, ,

Arjantin Ekonomik Krizi Ve Dersler* Ayşe Tansever

Dünya ülke ekonomileri yeniden bir küresel krize girecek mi girmeyecek mi tartışması uzun süredir yapılıyor. IMF dâhil pek çok uluslararası kurum ve finans uzmanı, dünyada üretilen GSMH ile borçlanma oranlarına bakıldığında krizin eşinde olduğumuzu söylüyorlar. 2008 krizinden sonra oluşturulan korumaların kendisini tükettiği dile getiriliyor. Ağustos sonu ABD Merkez Bankası FED’in faiz oranlarını yükseltmesi sonrasında krizin belirtileri ortaya çıktı. Türk lirası birden %50’lere yaklaşan oranda değer kaybetti. Kriz sırf ülkemizi vurmadı. Aynı günlerde Hindistan, Endonezya, Güney Afrika Cumhuriyeti ve Arjantin’ de de benzeri hatta daha kötüsü yaşandı. Arjantin zaten bir yıldır krizde idi ve IMF’ye başvurmuş, Haziran ayında IMF tarihinin en büyük yardım paketi onaylanmıştı.

Birçok açıdan Arjantin’de yaşanan ile ülkemiz ve diğer gelişmekte olan ülkelerde yaşananlar arasında benzerlikler var. Arjantin bu konuda zengin bir deneye sahiptir. O nedenle bu ülke deneyini mercek altına almak içinde bulunduğumuz krizden çıkmak için olmasa bile ondan dersler almak açısından önemlidir.

Arjantin Deneyi

Arjantin kimilerine göre Latin Amerika’nın Brezilya’nın ardından ikinci, kimilerine göre de üçüncü büyük ekonomisidir. Kıtada zaman zaman kapitalist kalkınmaya örnek bir ülke olarak gösterilir. Ekonomisi 1980’li yıllarda kapitalist merkezler ile boy ölçüşecek derecede gelişmişti. Genel olarak bir tarım ve hayvancılık ülkesi olarak bilinse de gelişkin bir sanayi gücüne sahiptir.

Arjantin 1816 yıllarında İspanya sömürgesi olmaktan kurtulduktan hemen sonra kapitalist ekonomilerle kaynaşmaya başlar. İlk sermaye akını o zamanların ABD’si olan İngiliz finans gruplarından gelir ve ülke dıştan gelen kredilerle kapitalist yolda kalkınmaya başlar. Böylece ekonomisi kapitalizmin krizlerine açılır. Kapitalist dünyanın 1929 büyük krizinden de nasibini alır. Yerli burjuvalar krizi iyi yönetemezler, halklar çok acı çeker. Ekonomisi küçülür ve sıkıntılar başlar. 1940’lı yıllarda da borç batağına saplanırlar. O dönemde iktidarda olan sosyal demokrat Peron, başta IMF’ye bağlanmayı reddeder. Peron isminin dünyadaki ünü de bu başkaldırıdan kaynaklanır. Ne yazık ki sonunda baskılara dayanamayıp 1953 yılında borçları tamamen öder.

 Yani Arjantin daha 1953’de Peron iktidarı döneminde IMF’ye baş kaldırmayı denemiş ama becerememiştir. Uluslararası finansla ilişkiler tekrar kurulmuştur.

Aradan 20 yıl geçmeden 1970’li yıllarda yine bir ekonomik kriz gündeme gelir, borçların ödenmesinde zorluklar başlar. Bu kez burjuva iktidarları halk isyanını bastıramaz. Tüm Latin Amerika kaynamaktadır. ABD eliyle bir askeri darbe yapılır ve cunta iktidarı ele geçirir. Latin Amerika’da sonradan kayıp on yıl olarak hatırlanacak askeri cuntalar dönemi başlar. Halk öfkesi kan akıtılarak, silah zoru ile baskı altında tutulur. Yalnız Arjantin’de 30 bin insan öldürülür ya da “ortadan kaybolur”. IMF reçeteleri bu kez askeri cunta diktatörlükleri ve zulmü ile halka dayatılır. Uluslararası sermaye ve ordu arasındaki bağlar gelişir. Bu işbirliğinden ordu mensupları ceplerini doldurmaya başlar ve yolsuzlaşırlar.

Askeri diktatörlük döneminde de dış borç rekorlara koşar. Sonuç yine ekonomik kriz ve dış borçların ödenememesidir. Borç bedeli yine halklara yüklenmeye başlayınca halk hareketleri yükselir. Halk isyanları ile diktatörlükler tüm kıtada yavaş yavaş devrilirler. Arjantin’de 1983 yılında askeri diktatörlük alaşağı edilir ve Raul Alfonsin iktidar olur. Onun dış borçları nasıl ödeyeceği, ya da ödeyip ödemeyeceği merak konusudur. O da ilk önce Peron gibi ödememe eğilimindedir. “Borç borçtur ödeyeceğiz ama bize altı aylık süre tanıyın, halkım bir nefes alsın, ekonomi kendine gelsin sonra ödeyelim” der. İlk önce anaparayı sonra faizleri ödeyelim diye bir orta yol da öne sürer. Uluslararası finans güçleri kabul etmez ve IMF’ye gidip anaparayla faizleri birlikte ödemesini diretirler. Alfonsin dış baskılara boyun eğer ve IMF’nin dayattığı kemer sıkma politikalarını uygulamaya başlar.

Sonuç malum: Ekonomik kriz derinleşir. Arjantin 1930’lardakinden daha derin bir krize, daha can alıcı bir ekonomik durgunluğa girer. Bu durgunluğun halklara nasıl yansıdığını tahmin etmek zor değildir. Her krizdeki gibi kemer sıkmalar, açlık, yoksulluk vs. vs. Şunu ama vurgulamakta yarar vardır. Alfonsin döneminde yani daha 1990’lara gelmeden Arjantin IMF kemer sıkma politikalarına hayır demeyi bir kaç kez denemiş ve başarılı olamamıştır.

Kemer sıkma politikaları korkunç bir hiperenflasyon yaratır. Halk hergün sokaklarda protestodadır. Açlıktan süpermarketleri yağmalamaya başlarlar. Ülke idare edilemez duruma gelir ve Alfonsin iktidarı bir kaç yıl sonra devrilir.

Yerine kim gelir dersiniz: Carlos Menem. Yıl 1989. Menem adını belki duymayan yoktur. Çünkü devlet başkanı Menem IMF’nin sevgili çocuğu olur. IMF onu tüm dünyaya bir kahraman olarak tanıtır. Tüm IMF toplantılarında baş konuşmacı yapılır. Bir süper star haline getirilir. Bir örnek olarak allanır pullanır. Çünkü o kimsenin o güne kadar yapmadığını belkide yapamayacağını yapar. IMF’den değil yine uluslar arası ve yerli sermayeden para bulur. Hem ülkesini borçtan kurtarır hem de ekonomiyi canlandırır. Nasıl diyeceksiniz. Borçlu bir ülkesiniz ve halkın protestosu öte isyanından IMF’ye gidemiyorsunuz. Böyle ülkeye kim para verir? Ama Menem, onları ikna edecek bir politika bulur ve yabancı yatırımcılar gelir. Ülke borç batağından kurtulur ekonomi canlanır.

Menem’in politikası o günlerde finans güçlerinin yeni modası “anı, şanı” ile yeni liberal politikadır. Yeni sömürgeciliği en iyi şekilde ülkesinde uygular. Eski sömürgeciliğin asker, ordu, silah ile yaptığını o finans oyunu ile yapıverir. Ülkenin taşına toprağına varana kadar her şeyini özelleştirir ya da satar. Devlet işletmelerini, madenleri, petrolleri, bankalarını, emeklilik, işsizlik fonlarını vb her şeyi… Hatta o dönemde kaldırım taşlarını bile özelleştirdiği bilinir. Ülkede ne varsa yerli yabancı, parası olan herkese satarak elde ettiği paralarla ülke borcunu öder. IMF ve dünya finans çevreleri de Arjantin’in özelleştirmelerini harika bir kalkınma reçetesi olarak tüm dünyaya örnek olarak gösterirler. Burjuvazi ise Arjantin’in nesi varsa yok pahasına alma yarışına girer.

Menem, uluslararası finans ve sermaye çevrelerinin “gözde çocuğu” olmasın da kim olsun!

Bu kadar özelleştirme sonucu elde edilen paralar borçları öder ödemesine ama devletin sağlık, eğitim, yaşlılara maaş ve bakım gibi sosyal görevlerini yapmasına ve ileriye yönelik yatırımlara yetmez. 1998 yılına gelindiğinde yani 8 yıl sonra ekonomi yine tıkanır. Zaten Güney Asya, Rusya, Brezilya, Türkiye krizleri başlamıştır. Arjantin ekonomisi de yeniden derin bir krize girer. Artık elde avuçta bir şey kalmamış o zengin ülke beş kuruşa muhtaç, yoksul bir ülke haline gelmiştir.

