,

Faşizmin Yeniden Yükselişi* Mehmet Yılmazer

Artık popülizm kavramını bir kenara bırakıp, yükselen faşizm gerçekliğini kabul etme zamanı geldi. Bu gerçekliğe göre hazırlık yapılmazsa insanlığın yaşadığı önceki deneylerin sonuçlarının tekrarlanması alın yazısı haline gelebilir. Trump ara seçimlerde büyük bir darbe almadı. Senatoda çoğunluğu korudu, Kongrede ise Demokratlar sadece iki sandalye fazla alabildiler. Bolsonaro Latin Amerika’daki dengeleri faşizm lehine değiştirmek için elinden geleni yapacaktır, buna şüphe yok. Avrupa’da dengeler nasıl değişecektir? Bir iki yıla kalmaz tablo biraz daha netleşir.

İnsanlık bugüne kadar iki büyük faşizm dalgası yaşadı. Büyük acılarla ve derslerle yüklü bu faşizm dönemleri yakın zamana kadar sanki tarihin karanlık sayfalarında kalmış, bir daha tekrarlanması imkânsız olaylar olarak kavranıyordu. Öyle ki liberal demokrasiler tarihin son basamağı olarak sunuldu, insanlığın geri kalanı o hedefe ulaşmak için çalışacaktı. Bu hayal yirmi yılda yok oldu. Görüşün sahibi şimdilerde “sosyalizmin gerekliliğinden” söz etmeye başladı.

Avrupa’da epeydir yükselen “aşırı sağ” ya da Doğu Avrupa’da Macar lider Orban gibilerin ortalığa çıkması tehdidin seviyesinin algılanmasında güçlü bir etki yapmamıştı. Aynı yıllarda Avrupa’nın güneyinde neoliberalizme karşı güçlü isyanlar yaşanıyordu. Hatta Ortadoğu’da Arap isyanları başlamıştı. Neoliberalizme karşı iki binlerin başında olduğu gibi yeni bir güçlü rüzgâr esiyordu.

Aradan yedi sekiz yıl geçtikten sonra rüzgar döndü, tablo değişti, aşırı sağ veya popülizm dünyada önemli mevziler kazandı, artık ufukta biriken bulutların ne yağdıracağı belli oldu, dünya yükselen bir faşizm gerçeğiyle yüz yüzedir.

İnsanlık faşizmle kapitalizmin büyük bunalım günlerinde tanıştı. Faşizm iki büyük dalga olarak yaşandı. İlki, klasik faşizm yılları Ekim Devrimi sonrası Avrupa’yı sarmıştır ve esas olarak II. Dünya Savaşında Sovyetlerin büyük kahramanlıkları ile yıkılmıştır. İkinci dalga, başta Latin Amerika olmak üzerine üçüncü dünya ülkelerinde yeni sömürgecilik yıllarında yaşanmıştır. Türkiye de bu dönemin içine girer.

Üçüncü dalga henüz başlamadı, ancak işaretleri var. Son on yıldır kapitalist merkezlerde faşist siyasal parti ve hareketlerde açık bir yükseliş vardır. Bu gidiş Macaristan ve Polonya’da siyasal iktidara tırmanma noktasına kadar geldi. Ancak en son Trump ve Brezilya’da Bolsonaro’nun iktidara gelmesiyle çok kullanılan deyimiyle “popülizm” kavramı artık yaşananları nitelemekte yeterli değildir. İnsanlığın karşısında yükselen bir faşizm vardır.

Klasik Faşizm Yılları

Günümüzde yükselişe geçen faşizmin özelliklerine gelmeden öncekilerden çıkartılan dersleri hatırlamakta yarar vardır. İnsanlığın faşizmle tanıştığı yıllar iki dünya savaşı arasındaki karmaşık, devrimlerin yaşandığı, bunalımlı yıllardır. İlk dalga İtalya’da 1920’li yıllarda Mussolini ile başladı. Almanya’da insanlık tarihindeki en büyük katliamların yaşandığı günlere gelindi. Ardından İspanya ve Portekiz’deki uzun faşizm yılları yaşandı. Avrupa’nın batısında Hitler faşizminin yıkılmasından sonra otuz yıl daha yaşayan Franco ve Salazar faşizmi tarihe bir de bu uzun ömürlülükleriyle geçtiler. Aslında bu yıllarda İngiltere adası hariç Avrupa’da hemen her ülkede faşizm bir biçimde etkin olmuştur. Hatta İskandinavya’ya kadar tırmanmıştır.

