, ,

“Aynı Gemide Değiliz”: Kriz ve Faşizm Tartışması* M. Sinan Mert

2007’de başlayan küresel kriz konjonktürünün 3. dalgası “yükselmekte olan piyasaları” vuruyor. Kırılgan yapısıyla Türkiye ekonomisi, bu evrenin öne çıkan “model ülkesi” görünümünde. Bu yazıda, öncelikle Marksist kriz teorileri tartışmalarını gözden geçirerek kapitalizmin eksik tüketim/aşırı üretim sarmalına kalıcı çözüm bulamadığının altı çiziliyor. ABD’de başlayan krizin ana öğeleri hatırlanarak krizlerin büyük sermaye değersizleşmeleri yaşanmadan atlatılmasının temel olarak ezilen sınıfların güçsüzlüğünden, sosyalist hareketlerin kendi krizlerine yanıt bulmakta zorlanmalarından ve devletlerin krizlerin faturasını emekçi sınıflar üzerine yığabilme kapasitesindeki artıştan kaynaklandığı tespit ediliyor. Buna rağmen krizlerin gelir dağılımında bir düzeltme ile sonuçlanmamasının “popülist moment”in en önemli sebebi olduğu gösteriliyor. Son olarak ise Türkiye’deki krizin oluşma koşulları ortaya konduktan sonra sosyalistlerin faşizmin güvencesiz emekçiler üzerindeki hegemonyasını çözmek için krizi hangi araçlarla karşılayabileceği tartışılıyor ve anti-faşist mücadelenin emekçilerin yaşam koşullarına dokunmaksızın başarılı olamayacağı özeleştirel sonucuna varılıyor.

MARKSİZMDE KRİZ TARTIŞMALARI

Ekonomik krizler, sermayenin çelişkili doğasının en açık biçimde ortaya çıktığı dönemlerdir. Değerin üretilmesi ile gerçekleşmesinin, yani metanın üretilmesi ile satılmasının birbirinden ayrı etkinlikler olması, bu ikisinin birbirini takiben gerçekleşmesinin hiçbir zorunluluk içermemesi krizleri kapitalizmin tarihsel gelişimin doğal bir parçası haline getirir. Sermaye bir ilişkidir, bu ilişkiyi P-M-P’ olarak tarif edersek krizler esas olarak M-P’ evresindeki kopukluğun bir sonucudur. Sermaye bir değerlenme sürecinden bağımsız düşünülemeyecekse kriz, bu sürecin kesintiye uğramasıdır (Clarke,1990:3). Değerin üretilmesine rağmen gerçekleşememesi, yani metanın alıcı bulamaması krizlerin temel olgusudur. M aşamasında donup kalan sermaye, P’’ye dönüşmeyi başaramayınca değersizleşme riski ile karşı karşıya kalır. Kapitalizmin kendisinden önceki üretim biçimlerinden farklı olarak genişleyen yeniden üretim karakterine sahip olması hem üretici güçleri sürekli olarak geliştirme mecburiyetinde kalmasını hem de büyüme ile arasındaki takıntılı ilişkiyi açıklar.

Marksist kriz teorilerini üç ana başlık altında toplamak gerekirse bunları aşırı üretim, eksik talep ve kar oranlarının düşme eğilimi başlıkları altında derleyebiliriz. Krizin esas olarak üretilen değerin gerçekleşmesi sorunu olduğu düşünüldüğünde aşırı üretim ve eksik talep vurgularının öne çıkması rahatlıkla anlaşılabilir. Üretimin aşırılığı ile talebin yetersizliği sermaye ilişkisinin önündeki en büyük sınır ve engeldir. Sermaye döngüsü içerisinde işçiye emek gücü karşılığında ödenen değerin, döngü sonucunda ortaya çıkan değerden küçük olması daha Sismondi gibi erken, ütopik sosyalistler zamanından beri farkında olunan bir olguydu. “Toplam tüketim hacmi, şimdi metanın kullanım değerinin ve dolayısıyla meta değerinin sınırıdır.”( Marx, 2012: 377) Ancak kapitalizmin dinamizmi, karşısına çıkan bu tarz engelleri aşma konusunda sergilediği pratikten kaynaklanmaktadır. Üretici güçlerin sürekli olarak geliştirilmesi eğilimi de değerin realizasyonunun önündeki engellerin aşılması güdüsünden kaynaklanmaktadır. Örneğin yeni pazarlar arayışı tam da bu engelleri aşma çabasının bir örneği olarak sermayenin en önemli tarihsel arayışlarından birisi olarak öne çıkmıştır.

Emekçilerden kaynaklanan talebin yetersizliği sorunu, Rosa Luxemburg tarafından en aşırı sonuçlarına vardırılmış ve söz konusu eksik talebin ancak kapitalizm dışındaki üretim tarzlarına sahip toplumlardan kaynaklanan talep ile tamamlanıp aşılabileceği sonucuna vardırılmıştır. “Sermaye kapitalist olmayan toplumların yardımı olmadan birikemez, diğer taraftan bunların kendi kendisiyle yan yana devam eden varlığını da hoş göremez.” (Luxemburg, 2004: 316) 20. yüzyılın ilk yıllarında hala inanılması mümkün olan bu tezin bugün hiçbir anlamda kabul edilemeyeceği açıktır ancak sermayenin kendi dışına yayılma ihtiyacını vurgulaması açısından hala önemli bir ilham kaynağı olarak değerlendirilmelidir. Kapitalizmin coğrafi gelişimle doğru orantılı büyüme eğilimi tarihsel bir vakıadır. Sosyalist bloğun 1990’larda çözülmesi ve Çin’in devasa bir kapasite olarak dünya ekonomisine katılması böylesi durumlara verilebilecek son belirgin örnektir. 1990’da 22,54 trilyon dolar olan dünya ekonomisinin toplam büyüklüğü 2017’de 80,68 triyon dolara ulaşmıştır. Coğrafi genişleme sermayeye birçok açıdan devasa bir manevra kabiliyeti kazandırmaktadır. Benzer bir bakış açısı ile düşünen Harvey, sermayenin krizini başka coğrafyalara ihraç edebilmesinin kendisine büyük bir esneklik kazandırabildiğini vurgular. Engels’in Konut Sorunu kitabında sermayenin işçilerin barınma sorununu çözmesinin mümkün olmadığı ancak sorunu farklı mekanlara kaydırarak zaman kazanabildiğini vurgulamasından yola çıkan Harvey, 1997 Doğu Asya krizinden bu yana yaşanan krizleri farklı coğrafyaları dolaşan tek bir kriz olarak anlatır. (2010) Finansal sistemin hem birikim açısından olağanüstü bir büyüklüğe ulaşması hem de sürekli yeni araçlar yaratarak yaşamın tüm alanlarına sızması sermayeye krizini coğrafi olarak öteleyebilmesinin yanı sıra zaman içerisinde de erteleyebilme olanağı sağlamaktadır. FED ve Avrupa Merkez Bankası’nın 80 trilyon dolarlık GSMH üreten dünya piyasalarına 10 triyon dolarlık ucuz para dağıtarak krizi “yükselmekte olan piyasalara” transfer etmesi de bu çerçevede anlaşılabilir.