Uluslararası finans güçlerine işte böyle elini versen kolunu alamazsın. Kaçıncı kriz, kaçıncı borç alış, kaçınca soyuluş ve kaçıncı IMF reçeteleri… Hep aynı kısır döngü. 2000-2001 yıllarında ülke, tarihinin en derin krizine girer. Yatırımcılara verecek, satacak mal mülk, güvence kalmamıştır. Arjantin halkları geleceklerini sonuna kadar tüketmiştir. IMF nazlanmadan kemer sıkma politikaları koşulu ile yardım elini uzatır.

Ülke resesyondan depresyona girer. İşsizlik %25’lere çıkar. Halkların öfkesi son noktadadır. Bu kez orta sınıf bile varını yoğunu kaybetmiştir. Onlar da çorba kuyruklarında karınlarını doyurmaya çalışırlar. Tüm halk tek vücut birbirine destek vermeye başlar. Sokaklarda protesto eksik olmaz. İşsiz işçiler grev yapan işçilere katılırlar. Kentlerin ana giriş yolları kapatılır. İhraç yiyecek taşıyan kamyonlar, süpermarketler yağmalanır. Genel grevler, iflas eden fabrikaların işgalleri başlar. İşçiler belki ürünler satılabilir umudu ile var olan hammaddeleri işleyip fabrikayı ayakta tutmaya, yönetmeye başlar. Orta sınıflar mahalle meclisleri kurup geleceklerini tartışırlar. İşsiz işçiler de kendi meclislerini kurarlar. Bürokratlar, politikacılar rehin alınmaya başlar. Halklar sokakta siyasetçilerin hiç birine güvenmediklerini ilan ederler.

 Ülke tam bir kaos ortamında yönetilemez duruma gelir. IMF, iktidarın halk isyanını bastırabileceği inancını kaybeder ve 2001 Aralık ayında kredileri keser. Ekonomi bakanı bankaları kapamak zorunda kaldı. Halklar bu kez bankaların demir, korunaklı duvarlarını bile baltalarla kırıp yağmalamaya çalıştılar. Hatta o günlerde bankaların çelik duvarlarına vurulan çekiç seslerinin 24 saat susmadığı tüm kenti inlettiği söylendi. Halkın elinde para kalmaz. Takas başlar. Takas değer tabloları belirlenir. İhtiyaçlar var olandan ihtiyacı olana takas edilir.

Polis müdahalesi halk isyanını bastırmaya yetmeyince ordu devreye sokulur. Silahlar, bombalar kullanılır. Onlarca protestocu öldürülür ama halk isyanı bastırılamaz. Halk başkanlık sarayının önünde isyanda, saraya girecek, devrim olacak söylentileri yayılır. Bu söylentiler ve kitle gösterileri karşısında devlet başkanı Rua istifa ederek sarayının damından helikopterle kaçmak zorunda kalır. 10 gün içinde 5 yeni devlet başkanı seçilir ve sonra istifa ederler. Son başkan, IMF’ye borçların ödenmeyeceğini açıklayınca olaylar durulur. Seçim kararı alınır. Ülke iflasını ilan eder.

Kısaca özetlersek ülke İspanya’nın klasik sömürgecilerini kanlı savaş ile attıktan hemen sonra ABD başta olmak üzere uluslararası finans kapital güçlerinin yeni sömürgeciliği altına girer. Yıllarca kalkınma, kapitalist merkez ülkeler seviyesine gelme hayalleri ile soyulur. Borçlar, krizler, IMF reçeteleri ve yine krizler… IMF’ye hayır sesini yükseltme… Sonra yine boyunduruk…

Aynı dönemde tüm kıta karışıktır. Venezuela’da Chaves, Bolivya’da su savaşları, isyanlar, Kolombiya’da iç savaş, Şili’de ve her yerde halk ayaklanmaları, devrimci durum vardır. Anti-Emperyalist hareket yüksektir. Kıtada devrimler beklenmektedir. Sosyal Forumlar yapılmaktadır. Bir tanesinde Chaves 21.yy sosyalizmini kurtuluş olarak ilan eder. Yeni bir umut yükselir. Uluslararası sermayeye karşı halkların iktidarı şiar olur.

 Kirchner’ler ile Sosyal Demokrat Çözüm

Arjantin yeni bir döneme girer. 2003’de seçimler yapılır ve Nestor Kirchner başkan seçilir. Bir kaç yıl sonra da ölür ve yerine eşi Cristina Kirchner geçer. Bu nedenle 2003-2015 yılları arasına Kirchner dönemi denir. Ordu ile baskı olanağını yitiren burjuvazi halk muhalefetini bastıramayınca bu kez Kirchner sosyal demokrasisi ile uzlaşmaya başlar. Kıtanın kendisi zaten böyle “pembe” bir dönemdedir. Yeni liberal politik yıkımın doğurduğu halk muhalefeti finans kapital güçlerine böyle bir dönemi kabul etmekten başka seçenek bırakmamıştır.

IMF ve Finans Kurumları ile İlişkiler:

IMF, Arjantin’e dayatmasını önce yumuşatır ama kıta genelindeki devrimci durumun yüksekliği karşısında koşullarını yumuşatmasının bir işe yaramayacağını anlar ve geri çekilir. Arjantin, tarihinde 8 kez iflasını ilan eden, şimdi 200 milyar dolarlık borcu ile dünya borç rekortmeni bir ülkedir. Arjantin iktidarı alacaklılar ile masaya oturur ve bu borçların yolsuzluklar, para oyunları ile alçakça yapılmış olduğunu savunur. Ülkenin eline geçen para ve bu paradan elde edilen yatırımın yarattığı değer ile alakası olmadığı iddia edilir ve belgelenmeye çalışılır. Kredi verenlerin %92’si alacaklarının %70’inin ödenmemesini kabul ederler ve anlaşma imzalanır. Sonuçta da borç miktarının 3’te 2’si ödenmez. Ancak alacaklılardan bir tanesi karşı çıkar.

“Paul Singer’in Elliott Management şirketi on yıl boyunca Arjantin’e 1,3 milyar dolarlık alacağını ödetmek için saldırganca davranır. Arjantin’in 48 milyon dolara aldığını iddia ettiği bonolar için Elliot 300 milyon dolar ister. Yani çoğu kredi sahibinin %70 kayıpla ödentileri kabul etmesine karşı Elliot Management %600 kar talep etmektedir.” (1)

Elliott Management ABD mahkemesinde dava açar. Mahkeme alacaklı doğrultusunda karar verir ve tüm borcun ödenmesini ister. Bu kez Arjantin uluslararası iflas mahkemelerine başvurarak bu borçlanmanın ne kadar ahlaksız, yok pahasına yapıldığını ispata çalışır. Olayı uluslararası örnek haline getirip aynı durumdaki ülkeleri arkasında örgütleme amacındadır. Bu tür borçlanmanın haksızlık, finansal jenosit, katliam ve terör olduğunu anlatmaya çalışır ama hepsi boşunadır. Ülke ekonomistlerinden Adrian Salbuchi araştırma yapar ve 1976 yılında Arjantin’in borcunun 6 milyar dolardan daha az ve ülke GSMH’sının küçük bir oranı olduğunu hesaplar. Sonra gelen cunta dönemi maliye bakanının bir kaç yıl içinde güçlü uluslararası özel bankalarla yapılan bir dizi spekülatif yasadışı anlaşmalar ile borç bir kaç yıl sonra 46 milyar dolara çıkmıştır.

Mahkemeler borç davalarında nasıl özel şirketlerin tüm mal varlıklarına el konulup satışına karar verebiliyorsa aynı şekilde ulusal devlet borçlarının da ödenmesi için mahkemeler ülke toprakları ve mal varlıklarına el koyma kararını verebilir mi? Hayır. Bir ülke iflasının yasal zemini yoktur. Ülkeler, şirket mal varlıkları gibi satılamazlar. Sadece IMF gibi yapısal bir takım düzenlemelere gidilebilir.

Buna rağmen finans güçleri tartışmaya başlarlar ve Arjantin’in verimli toprak ve mineral zengini Patagonya bölgesinin satılması konu olur. Japonya ve çeşitli şirketler o topraklar üzerinde projeler bile geliştirirler. Aslında bu finans kapitalin gerçek yüzünün dünya halkları tarafından anlaşılması olacaktır. Eskiden askerlerle sömürgeleştirilen ülkeler için şimdi dış krediler ve borçlar yolu ile sömürgeleştirme ve işgalinin uluslararası hukuku hazırdır.

Tahmin edileceği gibi uluslararası mahkeme de Arjantin’in borçlarını ödemesi doğrultusunda karar verir. Kirchner’in bunların hileli borç olduğu iddiasını kabul etmez ve “ekonomistleriniz, bakanlarınız ülkeyi iyi yönetememiş”, yani “kendi beceriksizliğiniz” kararını verir. Kirchner iktidarı boşuna uğraşmış olur. Oysa yüksek dış borçlu ülkelerden olan Ekvador ve İzlanda hiç mahkemeler ile uğraşmadan borçlarının faizlerini ödememe kararı alırlar. Ekvador lideri Rafael Correa borcun yolsuz ve despot eski iktidar tarafından alındığını ve ancak %30’unu ödeyeceğini açıkladı ve böyle yaptı. İzlanda referandum ile sorunu halkına götürdü ve büyük bir çoğunlukla borçların ödenmemesi kabul edildi. Bağımsız komisyonlar ile bankaların hileleri ortaya çıkarıldı. Sonuçta iki ülke de borç faizlerini ödemediler ve dünya finans kapitali bu konuda bir şey yapamadı.