Tarihteki olaylardan çok bugün hatırlanması gereken dersler açısından o döneme bakılırsa önemli ortak noktaların olduğu hemen görülebilir. İtalya’da I. Dünya Savaşı sonrası yıllar büyük kriz ve karmaşanın egemen olduğu bir dönemdir. İki yıl gibi kısa bir sürede dört hükümet kurulup dağılmıştır. İşsizlik yoğundur. İtalya diğer Avrupa ülkelerine göre daha geriden gelmiştir; kapitalizmin gelişimi onlara göre zayıftır. Ekonomi krizdedir ve işsizlik çok yoğundur. Sovyet devriminin etkisiyle fabrikalarda işçi konseyleri kurulmuş, yükselen işçi hareketi iktidarları zorlamaktadır.

Bu gerçekten dolayı faşizmin iktidara gelmesinden önceki yıllara “iki kızıl yıl” denmiştir. Bütün bu yıllarda PSİ en güçlü partidir. 1919 Kongresinde üç ana fraksiyona ayrılmıştır. Ağırlık Serrati’nin liderliğindeki Maksimalistlerdeydi. “Proletarya diktatörlüğünü” sözde savunmalarına rağmen, ilginçtir Mussolini’ye PSİ böyle görünmüyordu. Bu yıllarda PSİ’den ayrılan Mussolini politik ortamı şöyle değerlendirir:

Seçimlerdeki muazzam zafer yalnızca, sosyalistlerin yetersizliğini ve zayıflığını gün yüzüne çıkardı. Onlar da, reformculara ve devrimcilere benzer şekilde kudretten yoksunlar. Ne parlamentoda ne de sokakta harekete geçiyorlar. Bir partinin, büyük bir zaferin hemen ertesinde, gücünü uygulamak üzere boş yere bir şey arar haldeki görünüşü ve ne reformu ne de devrimi uygulamak istememesi bizi eğlendiriyor. Bu bizim intikamımız ve umduğumuzdan da erken gerçekleşti!” (1)

1919 seçimlerinde önemli bir zafer kazanmasına ve o günlerin İtalya’sının en güçlü partisi olmasına rağmen Sosyalist Partinin, “büyük bir zaferin hemen ertesinde, gücünü uygulamak üzere boş yere bir şey arar haldeki görünüşü ve ne reformu ne de devrimi uygulamak istememesi” yükseliş için hazırlanan Kara Gömleklileri eğlendirmektedir. 1919’da sayıları 17 bin olan Mussolini’nin Kara Gömleklileri sallantılı yıllardan sonra 1921’de 310 bine sıçramıştır. Klasik faşizm günlerinin tipik bir özelliğidir, bunalım, karmaşa ve hatta umutsuzluk ortasında faşist milislerin gücünün sıçramalı büyümesi.

1920 yılı kitlesel grevler, ünlü Fabrika Konseyleri’nin işgal eylemleri ile geçmiştir. İşgal fabrikalarında üretime devam edilmiş; eylemlere 1,3 milyon işçi katılmış, adeta “kısa bir devrim” yaşanmıştır. Kızıl Yıllar bir devrim provasıydı; ancak hiçbir zaman iktidarı hedeflememekle, oyalanmakla tarihsel bir hata işliyorlardı. PSİ bu büyük eylemleri iktidara yönlendirmeye cesaret edemeyince 1920 Eylül’ünde işçiler arasında yaptığı bir referandumla eylemlere son verilmesini bizzat işçilere onaylatır. Burada işçi sınıfı mücadele tarihinde önderlik ve kitle ilişkisinin en zavallı örneği yaşanmıştır. Önderlik, kritik dönüm noktalarında “kararı” kitlelerin kararsız ortamına bırakmak değil, başka bir basamağa sıçrama cesaretini yığınlara verebilmektir.

Eylemlerin böylece sona ermesinden sonra PSİ hızla kitlesinden kopmuş, 1921 Livorno kongresinde Parti bölünmüştür. Aynı yılda Mussolini’nin silahlı çeteleri hızla büyüyordu. Napoli’den Roma’ya yaptığı yürüyüşle Mussolini 1922’de iktidarı almıştır. Kıta Avrupa’sının ilk faşist iktidarı oldukça uzun sürmüş, ancak II. Dünya savaşı yıllarında yıkılmıştır.

Avrupa’da I. Dünya savaşı sonrası devrimin eşiğine gelen diğer ülke Almanya’ydı. 1918-1920 arası devrim denemeleri yaşanmıştır. Kasım 1918’de İşçi, Asker ve Çiftçi Konseyi Bavyera Cumhuriyetini ilan etti. SPD “vatan savunması” adı altında II. Enternasyonalin çöküşüne varacak ihanet yoluna çıkmıştı. Rosa ve Liebnecht liderliğinde Spartakistler Bavyera devrimine öncülük ettiler. Bu yükseliş karşısında SPD iktidar ortaklığından çekilmek zorunda kaldı. Ancak hiçbir zaman devrimi desteklemedi. Devrim yenilgiye uğrayınca Kasım 1919’da Rosa ve Liebnecht katledildi. Komünist Partisinin devrim çabaları 1920’lere kadar sürdü. Bu tarih Alman devrimi için bir dönüm noktası oldu.

