,

Yıkım Çağında Sanat ve Kültürle Kendi Yolumuzu Bulmak* Zeynep Koru

“Puslu havalarda bilginin toplumsal kılınabilmesi için edebiyatın, sanatın, filmin, yaşayan kültürün birer bilgi alanı sunduğunu keşfetmek mümkün olabilir…”

Tül Akbal

Dünyanın yeniden sancılı, gerilimli, zorlu ve kaotik bir döneminin yaşandığı günlerden geçiyoruz. Neo liberalizmin iflasıyla birlikte çıkış yolu bulamayan kapitalizmin krizi derinleşiyor. Yapısal değişim ve dönüşüm gücünü sergileyemeyen bir sistemin krizi var önümüzde. Eski güçler dengesinin sarsıldığını ve yıprandığını, yenisinin kurulamadığını görüyoruz. Küresel güç merkezleri arasında rekabetin kızışması, ticaret savaşları, içe kapanma, ırkçılığın yükselişi tüm dünyada yaşanıyor. Burjuva demokratik iktidarlar faşist, baskıcı, totaliter rejimlere doğru gidiyor. Eşitsizlik derinleşiyor, istikrarsızlık egemen oluyor, gerilimler ve çatışmalar hemen hemen her yerde yaşanıyor. Ekolojik yıkımın sonuçları şimdiden pek çok felaketin yaşanmasına sebep oluyor. Fransız iktisatçı Michel Beaud “eşitsizliğin aşırılaştığı bir dönem” vurgusu yaparak insanlığın artık üçe ayrıldığını söylüyor: “Oligarşiler, lüks ve bolluk içinde yaşayanlar ve asgari ihtiyaçlarını karşılayamaz durumdaki geniş nüfus kitlesi.” Beaud, artık kapitalizmin 500 yıllık tarihinin sonuna geldiğine işaret ederek insanlığın önünde iki ana yol olduğu belirtiyor: “Karanlık, yıkıcı, otoriter gidiş ya da doğayla uyumlu bir insan toplumu yaratmak.” Yani “Ya sosyalizm ya ölüm” gerçekliği kendisini bir kez daha yakıcı bir şekilde ortaya koyuyor.

Kapitalizm ve onun siyasi ideolojik temeli olan liberal demokrasi, 2000’li yılların başından itibaren yıpranmaya başladı; 2008 yılında açığa çıkan ve şimdi daha da derinleşen ekonomik krizi ile yıkılış sürecine girdi. Kriz karşısında çözümsüz kalan egemenler, 2010’larda yükselen halk ayaklanmalarının yarattığı tehditlerin etkisiyle dünya genelinde otoriterleşmeyi derinleştiriyor. Emekçi kesimlerde biriken öfkenin sistemi tehdit edecek noktaya taşınmaması için onları kendi içlerinde birbirleriyle rekabet haline sokmaya çalışıp tepkilerinin yönünü değiştiriyor. Emekçiler arasında eşitsizlik ve farklılık (eğitimli-eğitimsiz, güvenceli-güvencesiz gibi) keskinleştiriliyor. İşçilerin, sorunlarının kaynağını bu farklılıklarda ya da dışarıda, dış düşmanda görmesi sağlanmaya çalışılıyor. 3. Havalimanı işçilerine yönelik saldırıdan biliyoruz ki en ufak sınıfsal tepki şiddetle bastırılıyor, eylemlerin içeriği yapay söylemlerle boşa düşürülmeye çalışılıyor. Ezilenlerin sınıf örgütleriyle buluşmasının engellenmesi için her türlü baskı mekanizması devreye sokuluyor. Krizin kalıcılaşması, çatışmalar, hukuksuzluk ve şiddet birbirini besliyor, yeniden üretiyor.