Borçları gerektiği gibi ödemediği için Kirchner hükümetinin dış finans kurumlarından yeni para, kredi bulabilme yolu kapandı. Arjantin kendi yağı ile kavrulma dönemini yaşayacaktı.

Ülke borçları konusunda IMF, 2000 yılında borçların yeniden yapılandırma mekanizması SDRM kurulmasını önerir. Bu sistem ile ülkelerin devalüasyonlar, enflasyonlar vs ile borçlarının ödenemez duruma gelmesine karşı önceden bir hazırlık yapılması sağlanacaktır. Ama finans çevreleri hemen reddederler. Sonra 2014 Davos toplantısında IMF başkanı Lagarde, bu konunun uluslararası bir anlaşmaya ihtiyaç duyduğunu açıklar. Ama finans çevreleri bu konuda bir değişiklik değil dünya finans sisteminin daha merkezileşmesinden yanadırlar. Günümüzde kullanılan SWİFT (Society of Worldwide Interbank Financial Telecommunication) sistemi bunun için geliştirilir. 1970 sonlarında kurulmuştur ama 2000’den sonra giderek yaygınlaşır. Dünyanın önde gelen bankaları yaptıkları transaksiyonları anında birbirlerine ileterek varlıklarını biraz daha güvence altına alırlar. 2015 yılında 200 ülkedeki 11.000’in üstünde finans kurumu birbirine Brüksel merkezlerinden bu SWİFT sistemi ile bağlıdır. Her hangi bir üye bankada yapılan uluslararası işlem anında buraya bildirilir. Tüm dünya banka ve borsalarının para transferleri tek merkezden denetlenmeye başlar. Bilgisayarlar ile günde 15 milyon banka transaksiyonunu denetliyorlar. Böylece herhangi bir finans kurumunun bir diğerinin aleyhine kredi vermesi engellenebilir. Yaptırımlar koyarak çıkarlarını koruyabilirler. Ülkelerin başka kaynaklardan kredi bulmaları ve başka mekanizmalar kullanabilmelerinin önü kapatılır. Sonuçta bu mekanizme ile Arjantin gibi herhangi bir borçlu ülke borçlarını ödemede başka bir finans kurumu bulmak ya da başka bir şekilde para transferi yapmak isterse derhal duyulacaktır. Finans kapital güçleri böylece kendi içlerinde bir ortaklık ve denetim mekanizması kurmuşlardır.

Ekonomik Uygulamalar:

Kirchner, iktidara gelir gelmez ekonomideki durgunluğu aşmak için para birimi Peso ile Dolar arasındaki bağı koparıp serbest dalgalanmaya bıraktı. Tabi Peso hemen değer kaybetti ama ekonomistlere göre başka yapacak bir şey yoktu. Ekonominin bu yeni para değeri üzerinden tekrar bir raya oturması gerekiyordu. Derhal finans krizi derinleşti ve ekonomi daraldı.

Kirchnerizm olarak bilinen ekonomik uygulama, devlet eli ile yerli burjuvazinin desteklenmesi, onların yatırım yapıp iş yeri açmasının teşvik edilmesidir. Belirli inşaat şirketlerine devlet fonları verilir ve yoksullara konutlar yapılır. Alt yapı tesislerine yatırımlar gerçekleşir. Üretken yatırımlar, ihraç edilebilecek ürünler üretenlere fonlar ayrılır. Devlet enerji, gaz, haberleşme, taşımacılık alanlarına sübvansiyon uygular. Bu sübvansiyonlardan halk yararlansa bile daha çok burjuvazinin kar devşirmesi kollanır. Ekonomik canlanma ile yeni iş alanları açılır ve ekonomi canlanmaya başlar. Kıta genelinde böyle, yerli burjuvazinin desteklendiği, uluslararası sermaye çevrelerinin dışlandığı bir ekonomik hat vardır. Kirchner politikaları yürütmede zorluk çekmez. Kendine diğer kıta ülkelerinden destek bulur. Hatta o dönemde Latin Amerika yerli burjuvalarının ABD iş çevrelerini dışlayan Mercuso pazarını AB gibi bir ortak pazar topluluğu haline getirme planları geliştirilir.

Halkın yoksulluğunu giderici bir dizi önlem alınır. “2010-2011 yıllarında emekli fonları millileştirildi ve aylıklar iki katına çıkarıldı. Kötü beslenmeye karşı evrensel çocuk sağlık programları yaratılarak kötü beslenme ve okula gidememe sorunu önlenmiş oldu… On yıl içinde Arjantin’de ücretler ve maaşlar reel olarak %50’nin üzerinde arttı” (2)

İşsizlik fonu ve Menem’in özelleştirdiği ya da yerli yabancı sermaye çevrelerine sattığı bazı kamu işyerleri yeniden millileştirilerek çalışanlar tekrar devlet kadrolarına alındı, çalışma koşulları düzeltildi, gelirleri arttırıldı. Çeşitli sosyal harcama alanları yaratıldı. Petras alıntısında belirttiğimiz çocuk sağlık programları bunlardan bir tanesiydi. İşsiz ve çocuklu, geliri olmayan her aileye ayda 150 peso ödenmesi yapıldı. Sağlık konusuna da önem verildi; çocuk ölümleri yarı yarıya düştü. Bu politikalarla, halkın hem açlıktan kurtulmaları hem de harcama yapmaları sağlanarak ekonomi çarkları döndürülmeye çalışılmıştır.

Bu önlemlerin ekonomik sonuçlarını başka bir yazıdan özetlemeye çalışalım:

“Sosyal harcamalar, 2002 yılında Milli hasılanın %15’inden 2009 yılında %23.4’üne çıkmış, ayrıca ekonomi sürekli büyüdüğünden nominal değer olarak bakıldığında 3 kat artmıştır. Yoksulluk 2/3 düşmüş, aşırı yoksulluk da aynı şekilde azalmıştır. Gelir dağılımı bozukluğu düzeltilmiş, işsizlik 2001’ deki %8.4’den 2011’lerde %8 seviyesine inmiştir.” (3)

Genel olarak ekonomik büyüme verilerine bakalım: “Arjantin ekonomisi IMF’nin verilerine göre 2002-2011 yılları arasında %94 büyüdü. Bu dönemdeki Batı yarım kürede ve dünyada görülen en hızlı büyümedir.” (4)

Ama Kirchner iktidarı boyunca ekonomideki bu iyileşme hep enflasyon ile birlikte yaşandı. Ekonominin canlanmaya başladığı 2007-2008 yıllarında düşmeye başladı ama sonra 2011 yıllarında tekrar yükseldi. Hem iç hem de dış pazarların etkisi ile indi, çıktı. Enflasyonun zararları biliniyordu ve bu nedenle sürekli tartışıldı. Bir ikilem yaşandı. Acaba ekonomik büyüme uğruna dış borç alınmadan enflasyon göze alınmalı mıydı? Ve başka yol da olmadığından büyümek için enflasyonla yaşandı. Büyüme, enflasyon, resesyon sonra tekrar iyileşme sonra yine enflasyon, yine resesyon kısır döngüsü içinde gidip gelindi. Böyle bir kısır döngünün; dış borç, borç krizi ve ardından halkların kemer sıkması politikası karşısında tercih edilebileceği savunuldu.

Finans kapitalin iktidar güçleri 2001-2002 döneminde halk muhalefetini bastıramayınca sosyal demokrasi ile uzlaşmaktan başka yol bulamadı ama onları da rüşvetler vs ile kendi cephesine çekmeye çalıştı. Yeni liberal politikaların yarası biraz sarıldıktan sonra tekrar saldırıya geçti. Fırsatını bulunca bu yolsuzluklarla onları korkutmaya, iktidarı yeniden ele geçirmeye soyundu.

2015 yıllarında yeni seçim dönemine gelindiğinde C. Kirchner halkların %50 sinin desteğine sahipti, tekrar seçilebilirdi ama anayasal olarak üçüncü dönem başkanlık yapmasının önü tıkalı olduğundan yerine Daniel Scioli’yi aday gösterdi. Ama Scioli, Macri karşısında seçimleri %3 oy farkı ile kaybetti. Macri, hem Kirchner sosyal politikalarını sürdürme hem de yeni bir ekonomik çıkış ihtiyacında olan ekonominin dış ilişkilerini düzelterek taze kan verme vaadinde bulunmuştu. Halk da buna kandı diyelim.

Kirchner’in sosyal demokrat uygulamaları gidebileceği kadar gitmiş ve tıkanmıştı. Dünyada da kapitalizm kriz günlerine doğru yol alıyordu. Küreselleşme tıkanma noktasına doğru gidiyor, korumacı önlemler filizleniyordu. Latin Amerika sosyal demokrasisini besleyen hammadde fiyatlarındaki yükselme tersine dönmüş, bütün gelişmekte olan ülkelerin kalkınma hızlarında düşüşler başlamıştı.

