SOSYALİZM VE ÖZGÜRLÜK – Mert Sinan

 

Yol Sayı 16, Bahar 2009

Sosyalizm ve özgürlük ikilisi, son dönemlerde yaşanan gelişmelerin de açıkça gösterdiği gibi, önümüzdeki günlerin sık sık birlikte anılacak kavramları olarak görünüyor. Yunanistan’da yaşanan isyan bu görüşü daha da güçlendiren bir gelişme olarak değerlendirilmeli. Anarşist gençlerin, güncel krize karşı en ciddi karşı çıkışın örgütlenmesindeki önemli rollerine karşılık Avrupa’nın en geleneksel komünist partisi olan Yunanistan Komünist Partisi’nin “Devlet sokakların güvenliğini sağlayamıyorsa onu da biz yaparız” noktasına gelmiş olmasını;  özgürlük meselesinin, sosyalist hareketin kendisini yeniden yapılandırmasının asal eksenlerden birini oluşturmak zorunda olduğuna dair bir işaret olarak okuyabiliriz.

Kriz, kapitalizmin alternatifsiz olmaması gerektiğini düşündürdü insanlara yeniden. Fakat günümüzde yaşanan krizin 1929 krizinden en önemli farkı, hiç kuşku yok ki kapitalizmin somut alternatifinin olmadığı bir dünyada yaşıyor olmamız. 1929’da kapitalizmin krizden çıkışına dair önermelerin bir kısmının; Keynesyen ekonomik önermelerin, Sovyetler Birliği’ndeki devlet güdümlü ekonomik uygulamalardan ve planlamadan etkilenerek geliştirildiğini bile varsayabiliriz. Bu doğru olmasa bile o dönemde krizin, devrim gibi çok güçlü bir alternatifi söz konusu idi. Henüz 12 yıl önce, tarihin ilk işçi devleti kurulmuştu. Oysa bugünkü koşullarda, bu durum ne kadar canımızı sıkıyor olsa da, açıkça küresel kapitalist sisteme alternatif bir modelin geliştirilememiş olduğunu tespit etmek durumundayız. Latin Amerika’dan esen rüzgârlar, Küba, Nepal alternatif laboratuarlar olarak çalışmaya devam ediyor. Fakat takdir edilecektir ki henüz 21. yüzyıl sosyalizmini güçlü bir alternatif ve olgunlaşmış, güven sağlamış bir uygulama olarak insanlara, ezilenlere bir seçenek seviyesine sıçratabilmiş değiliz.

Bu geri kalışın en önemli sebeplerinden bir tanesi hiç şüphe yok ki yaşanan sosyalizmin muhasebesinin daha hala bir ortak bilinç haline çıkarılamayışı. Bugünden bakıldığında, sosyalizm refah devleti uygulamalarının dahi tasavvur edemediği bir sosyal güvenceyi ekonomik olarak halklara sunabilmiş bir deneyim olarak görülmektedir. Fakat bunu gerçekleştirirken, toplumun devlet işlerinin yürütülmesinde her geçen gün daha fazla inisiyatif kazandığı bir gelişme ortaya çıkmamıştır. Hatta tam tersine devlet, sürekli bir tedirginlik içerisinde iktidarını toplumsallaştırmayı geriye dönüş için bir zemin yaratma olarak görmüş, zaman zaman baskıcı uygulamaları sınıfın ana gövdesini de hedef alacak biçimde hayata geçirmekten geri durmamıştır. Bunun insanlığın zihninde çok ciddi bir yaraya dönüştüğü açıktır. Sosyalizmin özgürlük ile ilgili zaaflarının sadece burjuva propagandası kaynaklı olduğunu düşünmek bizleri kafasını kuma gömmüş devekuşlarına dönüştürüyor. Bu yaranın pansumanı yapılamadan, sosyalizm yeniden toplumsal inisiyatifin en canlı bütünlüğünü temsil eden bir düşünce olarak tespit edilemeden, yol alma şansımız yoktur. Dolayısıyla nasıl bir devlet tartışmasından yola çıkarak, çok geniş bir kapsamda kendimizi yeniden düşünebilmek durumundayız. Bu meselenin salt teorik, gelecekle ilgili bir mesele olarak algılanmaması gerekmektedir. Ya da özgürlük sorununda yeni bir yaklaşım geliştirilmesi ile ilgili ısrarı, bir aydın hissiyatı olarak görmek de ciddi bir eksikliktir. Bugün sosyalist hareketlerle toplum arasındaki itme kuvvetinin bir kısmı örgütlenme anlayışımızın insanların inisiyatiflerini ve katılımlarını zayıflatma özelliği taşımasından da kaynaklanmaktadır. Geleneksel, şefçi mantıklarla yürünecek yol kalmamıştır. Özgür ve eşit bir yarının rüyasını görenler, bu düş için kavgayı da kendilerini özneleştiren, kendi faaliyetleri üzerinde tam irade sahibi oldukları bir sürecin parçası olarak vermek istemektedirler. Bunda da sonuna kadar haklıdırlar.

