Korkut Boratav: “Yeni Ekonomi Programı, IMF’siz Bir IMF Programıdır”* Röportaj
Hocaların hocası, iktisat duayeni Prof. Dr. Korkut Boratav ile ‘Yükselen Piyasalar’ın krizini, ABD-Çin Ticaret savaşlarını, ekonomik krize karşı AKP hükümetinin uygulamaya başladığı Yeni Ekonomik Programın niteliğini ve krize karşı ‘sol’ bir programın önceliklerini konuştuk.
Küresel piyasalarda ucuz para bolluğunun azalması “yükselen piyasalar” adı verilen yarı bağımlı ülkelerde zincirleme bir krize yol açacak mı yoksa Türkiye ve Arjantin arızi örnekler olarak mı değerlendirilmeli? ABD ve Çin arasında başlayan ticaret savaşları küresel ölçekte bir resesyonu tetikleme potansiyeline sahip mi? Kapitalizmin küresel krizi değerlendirmeleri ve olası sonuçları hakkında ne söylemek istersiniz?
Uluslararası likiditenin daralması, emperyalizmin çevresinde yer alan ve dış bağımlılık dereceleri yüksek olan ekonomileri olumsuz etkileyecektir. Finans kapital, “yükselen piyasalar” diye de adlandırılan ekonomilerden en “kırılgan” olanlarından çıkmaya başlamıştır. Ancak bu etken, henüz 1998-2001’deki veya 2008’deki boyutlara ulaşmadı. Arjantin ve Türkiye’den sert çıkışlar, bu iki ülkeyi krize sürükledi. Bugünkü belirtilere bakarsak, bu örneklerin yaygınlaşmasından ziyade, “kırılgan” çevre ekonomilerinin durgunlaşması gündemdedir.
ABD-Çin ticaret savaşının, küresel bir resesyona dönüşmesi bugünkü tabloya göre sadece bir “potansiyel”dir. ABD’nin Çin üzerindeki baskısına Çin’in tepkisi, “ılımlı, uzlaşmacı ve savunmacı” kaldı. Trump’ın korumacı-milliyetçi saldırısını “küreselleşmeci” söylemi sahiplenerek karşıladı. Ne var ki, AB de Trump’ın Çin’e karşı başlattığı ekonomik saldırının bazı öğelerine katılmaktadır: Çin sermayesinin teknolojide öncü sektörlere girmesini frenlemekte; Kuşak ve Yol projesinin Avrupa’yı kapsamasını frenlemeye çalışmaktadır. Çin, kapitalist dünya sisteminde ABD’nin hegemonik konumunu tehdit etmeye başlamış; ancak bu konuma geçecek ekonomik ve askerî güce ulaşmamıştır.
Ticaret savaşının Çin’in büyüme hızını bir miktar aşağı çekmesi ve Çin pazarına bağımlı olan (başta ham madde ihracatçıları olmak üzere) “Güney” ekonomilerinde durgunlaşma ve daralmaya yol açması beklenmelidir. Bu düzeyde kalan gerilimler, bence kapsamlı bir krize dönüşmez.
Buna karşılık, ABD yönetimi ticaret savaşını soğuk savaşa döndüren adımlar atarsa, Çin’in ekonomik ve siyasî tepkileri kapsamlı bir bunalımı tetikleyebilecek boyutlar kazanabilir. Çin rezervlerinde bir trilyon dolara ulaşan ABD tahvilleri, etkili bir ekonomik karşı saldırı silahıdır. Bu türden bir ekonomik savaş, Çin’i “piyasacı ve açık” seçeneklerden uzaklaştıracaktır ve Çin’e yüksek derecede bağımlı olan uluslararası şirketleri sarsacaktır. Dünya ekonomisinin bir bunalıma sürüklenmesinin en kestirme güzergâhı açık savaş olasılıklarının tırmanması olacaktır.
Yeni Ekonomi Programı ile IMF raporları arasındaki benzerliklere yazılarınızda sıkça referans verdiniz. Sizce yeni rejimin krizi yönetme tarzı ile 2001 krizinin yönetilmesi arasında nasıl bağlantılar kurulabilir? Örneğin vurgunculuk, istifçilik eleştirileri krizin sorumluluğunu dışsallaştırma olanağı sağlıyor hükümete. Krizi doğrudan ABD müdahalesi ile açıklamak da buna benzer bir tutum. Albayrak uluslararası sermayeyi teskin etmeye çalışırken Erdoğan yine içerideki sahnede rolünü oynamaya devam ediyor. Erdoğan Albayrak ikilisi ile Erdoğan Şimşek ikilisi arasındaki nüanslar nelerdir?