Artık Latin Amerika’da yüzyıl başında başlayan“pembe” dönem tıkanmaya, sosyal demokrasinin zemini zayıflamaya başlamıştı. Kıta genelinde ABD’nin ilerici Venezuela, Bolivya, Küba gibi ülkelere uyguladığı baskılar, karalamalar, yaptırımlar hatta açık saldırı tehditleri artmıştı. Gelişmeleri, çeşitli askeri tehditler, ekonomik yaptırımlar, muhalefet güçlerini desteklemeler türünden bin bir burjuva sahtekârlık ile engelleniyordu. Latin Amerika halklarına örnek olmamaları için elden gelen yapılıyordu. Halkları örgütlemeyen sosyal demokrat dalga da gücünü kaybetmeye, yeniden gücünü toplayan finans kapital güçleri tarafından ezilmeye başlanmıştı. Brezilya, Ekvador gibi ülkelerde bunu çok iyi gözlemliyoruz. Arjantin’de de Macri bu dalgadan sol maskesi takarak galip çıktı. İktidar olur olmaz da sol maskesini attı.

 Macri ve Yeni Liberal Politikalara Geri Dönüş

Macri iktidarı Kirchner’den az bir dış borç ama %17’lerde seyreden yüksek sayılabilecek bir enflasyon devraldı. 2003’den beri ekonominin istikrarlı gelişiminin ardından yaşanan tıkanıklıkları açmak için Macri ülkeyi tekrar uluslararası finans ve sermaye güçlerine açmaya çalıştı. İktidara gelişinin ikinci ayında Kirchner iktidarının ödemediği 4,65 milyar dolarlık borcu ödeyerek ülkenin dış sermaye ile 15 yıldır süren uzlaşmazlığını sonlandırdı. Peso’yu devalüe etti ve ülkeden para kaçmasını önlemek için de faiz oranlarını yükseltti. Zenginlerin gelir vergisi dilimlerini düşürdü ve yatırım kolaylıkları tanıdı. Kirchner iktidarının dışarıya para kaçırmayı engelleyici yasalarını kaldırarak onlara güvence vermeye çalıştı. Sonuçta iç ve dış finans kapital güçleri ile arayı tekrar düzeltti.

Peso hemen %40 değer kaybetti. Enflasyon düşmek yerine aksine %25-30’lara tırmandı. Ödenmesine karar verilen yabancı kredi borçları böylece pahalandı ve bütçe dengesi bozularak açık vermeye başladı. Yeni yatırımlar yapılamadı. Yabancı sermaye de gelmedi. Bu ekonomik kriz durumunda sermaye gelip yatırım mı yapar? Ekonomik canlanma olmadığı gibi aksine durgunluk başladı.

Peki, kriz durumunda ne yapılacağını artık ezberledik: Sosyal harcamalarda kesinti. Kirchner iktidarının elektrik, su, taşımacılık, gaz vs. yaptığı sübvansiyonları kıstı; eğitim, sağlık bütçelerini azalttı. Memur maaşlarını dondurup işten çıkartmalara başladı. Bunlar yetmedi, emekli maaşlarını düşürdü. Arkasından emek yasasında çalışma koşullarını zorlaştırıcı önlemler almak için tasarı hazırlandı. Hem çalışma saatleri uzatılacak hem de iş güvenliği azaltılacak, işten çıkartmalar kolaylaştırılacaktı. Kichner iktidarının çizdiği hattı sürdürme sözünü yerine getirmeyip tam %180 derece ters dönüp onun tüm sosyal politikalarını sildi süpürdü. Bütün bunlar halkın öfkesini yükseltti. Protestolar başladı. Sokaklar ısındı. Huzursuzluk arttı.

Sonuçta 2018 Nisan ayında Macri, IMF’nin kapısını çalmaktan başka çıkar yol görmedi. IMF bildik kemer sıkma, bütçe açığını sıfırlama koşulu ile 50 milyar dolarlık, kurumun o güne kadarki en büyük yardım paketini imzaladı. Kredinin ilk dilimi ülkeye girer girmez peso tekrar yarı değerini kaybetti. Hemen o günlerde FED, bizim ekonomimizi de vuran, faiz oranlarını yükseltme kararını açıkladı. Sermaye ABD’ye doğru kaçmaya başladı ve Arjantin parası, pesonun değer kaybı %100 oldu. Peso’nun değer kaybı karşısında para kaçışını önlemek için, yine bizdeki gibi, faiz oranları yükseltildi. Arjantin %60 faiz oranı ile dünya birincisi oldu. Eylül 2018’de faiz %70’lere tırmandı. Paranın değer kaybını önlemek, Merkez Bankası’nın çıkardığı tahvil ve bonoları finanse etmek için IMF’den alınan ilk yardım miktarı olan 7 milyar dolar piyasaya sürüldü. Tüm bu önlemler ile 63 milyar dolarlık dış borç 141 milyar doları geçti. (5)

Eylül sonrası bu yaşananlar, IMF ile varılan anlaşma gereği sıfırlanan bütçe açığını yeniden eksiye düşürdü. Haziran kesintilerinin üstüne bir daha kesinti yapmak zorunda kalındı. Bizde Erdoğan’ın yaptığı gibi bakanlık sayısı 22’den 10’a indirildi. Macri seçimlerde arkasına aldığı toprak ağalarına da yönelerek ihraç ettikleri tarım ürünlerinin her bir dolarından 4 peni karşılığı peso vergi alma kararı verdi. Memur çıkartma işlemi hızlandırıldı. Macri döneminde 36 binin üzerinde memur işsizler ordusuna katıldı.

Yaz başında eğitimden 43 milyon dolar kesilip emekli ve enerji fonuna aktarılmıştı, Eylül’de eğitim ve sağlık harcamalarından 12 milyonluk bir ek kesinti daha kabul edildi. Teknoloji, araştırma kurumları bağımsızlıklarını kaybedip zaten harcamaları kesilmiş olan üniversitelere bağlandı.

Eğitim harcamalarındaki kısıntılar sonrası okullarda durum ne oldu? Okullardaki ısınma ve beslenme harcamaları azaltıldı ve altyapı yenilenmeleri durduruldu. Öğrencilere verilen öğle yemekleri sandviçe indirildi. UNICEF, Arjantin’li çocukların %40’nın açlık içinde olduğunu tespit etti. Halkın %25’inin açlık sınırının altında yaşadığı açıklandı. Öğretmen ve profesör maaşları kuşa çevrildi. Emekli maaşlarında yeniden kısıntılara gidildi. Orta sınıfın bile alım gücü eridi.

Bizdeki duruma ne kadar benziyor değil mi?

Enerji, gaz, taşıma ücretlerine yeni zamlar geldi. İlginç bir uygulama da konutların harcadığı enerji faturalarına geçmişe dönük getirilen zamdır. Peso değer kaybının enerjiye getirdiği zam eylül ayında halka geriye dönük olarak yansıtıldı. Geriye dönük enerji faturası zammının başka bir ülkede uygulaması görülmüş müdür bilmiyoruz. Yılsonuna kadar ödenmesi zorunlu oldu. Delinin aklına taş düşürmeyelim.

Bu yıl peso %100 değer kaybetti. Enflasyon Eylül ayında %42’ye yükseldi. Ekonomi son çeyrekte %4,2 daraldı. Her şey pahalandı. İnsanların alım gücü düştü ve ekonomi daralmasını sürdürdü. (6) İşçi çıkartmalar yalnız kamu kesiminde yaşanmıyor. Ekonomideki durgunluk fabrikaları kapatıyor ya da üretim kısılarak işçi çıkartılıyor. Son dönemde çıkarılanların sayısı 40 binlere yaklaşmış. Emek yasası ile asgari ücret zaten dondurulmuş birçok hak askıya alınmıştı. Resmi kayıtlara göre işsizlik 2018’in ikinci yarısında %9,6’a çıktı. Bunların çoğu genç kadınlardır. Yarı zamanlı çalıştırmalar, işinden memnun olmayanlar giderek arttı.

Peki, eğitim, sağlık ve enerji harcamalarından, çalışanların maaşlarından kesinti yapılıyor da askeri harcamalardan yapmak akıllara geliyor mu dersiniz? Hayır, gelmiyor. İktidar korkuyor. Askeri fonun bir kısmı kolluk kuvvetlerine aktarıldı. Bir de gerektiğinde ordu gücünün kentlerde kullanılabilmesi yasalaştırıldı. Macri iktidarı halk protestolarının artacağını hesaplayarak şiddet gücünü arttırdı.