Siyasal alandaki açmazı ayrıca belirtmek gerekirse, parlamenter sistemin geldiği noktayı her seçim döneminde deneyimliyoruz. Ergin Yıldızoğlu, Faşizmi Düşünmek adlı yazısında “Faşizmin, kapitalizmin bugünkü ‘durumunun’ içinde yeniden yükselmeye başladığını, ancak, 1930’lardakine benzer bir ‘görüntü’ sunmayabileceğini” ifade ediyor. Yıldızoğlu yazısında muhalefetin susturulması için artık sadece fiziki şiddet kullanılmadığını ifade ederken, saldırıların günümüze özgü yanını, kapsamını ve genişliğini şu cümlelerle ortaya koyuyor: “Muhalefetin kendini ifade etme olanaklarının, hatta yaşama alanlarının yok edilmesi yeter. Aynı yöntem parlamenter sistem için de geçerlidir. Parlamenter sistemin ortadan kaldırılması, partinin devletin yerine geçmesi gerekmez. Güçler ayrılığının, seçimlerin ve parlamentonun işlevsizleşmesi, idari ve ekonomik kararların, yasa yapma pratiğinin bir merkezde birleşmesi yeterlidir.” Meclis’in nasıl çalışmaz kılındığını, yasama erkinin her geçen gün nasıl sınırlandırıldığını yaşıyor, görüyor ve tanık oluyoruz.

Belirsizlik, kaos ve derinleşen ekonomik kriz, toplumsal değerlerde de büyük bir aşınmamın yaşanmasına yol açıyor. İnsanlığın değerlerini belirleyen, değiştiren, dönüştüren, etkileşen üretim sistemi çok hızlı değişiyor. Bir yanda devasa boyutta bilimsel ve teknolojik gelişmeler oluyor, üretim sistemi, üretici güçler akıl almaz süratte değişiyor, öte yanda toplumsal yapı, yaşantılar, akıl ve düşünüş bu hızda ilerlemiyor, değişmiyor. Gelecek 20 ya da 30 yıl sonra üretim sistemi nasıl olacak, üretici güçler ne konuma gelecek, kimse tahminden öteye belirgin bir şey söyleyemiyor. Eski değerlerin yaslandığı toprak kayıyor ama yeni değerlerin oluşumuna yol açacak zemin oturtulamıyor.

****

Siyasal, ekonomik, toplumsal olarak yaşanan bu kaos halindeki belirsizlik atmosferi, entelektüel ortam açısından da zor ve karmaşık bir dönemin yaşanmasına neden oluyor. İktidarın güdümünde olmayan sanatçılar, düşünürler, aydınlar açısından baskı, kuşatma, ezme, ötekileştirme, itibarsızlaştırma ve yaşam alanlarının yok edilmesi had safhada yaşanıyor. Resmi sanat kurumlarına çekidüzen veriliyor, eski kadrolar tasfiye ediliyor. Muhalif pek çok sanatçı açlıkla sınanıyor, işinden ediliyor. Sanat eserleri, repertuarları gözden geçirilip, sansür uygulanıyor. Devlet Tiyatroları’nda sahnelenen eserlere müdahale ediliyor, yasaklanıyor. Barış için imza atan ve açıklamalarda bulunan sanatçı, akademisyen ve aydınlar hedef alınıyor, susturulmaya çalışılıyor, tehdit ediliyor. Olağanüstü Hal bahane edilerek eğitim ve sanat kurumları kapatılıyor, KHK ihraçlarıyla çok sayıda kişinin görevine son veriliyor. Gözaltı ve tutuklamalar da yaygın olarak yaşanıyor. Kolektif ve sistematik bir tasfiye mekanizması çalıştırılıyor.

Sadece fiziki baskı mekanizmaları devreye sokularak değil, sanat ve kültür alanını kendi ideolojisiyle ikame etme girişimiyle de iktidar muhalif düşünce üretimine yoğun basınç oluşturuluyor. Kültürün, bütün iktidarların kendi çelişkilerinin üstünü örtmek için son derece önem verdikleri alan olduğu bariz bir gerçeklik. Kemalist rejimde de kültür politikaları yeni Türk ulus-devletinin yukarıdan aşağıya inşa sürecinde önemli bir yer sahipti. Ulusal ortak bir tarih yaratma amacıyla ulusallaşma ve batılılaşma odaklı kültür politikaları araçsallaştırılmıştı.Homojen, seküler ve modern bir Türk ulus-devleti yaratmak amacıyla kültürel zemin yaratılmaya çalışılmıştı. Şimdiki iktidar kendini “Kemalist, batıcı, elitist kültürel hayata karşı ‘yerli ve milli’ kültürün hayata geçirilmesi” söylemi üzerinden üretiyor, buradan besleniyor.