1929’da büyük bunalımın Almanya’yı adeta yıkıma uğratmasına rağmen örgüt gücünü ve önderliğini yitiren Alman işçileri bunalımda bir yükselişe geçemediler. 1932’de çöküş iyice derinleşti, ekonomi %41 küçüldü. Bu yıllar faşizmin yükselişe geçtiği bir dönem oldu. Hitler’in partisi 1928’de %2,6 oy alırken 1930’da %18,3’e sıçradı. 1932 seçimlerinde Hitler %37,4’e yükselirken SPD %21,6’ya geriledi. Komünist Partisi az olda olsa gelişti, %14,6’ya vardı.

Bu yıllar Komünist Partisinin Alman Sosyal Demokratlarını (SPD) “sosyal faşist” olarak nitelediği, yükselen faşizme karşı ortak atılacak adımların kalmadığı, Komünistlerle Sosyal Demokratların keskin bir kopmaya uğradığı tarihsel olarak kritik bir dönem olmuştur. 1933 seçimlerinde Hitler birinci parti olmasına rağmen tek başına iktidar olacak seviyeye gelememişti. Cumhurbaşkanı Hinderburg Hitler’in yolunu açtı. Ancak Hitler’in normal yollardan yürümeye niyeti yoktu. Şubat 1933’de ünlü Reichtag (meclis) yangını bütün siyasi havayı değiştirdi ve “sivil özgürlükler” yasaklandı. Bu da yetmedi, Hitler 1934 Haziranı’nda SA şefleri, Von Kahr gibi kendi rakiplerini bir gecede katlederek tasfiye etti. Artık sıra iktidarını sağlamlaştırmak ve kitlelerin beyinlerini dondurmak için 1938 Kasımı’nda Kristal Gece’de Yahudilerin katliamına gelmişti.

1929 yılında Clara Zetkin Komüntern’e sunduğu raporda şu önemli tespiti yapmıştı: “Faşizm, proleter devrimini gerçekleştirememiş proletaryanın çekmeye mahkûm olduğu cezadır.” 1918 ve hemen sonrasında Bavyera, Hamburg ve Berlin’de ayaklanmalar yaşanmış, belli bir süre devrimci dalga egemen olmuş, ancak ardından yenilgi gelmiştir. Alman Sosyal Demokratları (SPD) bu süreçte sürekli devrimi yatıştırmaya çalışmış, daha da ötesi partiden kopan ve Spartaküs ligini kuran liderliğin tasfiye edilmesinde rol oynayarak ihanetlerini en üst noktaya çıkartmışlardır. Bu süreçte çöken II. Enternasyonalin en güçlü partisi Almanya Sosyal Demokrat Partisi’nden (SPD) Alman Komünist partisi kopmuştur. Alman Komünist Partisi için SPD “sosyal faşist” olarak görüldüğü için bütün ilişkiler kopmuştur. Komünternin bu yıllardaki “sınıfa karşı sınıf” politikası da kimi ittifakların yollarını tıkamıştır.

Alman Sosyal Demokratların devrim korkusu onları düzen partilerine hizmete itmiş, böylece güçten düşen işçi hareketi önündeki görevleri yerine getirememiştir. Faşizmi yatıştırmaya çalışan SPD sonunda Hitlere yem olmaktan kurtulamamıştır. İtalya’da Mussolini’nin yükselişi karşısında PSİ’nin yaptıklarının benzerini Almanya’da SPD yapmıştır.

Yoğun siyasi ve ekonomik kriz, proletarya güçlerinin kararsızlığı faşizmin yolunu açmıştır.

Klasik faşizm döneminin diğer önemli örneği İspanya’dır. İspanya deneyi diğerlerinden iki yönden yarılır. İspanya’da 1930’lu yıllarda çok zayıf bir burjuva devrimi yaşanır. Avrupa’da derebeyliğin en güçlü olduğu ülkedir. Bu temel yapıdan dolayı henüz işçi hareketi oldukça zayıftır. Öte yandan, İspanya’da faşizmin tırmandığı iç savaşa Avrupa’daki güçler de doğrudan katılmışlardır. Alman ve İtalyan faşizmi Franko’yu aktif olarak desteklemiştir. Henüz İspanya’da liderliğin kesin olmadığı zamanda Hitler yardımlarını doğrudan Franko’ya yapmıştır. Devrimci ve Cumhuriyetçilerin cephesinde ise Sovyetler Birliğinin desteklediği “uluslararası tugaylar”la Avrupa’nın her ülkesinden insanlar iç savaşta yer almıştır. Elbette bu savaşta Fransa ve İngiltere’nin ikiyüzlü, öldürücü “tarafsızlığı” unutulmamalıdır.