Türkiye ekonomisi 2001 krizine 1998’de başlatılan bir dizi IMF programının bir aşaması içinde (ve o nedenle) girdi. Kriz yönetimi de revizyondan geçmiş IMF programına devredildi.
2001 krizinde bankaların özel dış borçları Hazine’ye devredildi; yani devletleştirildi. IMF’nin devlete açtığı krediler de ekonominin dış yükümlülüklerinin pürüzsüz sürdürülmesini sağladı. Makro-ekonomik dengesizlikler de emek gelirlerine yüklenen parasal ve (“faiz dışı bütçe fazlası” hedefleyen) malî kemer sıkma ile giderildi. IMF programlarının beş yıllık sonucu yoksullaşmadır: 2002’de dolar veya sabit TL ile hesaplanan kişi başına milli gelir 1997’nin altındadır.
Türkiye bugün benzer nedenlerle krize sürüklendi. Mehmet Şimşek ekonomi yönetiminde olsaydı Cumhurbaşkanı’na IMF’ye gitmeyi önerirdi. Bu öneri öngörüldüğü için Şimşek’in görevi Albayrak’a devredildi.
Erdoğan, IMF seçeneğini niçin reddetti? Bu kararın, seçim arifesinde IMF’den desteğin yıpratıcı olmasına dayandığını sanmıyorum. Faşizme geçiş ortamındayız. İktisat tartışmalarında egemen söylemin iktidar tarafından biçimlendirilmesi güç değildir. Medya kontrol altındadır. Soruda değinilen “dış komplo, vurguncular, ekonomik ihanet…” temaları rahatlıkla kullanılır ve IMF programına saygınlık kazandırılabilir. CHP yönetiminin IMF’ci eğilimleri de malumdur. Ayrıca, “aykırı belediyelere kayyum seçeneği” peşinen açıklandığına göre yerel seçimler niçin önem taşısın?
IMF seçeneğini dışlamanın ana nedeni bence, bu programlarda bütçe açığının sıkı denetim altına alınmasıdır. Cumhurbaşkanı bu alanda özerkliğinin sınırlanmasını kabul edemez. Nitekim 2009 krizi sırasında Erdoğan, IMF ile kredi müzakerelerini başlatmış; kamu maliyesinin denetimi önerilince (dış ortamdaki düzelme belirtilerini de fırsat görerek) bunları yarım bırakmıştı.
Ne var ki, Mehmet Şimşek’in görevden alınması, dış finans çevrelerinde tedirginlik yarattı; faiz lobisi söylemi ve artan enflasyona rağmen TCMB faizlerinin değişmemesi Ağustos’ta döviz krizini tırmandırdı. Albayrak Eylül başında Londra’da büyük finans şirketlerinin yöneticileri tarafından “eğitildi” ve “IMF’siz bir IMF programı” kararlaştırıldı.
Bu “program” iki aşamada oluştu. Önce TCMB faizleri %24’e çıkardı. Bir hafta sonra da Albayrak, Nisan 2018’de IMF’nin Türkiye raporunda yer alan tüm kemer sıkma ve yapısal reform önerilerini içeren “Yeni Ekonomi Programı”nı (YEP veya OVP’yi) ilan etti. 2019-2021’i kapsayan bu programın ilk dilimi 2019 bütçesini türetmiştir.
Bu programın klasik bir IMF programından tek farkı, IMF kredisinin ve uygulama aşamasında IMF denetiminin olmamasıdır. Albayrak, bu eksikliği McKinsey denetimi ile gidermeyi denedi. Erdoğan bu denetimi iptal etti. Nedenini yukarıda açıkladım: YEP’te mega-projeleri de içeren kamu yatırımlarında ve özel sektör teşviklerinde büyük boyutlu kısıtlamalar yer almaktadır. Astronomik rantların yaratılmasını, paylaşılmasını, siyasi olarak denetlenmesini mümkün kılan bu öğelerde, dışsal bir denetim kabul edilemez. AKP’nin birikim modelinin stratejik öğesini oluşturan bu alanlarda Cumhurbaşkanı’nın hareket serbestliği kısıtlanamaz. Kemer sıkma programının bu öğeleri denetlenmediği için uygulanmayacaktır. Kredi taksitlerine de bağlı olmadığı için müeyyidesi de yoktur.