AKP, son birkaç yıldır, en zayıf kaldıkları alan olarak ilan ettikleri kültürel hayata dair bir dizi hamleye girişti. Sadece 1983 ve 1989’da olmak üzere tüm cumhuriyet tarihi boyunca iki kez düzenlenen Milli Kültür Şura’sının üçüncüsünü 2017 yılı Mart ayında gerçekleştirdi. Şura’da Tayyip Erdoğan, temel yönelişlerini ilan etti. “Seçimle, sandıkla, oyla iktidarı değiştirebilirsiniz. Ancak bir de seçimle değiştiremeyeceğiniz kültürün iktidarı var. Kültür iktidarı olmak için çok daha çalışmaya, alın teri dökmeye ihtiyacımız var. Kültür emperyalizmine karşı yerli ve milli değerlerimizi evrensel bir dille yeniden keşfetmeli ve yeniden inşa etmeliyiz.” Yerlilik millilik içeren manevi değerlerin kazandırılması, ‘devletin ve milletin bekası’ için aile kurumunun güçlendirilmesi, çocukların gençlerin modern hayat biçimine karşı korunarak resmi ideoloji doğrultusunda yetiştirilmeleri…

Siyasi iktidarın yalnızca dini referanslı muhafazakâr politikaları yüzünden kültürel alana yöneldiğini düşünmek çok eksik bir bakış açışı olacaktır. Kapitalist AKP’nin emperyalist sistemle bağımlı halini, sermaye düzenine göre konumlanmasını göz ardı edersek, laik kültürle yerli-milli-dini-geleneksel kültür arasındaki dar karşıtlığa sıkışmış oluruz. Kültür ve turizmin aynı bakanlıkta birleşmesi, piyasası olan, çok satan sanatçılarla ilişkilenme, ticari getirisi yüksek “sanat projeleri”, kültür kurumlarının, binalarının rant getirecek şekilde işlevlendirilmesi sermaye güdümündeki politikalara örnektir. Düşünceyi, düşünenleri topluma sürekli bir düşman olarak gösteren, ‘kültür’ü bir aksesuar olarak sermayenin hizmetine sunan bir devlet olma hali gerçekleştiriliyor.

Esas olarak AKP’nin entelektüel düşmanlığının günümüz dünyasındaki tüm otoriter rejimlerin genel tavrından ayrı düşünemeyiz. Tanıl Bora; Sol, Sinizm, Pragmatizm kitabındaki Defter Şerhi yazısında günümüzdeki faşist ideolojinin temel yönelişinin entelektüel üretime karşı olduğunu vurgular:“Neo-liberalizm çığırının anti-entelektüalizmi, düşüncenin iktisadî aklın emrinde sınırsızca ve belirtik olarak araçsallaşmasını ifade eder. Bu dönemin düşünce üretiminin ideal modeli, think-tank’lerdir. Entelektüel arka planın varlığını ‘sezdirerek’ ya da ‘aksesuar olarak’ göstere göstere kullanarak opsiyon değerlendirmesi sunan pratik bilgi notu, düşünceyle alışverişin en rağbet gören formatıdır. Neo-liberalizmin eşitsizlikleri derinleştiren, tutunamayanları dışlayıp kriminalize eden sert dünyasında, reaksiyoner (milliyetçi, faşizan) popülizmler de, ‘ince düşünme’yi hakaret kabul eder, ‘erkekçe’ tavır koyan teferruatsız sözler isterler. Sıradan/küçük adamı, o mahrumiyeti, darlığı, ince düşünecek hali olmayışı içinde yücelten, güzelleyen söylemiyle anti-entelektüalizm, faşist ideolojinin ana geçitlerindendir.”

Tam da anti-entelektüel karakterde bir rejimin kuruluş aşamalarını yaşıyoruz. Entelektüel düşmanı otoriter bir sistemin hayata geçirilmeye çalışıldığını belirtmiştik. AKP iktidarının kendi tabanını konsolide etme yöntemlerinden birisinin de “eleştirel düşünce ortamına karşı düşmanlaştırma politikası” olduğunu eklemekte fayda var. “Kanmamış kin” ve “hırsla” kendilerine saldırıldığı demagojisini yaygın olarak kullanıyorlar. Muhalif aydınların, totaliter eğilimler, şiddet ve diktatörleşme üzerinden AKP’yi ve İslamcılığı itibarsızlaştırdıklarını ve iktidardan uzaklaştırma çabaları içine girdiklerini belirtiyorlar. Bir yanıyla baskı uygulayarak, susturmaya çalışarak, saygınlığını yok ederek muhalif düşünce ortamının söz ve etkinlik alanlarını kapatıyorlar, bir yanıyla da kendi ideolojik hegemonyasının tesisine hizmet edecek sözde “entelektüel üretim” ortamı yaratmaya çalışıyorlar.