Haziran 1931 seçimlerinde Cumhuriyetçiler ve sosyalistler kazandı ve İspanyol feodalizmine karşı çok zayıf da olsa bir hareket ortaya çıktı. Fakat bu çıkış o kadar zayıftı ki, derebeylik güçleri atağa geçerek 1933’de seçimleri kazandılar. İşçi sınıfına tanınan hakların geri alınması karşısında İspanya tarihine geçen Asturya isyanı yaşandı. Bu isyan Fas’tan toplanan lejyonlarla kanlı bir şekilde bastırıldı. Franko’nun yıldızı bu katliamda parlamıştır. Fakat bu bastırma yükselen devrimci hareketin tümüyle ezilmesi anlamına gelmiyordu. Şubat 1936 seçimlerinde Halk Cephesi iktidarı kazandı. Ancak iktidar devrimi derinleştirmek için hiç cesaretli olmadı. Hatta ABD, İngiliz ve Fransızlara hoş görünmek için hükümette sosyalist ve komünistlere yer verilmedi. Bu nedenle beklediklerini bulamayan köylüler hükümete rağmen toprak işgallerine başladılar.(2)

Bu gidiş sağ güçleri ürküttü ve 1936 Temmuzu’nda çoktandır hazırlandıkları iç savaşı başlattılar. İspanya iç savaşındaki hata neredeyse İtalya ve Almanya’da yaşananların aynısıydı. Faşizm tehdidini Komünist partisi dışında ciddiyet alan siyasal güç yoktu. Başlarda İspanya’nın hemen hemen yarısını Halk Cephesi güçleri ele geçirmişti. Bu dengeyi değiştiren Franko’nun Almanya’nın desteğini kazanması ve Fas’tan topladığı askerlerle iç savaşa müdahalesidir. İç savaşta kırılma noktası Barcelona’nın kaybedilmesiyle yaşandı. Anarşistler iktidardan uzak durunca sonuç bin ölü ve binlerce yaralı ile kenti faşizmin işgali oldu. Katalonya İspanya’nın sanayi ve ticaret merkezlerinden birisiydi. Anarşistler İspanya’da en önemli siyasal güçtüler. CNT sendikası ve FAİ siyasal örgütlenmesiyle 1 milyonun üzerinde güce sahiptiler. Ancak yükselen faşizmi ciddiye almamak ve İspanya’nın sanayi bölgesi Katalonya’da iktidardan uzak durmak gibi yaşamsal hatalar yapmalarıyla iç savaşta ölümcül bir dönüşe neden oldular.

İç savaştaki yenilgi elbette sadece anarşistlerin iktidardan uzak durma tavrına bağlanamaz. Cumhuriyetçiler ve sosyalistler faşizmin yükselişini kavrayamadılar, bunun sonucu kararsızlık ve örgütsüzlük oldu. Fakat en önemlisi iç savaşa Almanya ve İtalya’nın müdahalesidir. Doğu’da Moskova’da Sosyalizm yükselirken Kıta Avrupa’sında faşizm yaygınlaşıyordu. İtalya ve Almanya’da doğrudan faşizm iktidar olmuştu, ancak diğer Avrupa ülkelerinde de Sosyalizm tehdidine karşı faşizme destek artıyordu. İspanya iç savaşının sonrasına doğru ABD, İngiltere ve Fransa Franko’dan yana tavır alarak gerçek yüzlerini göstermiş oldular.

Klasik faşizm örneklerine Portekiz’deki Salazar iktidarını da eklemek gerekir. İspanya iç savaşı sırasında bir politik darbe ile iktidara gelen Salazar faşizminin ömrü İspanya gibi 1975’lere kadar sürmüştür. Portekiz sömürgelerindeki devrimler Salazar rejiminin 1974’deki yıkılışına sebep olan Karanfil Devrimi’ne yol açmıştır. Ancak İspanya’da faşizm Franko’nun eceli ile ölmesiyle çözülmüştür. Fakat çözülme sırasında bile bazı subaylar parlamentoyu basıp Franko faşizmin ünlü “yaşasın ölüm!” sloganını atmışlardır. 40 yıl bir ülkeye ölüm vaat edenler sessiz sedasız eriyip gitmiştir. Ancak bugünlerde olanları hatırlarsak gerçekten eriyip gittiklerine inanmak zor…

İnsanlık faşizm deneyini iki dünya savaşı arasındaki bunalım, devrim ve ayaklanmalar döneminde yaşamıştır. II. Dünya Savaşında Sovyetlerin faşizmi yenişi Batı dünyası tarafından görmezden gelinir. Sanki zaferi Amerika kazanmıştır! Kızıl Ordunun Berlin’e dayanması Almanya ve İtalya’yı çökertmiştir. Bu dönemde Doğu Avrupa ülkelerinde de devrimler yaşanmış, o ülkelerde iktidara gelen faşizm de tasfiye edilmiştir. Fakat Batı dünyası İspanya ve Portekiz’e dokunulmasını istememiştir. Bütün bu yaşananlar burjuva demokrasileri ile faşizm arasında nasıl bir geçirgenlik olduğunun tarihsel kanıtları olmuştur.