Engels’in Anti-Dühring’de krizin temel sebebini eksik talep değil aşırı üretim olarak değerlendirmesi de daha ziyade polemik açısından bir anlam taşıyor gibi görünmektedir. “Öyleyse eksik tüketim binlerce yıldan beri devam eden tarihsel bir olgu olduğuna, oysa pazarın üretim fazlalığı sonucu olan bunalımlarda patlak veren durgunluğu ancak elli yıldan bu yana duyulur bir duruma geldiğine göre, yeni çatışmayı yeni aşırı üretim olayıyla açıklamak için, bay Dühring’in tüm bayağı iktisat yavanlığı gerek.”(Engels,1995: 409) Engels’in, bu vurguyu yaparken bolluk krizlerinin kapitalizm ile birlikte ortaya çıktığını vurgulaması önemlidir, üretici güçlerin gelişimin çok daha sınırlı olduğu kapitalizm öncesi, hatta manifaktür döneminde bolluk krizlerine rastlanmaz (Yılmazer,2007). Fakat eksik tüketimin krize yol açmadığı söylenen dönemlerde genişleyen yeniden üretime dayalı kapitalizm de hakim üretim tarzı değildi dolayısıyla da bu örnek kapitalizmin eksik tüketim talebine girmeyeceğini kesin olarak göstermez. Olgunun anlaşılması açısından eksik talep ile aşırı üretim Sweezy’nin de vurguladığı gibi aynı madalyonun iki yüzü gibidir (1946: 83). Krizin esas olarak değerin realizasyonu ile ilgili bir sorun olduğu kabul edilecekse, üretim sürecinde artı değeri kuşanarak ortaya çıkarılan metanın yeniden paraya dönüşmesini engelleyen en temel faktör olarak eksik tüketimin görülmesi kaçınılmazdır. Kar oranlarındaki düşme sermaye açısından bir sorundur ancak değerin realize edilmesi kronik olarak imkânsız hale gelmediği sürece öldürücü krizlere yol açamaz.

1929 krizi sonrasında özellikle 1945’te 2. Dünya Savaşı’nın sona ermesini takiben başlayan ve 1970’lere kadar devam eden kapitalizmin altın yıllarında Keynesyen tezlerin hegemonik hale gelmesi sonrasında Marksistler arasında hem eksik talep hem de aşırı üretim tezlerine dönük tepkisel bir tutum gelişti. Çünkü Keynes, aslında büyük oranda bu eksik talep yorumundan yola çıkarak devletin eksik talebi tamamlayarak krizleri sonsuza dek tarihe gömebileceği sonucuna ulaştı. Savaşta yaşanan muazzam değersizleşmenin yarattığı sermaye ihtiyacı, büyüme oranlarını tarihi zirvelere çıkarırken sosyalizmin de yarattığı ilhamla devletçi-karma ekonomiler en azından bir süreliğine kapitalizmin kriz sorununu çözmüş gibi göründüler. Bu dönemde Marksistler arasında kar oranlarının düşmesi kapitalist krizin temel sebebi olarak görülmeye başlandı. Oysa kar oranlarının düşmesi, kapitalist krizlerin sebebinden ziyade sonucu olarak değerlendirilmelidir. Örneğin 2007’de ABD’de patlayan finansal kriz öncesindeki iki yılda ABD’de kar oranları artmıştı.

Üretim sektörü, yatırım için gereksinim duyduğu kaynaklara kar, nakit akışı ve ucuz kredi biçimlerinde derhal erişebilmekte, konut dışı gerçek yatırımlar da yeni yüzyılın ilk senelerindeki düşük düzeylerden sonra toparlanmakta, 2004 ile 2008’in ilk çeyreği arasında ortalama %6.7’lik bir yükseliş eğilimi kaydetmekteydi. Kar ve yatırımlarda, ancak finansal çöküşün ardından bir düşüş baş gösterecekti.” (Panitch ve Gindin, 2011: 29)

Krizin temel sebebini anlamak istediğimizde dikkat kesilmemiz gereken nokta P-M-P’ evresinin ikinci aşamasıdır, bu evrede ortaya çıkan kesintiler şirketlerin karlarının düşmesinden gerçekleşmez ancak bunun tersi doğrudur. Yani kar realizasyonu sorunu giderek piyasanın birçok sektörünü etkisi altına aldığında, karların düşmesi de kaçınılmaz olacaktır. 1970 krizini değerlendirirken burjuvazinin politik iktisatçıları ile Marksistlerin aynı noktaya yoğunlaşması dikkat çekicidir. 1970’lere gelindiğinde devletin ekonomide kapladığı alanı ve işçi sınıfının pazarlık gücünü karlarını sıkıştıran engeller olarak gören sermaye bu engelleri aşabilmek için neoliberalizm aracılığıyla bir karşı saldırıya geçmişti. Dolayısıyla sermayenin karlardaki düşmeyi bir başat sorun olarak görmesi anlaşılabilir. Ensesinde devrimin korkutucu nefesini giderek daha az duymaya başlayan ve özgüveni artan sermaye temsilcileri, 1970’lerle birlikte emekçilerin 20. yüzyıl boyunca elde ettikleri tüm kazanımları süpürmeye yönelik bir hamle geliştirdiler. Kamusal ekonomi, sermaye açısından giderek fethedilmesi gereken bir dışarısı haline gelmişti ve özelleştirmeler ile bu alanlar tekrar büyük oranda sermayenin değerlenme alanları haline getirildiler. Neoliberalizmin doğuş hamlesi olarak nitelenebilecek 1973 Şili darbesi sonrasında en dikkat çekici icraatlardan birisinin emeklilik sisteminin özelleştirilmiş olması unutulmamalıdır. Sermaye açısından kapitalist üretim biçimi dışındaki alanların varlığı sadece pre-kapitalist üretimin egemen olduğu coğrafyalarla sınırlı değildir. İşçi sınıfı ve sermaye arasındaki güç dengesinin bir ürünü olarak ortaya çıkan kamusal ekonomiler ya da geleneksel olarak ortaklaşmacı bir ekonomi mantığına bağlı kalarak yürütülmüş kimi faaliyetler de sermaye ilişkisine yeniden içerildiğinde sermaye ilişkisine canlılık kazandıran “dışarısı” rolünü oynayabilmektedir.