Tüm bunlar yaşanırken entelektüel çabamız ne durumda? Bunalımdan ne kadar etkileniyor? Entelektüel ortam, zamanın gereklerini yerine getirebilecek bir nitelik sergileyebilecek mi? Gidişata direnç geliştirebilme dinamiklerini ne kadar taşıyor? Edebiyat, sinema, sanat, içinde bulunduğumuz yıkıma etki edebilecek mi? Bütün bu soruların cevapları net olarak verilemeyebilir ama bu toprakların hiç de azımsanmayacak oranda direnme dinamiklerini açığa çıkartacak bir potansiyel gücü bağrında taşıdığını unutmamamız gerekiyor.

Yeni dönemin kriz ve baskı ortamında bazı edebiyatçıların, sanatçıların kendi ruhlarını sarmalayan umutsuzluğu, karamsarlığı eserlerinde ya da sözlerinde yansıttıklarına da tanık oluyoruz. İnsanlığın gidişatı hiç iyi değil, kötülük aşırılaştı, en alt sınıflar için yıkım olacak, insanlık değerleri kalmadı, birey olarak var olmak baskı altına alınıyor, geleceksiz bir toplum haline geldik, travma ve kronik depresyonlar yaşıyoruz… Baskıcı dönemlerde çaresiz, bezgin, yılgın, umutsuz ‘aydın’ olma hali. Tanıl Bora’nın ifadeleriyle kapitalizmin ve sağcıların kötülüklerini sayıp dökerek rahat eden konformizmi, aleni bir muhafazakârlığa dönüşebilen sinizmi üretmeye müsait zamanlardan da geçiyoruz.

Buradan Tül Akbal’a kulak verirsek zihnimiz tazelenecektir. Kendisi, sinema, kültür ve medya alanındaki çalışmalarıyla düşünce ufkumuzun en yetkin aydınlatıcılarından olup barış bildirisine imza attığı için işine son verilen bir akademisyenimiz. Öncelikle Akbal’ın Barış Akademisyenleri Davası’ndaki beyanından alıntılayalım: “Bilimsel bilgiyi, sorgulamayı ve eleştirel bakışı şiddetli bir saldırıyla nefret nesnesine ve odağına dönüştürme çabasıyla ve ‘suçlulaştırılması’yla alakası büyük. Bunun bilinçli bir politika olarak uygulama bulduğu tarihsel dönemlerin de maalesef ve ne iyi ki akıbetleri bellidir. Yani dinamikler, diyalektik meselesi.” Ta 1994 yılında kaleme aldığı “Zaman Mekan: Kuram ve Sinema” yapıtındaki ifadeleri ise şu an yaşadıklarımızın tarihimizde biricik olmadığını nasıl da ortaya koyuyor: “Bu yolculukta hem bilgi hiyerarşisinden yani, bilgi otoritesinden biraz uzaklaşmak hem de yaşananların, deneyimlerin toplumsal bilgisini kat kat peçeler altından çekip çıkarmak, puslu havalarda bilginin toplumsal kılınabilmesi için edebiyatın, sanatın, filmin, yaşayan kültürün birer bilgi alanı sunduğunu keşfetmek mümkün olabilir. Özellikle de bilgi ile ilişkilerimizin hem zemininin, hem hissiyatının, hem de oluş biçiminin değişmekte olduğu iklimlerden geçerken…”