“Soğuk savaş” yıllarında kapitalist dünyanın liderliğini üstelenen Amerika sözde “özgür dünya”nın lideri olduğu iddiasındadır. Fakat bu iddia hiçbir zaman faşizme karşı tutarlı bir mücadele anlamına gelmemiştir. İberya yarım adasında faşizm dünyanın gözü önünde otuz yıl daha yaşamıştır. Ayrıca Avrupa’dan kaçan faşist kadrolara Amerika ve Kanada kucak açmış; bir kısmı da Latin Amerika’ya yerleştirmiştir. Faşizm ve burjuva demokrasileri arasındaki bu geçirgenlik klasik faşizm döneminden çıkartılması gereken en önemli derstir. Hitler faşizminin Sovyetler Birliği’ni yıkmasını dört gözle bekleyen Batı dünyası, Sosyalizmin faşizm karşısında zafer kazanmasıyla paniğe kapılmış, Stalin’in her görüşmede ısrarla vurguladığı “üçüncü cephenin” açılması Kızıl Ordu Berlin’e yaklaşırken ancak gerçekleşmiştir.

Klasik faşizm yıllarından sonra Batı dünyasında “bir daha asla” sloganları çok sık duyuldu; sanki yaşanan bir kaç delinin tarihte yarattığı istisnaydı; tekrarlanması mümkün değildi. Daha da öteye giderek Batı düşünce sistemi Hitler ve Stalin’i aynı kefeye koyan muazzam bir kampanya yürüttüler; uzun yıllardır Batı dünyasında yaşayan hemen her insan, faşizmi değil, iki şeytanı lanetlediler: Hitler ve Stalin! O nedenle şimdilerde güçlenen “aşırı sağ” partilere şaşırıyorlar!

 Faşizmin İkinci Büyük Dalgası

II. Dünya savaşının bitimiyle klasik faşizm döneminin kapanması, faşizmin yeryüzünden silinmesi anlamına gelmedi. Tam tersine Ekim Devrimi ve Sosyalist Sistemin kurulmasıyla birlikte ulusal kurtuluş savaşları hemen tüm dünyaya yaygınlaştı. Klasik sömürgecilik yılları sona erdi, ancak sömürgecilik son bulmadı. ABD liderliğinde yeni sömürgecilik dönemi başladı. Kimi istisnalar dışında 1945’ler sonrası tüm dünyada devrimci dalga yükselmiştir. Çin, Küba devrimleri ve Vietnam’ın zaferi bu dalganın yükselmesinde doğrudan etki yapmıştır. Hatta Avrupa’daki “1968 devrimi” de bu dalga içinde sayılmalıdır.

Emperyalist dünya, Sovyetler Birliği’ni Alman faşizmine yem etmek için uğraşmış ancak bu vahşi hesap tam tersi sonuçlar yaratmıştır. Devrimler dünyaya yayılmış, ortaya Sosyalist Sistem çıkmıştır; aynı zamanda 1961 yılı sonrasında iki bloğa mesafeli duran ancak Sosyalizme sempatisi olan Bağlantısızlar Hareketi kurulmuştur. Hindistan, Mısır (o günkü adıyla Nasır liderliğinde Birleşik Arap Cumhuriyeti), Küba, Cezayir, Yugoslavya Hareket içindeki yüz ülkenin önde gelenlerindendir. 1960’lar sonrası dünyada Bağlantısızlar Hareketi önemli bir ağırlığa sahipti.

Dünyadaki bu genel yükselişin tek tek ülkelerdeki karşılığı çeşitli seviyelerde emperyalizme karşı mücadeleler oldu. O günlerin dünyasında mücadelelerin çarpıcı şekilde yükseldiği bir nokta, Ortadoğu’da Filistin Hareketi ve Latin Amerika’da çeşitli gerilla hareketlerinin ortaya çıkmasıdır. Latin Amerika özellikle önemlidir. Amerika’nın arka bahçesi klasik sömürgecilikten sonra yeni sömürgeciliğin laboratuarıydı. Fakat aynı zamanda Latin Amerika’da çeşitli renklerde ilerici, devrimci hareketler, 1930’lu yıllardan sonra 1960’ların sonrasına kadar, arada kesintiler yaşamakla birlikte, genel olarak yükseliş göstermiştir. O günlerin dünya güçler dengesinde böyle bir gelişme Amerika’nın liderliğindeki Batı dünyası için katlanılamaz bir durumdu. Sosyalist Sistemin varlığı koşullarında dünya çok çarpıcı süreçlerden geçiyordu.