O zaman, büyük sosyalist hareketler ailesinin bir bileşeni olarak bizim de bu olumsuz mirasın adını net bir biçimde koyarak kendimizi yeniden yapılandırırken yeni hareket noktaları ortaya koyabilmemiz gerekmektedir. Bu yazıda genel başlıklarıyla, özgürlük anlayışındaki mücadele edebilmemiz için üzerine basmamız gereken temel ilkelerimizin neler olması gerektiği ile ilgili yaklaşımları ortaya koymaya çalışacağız. Ortada bir yazıyla değil bitirilebilecek, başlanamayacak kadar kapsamlı bir gündemle karşı karşıya olduğumuzu bilerek ama adını koyarak konuşmaya başlamanın da önemini atlamadan devam etmeye çalışacağız.

-Sosyalizm deneyi (devletli ve devletsiz) özgürlük meselesi ile ilgili önemli özeleştiri ihtiyacı ortaya çıkarmıştır.

Bu konuda en çok bakılması gereken yer muhakkak ki Sovyetler Birliği deneyimidir. “Tüm iktidar Sovyetlere” diyerek başlayan bir sürecin önce “tüm iktidar partiye” sonra da gittikçe daha dar kurumların iktidarına doğru evirilmesi büyük bir başarısızlıktır. Özellikle Stalin döneminde yaşananlar, 1930’lardaki büyük tasfiye hareketi, sistemin neredeyse tüm canlılığını ortadan kaldırmıştır. Sistem tüm yenilenme girişimlerine rağmen -ki bunların da hepsi yukarıdanlık zaafını taşımıştır- bu gidişi tersine çevirememiştir. Partinin sürecin sonunda nasıl bir hale geldiği, geriye dönüşün aslında nasıl da toplumsal güçlerden kaynaklı olarak değil de partinin kendi içinden kaynaklandığı, 1989 ve sonraki gelişmelerde gözlenmiştir. Toplumun denetiminden kopan ve tüm iktidarı merkezi düzeyde elinde toparlayan bir iktidarın sosyalizm kurma şansının olmadığı mutlak bir doğru olarak ortaya çıkmıştır. Proletarya diktatörlüğünün, proletaryanın öncü partisinin değil proletaryanın doğrudan kendisinin diktatörlüğü olması gerektiği konusundaki Luksemburgçu eleştiri yerden göğe kadar haklı çıkmıştır. “Fakat tüm ülkede bir bütün olarak siyasal yaşamın bastırılmasıyla, Sovyetlerdeki yaşamın da sakatlanacağı muhakkaktır. Genel seçimler olmadığında, fikirlerin özgürce çarpışması olmadığında, yaşam her kamusal kurumda yavaş yavaş solar gider… Kamusal yaşam gittikçe uyuşur… Gerçeklikte yalnızca bir düzine seçkin insan (parti liderleri) başı çeker ve işçi sınıfının elit bir kesimi liderlerin söylevlerini alkışlamaya ve önerilen çözümleri oybirliği ile onaylamaya davet edilir-o halde bu aslında bir klik işi, burjuva anlamıyla bir diktatörlüktür”. İkinci Enternasyonal partilerinin ihaneti, dar ve profesyonel partinin ipleri elden bırakmamasının yaratabileceği zaafların görülebilmesini zorlaştırmıştır. Olağanüstü koşulların gerektirdiği kimi önlemler, teorize edilerek, sınıfın yegâne örgütlenme ve yönetme modeli olarak ortak bilinç haline getirilmiştir.