Sokaklar Isınıyor:

Macri iktidarının uygulamaları halkları Şubat 2018’den beri sokaklara döktü. İlk olarak, eğitim personeli sokaklara döküldü. Şubat başında eğitim harcamalarında yapılan ilk kesintiye karşı 400 bin kişi sokaklarda protesto yaptı. Öğretmenler 3 hafta grevdeydiler. Macri’nin kürtaja karşı yasa önerisi on binlerce kadını sokaklarda gösteri yapmaya yöneltti. Bu dönemde kadınlar her bir protestoya kitlesel olarak katılmaya başladılar. Temmuz ayında profesörler ve öğrencilerin üniversiteleri işgal eylemleri dikkatleri çekti. Dersleri kent merkezlerinde yapmaya başladılar. Macri aylar süren görüşmeler sonucunda profesörlere az bir zam vermek zorunda kaldı. Halk öfkesi şimdiye kadar suskun olan muhalefeti yüreklendirdi. Çeşitli halk hareketleri aralarında görüşmelere başladılar.

Emekli maaşlarına yapılacak kesinti de halk kesimlerini bir araya getirdi. Enflasyon ve zamlar nedeniyle emekli maaşları, emeklilerin zorunlu ihtiyaçlarının ancak %40’ını karşılayacak düzeydedir. Kesintinin kongrede görüşülüp kabul edildiği gün emekliler Kongre binası önünde büyük bir gösteri gerçekleştirdiler. Ama ona rağmen yasa kabul edildi.

Arjantin sendikaları eskiden beri çeşitli iktidar güçlerinin denetimi altında, iktidar çizgisine karşı çıkmayan kimisi Peronist kimisi Kirchnerci olarak bilinirler. Macri de bazı sendikaları kendi denetimine almış, ufak tefek protestolarla işçilerin öfkesini boşaltmaya çalışıyordu. Ancak öğretmenler, kadınlar ve arkasından emeklilerin protestoları sendikaları halktan yana eylemlere zorladı. Haziran ayında IMF ile anlaşma imzalanması halkı daha da öfkelendirdi ve bu bir kırılma noktası oldu. Bu olaydan sonra sendikalar genel grev çağrısı yapmaya zorlandılar. Ülke güçler dengesinde bir değişme oldu. Genel grev açıklamaları ardı ardına geldi.

Ağustos sonlarında 3. genel grev, işçi sendikalarını daha fazla birleştirdi, aralarındaki işbirliği arttı. Yeni genel grev hazırlığı başladı. Macri, BM’de aynı Erdoğan gibi, Arjantin ekonomisinin iyi gittiğini anlatarak yabancı sermayeyi ülkesine çağırdığı gün, sendikalar 4. genel grevlerini yaptılar. Abartmasız ülke felç oldu. O güne kadar bir araya gelemeyen sendikalar bir araya geldiler. Toplam 200 binin üstünde sendikalı çalışan grevdeydi. Telekomünikasyon çalışanları, demir yolu sendikası işçileri, taksiciler, her düzeyde öğretmenler, kamu çalışanları, metro ve havacılık çalışanları, Dışlanmış İşçiler Hareketi, çöp taşıyan işçiler….vb hepsi grev yaptılar. Çoğunluğu göçmen işçilerden oluşan işportacılar bile katıldılar. Bu örgütlülük karşısında Merkez Bankası Başkanı istifasını açıkladı. Gelinen aşamada IMF kemer sıkma politikalarından geri adım atılmadan ya da en azından bir takım haklar alınmadan işçilerin örgütlü mücadelesinin durulması olanaksız görünüyor. Kasım ayı içinde de yeni bir genel grev kararı alındı.

Ancak şunu söylemek gerekir ki işçilerin mücadelesi IMF’nin kemer sıkma politikalarının kaldırılması, en azından yumuşatılması seviyesindedir. Ama bu talep ülkenin içinde olduğu güncel ekonomik krizden ya da kısır döngü halinde sürekli oluşan krizlerden kurtulmaya yeter mi? İşçi sınıfından başka şeyler beklenmiyor mu? Sendikal seviyede taleplerin ötesine geçilebilir mi? Halk sokağa çıkıyor ancak talepler neyi hedefliyor?

Şimdi biraz da kırları gözden geçirelim.

Kırlar ve Köylülük:

Şimdiye kadar Arjantin kırlarından söz etmedik. Oysa bilindiği gibi proletarya ve köylülük ilerici bir iktidar için el ele vermelidirler. Kriz durumundan kırlar nasıl etkilenmişlerdir? Tek kelime ile şöyle özetlenebilir: Bizim kırlarımız nasıl etkilendi ise Arjantin kırlarında fazlası vardır eksiği yoktur.

Arjantin dünyanın üçüncü büyük tarım üreticisidir. Çok verimli topraklara sahiptir. Hatta ülkenin 450 milyon insanı doyurabileceği iddia edilir. Tarım ürünleri ve hayvancılık ülkenin baş ihraç kaynağıdır. Macri de zaten bu tarım lobisini arkasına alarak, onlara pek çok vaatler vererek seçimleri kazandı.

Arjantin kırlarında kapitalistleşme verimlilik nedeniyle çok eskiden başlamış. Hatta sürülebilir toprakların %56’sı endüstri tarımına ayrılmış. Belli başlı ürünler soya, mısır, arpa, meyve ve sebze dışında hayvancılık da gelişkindir. Soya üretimi son yıllarda iki nedenle zarar etmeye başlamış. Birincisi asıl alıcı olan Çin kendisi soya yetiştirmeye başlamış. İkinci olarak bu ürün ticareti uluslararası gıda tekellerinin eline geçmiş. Buna bir de son yıllarda kuraklık eklenince soya satışından ülke çiftçisi zarar etmeye başlamış.

Arjantin kırlarındaki 2 milyon insanın %72’ si aile tarımı ile geçiniyor. Tarım, hayvancılık, balıkçılık geleneksel üretim biçimi ile organik tarım olarak yapılıyor.

Macri uygulamaları ile bu kesim şimdi ölüm kalım savaşı veriyor. Kırların kapitalistleşmesi aile çiftçiliğini öldürüyor. Öte yandan topraklar iç değil dış talebe göre ekiliyor ve üzerinde yaşayan halkların karnını doyurması göz ardı ediliyor. Kendi kendini besleyen, doyuran bir ülke olmaktan çıkıyor.

Öte yandan tarım ürünlerinin ara girdilerinin dünyaya bağlanması artıyor. Tohumdan gübreye, ilaçlamada kullanılan maddeler ya dışarıdan alınıyor ya da ülkede üretilse bile ara maddelerinin çoğunluğu dışarıdan geliyor. Büyük tarlaların sürülmesi için traktörler ve tarım araçları kullanılıyor.

Bunların anlamı ise kırların boylu boyunca uluslararası tohum, gübre, ilaç, yem vs. tekellerin pazar alanına girmesi demektir. Bu durumda ülke para birimi değer kaybedip, yabancı paralar değer kazanınca küçük köylülüğün tohum, gübre, ilaç, yem dışında enerji, mazot, benzin harcamaları çok pahalanıyor. Öte yandan gıda tüccarları bu masrafları dikkate almadan kendi kârlarını arttırmak istedikleri için kırdaki üretici iflas ediyor. Yani bir ürünü üretme maliyeti onu satarak elde ettiklerini karşılamıyor. Çoğu iflas ediyor. Köylülüğün, ertesi yıl üretmeyi bırakalım karnını doyuracak parası kalmıyor ve ekimden çekiliyor.

BM temsilcisi Türk asıllı avukat Hilal Elver’in Eylül sonundaki gözlemlerine göre kırlarda çorba kuyruklarına giren kesimler artmış. Kır insanı bile öğün atlamaya başlamıştır. Yarı aç yarı tok yaşıyorlar. Bunların bir kısmı kentlerde buldukları temizlik, çöp toplama gibi işlerde çalışmaya başlamışlar. Ama bu da karınlarını doyurmaya yetmiyor. Düşünebiliyor musunuz, 450 milyon insanı besleyebilecek bir ülke kırları, kendi 44 milyon insanının karnını doyuramaz hale geliyor. Kriz sonrası 3 milyon insan kırlarda açlık ile yüz yüzedir. Kentlerdeki orta sınıf da meyve sebze alamaz duruma gelmiştir. Köylüleri aç bırakma pahasına ucuza alınan tarım ürünleri kentlerde orta sınıfın alamayacağı düzeyde fahiş fiyatlara satılmakta ve o kesim de açlığa mahkum edilmektedir.

Bir Arjantinli fırıncının sesine kulak verelim: “Bir torba un bir kaç ay içinde 300 pesodan 1000 pesoya çıktı. Fiyatları nasıl düşük tutacağımızı bilmiyoruz. Kapatmayı düşünüyoruz. … Buğday fiyatları, dolar fiyatı artınca artıyor ve biz halklar dolar kazanmıyoruz.”(7) Sanki bizim ülkemizdeki fırın sahibi konuşuyor değil mi? Bu konuşan tahıl ihracatçısı bir ülkedeki fırıncı.

Sol çevreler kırlarda da köylülüğü örgütlemeye çalışıyorlar. Bir kaç kamyon ile aile tarımı yapanların ürünlerini her gün kentlere getirip satmaya başlamışlar. Yani üreticiden alıcıya direkt satış. Alıcı orta sınıf halk, kamyonların geleceği noktada 2 saat önceden ucuz meyve sebze almak için kuyruğa giriyormuş.

