanmış ülkelerdeki geri dönüş isteğinin büyüyebilme olasılığı, ülke içi gerilimlerin genelde çok yüksek olması, gelir adaletsizliğinin toplumsal gerilimleri tırmandırması gibi etkenler bu ülkeleri gelecekte olası devrimlerin merkezi haline getirmektedir. Bu sebeple bölgeye kelepçe vurabilmek emperyalist merkezler açısından çok büyük önem taşımaktadır. ABD- Türkiye-İsrail (Ürdün-Mısır) ittifakı Ortadoğu’ya kelepçe vurma girişimidir. Son süreçte gündemde olan Balkan ve Kafkas Paktları da bu sürecin parçaları olarak düşünülmektedir.
Türkiye emperyalizmle girmiş bulunduğu ilişkide alt emperyalistleşme rolüne soyunmuştur. Alt emperyalistleşme kavramından bölgesinde etkili ve belirleyici bir güç olmayı anlıyoruz. Tabii bu etki ve belirleyicilik önemli oranda gerçek emperyalist güç ile girilen ilişkiden kaynaklanmaktadır.
Finans kapitalin altemperyalistleşme çabasının geleceği ile ilgili ipuçları bulabileceğimiz iki alanı da bu bağlamda inceleyelim:
2.2.1 Finans Kapitalin Yurtdışı Sermaye İhracı
Finans kapitalin yurtdışı yatırımları son yıllarda önemli oranda artmıştır. Finans kapitalin yurtdışına yönelik mali yatırımları aracılığı ile elde ettiği faiz geliri 1980’lerde 300-400 milyon $ seviyesinde iken bu rakam 1997’de 1.9 milyar $’a, 1998 yılında ise Kasım itibarıyla 2.2 milyar $’a ulaşmıştır. Türkiye 1997 ve 1998 yıllarında dış borçlarına karşılık sırasıyla 4.6 ve 4.4 milyar $ dış borç faizi ödemiştir. Demek ki finans kapital ödenen yıllık dış borç faizinin neredeyse yarısı kadar yıllık yurtdışı faiz gelirine sahiptir. Toplam yurtdışı mali yatırımların yaklaşık 50 milyar $ civarında olduğu düşünülmektedir.14
Yurtdışı yatırımları sadece mali yatırımlarla sınırlı değildir. 1998 yılı başı itibarıyla 700 dolayında Türk firması kırktan fazla ülkeye 1.5 milyar $ tutarında doğrudan yatırım gerçekleştirmiştir. Doğrudan yabancı yatırımların yöneldiği ülkelerin başında İngiltere (%26.2), Almanya(%18.5), Hollanda (%7.6) ve Lüksemburg(%5.8) gibi AB ülkeleri gelmektedir. Bilindiği gibi emperyalist ülkelerin yaptıkları dış yatırımların büyük kısmı kendi aralarında gerçekleştirdikleri yatırımlardır. Bu dört ülkeyi Azerbaycan takip etmektedir. Azerbaycan’da 60 milyon $’lık Türk doğrudan yatırımı bulunmaktadır. Görüldüğü gibi Türkiye’nin MİT aracılığı ile Azerbaycan’da darbe girişiminde bulunmasını anlaşılır kılabilecek koşullar mevcuttur. Yine Rusya, Kazakistan ve Romanya finans kapitalin sabit dış yatırımlarından en büyük payı alan ülkelerdendir.
Yatırımların yoğunlaştığı sektörlerin başında bankacılık sektörü gelmektedir. Bu sektör toplam yatırımların %52.2’sini toplamıştır. İmalat sanayine yönelik yabancı sabit yatırımlar ise toplamın %22.5’ine ulaşmıştır. Ticaret (%I9.9) ve inşaat (%3.7) ise yine önemli paylara sahip iki sektör olarak dikkat çekmektedir.