Marksistlerin krizin kaynağı olarak karların düşmesine yoğunlaşması ise Marx’ın temel önemde gördüğü kar oranlarının düşme eğilimi yasasına bağlanabilir. Bu yasa, kapitalist gelişimin çelişkili doğasını çok çarpıcı bir biçimde ortaya koymaktadır. “Bir yandan tüm engelleri aşarken, bir yandan da kendine özgü spesifik engeli üreten sermaye, bu nedenle canlı bir çelişkidir.”(Marx; 2012: 395) Üretici güçlerin sürekli olarak geliştirilmesi için rekabet, tek tek şirketler açısından dönemsel tekelci karlar yaratarak büyük bir üstünlük yaratmasına rağmen toplamda sermayenin organik bileşimini sürekli olarak arttırarak sermayenin kar oranlarının düşmesi yönünde güçlü bir eğilim yaratır. Sermayenin organik bileşiminin artması, değişen sermayenin (işgücünün) üretim sürecinden oransal olarak dışlanması anlamına gelmektedir. Değerin üretilmesinde esas rolün değişen sermayede olması ise -sömürü oranları bu düşmeyi telafi edecek oranda artmadığı sürece- sermayenin organik bileşiminin artmasının kar oranlarının azalması anlamına geleceğini ortaya koyar. Sermaye bu eğilimin gerçekleşmesini engellemek, kar oranlarını yükseltebilmek için sömürü oranlarını arttırmak gibi bir tarihsel zorunluluk ile karşı karşıyadır. Bu açıdan üretkenlik artışları büyük oranda nispi artı değer artışları üretir. Üretkenlik artışları, yani değerin birim başına giderek daha az emek-gücü ile üretimi işgücünü giderek daha büyük bir hızla üretim sürecinin dışarısına çıkarır. Günümüzde oldukça geniş bir tartışma konusu haline gelmekte olan 4. Sanayi Devrimi olgusu sözü edilen dışlamayı, vasıflı emeğin birçok kategorisini de içine katarak genişletme perspektifine sahiptir. Şimdiye kadar ki otomasyon süreçleri daha ziyade vasıfsız emek gücünü ikame ederken ve Fordist üretim yapısına uyumluyken, yapay zekaya ve öğrenen makinelere dayalı 4. Sanayi Devrimi projesi, sadece proleter yığınları değil görece ayrıcalıklı orta sınıfları da tehdit edecek biçimde kafa emeğini de yoğun bir biçimde ikame etmeyi hedeflemektedir ve bu anlamda post- Fordist bir üretim yapısının ihtiyaçları ile de uyumludur. Böylesi bir üretim dönüşümünün yaşanması ise kapitalizmin geniş toplumsal kesimleri sosyal anlamda “gereksizleştirmesi”nin çapını daha da büyütecektir. Değerin realizasyonunun böylesi koşullarda gerçekleşebilmesini sağlama ihtiyacı ise sermayedarları bile kaygılandırmaktadır. “Vatandaşlık geliri” tartışmasının bu kapsamda gelecekte daha da yaygın bir biçimde yürütüleceği tahmin edilebilir.

Marx kar oranlarının düşme eğilimi yasasını “tüm ekonomi politiğin çözümünü aradığı en önemli sorun” olarak tespit ederken onu daha ziyade kapitalizmin çelişkili doğasını deşifre etmek için kullanır. Somut krizlerin analizinde ise kullanmaz. “Tüm gerçek bunalımların son nedeni daima sanki yalnızca toplumun mutlak tüketim gücü onun sınırını oluşturuyormuşçasına gelişen kapitalist üretim gücüne karşılık yığınların sınırlı tüketimi ve yoksulluğunda bulunur.”(Marx, aktaran Yılmazer, 2007: 250) Bu açıdan her ne kadar bütün krizler aşırı üretim ya da eksik talebin bir biçiminden kaynaklansa da spesifik bir zaman ve mekanda ortaya çıktıklarında kendilerine özgü yönler taşırlar. “Tek bir ülkede krizlerin tarihinden… [ya da] kapitalizmin belli bir evresine özgü olan, belki de tamamen rastlantı eseri meydana gelmiş belli görüngülerden yola çıkarak, krizlerin değişen karakteri hakkında genel yasalara ulaşmak imkansızdır.”(Hilferding,1995) Krize toplumsal ölçekte ezilenler adına bir üretmek ihtiyacındakilerin bu spesifik yönler üzerinde yoğunlaşmaları ve mücadele programlarını da genel sözler yerine bu özgün boyutları hesaba katarak üretmeleri bir zorunluluktur.

Kendisi bir Marksist olmamasına rağmen Marx’ın Kapital’in ikinci cildinde geliştirdiği “yeniden üretim şemalarını” kullanan Tugan-Baranowsky’nin Orantısızlık Teorisi de kapitalist krizleri açıklamakta önemli yaklaşımlardan biri olmaya devam etmektedir. Marx, bahsedilen başlık altında toplam üretimi, Üretim Araçları ve Tüketim Araçları üretimi olarak iki büyük kesime ayırır. (2012: 378) Böylece, artı- değer üretimini genişletmek üzere üretim araçlarına sürekli yeni yatırımlar yapmak eğilimindeki kapitalistlerin Üretim Araçları alanındaki yatırımları eksik talebi ikame edecek bir kaynak olarak devreye girer. Böylece eksik talebi ikame edecek olan alanın aslında kapitalist üretimin kendi içerisinde olduğu anlaşılır, bu durumda eksik talep ancak sermayenin toplam üretimin iki farklı alanına orantısız bir biçimde yönlendirilmesi durumunda mümkün olabilir. Böylesi bir orantısızlığın ortaya çıkmadığı durumda ise kapitalist üretim hiçbir sınırı olmaksızın genişlemeye devam edebilir. “Eğer toplumsal üretim bir plana göre örgütlenseydi üretimi idare edenler talebin tam bilgisine, emek ve sermayeyi üretimin bir dalından diğerine yönlendirecek kadar güce sahip olsaydı o zaman ne kadar düşük tüketim olursa olsun meta arzı talebi asla geçemezdi.”(akt, Clark, 2007: 48) Tugan’ın yaklaşımı kapitalizmin eksik tüketimle ilgili engelleri aşma kapasitesini vurguladığı için önemlidir. Talep-Arz, Üretim-Tüketim, Üretken Sermaye-Üretken Olmayan Sermaye, Sanayi- Finans arasındaki orantısızlıklar krizlerin ortaya çıkmasında etkin olmaktadır. Ancak krizlerin temel sebebi olarak bilgisizlikten ve kötü yönetimden kaynaklı bir aşırı sermaye yığılmasını vurguladığı için Tugan’ın tezi sosyal demokrat ya da Keynesyen düzenlemeci-piyasacı yorumlara daha uygun görünmektedir. (Milios ve Sotiropoulos, 2007)