Bu sonucun nasıl ortaya çıktığının gerçekten kapsamlı bir analizine ihtiyaç var. Lenin’in iktidar günlerinde olası olumsuzlukların ipuçlarını gördüğü muhakkaktır. Son döneminde yürüttüğü tartışmalar aslında tam da bu meselelerle ilgilidir. “Lenin’e göre, askeri ve diplomatik işlevler merkezde bırakılmalı, diğer bütün işlevler cumhuriyetlere iade edilmeliydi.” Kendi deyişiyle “Tam Şark uykusundan uyanırken, kendi ulusal azınlıklarımıza zorbalık ederek ve haksızlık yaparak saygınlığımızı baltalamamız kabul edilemez”  diyen Lenin’in hayatta kalsa gelişen sürece nasıl müdahale edebileceği üzerine konuşulabilir.

-Yaşanan pratik sorunların teoride kaynaklarının bulunmadığı iddia edilemez.

Uygulama ile ilgili hataların teoriden, Marksizm-Leninizm’den kaynaklanmadığına dair ilk değerlendirmelerin hiçbir şey ifade etmediği bugün artık açık bir hale gelmiştir. Tarihi neredeyse kaderci bir biçimde açıklamaya eğilim duyan, üretici güçlerin geliştirilmesini her ne pahasına olursa olsun gelişkin bir sanayi kurmak olarak algılayan, insanı tarihin yapıcısı olarak değil de şartların basit bir sonucu olarak gören bir anlayış uzunca bir süre hakim Marksizm yorumu olarak algılanabilmiştir.

Sınıfa bilincin dışarıdan taşınması ve işçi sınıfının doğal halindeki en gelişkin bilincinin ancak sendikal bilinç olabileceğine dair Leninist tez ise partiyi sınıfın yerine ikame eden bir anlayış doğurduğu için proletarya diktatörlüğü uygulamasındaki ciddi problemlere kaynaklık etmiştir. Sınıfın kendiliğinden yarattığı öz örgütlenmeleri hafife alan, sınıf ile parti arasındaki etkileşimleri karşılıklı olarak değil de partiden sınıfa doğru tanımlayan, kuruluş sürecinde partinin inisiyatifi paylaşmasının risklerini hayatı dondurarak aşmaya çalışan, partinin iktidarını sınıfın tümünün iktidarı olarak algılayan bir Marksizm yorumunun sosyalist demokrasi uygulamalarını tali görmesini doğal karşılamak gerekir. Sınıfın doğru bilincinin sınıfın ortak iradesi tarafından oluşturulamayacağını benimseyen bir anlayış problemlidir. Siyasi faaliyet üzerinde yoğun bir baskı kurulmuşken atlanması mazur görülebilecek kimi ilişkilenme biçimlerinin, emperyalizmin oyunları vs. gibi gerekçelerle tüm sosyalist kuruluş sürecine yayılmak istenmesinin, toplum ile devlet arasında ciddi bir kopuşa yol açtığı açıktır. Bu yorumun, doğu toplumlarının siyasi kültürüyle ne kadar bağlantılı olduğu da tartışılmaya açık bir konudur.

-Anarşizm ile polemik zorunluluğu merkezi/devletçi anlayışı güçlendirmiştir.

Hem Marx’ın Bakunin’le, hem de Lenin’in Narodnikler ve Kropotkin ile yaşadığı polemiklerin, anarşizmin aşırılıklarının yanı sıra özgürlükler meselesindeki hassasiyetlerinin de önemsenmemesine yol açtığı düşünülebilir. Bireyi önemseyen veya iktidarın merkezileşmesinin yaratabileceği zafiyetleri ortaya koyanlar rahatlıkla anarşistlikle suçlanabilmişlerdir.

– Stalinizm ile araya çok net sınır çizgileri çekilmelidir. Sonuçların süreçleri akladığı bir yaklaşım kesinlikle terk edilmelidir.