Ülkede aile tarımı yapanlara halk ekonomisi deniyor. Dışlanmış İşçiler Hareketi adlı bir hareket kurmuşlar. İşçi Konfederasyonu’na bağlı Halk Ekonomisi Sendikası olarak örgütlenmeye başlamışlar. Bu harekete bağlı işçiler şubat ayından beri başlayan protestolara katılıyorlar. Hatta 40 bini bulan sayılarla protestolara katılıp kentlere yürümüşler. Eyalet meclisinden acil yiyecek çağrısı yapmasını istemişler. İşsiz işçiler hareketi, feminist kadın grupları ve yerli halk örgütlenmeleri de bunlara destek veriyor. Bu örgütlenmeler aracılığı ile kendi sorunlarını çözücü girişimlerde bulunuyorlar. Bir gıda ürünü işleme, depolama, paketleme tesisi kurma çabaları var. Açlığa karşı bir mahalle mutfağı kurmuşlar. Sorunlarını alttan kendi kendilerine çözmeyi, kolektif çalışmayı, dayanışmayı öğreniyorlar. “Toprağın ne yapacağı az çok tahmin edilebilir ama pazarınki asla bilinmez” diyorlar. Artık sermaye gücü ile belirlenmeyen bir dünyada yaşamak istediklerini ve bu dünyayı kurmak için mücadele ettiklerini söylüyorlar. (8)

Krizler sadece sanayi üretimini ve çalışanları değil kırları da köylülüğü de yakından etkiliyor. Onlar da kendi içinde örgütlenmeye ve işçilerle birlikte davranmaya başlıyorlar. Kent proletaryası ile köylülük bir araya gelmeye adım atıyorlar.

Sol Muhalefet:

Bu kaçıncı kriz! Sekiz kez IMF’ye gidilmiş ve iki kez meydan okunmuş ama geri adım atılmış. Halk muhalefeti bastırılamayınca askeri darbe olmuş ve 30 binin üzerinde insan ölmüş. Sonra Menem ile dış sermaye güçlerine ülke boylu boyunca açılmış ve bu kez 2001 krizi yaşanmış. Artık bastırılamayan halk isyanı bu kez Kirchner iktidarının IMF’ye hayır demesi ile yatıştırılmıştır. Halklar ilk kez yabancı sermaye girişi olmaksızın kendi burjuvalarının sosyal demokratik uygulamaları ile krizden çıkmışlar. Macri ile yeniden yabancı sermaye peşine takılma ve yine IMF dayatmaları. Bu işin sonu ne olacak? Halklar yine sokakta ve “IMF’ye Hayır!”, “Borçlar ödenmesin!”şiarları. Yıl 2018 ve yine eskisi gibi bir kilitlenme.

 Ama bu kez protestolar 2001 seviyesinin daha gerisinde görünüyor. Arjantin solu ise 2001 krizinden daha örgütlü olduğu iddiasındadır. Halk hareketleri içinde örgütlenmeye, ortak taktikler üretilmeye ve bir strateji çizilmeye çalışılıyor.

Arjantin kongresinde Macri’nin sağ politikaları karşısında eskinin Peroncuları ve Kirchnerciler var. 2015 yılında bu sosyal demokrat yoldan kalkınmanın sonuna gelindi. Şimdi kıta genelinde yeniden yeni liberal politika uygulama dönemine girildi. Üç yıl içinde de yeniden tıkandı. O nedenle sosyal demokrasinin kuyrukçuluktan başka kendilerine özgü bir politikaları yok. Dünyadaki sosyal demokrasinin açmazı içindeler. Venezuela, Bolivya, Küba ve Nikaragua gibi sosyalist yol diyen ülkeler büyük bir ABD ve AB baskısı altındalar, bir örnek olarak kıta halklarına umut yaratamıyorlar. Halklar bu doğrultuda örgütlenme zorlukları içindeler. Sol güçlerin politikaları bu nedenle baştan inmeli.

Son seçimlerde Arjantin Sosyalist İşçi Partisi (PTS), İşçi partisi (PO) ile ittifak yaparak 3 milyon oy almış ve kongrede sol kanadı oluşturuyor. Macri’nin IMF ile uzlaşmasına karşı çıkıyorlar. Yeni bir genel seçim, yeni bir meclis kurulması gerekliliğini savunuyorlar ama bunu kongreden geçirme umutları yok. Sokakta halkı protestolara örgütleme ve sürekli genel grevlerle gerici iktidarı baskı altında tutma taktiğini uyguluyorlar. Ülkede oluşan birçok ilerici hareket ve sol güçlerle bağlantılı olarak çalışıyorlar.

Kadınlar, öğretmenler, profesörler, üniversite öğrencileri, işsiz işçiler ve küçük köylülük içinde çeşitli sol örgütlülükler son olaylarla ortak bir zeminde birleşip cephe kurdular: İşçiler Sol Cephesi (FIT, İspanyolca kısaltması bn.) Eskinin işgal fabrikalarında eylem yapmış militan işçileri cephe içinde çalışıyor. Cephe taraftarları ailelerini ve dostlarını cephenin görüşlerine ikna etmeye uğraşıyorlar. Mahallelerde, okullarda meclisler kurulmasına ön ayak oluyorlar. Buralarda çeşitli iktidar politikalarını tartışıyorlar. Çeşitli devrimci konuşmacılar geliyor ve halkın sorularını yanıtlıyorlar. Genel greve hazırlık yapıyor ve iktidar politikalarını durdurmaya çalışıyorlar. Ayrıca Syrizia ve Podemos’u reformistlikle ve düzen partileri ile anlaşmakla suçluyor, kendilerini daha solda görüyorlar.

Troçkist ağırlıklı FIT’e göre tüm solun desteklediği ortak yeni bir parti ile seçimlere gidilip yeni bir halk meclisi seçilmelidir. Böyle bir meclisin içinden çıkacak işçi hükümetinin ülke sorunlarına yanıt verebileceği görüşündeler. Önlerine koydukları acil planı, Sosyalist İşçi Partisi’nin Kongredeki üyesi ve FIT sözcüsü Nicolas Del Cano şöyle açıklıyor:

“..Kamu borcunu ödemenin reddedilmesi ve tek bir devlet bankası kurulması, emekli gelirlerinin derhal arttırılması, asgari ücretin alım gücüne göre yeniden ayarlanması ve işsizliği önlemek için çalışma saatlerinin tüm işçiler arasında bölüştürülmesi. Aynı zamanda dış ticaretin devlet tekeline alınması ve işçilerin yarattığı zenginlik üstünde parazit gibi yaşayan toprak sahiplerinin ilgası acil plandadır…. ‘Bağımsız bir Anayasa Meclisi için mücadele etmeliyiz!’” (9)()

FIT, Sol İşçi Cephesi’nin mutlaka başka planları vardır ama bizim ulaşabildiğimiz bu kadar. Tüm solun güçlerini birleştirmesi elbette ülkenin içinde bulunduğu bu krizden çıkması açısından çok önemlidir. Zaten tüm dünyada sol cephenin günümüz sorunu bu birlikteliği sağlamaktır. Aynı bayrak altında burjuva güçlere karşı ortak mücadele etmek ilk koşuldur. İkinci olarak, bir işçi iktidarı ya da ilerici güçler iktidarı talebi olmazsa olmazdır. Merkez bankasının ve dış ticaretin de bu işçi iktidarı denetimine alınması talebi yerindedir. Yerli yabancı sermaye ve finans çevrelerinin kendi çıkarlarını yürütmelerine karşı ihtiyaç duyulanbir zorunluluktur. Böylece para kaçırmalar ve yolsuzluklar engellenebilir.

Fakat ülkedeki diğer ekonomik sorunlar nasıl çözülecektir? İşsizliği, enflasyonu önlemek ve üretimi canlandırmak için neler önerilmektedir. FIT’in bu sorunlarla ilgili ne düşündüğünü bilmiyoruz ama ülkenin ekonomistlerinden öneriler vardır.