Hilferding de benzer bir orantısızlık tezinden yola çıkarak krizleri açıklamaya çalışmıştır ancak onda orantısızlıklara yol açan 19. yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkan tekellerdir. (Hilferding, 1995) Tröstlerin ve tekellerin gücü, sermayenin üretimin orantılı bir biçimde büyümesini garanti altına alacak bir biçimde dolaşımını engeller, belli üretim alanlarını yeni sermaye girişlerine kapatır. Tekellerin bu gücü emperyalizme ve sermaye ihracına da yol açtığı gibi aynı biçimde yurtiçi üretimde de arz ve talebin birbirine denk geleceği bir durumun ortaya çıkmasına da engel olur. Tekeller her ne kadar ekonomiyi düzenleyici bir rol oynasalar da bunu üretimin sürekliliğini sağlamak için değil de kendi karlarının sürekliliğini sağlamak amacıyla yaptıklarından orantısızlıkları giderek büyüterek daha büyük ve şiddetli krizleri tetiklerler. Değişmeyen sermayenin oransal olarak büyümesi de genel olarak sermayenin farklı alanlar arasında akışkanlığını zayıflatarak orantısızlıkların ve kriz koşullarının derinleşmesinde etkili olur. Hilferding, kapitalist ekonomilerin gelişiminde tekellerin ne kadar sarsıcı sonuçlar yarattığına dikkat çekmesi anlamında büyük bir adım atmıştır. Bu açıdan Tugan’ın krizlerin kaynağını bilgisizlik ve yönetişim eksikliği olarak gören sosyal demokrat teorisine göre Marksizm içi gerçek bir katkı olarak görülmelidir. Hilferding’in finans kapital tahlili de hem Lenin’in hem de Kıvılcımlı’nın egemen sınıf tespitlerinin atasıdır. Fakat bu tahlilde bankalara atfedilen birleştirici ve şemsiye rol bugün belli oranlarda zayıflamıştır. Finansal piyasaların aşırı çeşitlenmesi, büyümesi ve karmaşıklaşması sermayenin çok farklı kesimlerinin içi içe geçmesine yol açmıştır, şirketlerin finansman olanaklarının sadece bankalarla sınırlı olmaktan çıkmış olması bile aslında bankaların 20. yüzyılın başındaki merkezi rolünü sarsmış görünmektedir.

Finans sektörünün ve borçlanabilme olanaklarının büyümesinin krizleri ötelemekteki rolü üzerinde tartışma başlatan isim ise Alman sosyalist hareketinin lanetli ismi ve reformizmin babası Bernstein olmuştur. Bernstein, tekellerin oluşumunu kapitalist üretimin rasyonelleşmesinin bir aşaması olarak görür, işçi aristokrasisinden doğan orta sınıfın tüketim düşkünlüğünün eksik talep sorununu hafifleteceğini, finans sektörünün büyümesinin ve borçlanma olanaklarının artmasının da tüketimi destekleyerek krizlerin yıkıcılığını hafifleteceğini öngörür. Bernstein bu bakış açısını genel olarak devrimin olanaksızlığı ve gereksizliği yaklaşımını güçlendirmek için kullanır. Rosa Luxemburg ise Bernstein’a en şiddetli bir biçimde itiraz eder ve krizden kaynaklanan “kapitalist çöküş teorisinin … bilimsel sosyalizmin köşe taşı” olduğunda ısrarcı olur. Onun böyle düşünmesinde Engels’in proletaryanın mücadelesi açısından krizlere çok önemli bir değer atfetmesinin belirleyiciliği büyüktür. Krizin kapitalist üretim açısından kaçınılmazlığı tezi bazı zihinlerde kapitalizmin kendi krizi ile yıkılacağı beklentisine dönüşmüştür. Babel’in 1891’deki SPD kongresinde “burjuva toplumu kendi yok oluşuna o kadar çok çaba harcıyor ki bizim sadece zaten elinden düşen iktidarı alabileceğimiz anı beklememiz gerekiyor” demesi bu beklentinin hangi boyutlara ulaşabildiği açısından dikkat çekicidir. (akt, Clark; 2007: 42) Krizin imkansızlığı ve krizin kaçınılmaz yıkıcılığı tezlerinin benzer politik sonuçlara yol açabilmesi çarpıcıdır. Alman sosyal demokrasisinin devrimci kanadının sembolü Luxemburg’da krizin kaçınılmaz yıkıcılığı ile devrimci genel grev tezleri yan yana durmaktadır. Proletaryanın zaferi için iktisadi kriz gibi bir etkene ve onun burjuvaziyi “aşırı büyüyen üretici güçlerin ağırlığı altında tamamen yok olacağı noktaya hızla yaklaştır”masına gereğinden fazla rol atfedilince proletaryanın zaferi ve insanlığın kurtuluşu için iktisadi krizin tetiklediği bir genel grev de yeterli görülebilmektedir. Oysa kapitalizm, krizlerini salt iktisadi yöntemlerle aşmamaktadır ve bu aşma konusunda da hiç kuşku yok ki en önemli güvencesi devlet olmaktadır. İktisadi krizin sadece iktisadi bir konu olarak ele alınmasına dair hatalara günümüzde de sıkça rastlanmaktadır. Devlet adı verilen örgütlü zorun muadili ise asla kendiliğinden sınıf hareketleri ya da grev gibi özünde iktisadi mücadele olan araçlar yeterli olamaz. Alman sosyal demokrasisinin savaş sonrasında içine düştüğü halin ortaya çıkmasında krizle ilgili iki yanlış tutumun bir oranda etkili olduğu düşünülebilir. Paris Komünü’nden başlayarak devrimsel dönüşümleri tetikleyen esas gelişme iktisadi krizlerden ziyade yaygın ve geniş ölçekli savaşlar oldu. Savaşlar devletlerin toplumsal yaşamı yeniden üretme kapasitelerini büyük oranda zayıflattığı için büyük çaplı toplumsal dönüşümlere de olanak sağlamaktadır. İktisadi krizler ise büyük toplumsal çalkantılar üretmelerine rağmen eğer küresel düzenin yeniden üretiminden sorumlu devletlerin birbirilerini yıprattıkları geniş çaplı çatışmalara yol açmamışlarsa devrimleri tetiklemediler. Birikim rejiminin tıkanmasından kaynaklanan iktisadi krizler, devletlerin gözetiminde yeni birikim mimarilerinin ortaya çıkması ile aşılabildi ki bunlar da daha ziyade reformist ve düzen içi dönüşümlerin sonucunda mümkün olabildiler. Dolayısıyla üretici güçlerin aşırı gelişiminin burjuvaziyi nefessiz bırakarak çökerteceği katastrofik krizler ile ilgili bir beklentinin gerçekleşmediği ortadadır. Gramsci öncesi İtalyan Marksizminin önemli isimlerinden Labriola’nın vurguladığı gibi “Yıllar öncesinin coşkun, ateşli ve erken umutları, şimdi ekonomik ilişkilerin aslında daha karmaşık bir direnç, siyasi mekanizmaların da daha büyük bir hüner sergilediği gerçeğiyle yüz yüze gelmiş durumda.”(akt. Panitch ve Gindin, 2012: 17)

1970 krizi sonrasındaki toparlanmanın zayıflığını vurgulayarak uzun süreli kriz teorileri ise krizi süreklileştirerek kavramı da büyük oranda işlevsizleştirmektedirler. “Kapitalizmin adeta alınyazısını okumaya dönüşen uzun dalga çözümlemelerinin sonunda gerçekleri zorladığı açıktır.”(Yılmazer, 2007:  261). Sürekli faşizm tahlilinin faşizm ile ilgili bilinci tahrip etmesi gibi sürekli kriz teorileri de krizin belli anlarda yoğunlaşan, patlamalı gelişimlerini gözden kaçırmaya eğilimlidir.

