Üniversitenin Yol Kavşağı: Kavramsal Ve Kuramsal Kriz* Söyleşi: Emre Tansu Keten
Dünyada bir yandan neoliberal ekonomi politikalarının eğitim sistemleri üzerindeki etkisiyle birlikte bilimsel düşüncenin gelişmesi için üniversitelerin gerekli olup olmadığı tartışılırken diğer yandan siyasal otoriterleşmenin akademi ve akademi dışındaki araştırmalara yönelik saldırısı artıyor. Üniversiteler egemen ideolojiyle uyumlu akademisyenlere muazzam imkanlar sunarken eleştirel yaklaşıma sahip olan bilim insanlarını üniversitenin dışına itiyor. Gündelik hayatın bile dışına atma çabasının yoğun olarak yaşandığı ülkemizde bu akademisyenlerden biriyle, Emre Tansu Keten’le buluştuk. Emre Tansu Keten, Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde araştırma görevlisiyken KHK ile ihraç edildi.
Toplumsal düşünüşün temel yapı taşı olan üniversiteler uzun zamandır sermayenin gereklerine uygun olarak sanayileştirilmiş üniversiteler halini aldı. Bir giriş olması açısından, bu sürece nasıl geçildi?
Üniversitelerin piyasalaşması meselesinin yalnızca Türkiye için değil uluslararası anlamda bir geçmişi var. Üniversiteleri, genel olarak, Amerikan üniversite modeli ve Avrupa üniversite modeli diye ikiye ayırabiliriz. Avrupa üniversiteleri sosyal bilimlerin daha ağırlıklı olduğu, etnografinin önde olduğu, toplumsal sorunlara yaklaşması beklenen, ‘Aydınlanma’ ürünleridir. Bu aydınlanmanın fikirsel taşıyıcılığını üniversiteler yapar. Ama Amerikan modeli çoğunlukla ampirik, işe yarar bilgiler üzerine kuruludur. Her şey kısa odaklı projeler ya da şirketler içindir. Bir projecilik aslında Amerikan üniversite modeli sistemi. Dünyada bu model daha çok tutmaya, daha çok uygulanmaya başlamıştı. Avrupa Birliği de bunun için Bologna Süreci başlattı mesela yirmi sene önce falan. Bunun amacı da çok netti aslında. Kar eden üniversite, karlılık düşünen üniversite, toplumsal sorunları, felsefi sorunları, sosyal bilimlerin dertlerini çok da umursamayan, daha proje odaklı üniversite tahayyülü oluştu. Avrupa modeli üniversitelerin yaygın olduğu yerlerde de giderek -hele de Bologna sürecinin başlamasından bugüne- bu modele doğru daha fazla geçildi diyebiliriz.
Türkiye’ye yansımalarının bu tarihten epey önce başladığını biliyoruz.
Bologna süreci Türkiye’de işleyecekti çok daha sonra. İşletemediler pek ama. Mesela tekno-kentler kuruldu üniversitelerde, sanayi üniversite işbirliği anlaşmaları yapıldı.