Dünya ekonomisinin borçlar nedeniyle bir küresel krize doğru gittiği yolunda tehlike çanlarını IMF ve Dünya Bankası yetkilileri de çalıyorlar. Arjantin de bu ülkelerden biridir ve yapacakları dikkatle izleniyor. Bizim gibi ülkeler açısından da önemlidir. Ellen Brown “İflas Ettirerek Sömürgeleştirmek” adlı yazısında Arjantinli ekonomi profesörü Salbuchi’nin çeşitli araştırmalara dikkat çekerek şu soruyu sorduğunu yazıyor. (10)

Ellen Brown’ın yazı başlığı aslında konunun ana fikrini anlatıyor. Borçlandırıp sonra iflas ettirerek bu ülkeler sömürgeleştiriliyor. Öyleyse şu soruyu sormak yerindedir. Bu kısır döngüden söz konusu ülkeler nasıl çıkabilirler? Bu arayış giderek daha çok sayıda insana şu soruyu sorduruyor. Neden iktidarlar yabancı para birimleri ile borçlanıyor sonra da on yıllar boyu küresel mega bankacılara borçlu hale geliyorlar? Bu işin başka yolu yok mu? İşte Salbuchi’nin yanıtı:

“İktidarların ihtiyaç duydukları parayı direkt kendilerinin basması doğru bir sağduyudur. Ama ‘para basmak’ politik olarak karşı durulması zor çığlıklar koparır. İktidarların kendi kamu sahipliği altındaki bankalardan para almaları da aynı etkiyi yaratacak başka bir seçenektir. Kamu bankaları aynı özel bankalar gibi kredi verebilirler ama özel olanların aksine bu bankalar kar ve faiz gelirlerini tekrar ekonomiye aktarırlar. Onların görevi kamuya hizmettir ve karları buraya gidecektir. Böyle iktidarların kendilerinin ya da kamu bankaları yolu ile bastıkları paralarla fon yaratmaları geçmişte Avustralya, Yeni Zelanda, Kanada, Almanya, Çin, Rusya, Kore ve Japonya tarafından başarılı şekilde uygulanmıştır.” (12)

Bu öneri ekonomi çevrelerinde tartışılmıştır. Bizim gibi uluslararası sermaye kıskacında, sömürüsünde olan ülkeler açısından dikkate alınmalıdır. Hatta bu öneri bir adım daha ileri götürülüp eski döviz borçlarının yerel para birimleri ile geri ödenmesi de bir çözüm olarak düşünülmelidir. İktidarlar geçmişe yönelik olarak da alacaklı tarafa bunu dayatabilirler. Ya da bundan sonra bu koşullarla borçlanabilirler.

Dolar dayatmasına karşı günümüzde başka seçenekler de geliştiriliyor. Örneğin kripto paralar. Bunlar piyasada uzun süredir varlar. Örneğin Venezuela, ABD yaptırımlarından kurtulmak için arkasına ülke altın zenginliğini alarak Petro adlı kripto para ile ticaret yapmaya başladı. Artık dış ticaretinde dolar kullanmıyor. Hatta yazıyı kaleme aldığımız sıralarda IMF bir açıklama yaptı. Günümüzde devlet borçları dünya ekonomisi açısından büyük bir tehlike haline gelmiştir. Kripto paralar tehlikelidir ama devletlerin dış borçlanmaları daha da tehlikelidir. (12)

Yani küresel ekonomi büyük bir risk altında. Krizden çıkmak için de ülkeler çeşitli kaçış, çözüm yolları geliştirmeye çalışıyorlar. Uluslararası Finans Enstitüsü (IIF) raporuna göre küresel borç 2018 başında 247 trilyon doları geçti, yani GSMH’nın %318’ne eşitlendi.” Bu korkunç bir rakam ve tarihsel rekorudur. Dünyanın en borçlu ülkesi de ABD’dir. Dolar hâkimiyeti ile bu yükü kaldırabileceğini düşünüyor. Bizi daha çok ilgilendiren gelişmekte olan ülkeler borcuna bakarsak:

“2009 Küresel Finans Krizinden beri gelişmekte olan ülke dış borcu 40 trilyon doların üstüne yükseldi. Uluslararası Finans Enstitüsü(IIF)’ne göre 26 büyük gelişmekte olan pazarın toplam borcu, 2008’deki GSMH’nın %148’inden 2017 Eylül ayında %211’ine yükseldi.” (13)

Borçları geri ödemek için ucuz kredi bulma dönemi de, FED’in son faizleri yükseltmeye başlaması ile olanaksız hale geldi. Öte yandan bu ülke para birimleri değer kaybetti ve ihracat gelirleri daraldı. Peki, nasıl ödeyecekler borçlarını? O zaman bu borçlu ülkelerin borçlarını kendi para birimleri ile ödemeleri küresel açıdan hem doğru bir seçenektir hem de kaçınılmaz hale gelmektedir. Tabii sermaye çevrelerinin ellerinde dolar, avro vs gibi değerli paralar yerine Türk lirası ya da peso ile ne yapacakları sorunu onları korkutacaktır. Ama gelişmekte olan ülke paraları değer kaybettikçe kapitalist sermaye de kendi pazar alanını kaybetmektedir. Yani finansın kar ettiği dönemde sermaye zor duruma düşmektedir. Eğer onlar da pazarlarını kaybetmek yerine geliştirmek istiyorlarsa para spekülasyonunun bir sınırı olması gerekir.

Sonuçta gelir dağılımının bu kadar çarpık hale geldiği küresel ekonomide, borçların ödenmemesi yalnız ulusal değil uluslararası bazda da bizce geçerli bir seçenekten öte zorunluluk haline gelecektir. Ama bu ele alınması gereken başka bir konudur.

Borçların yerel para birimleri ile ödenmesi olayı dışında dünya finans kurumlarının para oyunları ile ülkeleri devalüasyona zorlamaları ve yerel paraları pula çevirmelerine karşı, ülkelerin aralarında dolar, avro dışında kendi para birimleri ile ticaret yapmaları da bir seçenek olarak artık sık sık kullanılıyor. Çin, Rusya, İran bu konuda epey yol aldı. Çin yuan ile petrol anlaşmaları imzalıyor. Ülkemiz de geçenlerde Rusya ile bazı ticari malları kendi para birimleri ile yapma konusunda anlaştı. Arjantin de dost çevre ülkeleri ile böyle bir işbirliğine, ticarete girebilir. Günümüzde artık dünya ticaretinin sadece %65’i dolar ile yapılıyor. Yani %35’i başka para birimleri ile. Eğer borç krizi dünya ekonomisini yeniden derin bir krizine sokacaksa o zaman dolar dışı para birimlerinin devreye sokulması krizi önleyici bir işlev bile görebilir. Gelişmekte olan ülke iktidarları uluslararası finans kurumlarına karşı böyle bir direnişe geçmelidirler. Gelişmekte olan borçlu ülkelerin bu doğrultuda işbirliği yapması herkesin hayrına bir seçenek gibi gözüküyor. Zaten son günlerde kur savaşları ve Bretton Woods’a benzer bir anlaşma ihtiyacı, uluslararası finans ve sermaye çevrelerinde tartışılmaya başlandı.

Ancak şunu da aklımızdan çıkartmamalıyız: Şimdiki iktidarlardan böyle bir politika beklemek ölü gözünden yaş beklemek gibidir. Arjantin iktidarının borç krizine böyle bir çözüm getirmesi elbette beklenemez. Bu olsa olsa yukarıda sözünü ettiğimiz halk iktidarlarının kurulması ile gerçekleşebilir. Ayrıca arkasında da güçlü bir halk direnişi gerekecektir. Ancak böyle günlerin yaklaşmakta olduğu öngörülebilir. Halklar 2008 krizi sonrası kendilerine dayatılan kemer sıkma politikalarına çoğu yerde karşı çıktılar ve böyle bir örgütlenme ve protesto deneyimi kazandılar. Yeni gelecek krizde daha kolay harekete geçebilirler. Şimdiden bunların hazırlıklarını yapmalıyız.

 Sürdürülebilirlik ve Sonuç:

Dünya bir borç krizine giriyor. Yani hem borçlu ülkeler borçlarını ödeyemez duruma gelecekler hem de alacağını tahsil edemeyen, “zor” durumda kalan sömürücüler ne yapacaklar? IMF ve DB dayatmalarına karşı bir direnç giderek örgütleniyor. Yeni bir dünya güçler dengesine doğru gidiliyor. O nedenle bir dünya savaşından sık sık söz edilir oldu.

Halkları örgütlemek sırf iktidar güçlerine karşı örgütlenme ile olamaz. Onlara yeni hedefler göstermek, buna hazırlamak gerekir. Kalkınma sorunu ne olacaktır? Dünya güçleri hep kalkınma vaatleri yapmadılar mı? Ancak biz sizi kalkındırırız demediler mi? Halklar bir “para veren” olmadan nasıl gelişecekler? Onlara aşılanan geri kalma korkusundan nasıl kurtulacaklar? Halklara nasıl bir yol gösterilecek?

Bu konuyu başka açıdan ele almak, “Kalkınma” lafları üzerinde biraz daha düşünmek gerekiyor. Kapitalizmin, kalkınma, kalkınma ve yine kalkınma şiarı var. Hep daha fazla kalkınmak peşinde koşma dayatılıyor. Kalkınma demek mutluluk demektir. Mutluluk kalkınmak ile eş anlamlaştırılmış. Kalkınmanın ikiz kardeşi de tüketmek oluyor. Kalkınmak daha fazla, daha modern, daha güzel ve gelişkin olanı almak yani tüketmektir. Kalkındıkça bunlara sahip olacağız, daha fazla tüketeceğiz.

Kapitalizmin her gün daha fazla kalkınma ve tüketme hırsı ve bunun en iyi yaşam biçimi olduğu ideolojisi artık ömrünü doldurmaktadır. Çevre, iklim, dünya yer altı ve üstü zenginlikleri açısından kalkınma hevesinin bir sınırı olduğu ortaya çıktı. Gelişmekte olan ülkelerin borç krizi, kapitalizmin kendisinin bu sömürü modelini sürdüremeyeceğinin işaretidir. Küreselleşen dünyada artık borçlanan ülkeler demek merkez pazarlarının da tıkanması demek. Halklar her geçen gün uluslararası sermaye ile kalkınmanın bir modern sömürü olduğunu anlıyorlar. Arkasından krizler ve IMF, DB kemer sıkmaları geldiğini çokça yaşayıp öğrendiler. “Kalkınamayacak mıyız, modern merkezlerin seviyesine yükselemeyecek miyiz” diye düşünmekten bu işin nereye varacağını sorgulamaya, alternatifler düşünmeye başladılar.