Bu çerçeve ile, finans kapitalin sıcak para musluklarını gevşetmesi ve yabancı banka kredilerinin fazla ağır olmayan şartlarda “döndürülmesi” umuluyor. Tepkilerini izliyoruz. Mümkündür ki, “IMF’siz IMF programı”nın “kaçamakları”nı fark edecek ve geri kalan öğelerini (TCMB faizleri ve “yapısal uyum” gibi hedeflerini) kısmen yeterli bulacaklardır. Ekonominin küçülmesi, artan işsizlik, enflasyon karşısında eriyen emek gelirleri, sosyal güvenlik sisteminin aşındırılması ise kesinlikle gündemdedir.
Türkiye’deki krizi bir birikim rejimi krizi olarak değerlendirebilir miyiz? Bu krizin 2001 ve 2008 kriziyle ilişkisi, benzer ve farklı yönleri hakkında neler söylenebilir? AKP aşağı yukarı hep uzun vadeli dış kaynak koşullarında yönetti. Yeni koşullara nasıl ayak uyduracaklarını düşünüyorsunuz?
Türkiye 1989’da sermaye hareketlerine sınırsız (ve iki taraflı) serbestlik getirdi ve böylece uluslararası finans kapitalin küreselleşme gündeminin en stratejik öğesini kabul etmiş oldu. Ancak, bu “kabul”, (Asya ve Latin Amerika’daki bazı ülkelerin aksine) tam teslimiyet biçim aldı ve üç olumsuz sonuca yol açtı: Birincisi, ekonominin dışsal/yapısal kırılganlıkları fazlasıyla arttı. İkincisi, kısmen de bu nedenle, ekonominin büyüme, durgunlaşma, küçülme/kriz dinamikleri tamamen yabancı sermaye hareketleri tarafından belirlenmeye başladı. Üçüncüsü, uluslararası finansal ortamdaki olumsuz gelişmeler 1994, 2001, 2008-9 ve bugün, Türkiye’de krizlere yol açtı.
Bu özellikler, bir birikim rejiminin dışsal boyutudur. Kaynak tahsisinde yatırımlar ile rant oluşum-paylaşım mekanizmalarının bütünleşmesi birikim rejiminin AKP’ye özgü içsel boyutu ile ilgilidir. Önceki soruda bu hususa değindim. Emek/sermaye karşıtlığını yöneten öğelerin de eklenmesi, birikim rejiminin bütünü oluşturur.
Düzene ekonomi politikası önermektense işçi haklarının korunmasına yoğunlaşmak gerektiğinden bahsettiniz yazılarınızda. Sizce burada öncelikle nasıl bir hat oluşturmalı sınıf hareketi? Toplumsal muhalefet, sınıf üzerindeki hegemonyanın zorlandığı koşularda sizce hangi taleplere öncelik vermeli?
Cumhurbaşkanı’nın imzasıyla yürürlüğe giren ve bugünlerde görüşülen bütçenin “IMF’siz bir IMF programı” olduğuna işaret ettim.
Bu program hayata geçtiğinde, Cumhurbaşkanı için stratejik öncelik taşıyan malî disiplin öğeleri uygulanmayacak; ancak neoliberal reçetenin iki öğesi korunacaktır: TCMB sıkı para (enflasyonu aşan faiz) politikası izleyecek; dengesizlikler (enflasyon ve cari açık) emek gelirlerini ve sosyal harcamaları aşındırarak sağlanacaktır. Bu son uyum, YEP’in sosyal harcamalardaki kısıntı ve yapısal uyum hedeflerinde somut olarak yer almaktadır.
Bu programın sol alternatifi elbette vardır ve iki sınıfsal farklılık içermektedir: (a) Finans kapitalin sınırsız taleplerine karşı sermaye hareketleri denetlenmelidir. (b) Emek gelirleri enflasyona karşı ve sosyal harcamalardaki aşınmaya karşı korunmalıdır.
Sermaye hareketlerinin denetimi, (“kirli devlet borçları” söz konusu değilse) Hazine’nin dış yükümlüklerini kapsamayabilir. Buna karşılık, yabancı sermayenin iki tür alacağının “ödenmesini” siyasî iktidarlar engelleyebilir.