Dış yatırımların böylesi bir seviyeye ulaşmış olması dış politikayı finans kapital için daha da önemli bir alan haline getirmektedir. Özellikle Orta Asya’daki Türk Cumhuriyetleri’ne yönelik önemli bir yatırım yoğunlaşmasının gerçekleşmesi mümkündür. Türkiye finans kapitali dünyanın en hızlı büyüyen pazarları olan Çin ve Güneydoğu Asya pazarlarından kendi payına düşeni almak isteyecektir.
2.2.2 Askeri Sınai Kompleksin Gelişimi
Türkiye alt emperyalistleşme sürecinde ilerlemeye gayret eden bir ülke olarak askeri sınai kompleksin gelişimi noktasında önemli adımlar atmaktadır. Bu konuda 15 yıldır sürdürülen savaş önemli bir sermaye birikim olanağı sağlamıştır. Türkiye finans kapitalinin gelişme stratejisi içerisinde askeri yatırımların önemli bir yere sahip bulunduğu bilinmektedir. Ordu, önümüzdeki 20 yıl içinde silahların modernizasyonu için 150 milyar $’lık bir kaynak ayırdığını açıklamış bulunmaktadır. Dünya silah pazarının yıllık 600-700 milyar $ seviyesinde olduğu düşünülürse bu çok önemli bir rakamdır. Bu kaynakların önemli bir kısmı silah ihracatı yoluyla uluslararası silah tekellerine akıtılacaktır. Fakat önemli bir kısmı da yerel askeri sinai kompleksin sermaye birikimi için değerlendirilecektir.
Yine devlet bütçeleri içerisinde Milli Savunma Bakanlığı’nın aldığı pay büyümeye devam etmektedir. Örneğin 2000 yılı bütçesi incelendiğinde Türkiye’nin silahlanmaya, eğitime ve sağlığa ayırdığından daha fazla pay ayırdığı rahatlıkla fark edilecektir. MSB bütçesinin GSMH içindeki payı 1994 yılında %2 iken, 1995’te % 1.9, 1996’da %2.2, 1997’de %2.3, 1998’de ise %2.8 olmuştur.15
Türkiye dünyanın en büyük silah ithalatçılarından biri olmaya devam etmektedir. 1989-1993 döneminde Türkiye toplam 7.73 milyar $’lık silah ithalatı yapmıştır. Bu rakam Ortadoğu’daki tüm komşuların ithalatından daha büyük bir miktara denk düşmektedir. ABD ve Kanada hariç 1993-96 yılları arasında NATO ülkeleri tarafından verilen silah ihalelerinin %25’i Türkiye kökenlidir.
Türkiye emperyalizm açısından tam bir ateş çemberi olan Balkanlar-Orta Doğu-Kafkaslar bölgesinde NATO’nun gerçekleştireceği operasyonların en önemli unsurlarından biri olarak hazırlanmadadır. Geliştirilen savaş stratejileri, bölgede gelişebilecek devrimci ve anti-emperyalist kalkışmalara yanıt üretebilmek amacına yöneliktir. Hantal ve ağır yapı, dar fakat profesyonel ve vuruş gücü yüksek bir seviyeye geliştirilmek istenmektedir. Yüksek hareket yeteneği ve kriz bölgesine hızla intikal yine TSK’nin gelecekteki yapısının stratejik bileşenleridir. NATO’nun yeni konsepti dikkate alınırsa Türkiye’nin gelecekteki misyonu daha da anlaşılır bir hale gelmektedir. Bilindiği gibi NATO, açıkladığı yeni konsepti uyarınca dünyanın istediği ülkesine demokrasi, barış, insan hakları gibi gerekçelerle askeri müdahalede bulunabilecektir. Bu dünya halklarına verilen bir ültimatomdur. “Sizler Fukuyama’nın Tarih’in Sonu tezine ikna olmamakta ısrar edip, yine liberal demokrasi ve serbest piyasa ekonomisinin dışına taşma yoluna giderseniz karşınızda serbest piyasanın ve liberal demokrasinin ordusu NATO’yu bulacaksınız”. Hatta kimi zaman bu kadar ileri gitmek bile gerekmemektedir. Geçtiğimiz yıl gerçekleştirilen Yugoslavya operasyonu önemli bir ilke imza atmıştır. İlk kez bir ulus devlet, kendi iç sorunları bahane edilerek günlerce bombalanmıştır. Türkiye bu operasyona bilfiil hava kuvvetleri aracılığı ile katılmıştır. Yine İncirlik’ten kalkan uçaklar her gün Irak’ı bombalamaktadır. Türkiye, deprem sürecinde binlerce ton petrolü karşılıksız olarak Yumurtalık’a pompalayan Irak’a şükranlarını bu şekilde iletmektedir.