Ezilenlerin kapitalizm ile mücadele etmesi için krizin yaratacağı koşullara ihtiyaç duyduğu tezi üzerine de düşünmeye değer. Bu bakış açısı, kapitalist üretim biçiminin emekçiler açısından her halükarda kriz anlamına geldiğini unutur görünmektedir. Kapitalizm büyüme ve canlılık dönemlerinde de hem insanlık hem de ekoloji açısından yıkım üretmeye devam etmektedir. Kapitalizm, olağanüstü bir gelir adaletsizliğini yeniden üretmek üzere devlet zoruyla çarkı döndürülen bir üretim tarzıdır. İşçilerin ve ezilenlerin kapitalizmle mücadele etmeleri için kriz gibi bir gerekçeye ihtiyaçları yoktur. Güçlü sınıf örgütlerinin olmadığı koşullarda işsiz kalma korkusunun yükseldiği kriz günlerinde işçi sınıfının harekete geçmesinin ekstra zorluklarla yüklü olacağı da unutulmamalıdır.

Küresel kriz sonrası döneme bakacak olursak (yani 2010’dan bu yana) küresel ortalama ücret artışlarının küresel büyüme oranının gerisinde kaldığı gözüküyor. Bu gözlemin tek istisnası 2013 ve kısmen de 2012. 2017’de ise ücret artışı, küresel ekonominin büyüme hızının neredeyse yarısı düzeyinde kalmış durumda. Reel ücretlerdeki durgunluk, bir yönüyle küresel düzeyde gelir dağılımındaki çarpıklığın işgücü piyasalarındaki yansımasını belgeliyor.”(Yeldan, 2018)

İktisadi kriz ile sınıf mücadelesi arasında koşulsuz bir doğru orantı kurmanın yanlışlığının diğer bir sebebi ise iktisadi krizlerin işçi sınıfı örgütlülüğünü yıkıcı sonuçlar üretme kapasitesidir. Yükselen işsizlik, artan güvencesizleşme ve giderek zorlaşan geçinme koşulları emekçileri örgütlenmek ve mücadele etmek yerine kişisel sorunlarda boğulmaya ya da daha kötüsü atalete sürükleyen ve tam tersine düzene örgütleyen patronaj ağlarına takılmalarına yol açabilmektedir. İktisadi krizin işçi sınıfının mücadele kapasitesini arttırabilmesi kendiliğinden gerçekleşmez ancak kararlı ve güçlü bir sınıf örgütünün sonuç alıcı mücadeleleri, umut veren bir programı ortaya koyması ile mümkün olabilir. Krizlerin kimi koşullarda kendiliğinden karşı çıkışları sayıca arttırabileceği neredeyse kesin olsa da bunların politik sonuçlara yol açabilmesi güçlü politik örgütlerle desteklenmesi ve yaygınlaştırılması ile mümkün olabilir. Krizle ilgili yürütülen tartışmalarda bu tarz Lapalis’in doğruları sık sık unutulabilmektedir.

2007 KRİZİ: 10 YIL ÖNCESİNDE NE OLDU?

2007-2008 küresel krizinin ortaya çıkmasında ABD’deki subprime mortgage borçlarının geri ödenemez hale gelmesinin tetikleyici rol oynadığı hatırlanacaktır. Sürekli büyüyen finansal sermaye geliştirdiği yeni araç ve yöntemlerle toplumsal yaşamın bir çok alanında etkinliğini geliştirmektedir. ABD’de normal şartlarda bankalardan ev almak için borçlanması mümkün olamayacak yoksullar, gölge bankacılık sistemi ve borçlanmaların seküritizasyonu sonrasında borç alabilir duruma getirilmişlerdir. (Lapavistas, 2010) Yoksulların borçlanabilmesi geniş kesimlerde zenginleşme duygusu yaratarak rıza üretiminde önemli bir rol oynadığı gibi aynı zamanda aşırı biriken finansal fonlara da yeni değerlenme alanları açmıştır. Yoksulların ev satın alıcısı haline gelmeleri, düşük segmentli konutlara olan talebi arttırmış, talep artışı ise evlerin fiyatlarını arttırarak hem konut sektörüne yatırım patlamasına hem de evleri değerlenen yoksulların daha da fazla borçlanabilmesine yol açmıştır. Böylece, finansın bir sel gibi akmaya başladığı her alanda ortaya çıkan bir ekonomik balon burada da karşımıza çıkmıştır. Enflasyonu dizginlemeye çalışmak için faiz yükselten FED bu balonun patlamasına yol açan süreci başlatmıştır. “FED’in resesyondan çıkmak ve ekonomik büyümeyi desteklemek üzere 2000-2004 yılları arasında uyguladığı düşük faiz politikası, 2004’ten itibaren bu sefer enflasyonun yükselişini önlemek için son buldu ve FED 2004-2006 arasında faizleri çok sert bir şekilde 5 kat arttırdı.” (Akçay ve Gürgen, 2016: 91) Hızla düşen konut fiyatları, yüksek borçluluk altında kıpırdayamaz hale gelen yoksullar, düşük segmentli konutlara kredi finansmanı sağlayan gölge bankacılık sisteminin geri ödenmeyen borç dağının altında çökmesi 2007-2008 krizinin tetikleyicisi oldu.

2007-2008 krizi sonrasında finansallaşma olgusu kriz tartışmalarının merkezine oturdu. Finans hareketleri ölü bir bedenin içerisine yaşam üfleyen İsa gibi durgunluk yaşayan herhangi bir ülkeyi, şirketi ya da sektörü büyük bir hızla canlandırabilmekte ve bunları 1001 gece masallarının masalsı uçan halısına bindirerek göz kamaştıran dünyevi zenginliklerin ulaşılabilir ve üretilebilir olduğu yanılsamasını üretebilmektedir. Finansın bu “bütün olasıları imkansız, bütün olanaksızları da ihtimal dahilinde” haline getirebilen doğası aslında post-truth adı verilen gerçeklik ötesi bilinç durumlarının da en önemli maddi zeminini oluşturmaktadır. Bütün zenginlikler bir banka kredisinin onaylanması kadar uzaktadır. Finansallaşma reel sektörlerdeki kar oranının düşüklüğünden dolayı üretime girmeyen sermayenin bir anomi, çürüme ya da verimsizlik belirtisi olan aşırı birikiminin bir sonucu olarak görülebilir. Bunun yanı sıra, kapitalizmin müzmin eksik talep/aşırı üretim ikilemine yanıt üretebilecek bir boyuta sahip olduğu da görülmelidir. Finansallaşma, sermaye sınıflarına sahip oldukları sermayenin mülkiyetini kaybetmeksizin kullanım hakkını geçici süreliğine devretme olanağı tanımaktadır. Paranın fiyatı olan faizler düşük bir seviyede tutulabildiği oranda ise söz konusu kullanım hakkının yoksullar için maliyeti de giderek düşebilmektedir. Bu mekanizmanın genişletilerek hane halkı borçluluğunun artmasının sağlandığı -Türkiye’de hane halkı borçlarının GSYİH’ya oranı da 2003-2013 arasında 8 kat artarak %3’ten %23.8’e yükselmiştir. (Kabalay, 2018:68)- , bankaların en önemli gelir kaynağının giderek hane halkları olmasının bu sayede mümkün olduğu böylece de gelir dağılımı bozulmaya devam ederken alt sınıfların tüketiminin genişletilmesine dayanan birikim rejimlerinin en önemli öğesi finansallaşma olmaktadır. Bu birikim rejiminde faiz oranları, sadece bankalar ile borçlu şirketler arasındaki sınırlı bir ilişkinin konusu olmaktan çıkıp özellikle alt sınıflar nezdinde yaratılan sanal refah hissinin sürdürülebilmesinin de en önemli anahtarı haline gelmektedir. Finansallaşmanın, gelirlerin ve servetlerin yeniden dağılımı gerçekleşmeksizin toplumların tüketim kapasitesini arttırabilme yeteneği sermaye açısından “eksik talep” bariyerini aşmanın bir diğer önemli yolu olarak öne çıkmasını sağlamaktadır. Kapitalizmin finansallaşma çağında Descartes’ın ünlü sözü, “Borçlanabiliyorum öyleyse varım” haline dönüşmüştür. Özellikle güvenceli bir işin sağladığı sabit gelir, düzenli borçlanabilme olanağı yarattığı için alt sınıflar açısından önemli bir ayrıcalık haline gelmiştir.