Birincisi, yabancı sermayenin (hisse senedi, tahvil, mevduat, gayrimenkul gibi) TL’li varlıklar üzerinden elde ettiği getirilerin dövize çevrilerek ülke dışına transferi engellenebilir. Siyasî iktidarlar, geçmişte bu doğrultuda hukukî bir yükümlülük altına girmiş olamaz ve sözü geçen kısıntı mülkiyet haklarını ihlal de etmemektedir. Kazançların ulusal para ile derlenmesi, kullanılması, tüketilmesi, gerekirse Türkiye içinde yatırılması serbesttir.
İkincisi, devletin Türkiyeli şirket ve bankaların dış borçlarını güvence altına alması kabul edilemez. Pratikte bu uygulama, borçlu ve alacaklı arasındaki ilişkinin özel hukukun (borçlar, ticaret, icra-iflas yasalarının) genel kuralları içinde düzenlenmesi anlamına gelir. Yabancı bankaların, Türkiye’deki özel şirket, banka ve kişilere açtıkları kredilerin ödenememesi riskini peşinen dikkate almış olmaları; risk primlerini faizlerine, kredi koşullarına, tahkim kurallarına taşımış olmaları gerekir. Sonunda, alacaklılar kayıplarını sineye çekmeli; borçlular da temerrüde uğramanın, iflasa sürüklenmenin maliyetini üstlenmelidir. Özel sektörün dış kredi ödemelerine döviz tahsisi kuralları da getirilebilir; uygulanabilir.
Emek gelirlerinin ve sosyal güvenlik sisteminin enflasyon ve kriz ortamında korunmasını sağlayacak önlemler bilinmekte; tartışılmaktadır. Enflasyona kısa dönemli endeksleme sağlayan eşel mobil yöntemleri genelleşmeli; işsizlik sigortası kapsam ve uygulama olarak genişletilmeli, başta kıdem tazminatı olarak geçmiş kazanımlar ödünsüz korunmalıdır. Parlamenter muhalefetin etkisizliği ortamında bu savunma önlemleri, sendikaların, meslek örgütlerinin, solda yer alan tüm parlamento dışı partilerin ortak görevidir.
Son olarak Çin ile ilgili bir soru sormak istiyoruz. Çin’i yakından takip ettiğinizi biliyoruz. Özel mülkiyete tam anlamıyla ipleri kaptırmamış olsa da yoğun işçi sömürüsüne, hatta işçi sınıfı içindeki ayrımları kullanarak “hukou” gibi, işçilerin bağımsız örgütlenmelerini engelleyerek kapitalist bir kalkınma modeli uygulayan bir Komünist Parti sizce tarihin bir anomalisi mi? Çin bildiğimiz Asyalı bir kalkınmacı devlet mi yoksa Çin karakterli bir sosyalizm mi var ortada gerçekten ÇKP’nin iddia ettiği gibi?
Çin toplumunu nitelendirecek uygun kavramı, ben devlet kapitalizmi olarak görüyorum. Sistem, sosyalist devrimin ideoloji ve mülkiyet alanlarında tarihsel mirasının önemlice öğelerini barındıran bir özgünlük de içermektedir. Bu düzen, iktisat politikaları açısından “kalkınmacı devlet” yakıştırmasına da uymaktadır.
Şi Cinping yönetimi, burjuvazinin ve özel sermayenin ÇKP kadrolarını yozlaştırıcı etkilerini önlemek, en azından frenlemek üzere kapsamlı bir yolsuzlukla mücadele programı uygulamaktadır. Bir yandan sermayenin ve kapitalizmin doğasına aykırı; bir yandan da Marksist öğretinin üretim biçimi ile devlet arasındaki belirleyicilik tezi ile uzlaşmayan bir çaba olarak yorumlanabilir.
Öte yandan “Çin’e özgü sosyalizm” söyleminin son ÇKP Kongresi’nden sonra ısrarla sürdürülmesi ve Marksist-Leninist öğretinin vurgulanması, halk sınıflarında sosyalizmin itibarının süregeldiğini göstermektedir. ÇKP, Marx’ın yüzüncü doğum yılını kapsamlı törenlerle kutladı; öğrencilerde Marx’a dönük ilginin artmasına katkı yaptı. Sonuçta, üniversitelerde sayıları artan Marksist dernekler, işçilerin hak mücadelesini destekleyen eylemlere katıldılar.
Marx ve Mao öğretisinin artan itibarının, salt söylem düzeyinde de kalsa, ÇKP’nin “Çin’e özgü sosyalizm” sloganı ile birlikteliği, bence, Çin’in geleceği açısından iyi bir şeydir.