Özellikle teknik üniversitelerde…
Evet, teknik üniversitelerde özellikle. Direkt şirketlerle… Örneğin Arçelik para yatırıyor, üniversite Arçelik’e özel araştırma yapıyor. Bu araştırma biçimi çok yaygınlaştı. Buna ek olarak Amerikan modeli üniversitenin yaygınlaşmasını özel üniversitelerde çok iyi görebiliyoruz mesela. Özel üniversiteler için kart basma zorunluluğu, makale yazma zorunluluğu veya öğrenciyi yani aslında müşteriyi memnun etme zorunluluğundan bahsediyoruz. Projeler üzerinden sanayi ile işbirliği yapma buralarda daha çok gerçekleşiyor. Üniversitelerin ders programlarına baktığımızda bile nasıl karlılık üzerinden hareket edildiğini görebiliriz. Veya her yılın haziran ayında yayınladıkları reklamlara bakalım. Hepsi iş bulmak, daha iyi bir iş bulmak, en hızlı biçimde daha iyi bir iş bulmak üzerine kurulu reklamlar. Yani öğrencinin varlığını kariyer üzerinden düşünüyor sadece. “Sen boş bir Tabula Rassa’sın ve kariyerinle her şeyi önüne koyman lazım. Biz burada sana her şeyi vereceğiz. Ve çok işe yarar bir insan olarak piyasaya çıkacaksın.” diyor ama burada üniversiteyi üniversite yapan eleştirel bilgi üretme vasfı bir şekilde yok oluyor, sadece karlılık için üretim yapan bir üniversite kalıyor. İkincisi de entelektüel emeğin proleterleşmesi diye bir şey var. Aslı Vatansever’in bir kitabı var “Ne Ders Olsa Veririz” diye. Kitapta ‘hoca’lığın değişimini çok iyi anlatıyor. Eskiden hocanın öğrenciyle ilişkisinde merkezi bir konumu ve usta-çırak yaklaşımı vardı. Bu elbette eleştirilmeli ve alternatif pedagoji düşünülmeli. Ama eskinin daha geleneksel hoca profili değişiyor. Artık sabah okula girerken kart basıyor, derse girerken kart basıyor, çıkarken kart basıyor, haftanın beş günü sabah sekizden beşe kadar mesai yapıyor. Koca profesörler mesela meydanlarda üniversite tanıtım standlarına gidip üniversiteye öğrenci avlamaya çalışıyor. İşte ‘hoca’ dediğimiz şey böyle böyle proleterleşiyor. Entelektüel emeğin ayrıksı bir vasfı kalmamaya başlıyor. Entelektüel emek aslında bir meta haline gelmeye başlıyor. Profesör metasını satıyor ve öğrencisine bağlı olmak zorunda. Çünkü parasını öğrenci veriyor.
Burada hocalar ve öğrencilerden bahsetmişken üniversitelerin ikili niteliğine de vurgu yapmak gerekiyor. Yani eğitimin ilk aşamalarında öğrencilerin sisteme uyum sürecini kolaylaştırma işlevi varken üniversiteler sistemle bu bağı güçlendirme ve bu sistemi aksatmayacak işçiler yaratma üzerine kurulu. Yani sanki sadece bir kurum. Ama diğer yandan da bir sivil toplum alanı. Çünkü öğrenciler, akademisyenler ve üniversite personelleri var. Toplumsal değişim dinamiklerinden biri olan öğrenci hareketi üniversitelerden doğuyor. Bu yönüyle beraber başka birçok kurumda olmayan toplumsal yaşama dair tartışmalar var. Bir yandan en güçlü ideolojik aygıtlardan biriyken diğer yandan iktidardan ve kapitalizmden bağımsız olma derdi ve iddiasını nasıl bir ilişki içinde ele almak lazım?