“Temizlik harekâtının sonuçları 1937-38 yıllarında 1.372.392 kişi tutuklanmış ve bunlardan 681.6927si kurşuna dizilmiştir… Politbüro bir iktidar organı olarak fiilen iktidarsızlaştırılmıştır. Stalin artık bazen sadece 4 kişiden oluşan küçük bir grupla çalışıyordu. Diğerlerinin gizli meseleler hakkında hiçbir bilgisi yoktu ve çoğu mesele gizliydi. Şimdiye kadar düzenli bültenlerle birçok konuda haberdar edilen parti liderlerine bülten falan gönderilmiyordu. Aynı şekilde çoktan karara bağlanmış meseleleri tartışmak için arada bir toplantıya çağrılan Merkez Komitesi de önemini yitirmişti” (Sovyet Yüzyılı, s. 148)

Stalinizm, parti iktidarının dahi daralıp tek bir önder elinde toplandığı özel bir dönemi temsil eder. Stalin döneminde elde edilen başarılar hem ekonomik hem de uluslar arası siyaset alanında gerçekten büyüktür. Stalin iktidara geldiğinde iç savaş sona ermişti ama Sovyetler Birliği’nin varlığının devam edip edemeyeceği hala muğlâktı. Ekonomide de işler hiç iyi gitmiyordu. Lenin’in formüle ettiği NEP döneminde kapitalizmi andıran gelişmeler yaygınlık kazanmıştı. Toplumun ihtiyaçlarının karşılanması ancak kapitalizme verilen tavizlerle mümkün hale gelebilmişti. Stalin1929 yılından başlayarak NEP’i tamamen ortadan kaldıracak muazzam bir kamulaştırma hareketine başladı, kırlardaki kır zenginlerini tasfiye etti, bütün toprakları kamulaştırdı ve tarımsal gelirlerin finanse ettiği bir devasa ağır sanayi hamlesine başladı. Bu atılım sayesinde Sovyetler Birliği dünya tarihinin en hızlı kentleşen ve sanayileşen ülkesi haline gelebildi. Toplumsal tüketim baskılanarak, kırsal artık bütünüyle bu sürecin finanse edilmesine harcandı. Dolayısıyla toplumdaki, çalışan, üreten kesimlerdeki muhalif çıkışların da baskılanması benimsendi, tüm muhalefet susturuldu. Dünya kapitalist sisteminin krizden geçtiği bir dönemde Sovyetler Birliği göz kamaştırıcı bir ekonomik başarıya ve kalkınmaya imza attı.

Aynı şekilde faşist Hitler rejiminin yok edilmesinin gururu da büyük oranda Stalin iktidarındaki Sovyetler Birliği’ne aittir. Büyük Savaş sonrasında 20 yıl önce varlığını sürdürüp sürdüremeyeceği tartışmalı olan Sosyalist Anavatan, kendisini dünyanın iki süper gücünden biri haline getiren bir başarıya imza atmıştı.

Ancak elde edilen tüm başarılara rağmen gün kurtarılabilmiş fakat sosyalizmin geleceği kaybedilmiştir. Sınıfın iktidar olma yönündeki tüm güdüleri bu dönemde ortadan kaldırılmıştır. Uygulanan tedhişin boyutları, gidişatın bu yönelimini eleştiren hemen her unsurun hain, işbirlikçi olarak tanımlanarak kamuoyuna açık mahkemelerde yargılanarak idam edilmesi, devrimi gerçekleştiren parti kadrolarının neredeyse tamamının bu zılgıt sürecinde tasfiye olmaları, sosyalizmin geleceğine ipotek koymuştur. Aslında Sovyetler Birliği’nde yaşananların tamamı, tüm ekonomik başarılara rağmen sosyalist demokrasiyi inşa edemeyen bir toplumun sosyalist olarak tanımlanabilmesinin ya da en azından sosyalizme yürüyebilmesinin imkânsız olduğunun bir ispatıdır. Bunun sebebinin sadece siyasi olmadığını görmek, ekonomide ileriki dönemlerde yaşanan birçok sıkıntının da aslında bu iktidarı dengeleyecek tepkilerin yokluğundan kaynaklı olduğun görmek durumundayız.