Türkiye finans kapitalinin savaş üzerine bir gelecek hayal ettiği ortadadır. Türkiye askeri sanayi altyapısına önemli oranda sahiptir. Demir-Çelik üçüncü önemli ihraç maddesi haline gelmiştir. Otomotiv yatırımlarındaki gelişmeler, rahatlıkla silah sanayine dönüşebilecek bir alan yaratmıştır. Son yıllarda doğrudan silah sanayi alanında yatırım yapan firmaların sayısı önemli oranda artmıştır. “Bu kuruluşlardan TAI insansız hava aracı, eğitim aracı, savaş ve nakliye uçağı; TEI uçak motoru; FMC-Nurol paletli zırhlı araç; OTOKAR tekerlekli zırhlı araç; ROKETSAN Stinger füzesi ile çok namlulu roketler, MİKES F-16 uçakları için elektronik harp sistemi, Aselsan elektro optik ve güdüm sistemleri üretmektedir.”16 Aselsan’ın ürettiği gece görüşlü dürbünler dünya çapında ün kazanmıştır. FNSS şirketi Birleşik Arap Emirlikleri’ne 136 adet zırhlı araç satışına dair bir anlaşma imzalamıştır.
Yine benzeri şekilde son günlerde ortaya çıkan nükleer enerji tartışmalarını da bu başlık altında incelemek mümkündür. Bölgesel bir emperyalist güç olma gayretindeki Türkiye’nin nükleer silah üretebilen bir ülke olmadan bu noktaya yükselebilme olanağı çok yüksek değildir.
Sonuç
Türkiye ekonomisine yönelik genel bir bakış daha henüz doğru dürüst bir sanayi ülkesi bile olamamış bir ülke izlenimi uyandırmaktadır. Tarım hala ekonomi içerisinde, eskisi kadar ağırlıklı olmasa da önemli bir yer tutmaktadır. Sanayi altyapısı zayıftır, verimlilik oldukça düşüktür. Emek yoğun malların üretimi ağırlıktadır. Modern teknolojilerin ekonomiye adaptasyonu düşüktür. AR-GE harcamalarının payı açısından Türkiye ileri emperyalist ülkeler ile kıyaslandığında çok gerilerde kalmaktadır. Sanayi şirketlerinin karlarının büyük bir kısmı faiz gelirlerinden sağlanmaktadır. Kapasite kullanım oranları düşüktür. 97-98 Asya ve Rusya krizlerinin yarattığı etkiler iç pazardaki daralma ile pekişerek sanayiyi yere sermiştir. Sanayi yatırımlarının en fazla yoğunlaştığı bölge olan Marmara’da yaşanan depremler imalat sanayisini de oldukça olumsuz yönde etkilemiştir.
Bankalar gerçek misyonlarından tamamıyla kopmuş ve devletin faiz ödemeleri ile kar patlamaları yapmaktadırlar. Sermaye yapıları son derece yetersiz olan bankalar, borç faiz ödemelerinin bütçe gelirlerinin %88’ini götürdüğü bir süreçte finans kapitale yönelik sermaye aktarımının odağı haline gelmişlerdir.