Üniversiteler devletin ideolojik bir kurumudur. Başka başka sıfatlar yüklememek gerekiyor. Devlet kuruyorsa kendi ideolojik aygıtı olarak kuruyor ve orda kendi ideolojisine yönelik eğitim-öğretim veriyor. İnsanları bir şekilde ideolojik olarak şekillendirmeye çalışıyor. Ama elbette bir yandan bu ideolojik etkiyi güçlendirmeye çalışırken tam tersine solun güçlendiği zamanlar da oluyor. Örneğin özellikle 60’lar ve 70’lerde öğrenci sayısının kitleselleşmeye başladığı dönemlerde üniversiteler egemenlerin kurmak istediğinin tam tersi kurumlar haline geldi. Dediğin gibi böyle bir sivil toplum, kamusal alan olarak üniversite aslında çok politikleşmeyi ve egemen ideolojinin verdiğinin tam tersine gitmenin ‘tehlikesi’ni barındıran bir yer. Ki 68 de böyle oldu. Üniversiteler ezilenler açısından avantajlı kurumlar yani. Egemenler de bunun farkında. Bunun farkında olmayarak da, tamamen saf bir ideoloji koyduklarında da ona üniversite diyemezler zaten. Şimdi medya nasıl? “Medya: dördüncü kuvvet” diye liberal bir tez var. Neden medya tarafsız ve bağımsız gözükmek zorunda? Sözü değerli olsun diye. Mesela şu an Sabah’ı kimse okumuyor. Doğan Medya satılmadan önce daha etkiliydi çünkü en azından bağımsız gözüküyordu ama AKP’yi savunuyordu. İşte üniversitenin de böyle bir rolü var. Üniversitenin sözünün dikkate alınması için bağımsız, özerk görünmesi gerekiyor. İdeal bir üniversite anlayışına gelirsek de bunun sorumluluğu var. Mesela Onur Hamzaoğlu hocanın Kocaeli’de yaptığı araştırma Dilovası halkının zehirlendiğini ortaya çıkardı. İşte bu bilimin görevi. İnsanların yaşadığı tehlikeleri ortaya çıkarmak bilimin görevi. Ve bunu sen ancak kamu kaynaklarıyla yapabilirsin. Yani Kocaeli Üniversitesi’nin Onur Hamzaoğlu’na verdiği kaynaklar olmasa Onur Hoca bu araştırmaları yapamayacaktı. Boş vakit olmasa, maaş almasa, bunları yapamayacaktı. İşte, her şeyden öte, üniversitenin bu kamucu tarafını sahiplenmek gerekiyor.
Üniversiteyi nasıl ve nerden savunmak gerektiği meselesi özellikle ihraçlar sonrasında çok tartışılıyordu. Tamam, üniversiteden atıldık. Peki şimdi yeni akademiler yaratarak dışarısı için mi mücadele etmeliyiz yoksa bir yandan o üniversitelere dönme mücadelesi verip bir yandan oraları dönüştürmeye devam mı etmeliyiz? Bir etkinlikte ihraç edilen akademisyenlerden biri “Bizim daha önce içerisi-dışarısı diye tartışmalarımız yoktu. Hepimiz o üniversiteler içindeydik ve oraları dönüştürmeye çalışıyorduk. Şimdi yine orda olmalıyız çünkü öğrencilerimiz hala o üniversitedeler” demişti.
Biz üniversiteden atıldık ama üniversitenin dışında oluşturulan dayanışma akademileri, özgür akademiler üniversiteden çok bağımsız dememek gerekiyor bence. Bu akademileri üniversitelere dönmenin bir aracı olarak kullanmak gerekiyor. Akademi kamuda yapılır. Çünkü kamusal bir şeydir. Bunu sonuna kadar savunmak gerekiyor. İdari özerklik tartışmalı bir konu olsa da bilimsel özerkliği sonuna kadar sahiplenmek gerekiyor. Bu politik de bir tavır aslında. Yani bilimsel özerkliği savunmak üniversiteyi olduğundan başka bir şey haline sarmak anlamına gelmiyor. Üniversitenin o bağımsız, kamucu tarafını savunmak halkın yararına olan bir şey.
Ezilenler açısından üniversitelere dair tartışmalar sürerken egemenler de burayı asla ihmal etmiyor. Tüm iktidarların baskısının en yoğun yaşandığı alanlardan biri olan üniversitelere bu dönemdeki saldırı neden bu kadar yoğun ve kitlesel bir biçimde gerçekleşti?