Latin Amerika, Uzak Doğu, Ortadoğu ve Afrika kıtasında halklar ayaktaydı, çünkü önlerinde Ekim Devrimi, Çin Devrimi, Vietnam zaferi ve Küba devrimi gibi güçlü örnekler vardı. Bu yükselişe karşı en önemli karşı adım Brezilya’daki askeri darbe ile atıldı. Brezilya’da 1964 yılında darbe oldu. Şili’de 1973 ve Arjantin’de 1976 yılında… Latin Amerika’nın bu en büyük ülkelerinde yükselen sol hareket o günün dünya dengelerinde önemli değişikliğe yol açabilirdi, yangın Amerika’nın tüm arka bahçesini sardığında ise büyük bir devrimci dalganın yolunu açardı. Washington’un böyle bir gelişmeye katlanamayacağı çok açıktı. Sonuç olarak faşizmin ikinci dalgasının adımları Brezilya ile 1964 yılında yayılmaya başlamıştır.

1930’lar sonrası Latin Amerika’da kapitalizm hızla gelişmeye başladı. Sürükleyici güç ise Washington’un başlattığı yeni sömürgecilikti. Sınıf saflaşmalarının keskinleştiği, ekonomik ve politik krizlerin sık yaşandığı bir coğrafyaydı ve genel olarak solun yükseldiği dönemlerdi. Brezilya’nın tarihinde 1946’da iktidara gelen Vargas sol bir rol oynamıştır. Daha doğrusu Arjantin’in Peron’u gibidir. Bu yıllar sık sık krizler yaşanmaktadır. 1951-64 arası 7 devlet başkanı gelip geçmiştir. Darbe öncesi son devlet başkanı Goulart solda ve Sosyalist dünyaya yakın durmaktadır. Goulart yabancı firmaların kar transferlerine sınırlama getirmiş ve Komünist ülkelerle ilişkileri geliştirmiştir. Bu gidiş 1964 darbesiyle sonlanmıştır. Önceleri ordunun bir kesimi darbeye katılmış, 1964-68 arası sallantılı yıllar olmuştur. 1968 sonrası ise 1985 yılına kadar toplam 21 yıl işkence ve zulümle yüklü askeri yönetim yaşanmıştır. Goulart 1.ordu isyan ettiğinde 2. orduyu kazanmaya çalışmıştı, ancak Brezilya’lı generaller iyi bir Amerikan eğitimi almışlardı. Bir kaç yıllık yalpalamadan sonra ordunun tamamı askeri darbeye katıldı. Askeri darbe yıllarında MR-8 gerilla hareketi ortaya çıktı, ancak 1971’de tasfiye edildi.

Brezilya’daki darbe Latin Amerika’da solun yolunu kesemedi. Şili’de dört kez seçimlere katılıp kaybeden Allende sonunda Halk Birliği olarak Kasım 1970’de iktidarı kazandı. 1971 yılında Latin dünyasının sevgili oğlu Fidel Castro Şili’yi ziyaret etti. Halk Birliği iktidarı köylüye toprak dağıttı, madenleri millileştirdi, fakat daha öteye gidemedi. O dönemin Dış işleri sekreteri Henry Kissinger “ekonomiyi bağırtın” talimatını vermişti. Allende sonuna kadar direndi, halkı mücadeleye çağırdı. Ancak karşı devrim yaklaşırken halkı silahlandırmamanın Allende iktidarının önemli bir hatası olduğu daha sonraları çok tartışılmıştır. Pinochet liderliğindeki faşizm on binlerce insanı katletti. Uçaklardan okyanusa atılarak yok edildiler. Şili faşist yönetimi ancak Sosyalist sistemin yıkıldığı 1990’lı yıllarda Pinochet’in kenara çekilmesiyle sona erdi.

Arjantin’deki askeri darbe de benzer bir hikâyeyi içerir. 1976 darbesinden önce beş darbe yaşanmış, 1973 yılında Peronist parti seçimleri kazanınca politik tutuklular ve gerillalar serbest bırakılmış, kısa kesintiye uğrayan sol yükseliş yeniden hız kazanmıştır. 1973 Haziranı’nda Peron Arjantin’e dönmüş ve Peron efsanesinin son yılları yaşanmaya başlanmıştır. Muazzam karşılama sırasında çatışma çıkmış 13 kişi ölmüştür. Peroncular sağ ve sol olarak parçalanmışlar, Peron’un uzlaştırma çabaları sonuç vermemiştir. Peron iktidarı yıllarında gerilla eylemleri yeniden başlamış, büyük grevler yaşanmıştır. Peron ölünce iktidar iyice dağılmıştır. Peron’un karısı bu gidişi engelleyememiştir. 1976’da General Videla verdiği ültimatomlardan sonra iktidara el koymuştur. Şili’deki gibi on binlerce katliam, okyanuslara ceset yağması Arjantin’de de yaşanmıştır. Kayıpların anneleri Plaza de Mayo’da yıllarca buluşarak Arjantin faşizmine karşı direnişin sembolü olmuşlardır.