Türkiye bu altyapısıyla, birbirini besleyen iki süreci bir arada yaşamaktadır. Dünya koşullarındaki değişmeler Türkiye’yi bu ikili sürecin içerisine sokmuştur. Bir taraftan emperyalist sisteme bağımlılığın her yönden gelişmesi, bir taraftan ise emperyalizmin çıkarları ekseninde bölgesel jandarma rolünün gelişmesi. Finans kapital halklarımızın geleceğini böylesi bir gidişe ipoteklemiş durumdadır. Bu iki süreç kesinlikle birbirini beslemektedir. Özellikle ABD’nin, İsrail-Türkiye ittifakının pekişmesi ve bu ittifaka kısa vadede zarar verebilecek güç olan Siyasal İslam’ın etkisizleştirilmesi sonrasında Türkiye yönünde koyduğu irade açıkça ortadadır. 1998 Ağustosu’ndan bu yana yaşanan gelişmeler, ki Türkiye’nin Suriye’ye yönelik sıcak savaş tehdidini yükseltmesi ile başlamıştır, finans kapital lehine sonuçlar yaratmıştır. Öcalan’ın yakalanması ve Türkiye’ye iadesi, AB adaylığının tescil edilmesi, Türkiye’nin G-20 ülkelerinden biri olarak kabul edilmesi, IMF’nin Türkiye’yle stand-by anlaşması imzalaması finans kapitalin hanesine yazılan gelişmeler olmuştur.
Türkiye’nin gerçek bir bölgesel güç haline gelebilmesi ise sanayisinin “çağı yakalayabilmesi”ne bağlıdır. Son yıllarda iç borç faiz ödemeleri olarak finans kapitale aktarılan kaynaklar böylesi bir hedefin gerçekleştirilebilmesine yöneliktir. Fakat kaynaklar sabit yatırımlara gerektiği oranda yönelmemiştir. Finans kapital 1980’den bu yana çok ciddi biçimde siyasal olarak -zorla- desteklenmesine rağmen üretim altyapısında ele avuca gelir bir sıçrama gerçekleştirememiştir. Ekonomik büyüme düzenli sabit sermaye yatırımlarına dayanan ve önü açık bir gelişmeye dayanmaktan ziyade, düşük kur-yüksek faiz oyunu aracılığı ile ülkeye giren sıcak paranın ve faiz gelirlerinin yarattığı suni refahın pompaladığı tüketim artışı ile mümkün olabilmiştir. “Yüksek kamu açıkları ve kısa vadeli sermaye girişi ile desteklenen iç talep genişlemesi büyümenin itici gücü olmuştur. İç talep genişlemesi de tüketimden kaynaklanmaktadır. Ekonominin reel üretken yatırım araçlarından çok, tüketim ağırlıklı olarak büyümesi, büyümenin gelecekte gelir artışı yaratma potansiyelinin geliştirilememesi sonucunu doğurmaktadır. Bu yapı yurtiçi kaynakların artırılmasını olumsuz yönde etkileyen bir faktördür.”17
Bütün bu gelişmeler gelir dağılımı açısından tam bir barut fıçısını andıran bir ülkeyi yaratmıştır. Devletin ekonomideki rolünün yıllardır emme basma tulumba gibi emekçilerden finans kapitale yönelik bir değer aktarımının gerçekleşmesine hizmet ettiği ülkemizde iki Türkiye aynı anda yaşamaktadır ve bu olgu toplumsal yaşamın her noktasına damgasını vurmaktadır. IMF ile imzalanan stand-by anlaşması ve açılan istikrar paketi iki Türkiye arasındaki uçurumu daha da büyütecektir. Ulusal gelirin %54.9’u nüfusun en zengin %20’si tarafından paylaşılırken, en fakir %20 ise %4.7’lik payla yetinmektedir. Bu rakam I994’e aittir -ki o yıldan bugüne adaletsizlik büyümüştür-. Açlık seviyesinde yoksulluk varoşlarda sıkça yaşanan bir gerçeklik haline gelmiştir. İşsizlik kentlerde resmi rakamlara göre bile % 19.2 seviyesine ulaşmıştır. Kırlarda gerçekleşecek tarım reformu bu oranı daha da artıracaktır. Sağlık ve eğitime ayrılan kamusal payın sürekli azaltılması, sosyal güvenlik kurumlarının özelleştirilmesi gibi uygulamalar toplumsal sefaleti pekiştirmektedir. Bu ekonomik gerçeklik, bu toplumsal gerilim kaynağı siyasete etkisini türlü biçimlerde koymaktadır. Merkezi siyasal güçlerin her seçimde daha fazla güç kaybetmesi gibi. Fakat Türkiye Devrimci Hareketi bu süreci kendi yönüne döndürecek gerekli açılımları gerçekleştirebilmiş değildir.