Günümüz doğa, ekonomik koşulları artık daha modern, daha doğru bir kalkınmayı dayatıyor ve bunun adı da sürdürülebilir kalkınmadır. Her ülkenin kendi doğasını koruyarak, yer altı ve üstü zenginliklerinin elverdiği şekilde bir kalkınma yolu seçmesi, tutturması gerekiyor. Bizlere hedef ve örnek gösterilen tüketimin zirvesindeki kapitalist toplum yaşam biçiminin artık örnek alınmaması gerekir. Batı merkez ülke toplumları kendi topraklarının onlara tanıdığının ötesinde başka ülkelerin zenginliklerini sömürerek, onlarınkini kısıtlayarak yaşıyorlar.

Eğer biz sömürüye karşı isek o zaman Batı toplumu yaşam modelini örnek olarak almama durumundayız. Yani tüketimimizi kendi ulusal olanaklarımıza göre sınırlamalıyız. Topraklarımızın bize verdiğiyle, kendi kafa kol emeğimizle, atalarımızın söylediği gibi ayağımızı yorganımıza göre uzatarak yaşamalıyız. Eskinin yerel politikalarına, pazarlarına, yerel paralara dönebiliriz. Uluslararası ilişkilerimizi de bu doğrultuda kurmalıyız. Ticareti de benzer çıkarı ve benzer politik hedefleri olan dost komşular ve ülkeler arasında gerçekleştirmek uygun olacaktır. Güçlünün zayıfı ezdiği kapitalist ticaret değil, komşuyu da kollayan eskinin ticaret anlayışına dönmeliyiz.

Bizim bildiğimiz iki ülke, Küba ve Bolivya günümüzde sürdürülebilir bir kalkınma modelini uyguluyor. Başka ülkeleri sömürmeden kendi yağları ile kendi doğalarını koruyup geliştirerek kalkınmaya çalışıyorlar. Öyle kapitalistleşme, kapitalist ana yurtlardaki gibi bir yaşam biçimi diye dertleri yok. Ellerinden geldiğince, halklarının teknolojik bilgisi, geçmişten atalarının yüzyıllardır geliştirdiği kültür ve deneyiyle ve onları sayıp koruyarak, başka halkları sömürmeden, ulusal işbölümü ve karşılıklı yardımlaşma çerçevesinde gelişiyorlar. Gelir dağılımında dengesizlikler yaratmadan, herkesin az çok eşitlendiği bir ekonomik kalkınma modeli uyguluyorlar. Belki kapitalist dünya insanının üretim seviyesine ulaşamıyorlar, onların şaşalı yaşam düzeyinde yaşamıyorlar ama aç, açık insan yok. “Burn out” olmuyorlar. Sağlıkları, eğitimleri güvence altında, emperyalizmin saldırısını saymazsak, yarınlarından korkmuyorlar. Çocuklarına ve yaşlılarına iyi bakıyorlar. Doğalarını koruyorlar. Ayaklarını yorganlarına göre uzatıyorlar. Yani sürdürülebilir bir kalkınma modelini benimsemişler ve ondan dolayı mutlu olarak yaşıyorlar. Kapitalist bir modelde gözleri yok. Yine kalkınıyorlar. Bolivya lideri daha dün Arjantin’deki konuşmasında BM raporlarına göre geçen yıl olduğu gibi bu yılda kıtanın en hızlı kalkınan ülkesi olacaklarını açıkladı.

Hatta komşuları Arjantin yıllardır kapitalist kalkınma peşinde olmasına rağmen halkların yaşam kalitesi Bolivya ve Küba kadar değildir. Yazımızda bu ülkede ne kadar insanın aç ve yoksul, geleceği olmayan insan olduğunu anlattık. İki madde halinde özetleyelim: Birincisi gelişmekte olan bir ülke olarak uluslararası sermaye ve finans ile kalkınma demek onlar tarafından sömürülmek, dengesiz gelişmek ve ekonomik krizlere açık olmak demektir. Onlar bir verirse on alırlar.

İkinci olarak bu model günümüzde ömrünü doldurmuştur. Sürdürülebilir bir kalkınma modeli seçilmelidir. Bu modeli halklara anlatmak durumundayız. Halkların gözündeki perdeyi kaldırmalı, sürdürülebilir kalkınmanın tek kurtuluş yolu olduğuna ikna etmeliyiz. Yazımızın konusu Arjantin’e dönersek onların yıllardır yaşadıklarından çıkarılacak en büyük ders budur. Arjantin’in yukarıda yazdığımız Kirchner iktidar dönemi dış borç alınmadan yaşanan bir dönem miydi? Bir anlamda öyledir. Ama Kirchner iktidarı kendi yerli burjuvaları ile ittifak içinde yaptı bunu. Kalkınma hedefini sürdürülebilirlik doğrultusunda örgütlemedi. Halkları bu doğrultuda örgütleyip geliştirmedi. Yani sosyal demokrasi ile kalkınmanın önü de tıkalıdır.

Sürdürülebilir kalkınma modeli öyle basit bir model değildir. İleriye dönük iyi düşünülmesi, iyi hesaplanması gereken çok verili bir plandır. Kapitalizmin kar hırsını taşımadan geleceğe yönelik ülkenin yer altı ve üstü zenginlikleri üstüne yatırımlarla, gelecekte oluşacak işbölümünü de öngörmeye çalışarak bir kalkınma planı yapmaktır. Günümüzde emperyalist sömürünün hakim olduğu bir dünyada bu yolu şimdiden doğru tutturmak hiç kolay değildir. Sol güçlerin önündeki sorun basit değildir.

Kirchner iktidarı böyle bir modeli seçmedi. Aynı şekilde Brezilya da seçmedi ve şimdi yine burjuvazinin zulmü ile karşı karşıyalar. Bizim ülkemiz liderleri de krizden çıktık, çıkıyoruz şiarları ile yeniden “Büyük Türkiye” ideallerini, umudunu tırmandırıp halkı yeniden bu krizler, sömürüler yoluna itiyorlar. Arjantin deneyinden bu sevdadan vazgeçilmesi gerektiği dersi çıkarılmalıdır. Ama bu akıl başka bir dünya görüşünü gerektirmektedir.

Halkların krizlerden çıkma yolunun başka bir kalkınma ve dünya görüşü olduğunu anlamaları, şimdiye kadar kendilerine kurdurulan düşlerden ayılmaları gerektiğini anlamaları kolay değildir. Önümüzdeki dönem onları hazırlamak açısından çok önemlidir. 2008 dünya krizinden sonra halklar kemer sıkmalara karşı direnç gösterdiler. Arap baharları, biz %99’uz protestoları halkların şimdi daha örgütlü olmaya hazır olduğu umudunu veriyor. Sol güçler vakit kaybetmeden yaklaşmakta olan krize karşı direnişleri kaldığı noktadan tekrar canlandırıp yükseltmeye hazırlanmalıdır.

Arjantin deneyi bizlere, borç ile kalkınma sevdasının yanlışlığı kadar halkların bilinçlenmesi sürecinin aşamalarını göstermesi açısından önemlidir. Halklar öyle birkaç kriz acısı ile doğru yolu bulamıyorlar. Sol güçler bunun bilincinde olarak, bıkmadan, yorulmadan gerçekleri göstermeye çalışmalıdır. İçine girilmekte olan popülizmin yükseldiği süreçte bu görev daha zorlu hale geliyor.

Alıntılar dizini:

(1) https://ellenbrown.com/2014/08/12/cry-for-argentina-fiscal-mismanagement-or-pillage/

(2) http://axisoflogic.com/artman/publish/Article_63975.shtml

(3) http://cepr.net/publications/reports/the-argentine-success-story-and-its-implications

(4) Ay. http://cepr.net)

(5) https://www.telesurenglish.net/opinion/Expert-Economist-to-teleSUR-Argentina-Needs-to-Quit-IMF-End-Austerity-to-Fix-Economy-20180924-0018.html

(6) (rakamlar) https://socialistaction.org/2018/10/19/argentine-workers-stage-nationwide-strike-against-austerity-measures

(7) http://www.globalissues.org/news/2018/09/24/24528

(8) https://www.counterpunch.org/2018/09/12/the-struggle-of-small-farmers-in-argentinas-crisis/

(9) http://www.leftvoice.org/From-the-Worker-s-and-Left-Front-to-a-Unified-Party-of-the-Workers-and-the-Left nicolas Daneri 14 Ekim 2018

(10) https://www.commondreams.org/views/2014/08/25/colonization-bankruptcy-high-stakes-chess-match-argentina

(11) ay.

(12) http://www.atimes.com/article/imf-crypto-risky-but-rising-world-debt-riskier/

(13) http://www.ipsnews.net/2018/09/another-global-financial-crisis-developing-countries/