Kaotik iklimi tersine çevirebilmek adına düşünsel üretim ortamının gerçekleşmesi… Geçmiş zamanlarda benzer iklimin yaşandığı dönemler, karamsarlığa kapılmanın boşuna olduğunu gösteriyor bizlere. Dönemimizin özgünlüğünün ve farklılıklarının da hakkını vererek geçmişe bakmak bulanık düşünceleri bir parça aydınlatabilir. 1930’lar Avrupası’nda da faşizmin yükselişinin getirdiği çaresizlik ve bunalım hali vardı. Yine o dönemin ardından gelişen düşünsel üretim alanına baktığımızda çoğu yazarın, sanatçının dönemlerinin sorunlarını işlediklerini ve işlerken de büyük bir toplumsal sorumlulukla değişim ve dönüşüme hizmet ettiklerini görüyoruz. 19’uncu yüzyıl çarlık Rusya’sının günümüz Türkiye’sindeki otoriter kültürden eksiği yoktu. Rusya’daki bu dönemde, otoriter sistem içinde üretebilen ve topluma öncülük etmeye çalışan pek çok yazar ortaya çıktı. O dönemin edebiyatı, hala neredeyse hepimizin yaşamı anlamlandırma ve eyleme çabamızı etkiler.

20 yılını Mussolini faşist rejiminin hapishanelerinde geçiren Gramsci’den feyz alırsak, organik aydın olma zamanı… Tıkanmış, çaresiz, bezgin, yılgın, olayları tarihe havale eden aydınları eleştirir, yerine ezilen kitlelerle organik bütünlük içindeki aydınları koyar.Böyle bir gerçekliği bir kez daha üstüne basa basa dile getirmenin yerini ve zamanını yaşıyoruz. Ezilen kesimlerle organik bir şekilde bağlı ve bu kesimlerin yaşadığı problemleri gören, çözümleyen, harekete geçen ve müdahil olan aydın olma hali…

Kesinlikle dönemimizin özgün sistematik zorlu baskı koşullarını basite indirgemeden 12 Eylül sonrası düşünsel ortamda yaşanan ruh haline bakmak, yine tarihsel bilincimizin yolumuzu aydınlatmasına yarayabilir.1970’lerin yükselen kitlesel hareketiyle bütünleşen düşünce ortamının, 12 Eylül darbesi ertesi yıllarda büyük sıkıntılar yaşadığını biliyoruz. Benzer şekilde entelektüellere ve düşünceye hem devletin hem de sermayenin büyük saldırısı ve bunlar karşısında kitlelerdeki sessizlik hali yaşandı. Son 40 sene coğrafyamızın doğusundan batısına bu gidişata dur diyecek düşünsel ortamları da yaşadık, toplumsal dinamiklerin mücadelesini de. Düz bir çizgide ilerlemiyoruz, inişli ve çıkışlı gidiyor ama tekrar altını çizelim; bu topraklarda azımsanmayacak ölçüde potansiyel gücümüz mevcut.

Tarihsel bir dönemin eşiğindeyiz. Büyük yapısal dönüşüme etki edebilmek için zorlu bir yol yürümemiz gerektiği anlaşılıyor. Yeninin kurucu unsuru olmak, insanlığın kurtuluşu adına olmazsa olmazımız. Bu karmaşa, kaos içinde akıllarımızdaki tek net ve kesin düşünce sosyalist geleceğin kurulmasının bir zorunluluk olduğu, aksi halde doğal-insani yıkımın, felaketin eşiğindeyiz. Sosyalizmin örgütlülüğünün ve etkisinin zayıf olması da bir gerçekliğimiz. Ama tüm zamanlarda hiç olmadığı kadar ortak, devrim ve sosyalizm söyleminde buluşuyoruz. Gidişatı anlamamız gerektiğini, sürece yönelik müdahil olunmasının önemini, aciliyetini, ihtiyacını hep bir ağızdan daha çok dile getirir olduk.

27 Mart Dünya Tiyatro Günü için yazılan ulusal bildiriyi kalem alan Zehra İpşiroğlu’nun yazdıklarına kulak verirsek zihinlerimizin gücünü görebiliriz:

… Çünkü ben öyle bir ülkeden geliyorum ki tiyatronun insanca yaşayabileceğimiz barışçıl ve demokratik bir toplumu savunma gizilgücünün ne kadar değerli olduğunu biliyorum. Acaba benim tiyatro ustalarım bana bu yolda ne söylüyorlar?