Borçluluğun bu oranda artabilmesinde ve alt sınıflara doğru yayılmasında riskli borçlara bile bir seviyede güvence sağlayabilen seküritizasyon (güvencelileştirme) yöntemlerinin ve türev piyasaların yaygınlaşmasının önemli bir rolü vardır. Artık geri ödenmeme riski yüksek borçlar bile türev piyasalarında yüksek getirili kağıtların kaynağı olarak alınıp satılabilen metalar haline geldiler. Emekçileri büyük bir güvencesizlik içine itmeyi kar oranlarını arttırmak ve yoksulları yönetmek için bir araç haline getiren sermaye kendi alacaklarını güvenceli hale getirmek için bir çok finansal yeni enstrümanın icadına imza attı. “Finansal inovasyon sürecinin en somut ürünü ise bireysel ve kurumsal borçların metalaştırılarak yeniden alım-satım konusu haline getirilmesi anlamına gelen menkul kıymetleştirme işlemleri idi.”( Akçay ve Güngen, 2016: 33) Son dönemlerde basında sık sık rastladığımız bankaların geri dönmesi riskli ve gecikmeli alacaklarını topluca satmaları menkul kıymetleştirmenin en açık örneklerinden bir tanesidir. Kredilerin güvencelileştirilmesi çok daha yüksek riskli kredilerin de bankalar tarafından görece daha düşük bir ihtiyatla dağıtılabilmesini sağladı.

Krizlerin kapitalist gelişme içerisindeki en önemli fonksiyonu sermaye değersizleşmesinin sağlanmasıydı. Sermayenin aşırı birikimi, sermayenin organik bileşiminin yükselmesine benzer bir etki yaratarak sermayenin karlı yatırım alanlarının kapanmasına yol açıyor, bir süre sonra ise sermayenin bu engeli aşma yönündeki tüm çabaları başarısızlıkla sonuçlanır hale geliyordu. İşte böylesi momentlerde ortaya çıkan krizler, özellikle yeterli verimlilik sağlayamayan ve geri kalmış teknolojilere dayalı yapıları ortadan kaldırıyor, bunların boşalttığı üretim alanları ise yeni sermaye yatırımlarının yüksek karlılık oranları ile gerçekleşmesini temin ediyorlardı. 1929 krizi sonrasında yaşanan 2. Dünya Savaşı böylesi bir sermaye değersizleşmesinin belki de tarihsel olarak zirve örneği olabilecek bir sonuç yarattı. 1945-1970 evresini kapitalizmin altın çağı haline getiren bu köklü sermaye değersizleşmesinin muazzam derinlikteki boyutlarıydı. Kapitalizm kendisine dünyanın neredeyse yarısını kapatan sosyalizmin tarihsel ilerleyişine rağmen kendi coğrafyasında büyük bir sıçrama sağladı. Fakat Yılmazer’in (2007) vurguladığı gibi sermaye değersizleşmesinin bu boyutlarda yaşanması 1970 sonrasındaki küresel krizlerde yeterince açık bir biçimde gözlenmiyor. “Finans kapitalin oluşmasının yarattığı en doğal sonuç, tekellerin ekonomik gücünün Smith’in ‘görünmez el’inin yerine geçtiğidir”. (275) Tekellerin devasa ekonomik gücü krizlerde “yıkılmasına müsaade edilemeyecek kadar büyük” sermaye gruplarını ortaya çıkardı, ancak bunların iktisadi gücü devletler eliyle siyasi bir güce dönüştürülemese değersizleşmenin önüne geçemezdi. Devletler, krizlerde devreye girerek şirketlerin borçlarını kamulaştırmayı, devlet bütçesine yazmayı en önemli görevleri biliyorlar. Krizlere çözümün bu şekilde bulunması ise bir kader değil ancak krizin faturasının şirketler tarafından ödenmesi noktasında ezilenlerin yeterince tepki örgütleyememesi ile alakalı bir durum. Sermayenin değersizleşmesinin önüne geçilmesi ise finansallaşmanın güçlenmesini sağlayan en önemli etken haline geliyor. Değersizleşemeyen sermaye finans sahasına park ederek burada birikiyor. Sermaye değersizleşmesinin engellenmesinin ekonomiyi sürekli bir resesyon içine sürüklediği tipik örnek olarak Japonya verilebilir. Devlet ile tekeller arasındaki ilişki zarar etmekte olan şirketlerin batmasını engelliyor, piyasada bir çok zombi şirket mevcut, sonuç olarak da ülke yıllardır %1’den daha fazla büyümüyor. Dünyanın en büyük üçüncü ekonomisi olan ve 1990’ların sonlarında ABD hegemonyası için en büyük tehdit kaynaklarından birisi olarak görülen Japonya 2018 yılının ilk çeyreğinde %0.6 küçüldü. “2010-2017 yılları arasında7 yılda Japonya’da enflasyon yıllık ortalama olarak %0.7 olurken Japonya Merkez Bankası’nın yıllık ortalama faizi %0.3 olarak gerçekleşmiş. (Eğilmez, 2018) Görüldüğü gibi değersizleşmenin engellenmesi reel faiz oranının negatif olarak uygulanmasına yol açmış. Türkiye’ye akan yabancı sermayenin bir kısmı sıfır faizle borçlanıp %7-8 getiri garantisi sunan Türk tahvillerine yatırım yapan Japonlardan kaynaklanıyor. Finans kapitalin aldığı önlemler sermaye değersizleşmesinin önüne geçmekle birlikte genel ölçekte kapitalizmin genel ölçekte sorunlarını daha da kronik hale getiriyor. Lehman Brothers’ın çöküşünün 10. yıldönümünde en çok tartışılan konunun yaklaşmakta olan finansal kriz olması da bu durumun bir göstergesi olarak değerlendirilmeli. Piyasalarda geniş çaplı bir tedirginlik hakim, ABD’de gerçekleşen ve şirketler büyük kolaylıklar sağlayan vergi indirimlerinin büyüme ve işsizlik rakamlarına yaptığı doping geçici olacakmış gibi görünüyor. 2017’de %5.2 olarak gerçekleşen dünya ticaretinin büyüme hızının 2017’deki %5.2’den 2019’da %3.4’e gerilemesi bekleniyor. Bir süredir dünya ekonomisinin büyüme motoru olarak görülen Çin’de büyümenin %6’ya kadar gerileyeceği hesaplanıyor.