1983 yılında iyice sıkışan faşist iktidar ömrünü uzatmak için Falkland adalarını İngiltere’den almayı deneyerek işgal etmiştir. Fakat bu tiyatroya Londra çok sert cevap vermiş, binlerce mil uzağa donanmayı yollayarak Falkland adalarını geri almıştır. Bu yenilgi cuntanın sonunu getirmiştir.

Bu yıllarda Latin Amerika’da Uruguay, Paraguay, Peru, Ekvador’da da darbeler yaşanmıştır. Sonuç olarak 1930’lardan beri aralıklarla da olsa yükselen ilerici, devrimci dalga 1970’lerin ortalarına gelindiğinde hızını kaybetmişti. 1979 Nikaragua Sandinist devrimi dalganın son halkası oldu. Washington, bu devrimi paramiliter güçlerle yıpratmak için muazzam bir çaba gösterdi. 1990’da Sosyalist Sistemin yıkılışı Sandinist iktidarın da sonu oldu.

Bu dönemin hikâyesini Amerika’nın icraatları için Uzak Doğu’da Endonezya’daki 1965’lerde binlerce komünist partilinin katledilmesini, Filipinlerde askeri darbe örgütlenmesini, elbette Türkiye’de 1971 ve 1980 darbelerinin örgütlemesini belirterek tamamlayalım. Bu hikâye o dönemde yaşananların önemli bir bölümü ancak tamamı değildir.

Hikâyenin Türkiye tarafı esas olarak Latin Amerika’dakilerle benzerlik içindedir. Ancak darbelerin şiddet ve derinliği Latin dünyasındaki kadar değildir. Örneğin 12 Mart 1971 askeri darbesi kısa sürede geri çekilmiş, devrimci mücadele yükselmeye devam etmiştir. Ancak Şili’deki 1973 darbesi 1990’a kadar sürmüştür. Türkiye için 1980 askeri darbesi yıkıcı olmuş, devrimci mücadelenin önemli ölçüde yolunu kesmiştir.

Faşizmin ikinci dalgası “iki kutuplu dünyada” geri ülkelerde ilerici, devrimci mücadelenin yükselişine karşı askeri darbeler olarak ortaya çıkmıştır. Bir olgu klasik faşizm yılları ile hemen hemen aynıdır. Hedeflerine varamayan, yeterince güçlü adımlar atamayan ilerici ve devrimci hareketlerin yarattığı düş kırıklığı, öfke ve yılgınlığın ardından faşizm gündeme gelmiştir. İtalya ve Almanya örneğinde olduğu gibi faşizmin yaygın bir kitlesel taban kazanması ikinci dalgada yoktur. Genellikle Washington güdümlü askeri darbelerle faşizm yukarıdan aşağıya inşa edilmiştir.

 Son Dalga: Kaynakları ve Gücü

Son on beş yıldır dünyada ilginç gelişmeler yaşanıyor. Popülizm adı altında faşizm yükselmektedir. İtalya’da %4,4 den%27’ye; Almanya’da %0,1’den %12,6’ya yükselmiştir. İsveç’te bile %0,34’den %12,93’e çıkmıştır. AB genelinde artış %6’dan %15’e varmıştır. Klasik faşizmin Avrupa’ya bir daha geri dönmeyeceği düşünülürdü. Hatta bu olgu tarihte bir istisna olarak algılandı. Burjuva demokrasilerinin utancı faşizm dehşetinin üstünü örtmek için II. Dünya Savaşı sonrası Batı dünyasında Stalin ve Hitler sürekli aynılaştırıldı. Böylece “uygarlık ve demokrasinin beşiği” Batı dünyasının günahı azaltılmış oluyordu.

Bugün “şaşırtıcı” olan bir daha geri dönmeyeceği düşünülen faşizmin kapitalist merkezlerde yükselişe geçmesidir. 1950’ler sonrası faşizm adeta geri ülkelerin kusuru olarak algılanmıştı. Üçüncü dünya ülkelerinde neredeyse darbe yaşanmayan bir yıl ve ülke yoktu.

Zaman akıp neoliberal yıllara gelinince tablo değişmeye başladı. Avrupa’da faşist partiler yükselirken, hatta Doğu Avrupa’da Macaristan ve Polonya’da iktidara gelirken bu gelişmeler ciddiye alınmadı. Ancak kapitalizmin kabesinin başına Trump’ın geçmesi durumun ciddiyeti için bir işaret oldu. Irkçı ve faşist söylemleriyle başlarda ciddiye alınmayacak birisi olarak algılanan “Trump vakası”nın, zamanla dünyada bir derinliği olduğu ortaya çıktıkça, faşizmin yükselişi biraz daha ciddiye alınmaya ve kaynakları yoğun bir şekilde tartışılmaya başlandı.