Medya tekellerinin de yarattığı rüzgarla ortama hakimmiş gibi görünen toz pembe atmosferin dağılması için çok zaman geçmeyecek gibi gözüküyor. Finans kapitalin stratejik hedeflerine yürüme gayreti ile emekçilerin toplumsal kaynaklardan daha az yararlandırılmalarına karşı üretecekleri tepkinin çatışması önümüzdeki süreçte iç siyasetin en önemli dinamosu olacaktır. Toplumsal yaşama denge ve istikrar hakim değildir. Bu sebeple gelişmelerin çok büyük bir hızla yön değiştirmesi her zaman olanak dahilindedir. “Türkiye’ye demokrasi gelecek mi?” sorusunun cevabı -ki demokrasinin yanlış kavramlaştırıldığı bir sorudur- AB üyeliği adaylığından çok daha fazla bu gerilim ve çatışmanın sonuçlarına bağlıdır.
Dipnotlar
- Turkey in Statistics 1997, DİE
- Tanzimat’tan 21. Yüzyıla Türkiye Ekonomisi, Prof. Dr. Gülten Kazgan, s. 336
- Gülten Kazgan, a.g.e.
- “İşte Tarihi Niyet Mektubu”
- “75. Yılında Sayılarla Türkiye Cumhuriyeti”, DİE
- Gülten Kazgan, a.g.e., s. 354
- “İmalat Sanayiinde İşlendirmenin Yapısı ve Temel Büyüklükleri: 1970-1995”, Hayri Maraşlıoğlu, İmalat Sanayiinde İstihdam içinde, DİE, s. 94
- “50 Göstergede Türkiye’nin Nabzı Nasıl Atıyor?”, Ekonomik Forum, 15 Şubat 1998, Yıl 5, Sayı 2
- “İmalat Sanayiinde İstihdam”, Prof. Dr. Tuncer Bulutay, DİE, s. XXII
- Gülten Kazgan, a.g.e., s. 344
- “Ulusal ve Uluslararası Bankacılıkta Rekabet”, Turgut Özkan, İktisat Dergisi, Sayı 387, Şubat-Mart 1999, s. 43
- Turgut Özkan, a.g.y.
- “Düşbozumlarının Yüzyılı”, Ergin Yıldızoğlu, Cumhuriyet, 6 Ocak 2000
- Gülten Kazgan, a.g.e., s. 363
- “Türkiye Savaş Ekonomisi Koşullarında Yaşıyor”, Suat Parlar, Özgür Üniversite Forumu-Türkiye Nereden Nereye?, Sayı 7-8, Nisan-Eylül 1999, s. 86-101
- Suat Parlar, a.g.y.
- “Türkiye’nin Orta ve Uzun Dönemli Stratejik Hedefleri”, Prof. Dr. Orhan Güvenen -DPT Müsteşarı-