Krizlerden çıkış momentinin son derece sönük kalmasının en önemli sebebi ise krizlerin sermaye değersizleşmesi sağlayan ve gelir dağılımını görece düzelten sonuçlar yaratmaması, bunun yerine ABD ve AB merkez bankalarının küresel piyasaları düşük faizli paraya boğarak talebi arttırmayı denemiş olmaları. Bu paranın merkezlere geri çağrılması ve eş zamanlı küresel düzendeki hegemonya krizini daha da açıkça akıllara getirecek biçimde ABD ile Çin arasında sadece Trump’ın çılgınlığı olarak açıklanamayacak bir ticaret savaşının başlaması küresel ölçekte “piyasaları” geriyor. Dünya piyasalarına şuursuzca pompalanan dolarlar, sağ popülist – neo faşist liderlerin yoksullardan rıza devşirmesine yol açan politikalara olanak sağladı. 2009 yerel seçimlerinde oy kaybeden Erdoğan, “krizin teğet geçmesini” sağlayan FED fonları olmasa devlet içindeki mevzi kazanma savaşını kazanmasını sağlayan yoksulların rızasını temin edemezdi. 2013’te FED’in faiz yükseltme moduna geçmesi ile Türkiye’de siyasi sürecin ısınması, Gezi ile bir devrimci momentin oluşması, HDP’nin bir demokratikleşme seçeneği yaratması ve bu gelişmelerin bir devlet ittifakı eliyle faşizme geçişle karşılanması arasında bir bağlantı vardır. Bu bağlantı komplo yazıcılığında post-truth standartlarını dahi fersah fersah aşan yandaş medya kalemşörlerinin belirttiği gibi bir manipülasyon değil tam tersine dışarıdan akan ucuz döviz ile yaratılan bir sahte cennetin çökmesinde aranmalıdır. AKP iktidarının ballandıra ballandıra anlatmayı pek sevdiği ekonomik başarısı büyük oranda içeriye akan ucuz dövizin yarattığı bu sahte cennetle ilgilidir. Hane halklarının borçluluk oranında yaşanan 8 katlık artışın yarattığı borçluluk zenginliği etkisi şimdi faiz oranlarının %20’leri aşmasıyla yerini bir cehenneme bırakmakta. Sahte cennet yaratılırken bunu kendi başarıları zannedenler üretimci alt yapısı tarımdan sanayiye bir çok alanda tahrip edilmiş ülkeden yaşanan sermaye çıkışlarını bir uluslar arası komplo olarak yansıtma çabasında pek mahirler.

KRİZ TÜRKİYE’DE

Türkiye’de 2018’de yaşanan döviz şoku şirket borçluluğunun ulaştığı anormal ve sürdürülemez boyutlarla ilgilidir. Ülkeye 2000’lerin başından bu yana çeşitli saiklerle akan milyarlarca dolarlık sermaye ülkenin üretim altyapısını geliştirecek bir biçimde yatırımlara yönlendirilmemiş, tam tersine kamu ihale yöntemlerinde yapılan ardı arkası kesilmez düzenlemeler sonrasında yandaş sermayenin büyütülmesi için devasa ve verimsiz mega projelerle har vurup harman savrulmuştur. Ucuz döviz günleri ülkenin üretim altyapısını çökertmiş, birçok tarım ve sanayi ürünü içeride üretilmek yerine ithal edilir olmuştur.

Ekonomi yönetimi yerel seçimlere gidilirken piyasalarda likidite darboğazı yaratarak ve Merkez Bankası politika faizini %20’nin üzerine çıkararak dövizi aşağı çekmeyi hedef haline getirmiştir. Faizdeki aşırı yükselme iç talepte frene basılmasına bu da cari açığın pozitife dönmesine yol açmıştır. Türkiye’nin cari fazla verdiği her dönemde ciddi bir ekonomik küçülme yaşadığı çok iyi bilinen bir gerçektir. Enflasyon oranlarının maniple edilerek düşürülmesi sonrasında Merkez Bankası’nın faizlerde indirime gidebileceğinin konuşulması bile Aralık ayının ilk haftasında dövizin yeniden hızla yükselme yönünde bir eğilim sergilemesine yol açtı.

Eğer dünya konjonktüründe yükselmekte olan piyasalara dönük sermaye hareketlerini hızlandıracak ve yeniden ucuzlatacak bir gelişme olmazsa Türkiye’nin içine düşmüş olduğu durgunluk bir birikim rejimi krizi yönünde ivmelenecektir. Bu bir birikim rejimi krizidir çünkü ülke ekonomisinin temel değer üretme mekanizması haline dönüşmüş ucuz dış kaynak + mega altyapı yatırımları + inşaat + düşük faizli borçlanmaya dayalı yüksek iç talep = yüksek büyüme denklemi sürdürülemez bir noktadadır. 2-3 çeyrek üst üste yaşanacak bir ekonomik daralmanın işsizlik oranını %20’lere taşıması ise sürpriz olmayacaktır. Yüksek döviz maliyetlerinden dolayı enflasyon ve resesyonun eş zamanlı yaşanması stagflasyonist eğilimleri güçlendirecektir. Böylesi bir momentten çıkış için ise sermaye açısından ücretleri daha da baskılamak, iç talebi kısmak ve ihracata yönelerek büyümeyi sağlamaktan başka bir seçenek bulunmamaktadır. Böylesi bir tercihin derinleşmesi ise Erdoğan’ın işçi sınıfının çeşitli katmanları içerisindeki desteğinin daha da eriyeceği anlamına gelir. Erdoğan’ın neo-popülist siyasi bloğu özellikle Anadolu sermayesi ile güvencesiz işçiler arasında bir çeşit ittifaka dayanmaktadır. Türkiye’de yürütülecek bir anti faşist mücadelenin özellikle bu bloğun çatlatılması yönünde hamleler yapması bir mecburiyettir. Kriz dinamikleri bu açıdan birçok olanak biriktirmektedir ancak sol genel olarak derinleşen ekonomik türbülans koşullarına rağmen ön alıcı hamlelerle politik gündemi belirleme olanağı bulamamaktadır. Faşizmin egemen sınıfların ortak tercihi olmasını sebepleri bugünden bakıldığında çok daha iyi anlaşılmaktadır. Finans kapital, alt sınıflardan kaynaklanacak bir demokrasi ve yeniden paylaşım talebi karşısında görüntüde “muhalif” olduğu -artık böylesi bir görüntünün varlığından dahi bahsedilmesi zordur- Anadolu sermayesinin siyasi diktatörlüğü ile her açıdan uzlaşmakta beis görmemektedir.

Genel olarak sol ve devrimci siyasetin mücadele dinamiklerini geliştirebilmek adına kriz koşullarını sağlıklı bir biçimde değerlendirebildiğini söyleyebilmek pek de mümkün değildir. Bunda son iki yıldır daha da şiddetlenen baskı sürecinin çok büyük bir etkisi olduğu açıktır. Devlet, toplumsal mücadelenin gelişebileceği çok küçük bir alan bıraktığında dahi bunun kendisini çok zorlayacak bir momentumun oluşmasına imkân sağlayacağının farkındadır. Yeni havaalanı işçilerinin direnişine dönük kapsamlı saldırı bunun göstergesidir.