Günümüzü 1980’le kıyaslayabiliriz, 1402’liklerle. 12 Eylül toplumsal bir projeydi, AKP bunu çok iyi devam ettiriyor. Ama yine de kısmi kaldı. 12 Eylül’de adamların üniversiteye dair projeksiyonu neydi? Türk dili dersi koydular, İnkılap dersi koydular, üniversiteyi sağa çektiler ve solcuları temizlediler. Mesela o dönem Aydınlar Ocağı sağcıların üniversiteye örgütlenmesi gibidir. Sağcıların Aydınlar Ocağı’nın referansıyla doçent-profesör olduğu bir dönemdir. Sonrasında YÖK kuruldu, özel üniversiteler açıldı, Doğramacı dönemi yaşandı falan ama yine de o mayayı tam bozamadılar ve 80’lerin sonunda öğrenci hareketi yeniden çıktı. 2000’lerin başına geldiğimizde solun etkisi yeniden güçlendi üniversitelerde. Hatta üniversitelerde solun etkisi biz atılana kadardı. Zaten ‘o’nun dert ettiği o sol. AKP’nin şu an yaptığı büyük bir dönüşüm projesi, büyük bir ideolojik proje. Bu kadar insanı üniversiteden atmak! Çünkü üniversiteye dair yeni bir şey kuruyor kendine ve bu şey de kültürel iktidar alanı. Medyayı nasıl ele geçirdiyse üniversiteyi de öyle görüyor, tiyatroyu da öyle görüyor, sinemayı da öyle görüyor. Bu aslında tek bir yerden yönetilen, tek amaçla yapılan bir yıkım gibi. Sadece üniversiteler saldırıya uğramadı elbette, kültürel hakimiyetini kurmak istediği her yer bu saldırıdan payını aldı. Sol düşüncelerin hakim olduğu ve solcu akademisyenlerin daha görünür olduğu, daha çok ürettiği, üniversitenin yüzü olduğu bir dönemde bu insanları atarak üniversiteyi ele geçirmeye çalıştı. Ama istemediği ‘unsur’ları atarak istediği kurumları yaratamaz. Mesela medyayı ele geçirdi. Ama medya diye bir şey kalmadı. Şöyle bir fark var. Sen bir medya alanını ele geçirirsin ama o medya olarak kalmaya devam eder. Ama kendi yazarlarınla, kendi gazeteciliğinle. Ama bunların ele geçirdikleri yerde ellerinde medya kalmıyor. Aynı şekilde üniversiteyi de polisiye yöntemlerle devlet gücüyle ele geçirmeye çalışıyor. Çünkü bilimsel olarak tartışabilecek, solcuları zorlayıp iyi işler yapabilecek atmosfer yok. Kadroları yok. Başarısızlar akademik olarak, medyada olduğu gibi, sinemada olduğu gibi. Elinde kalan şey üniversite değil. Elinde kalan sadece akademisyen sıfatları olan AKP üyelerinin olduğu kurumlar.
En azından sol değerlerin aktarılmadığı hocaların olmadığından eminler. Bu onlar için yeterli…
Tabi tabi, eğitim bir şekilde devam etsin diye bakıyorlar yalnızca. Geçen diyor ya “Niye en iyi 500 üniversite arasında Türkiye’den üniversite yok?” Yani başarılı bir üniversite başarılı olmaya devam etsin ama ben ona ufak dokunuşlarla, kendi kadrolarımı araya serpiştirerek üniversitelerde güçlenmeye çalışayım gibi bir düşüncesi yok. Yeter ki benim siyasi amaçlarım gerçekleşsin, ben kültürel iktidar mücadelesini devlet eliyle sürdüreyim, onları susturayım üniversite bitiyorsa bitsin” Başarısızlık umurlarında değil. İhraçlar da tamamen bunla ilgili. Barış için akademisyenler bildirisi çok değerli bir bildiri, değerli bir müdahale o dönem. Ama biz öyle bir metne imza atıp rastgele atılmadık. Biz zaten başka bir akademik tahayyülü taşımaya veya yaratmaya çalışıyorduk. Demin bahsettiğim kamucu, toplumun çıkarlarını ön plana koyan, daha eleştirel üretimler yapan bir üniversite. Bizim akademiden-üniversiteden anladığımız bu ve bunu hakim kılmaya çalışıyoruz. İhraçlar, bu tahayyülü üniversiteden koparıp atmaya çalışan bir hamle oldu. Yani sonuç itibariyle imza olmasa, başka bir bahaneyle biz yine atılırdık. Çünkü bizleri istemiyor. Solun üniversitelerdeki gücünü kırmak istiyor.