Bu durumun hala bilinç seviyesine çıkarılamayışı, Çin’de komünist parti iktidarında yaşananların kafaları karıştırmasına yol açmaktadır.  Küresel kapitalizmin gelişiminin en önemli unsurlarından biri olan, sanayisini büyük oranda muazzam büyüklükteki işgücünü küresel sermayenin sömürüsüne açarak geliştiren Çin’den sosyalizme çark etmesini bekleyenlerin sayısı az değildir. Sonuç merkezli bakış açısı, böylesi bir sömürü sürecinin ve bu süreçte sınıfın tüm inisiyatifsizliğinin bir sosyalizm üretebileceğine dair bir beklenti içine girebilmektedir.

-Sorunun bir boyutunun felsefi algılayış ile ilgili olduğu açıktır. Özellikle mutlak doğru algısı, sınıf açısından doğrunun ancak kolektif üretimle mümkün olabileceğini gölgelemektedir.

Marksizm’in bilimsellik iddiası bu süreci olumsuz yönde destekleyen sonuçlar yaratmıştır. Dogmatikleşme kendisini bilimsel tek doğru anlayışıyla meşrulaştırabilmiştir. Tez-antitez-sentez sürecinin ancak kolektif bir tartışma sürecinin ürünü olabileceği görülememiştir. “Formel mantık şöyle der: Herhangi bir önerme doğruysa doğrudur. Hiçbir önerme aynı anda doğru ve yanlış olamaz. Her önerme ya doğru ya yanlış olmalıdır. Diyalektik mantıksa geliştirip şöyle der:  Eğer içerik veriliyse, yalıtılmış bir önerme ne doğru ne de yanlıştır, her bir yalıtılmış önerme aşılmak durumundadır, gerçek bir içeriği olan her önerme aynı anda doğru ve yanlıştır, aşılmışsa doğrudur, kendisini mutlak olumluyorsa yanlıştır.” Diyalektiğin bilgi kuramının Lefebvre’nin yaptığı gibi uygulanması özgürlük/hakikat ilişkisinin yeniden kurulmasına hizmet edebilir. Var olan bütün önermeler, aşılmayı kader olarak da taşırlar. Bu onların tez olarak doğalarıdır. Bu aşılma sürecinin sağlıklı bir biçimde gerçekleşmesi, anti-tezlerin üretilebilmesi sürecinin önünün açık olabilmesi ve sentezin ortaya çıkabileceği praxislerin mümkün olabilmesi koşuluna bağlıdır.

Dolayısıyla bu tartışmaların yapılması tarihimize sahip çıkmadığımız anlamına gelmez, tam tersine tarihimizin deneyimlerinden öğrenerek aşılması gerekliliğinin vurgulanması olarak görülmelidir. Sosyalizm insanlığın özgürlük ve adalet hülyasıdır. Günümüzün kıstırılmış insanlığı, sosyalizmi yeniden bir alternatif olarak yapılandıramazsa bir süredir içinde debelendiği umutsuzluk çukurlarında sıkışmaya mahkûmdur. Dolayısıyla günümüz sosyalistlerinin en önemli görevlerinden biri de 21. yüzyıla özgü bir sosyalizm anlayışını, günümüz koşullarından hareketle ve geçmiş deneyimlerimizden beslenerek yapılandırabilmektir. Her şeyin geçmişteki çerçeveler içinde yenileneceğini ummak saf hayalciliktir. Bu düşünce kimi “profesyonel devrimcileri” tatmin edebilir ama geniş yığınlarda umutsuzluk ve kayıtsızlık yarattığı muhakkaktır. Önümüzdeki sorunların salt düşünsel faaliyetlerle aşılamayacağı muhakkaktır ama ideolojik problemlerin salt rutin patrikle ya da yeni örgütlenme modelleri ile aşılamayacağı da açıktır. Sınıf tarafından benimsenen bir çerçeve ortaya konamadan, salt mücadele taktikleri ile umduğumuz ve beklediğimiz yükselişin ağır kapıları aralanamaz.

İktidar olmadan dünyayı değiştirme hayalleri görülmesinin önüne geçmenin en etkin yolu, iktidarı gerçekten sınıfın kılacak bir sosyalist devlet ve örgüt anlayışının bugünden yarına geliştirilmesidir.