Fakat solun genel anlamda kriz konusundaki etkisizliği sadece baskı koşulları ile açıklanmaya kalkılırsa gereğinden fazla iyimser bir değerlendirme yapılmış olacaktır. Söz konusu olan kapitalizmin krizi ile ezilenlerin ideolojik, örgütsel ve politik krizinin çakışmasıdır. Bu çakışma dünyanın her yerinde merkez siyasetlerin hızla çözülmesine yol açan konjonktürün doğrudan solun büyümesine ve yaygınlaşmasına yol açmadığı bir özel momenti yarattı. Sağ popülist ve faşist hareketler de aslında bu çakışmadan yararlanmakta, ırkçı ve milliyetçi sloganları neo-liberalizmin ya da elitlerin/zenginlerin bir tür eleştirisiyle birleştirerek alt ve orta sınıfların öfkesini “çalmaktalar”. Düzenin köklü bir eleştirisi ve dönüşümünü hedefleyen hareketler ise kapitalizmin ekonomi-politikasını merkeze alan ve bunun alternatifini yaratan bir program üretmek yerine daha çok demokrasicilik veya çok kültürcülük diye tabir edebileceğimiz bir alanın sınırlarından dışarı çıkamıyorlar. Solun en güçlü olması gereken ekonomi-politik eleştirisi konusunda en genel söylemleri yeniden üretmek dışında bir pratik sergilenemiyor. Bunun Türkiye’deki yansıması ise seçimciliktir. Türkiye’de sol ve devrimci muhalefet bir süredir etkisiz bir yalnızlık ile seçimler dışında politik araç üretemeyen bir seçeneksizlik arasında sıkışmış durumda. Ekonomik kriz bile ancak yerel seçime olası etkileri üzerinden tartışılabiliyor. Faşizmin “kriz” kelimesinin kullanılmasını bile yasaklamaya dönük tutumu yeterince teşhir edilemiyor. Sol adına yıkımı hazırlayanın bizatihi kapitalizmin kendisi olduğu, kar amaçlı, serbest piyasacı bir ekonominin tek seçenek olmadığı konusunda yeterli siyasi faaliyet yürütülemiyor. Krizin sebebi olarak faşizmin anti-demokratik uygulamaları gerekçe gösterilerek aslında kapitalizm ile demokrasinin uyumlu olduğu gibi tamamen yanlış bir bilinç üretilebiliyor. Neredeyse sol adına konuşanların bir kısmı Merkez Bankası bağımsızlığını savunmaya, sermaye akımlarının kesilmesini Erdoğan’ı demokratik açılıma ikna etmek için kullanmaya aklını yatıracak kadar şirazeden çıkmış durumda. AKP ile Bolşevikler arasında kurulan zorlama benzerlikler bilinçlerdeki sıra dışı yarılmanın sadece küçük bir örneği.

Krizi gerçek bir kamusal ekonomi programı tartışmasını büyütmek için değerlendirmeliyiz. Bu noktada en temel talebimizin ise çalışana güvence ve yeniden paylaşım üzerine kurulması bir zorunluluktur. Güvence sorunu, neo-liberalizme karşı mücadelenin koçbaşıdır. AKP’nin de kendisini ezilenler nezdinde bir biçimde yeniden üretmesinin anlaşılabilmesi için ısrarla bu noktaya dönmek zorundayız. Su, elektrik, doğalgaz, barınma, ulaşım, eğitim ve sağlığın bir vatandaşlık hakkı olarak vergilerle finanse edilmesi, ekilmeyen toprakların yoksul köylüler tarafından ekilmesi için destek sağlanması, iflas eden şirketlerin işçi denetiminde çalışmaya devam etmesi için destek verilmesi, satılamayan konutların kamulaştırılması ve sosyal konut olarak asgari ücretle çalışan işçilere sunulması, yaşlılıkta gerçek bir güvence sağlayan bir emeklilik sistemi güncel taleplerdir. Fransa’yı birkaç haftadır neoliberalizme karşı küresel direnişin merkezi haline getiren Sarı Yelekliler’in de 42 talebi arasında bu benzeri taleplere rastlamak mümkündür. Sol eğer bu taleplerin toplumsal karşılık bulamayacağı için ısrarla arkasında durulamayacağını düşünüyorsa çok güçlü bir varoluşsal kriz ile karşı karşıya bulunduğunu fark etmelidir.

Marks, kapitalist krizlerin temel sebebinin son kertede üretim anarşisi olduğunu, üretimin toplumun kendisi tarafından denetim altına alınmasının tek gerçek çözüm olduğunu, gerçek demokrasinin siyasal/ekonomik ayrımını aşarak halkın iradesini toplumsal yaşamın tüm veçhelerine hâkim kılarak mümkün olduğunu söylerken haksız mıydı yoksa?

10.12.18

KAYNAKÇA

Akçay, Ü. ve Güngen, A. R. (2016) Finansallaşma Borç Krizi ve Çöküş Küresel Kapitalizmin Geleceği, Ankara: Nota Bene

Yılmazer, M. (2007) Kapitalizmde Yapısal Dönüşüm- Manifaktürden ‘Sanayi Ötesine’, İstanbul: Alaz

Clarke, S. (2009) Marx’ın Kriz Teorisi, İstanbul: Otonom

Clarke, S. (1990) “The Marxist Theory of Overaccumulation and Crisis” Science and Society 54(4), 442-467

Marx, K. (2012) Grundrisse – Ekonomi Politiğin Eleştirisi için Ön Çalışma? , İstanbul: İletişim

Engels, F. (1995) Anti-Dühring, Ankara: Sol

Luxemburg, R. (2004) Sermaye Birikimi, çev: Tayfun Ertan, İstanbul: Belge

Harvey, D. (2010) The Enigma of Capital and the Crises of Capitalism, New York: Oxford University Press

Sweezy, P.M. (1946) The Theory of Capitalist Development, New York: Oxford University Press

Panitch, L. ve Gindin. S. (2012) “Kapitalizmde Krizler ve Bu Defaki Kriz”, Socialist Register 2011, çev: U. Haskan, 15-35, İstanbul: Yordam

Hilferding, R. (1995) Finans Kapital, çev: Yılmaz Öner, İstanbul: Belge

Marx, K. (2012) Kapital 2. Cilt, çev: Mehmet Selik, İstanbul: Yordam

Milios, J. ve Sotiropoulos, D. (2007) Tugan-Baranowsky and effective demand, Science and Society, 71(2), 227-242

Yeldan, E. (2018) “Küresel Ücretler ve Güvencesiz İstihdam”, Cumhuriyet, 5 Aralık

Lapavistas, C. (2010) “Financialisation and capitalist accumulation: structural accounts of the crisis of 2007-9”, Research on Money and Finance Discussion Papers 16

Kabalay, B. (2018) “Borçlandırma ve Kriz: Güvenlik, Üretim ve Tüketim”, Ayrıntı Dergi, 28, 58-69