Neo-liberalizm, kapitalizmin yaşadığı bir krizden, onun yeni bir yöntemi olarak doğmuştu. Ve kendini belki de en bariz şekilde gösterdiği yerlerden biri üniversite olmuştu. Kapitalizmdeki değişimle uyumlu olarak önce kendisini kamudan tamamen ayırmaya başlıyor, sonra şirketleşiyor. Kapitalist kriz mutlaka toplumsal bütün alanları dönüştürüyor. Şimdi kapitalizmin yeni krizlerine gebe olduğu bugünlerde, bu krizin akademideki krizi tetikleyecek yönleri nasıl olur?
Öncelikle Türkiye için ekonomik krize nasıl karşılık vereceklerini gördük. Kamusal harcamaların hepsini kısmak, milletin kursağından almak, vergileri artırmak… Kamusal giderlerin en çok kısılacağı yerlerden biri de üniversiteler olacak. Mesela şimdilerde 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu meselesi konuşuluyor. 657’nin içeriğinin değiştirilmesi yani güvenceli memurluğun ortadan kaldırılması gündemi var. Akademisyenler yalnızca 657’ye tabi değil. Akademik özgürlüğe vurgu yapan bir başka madde daha var. Çünkü üniversite çalışanı memur olmamalı. Memur, emir alan demektir. Akademiysen, bağımsız araştırmacı olmalı. Ama akademisyenler 657 maddesi ile bağlanınca bu seni disiplin soruşturmasına da açık hale getiriyor. Normalde devlet üniversitelerinde çalışma ortamı dünya üniversitelerine göre Türkiye’de çok daha iyiydi. Kütüphane izni gibi hakları vardı akademisyenlerin. Şimdi bunlara göz dikiyorlar. 657’yi çok güvencesiz bir hale getirerek seni işten atabilir. Yazdığın makaleden de atabilir. Ben şimdi diyelim üniversitede çalışıyorum ve AKP medyası ile Sabah gazetesi üzerine makale yazacağım. Yazamam, atılırım çünkü. Bir güvencem olmayacak! Kıdem tazminatının da önünü kapatacak bir şey olacak. Yani üniversitede çalışan emekçiyi, eğitim emekçilerini parayla ‘terbiye edecek’ bir yöntem. Krizi de bahane edip 657 ile bütün güvenceleri ortadan kaldırarak hem kamu harcamalarını kısabilir hem de üniversiteyi kontrol etme noktasında çok işine yarayacak bir şey. Yine krizle beraber akademisyenler işsiz kalabilir. Özellikle özel üniversitelerde. Birileri işten çıkarılacaksa kimlerin çıkarılacağı bellidir şu dönemde. Ya da sokak aralarına kadar açılan bir sürü özel üniversite batabilir. Türkiye’deki ekonomik krizin dışında dünya genelinde de üniversitenin krizinden bahsedebiliriz. Üniversiteler kavramsal olarak da kuramsal olarak da kriz içinde. Üniversitenin üniversite olmasını tehdit eden bir kriz aslında. Üniversite dediğimiz şey bir yol kavşağında şu an. Kavramsal anlamıyla yaşayacak mı yani eleştirel düşünce ve toplumsal çıkarların öncelendiği üretim yaşamaya devam mı edecek yoksa üniversite başka bir şeye dönüşüp bir aparat haline mi gelecek? Böyle ciddi bir kriz notasında üniversite. Üniversite demek toplum için bilgi üretme faaliyeti demektir. Toplum için bilgi üretmeyen üniversite kavramsal bir kriz yaşıyor demektir. Çünkü öz ile biçim uymuyor burada. Başka bir aparat haline geliyor. Üniversitenin hali hazırda var olan krizi dünyadaki başka krizlerle de birleşerek “üniversite” adını hak etmeyen bir yere doğru gidiyor.