Diyelim ki bir tiyatro yazarı, yönetmeni ya da oyuncuyum. Yaşamın akışındaki acıları, çatışmaları, haksızlıkları yüreğimde hissediyorum. Nefreti, şiddeti, yalanları, hile ve komploları görüyorum. Savaşın, sömürünün, sürgünün, adaletsizliğin, acının, yokluğun yarattığı bir karmaşa içinde yitip gitmek üzereyim. Çaresizlik mi? Hayır, ben tiyatrocuyum ve yaşamı bir yerinden yakalayabilirim, anlamak için çaba harcayabilirim, yaşamı okuyabilirim. Ama bu benim ülkemde hiç de kolay değil, çünkü yaşam çoğu zaman bütün acı, gülünç ve absürt yanlarıyla sanatı kat kat aşıyor. Bunu her gün yeniden ve yeniden yaşıyorum. Tam bir şeyi yakaladım dediğimiz anda olaylar öyle bir kasıp kavuruyor ki ortalığı, sözcüğün bittiği yerde buluyoruz kendimizi.

Bir dönemin büyük oyunları da karanlığında gizlenen birer masalı andırmıyorlar mı? Öyleyse önemli olan bu masalı yeniden keşfetmemiz mi? Evet, benden önce yaşamış büyük ustalar var bana yol gösterecek, yazdıkları oyunlar yüzyılları aşıp, bugünlere gelmiş. Onlar acıyı, hüznü anlatıyorlar, karşı koymayı, direnmeyi. Onlar umudun sesi… Yazar, yönetmen ya da oyuncuysam onlardan da öğrenecek çok şey vardır mutlaka. Tiyatro, yaşamla arasındaki bu kıl payı kesişmeyi yakalamışsa mucizeler yaratabilir. İyi ama, nasıl? Bu acaba nasıl bir toplumda yaşadığımıza mı bağlı? Tüketim toplumunun uyuşukluğu içinde donup kalmışsak, tiyatro krizini aşmak için gerekli olan, DarioFo’nun alaycı sözleriyle, ‘cadı avı’ mıdır; tiyatrocuların korkmaları, sarsılmaları mıdır? Öyleyse baskıcı toplumlarda tiyatronun işi daha mı kolay? Böyle bir ayrım yapılabilir mi? Hayır, çünkü tüketim de, baskılar da bütün ülkelerde farklı dozlarda yaşanıyor. Eşitsizlik giderek artıyor, demokrasi anlayışı çöküyor, savaşlar ortalığı yıkıp yakıyor, yaşadığımız dünya kıyasıya harap ediliyor. Kendi ülkemdeki sorunlar başka ülkelerde yaşananlarla girift bağlantılar içinde gelişiyor.

Öyleyse aslolan bütün sınırları aşan bir duyarlılık, empati, dayanışma duygusu ve direnme gücü değil mi? Tabii yürekten inanmak da gerekiyor yapılan işe, her tür dayatmaya karşı koyarak özgün olmak, anlamaya çalışmak ve yaşamın bunca kargaşalığı içinde kendi yolunu bulmak. Bu başarılmışsa mutlaka aynı heyecan, aynı duyarlılık, aynı sorgulayıcı bakış izleyicide de uyanacaktır.

Şimdi bir oyun izleyeceğiz… Ne hissedeceğiz, ne düşüneceğiz? Acaba hüzünlenecek miyiz yoksa gülecek miyiz? Hoşumuza gidecek mi izlediklerimiz, yoksa anlamsız mı gelecek, neden? Kafamızdaki duvarları yıkacak mı, bize yeni bir güç, yeni bir umut verecek mi? Oyunun sonunda bütün bunları bizlere yaşatan tiyatrocuları büyük bir heyecan ve sevgiyle gönülden alkışlayabilecek miyiz? Şimdi söz izleyicide.

“Savaşın, sömürünün, sürgünün, adaletsizliğin, acının, yokluğun yarattığı bir karmaşa içinde yitip gitmek üzereyim. Çaresizlik mi? Hayır, ben tiyatrocuyum ve yaşamı bir yerinden yakalayabilirim, anlamak için çaba harcayabilirim, yaşamı okuyabilirim.” diyen pek çok sanatçımız var, yolumuzu bulmada bizle etkileşim halinde. Yeter ki akıllarımızı, ruhlarımızı kemirmesin, esir etmesin yılgınlık rüzgârı…

Ve tarih boyunca defalarca söylendiği gibi bugün de tekrar haykıralım:

“Çaresizlik mi? HAYIR!”