Günümüz tablosuna bakılınca faşizmin önceki iki dalgası ile paralellikler oldukça azdır. 1920’ler ve sonrasında büyük bunalım ve Avrupa’da patlak veren ayaklanmalar ve devrimler yaşanıyor; güçlü devrimci hareketler Ekim Devrimi’nden aldıkları cesaretle burjuva iktidarları zorluyorlardı. 60’lı yıllar ve sonrasında ise dünyada yükselen bir ulusal kurtuluş savaşları dalgası vardı. Bu gidişin yolu askeri darbelerle kesilmeye çalışıldı.

Bugün sosyalist sistemin yıkılışından sonra dünyada bir devrim ve sosyalizm tehdidi görünür ufukta yoktur. Böyle bir durumda yükselen dalganın ortak bir zemini var mıdır? Olaylara kabaca bakınca Macaristan’daki durum ile Amerika’daki, Brezilya’daki ve Türkiye’deki durumların ortak yanları yokmuş gibi görünüyor. Gerçekten bu ülkeler çok farklı özellikler taşıyor. Buna rağmen hangi ortak yanlar bulunabilir?

Günümüz dünyası özellikle 90’lı yıllardan beri coşkulu bir neoliberalizm ve küreselleşme dalgası yaşadı. Duvar yıkıldıktan sonra neoliberalizm hız kazandı ve başlarda insanlığa yeryüzü cenneti vaat edildi. Ancak bu vaatler 2008 bunalımı ile çöktü. Bu çöküş hemen her ülkeyi belli bir yönden vurdu.

Bu olayla birlikte kapitalist dünyada başka bir değişim de yaşandı ve hala yaşanıyor. Büyük teknik gelişmeler çalışma koşullarını, toplumsal yaşamı önemli ölçüde değiştiriyor. Değişim yelpazesi çok geniş olmakla birlikte konumuz açısından en önemlisi çalışma ve yaşam koşullarındaki değişimdir. 1960-70’lerin kapitalist dünyasında çalışma koşulları ve yaşam, adeta sonu baştan belli bir film gibi akıyordu. Filmin sonunda mutlu bir emeklilik vardı. Bant sisteminin değişmesi, esnek çalışma koşulları, grup çalışmasına geçiş uzun yıllar sabit kalmış çalışma koşullarını neredeyse altüst etti. Esnek çalışma aynı zamanda geleceğin belirsizleşmesi demekti. Toplumda çalışma koşullarının değişimi nedeniyle artan bir güvensizlik oluşmaktaydı. Güvencesiz çalışma koşulları artmaya, böyle çalışan işçilere prekarya denilmeye başlandı. Geleceğin çalışan insanlar açısından büyük belirsizlikler taşıması toplumdaki gerilimi arttırdı. Bu özellik 60-70’li yıllardan çok önemli bir farklılıktı. Refah toplumlarının verdiği güven ve rahatlık buharlaşmaktaydı, yerini belirsizlik, kaos ve güvensizliğe bırakıyordu.

Böyle durumlarda önceki tarihsel dönemlerde sınıf mücadelesi yükselir, sol akımlar yaygınlaşırdı. Bugünün dünyasında olaylar tam da böyle akmıyor. Sürekli artan işsizlik, belirsizlik ve güvencesizlik “radikal sağı” da güçlendiriyor. (3) ABD’de Trump’ın yükselişinin altında böyle bir zemin vardır. ABD’de bilgi ve hizmet sektörünün büyümesiyle yaşanan “sanayisizleşme”, aynı zamanda neoliberalizmle yatırımların bir bölümünün diğer ülkelere kayması çalışma yaşamında güvencesiz bir ortam yarattı, ücretleri aşağıya çekti. Bu gelişmeler başka ülkelerde olduğu gibi Amerika’da da iki farklı gelişmeye yol açtı. Bir yandan aşırı sağ güçlenirken öte yandan Sanders gibi sosyalistlerin de güç kazanmasına yol açtı.

Duvar yıkıldıktan sonra yaşanan politik gelişmeler de bugünlerin bir anlamda hazırlayıcısı olmuştur. İki süreç iç içe yaşandı. Bir yandan sosyalizm hedefi silikleşirken ortalığı postmodernizm kapladı; öte yandan küreselleşmeye karşı güçlü bir anti-küresel hareket ortaya çıktı. Anti küresel hareket geleceği iyi tanımlayamadığı ölçüde çözülür. Ardından Latin Amerika’da neoliberal uygulamalara karşı isyanlar başlar. Bu isyanlar 21. yüzyıl sosyalizmini inşa etme iddiasına kadar yükselir. İlginç ikili iktidar deneyleri yaşanır ve yaşanmaya devam ediyor.

Neoliberalizmin yarattığı yıkımlara karşı Avrupa’da, Amerika’da yaygın eylemler yaşanır. Bu gidiş içinde son güçlü dalga Arap isyanları olur. Ardından küreselleşmeye karşı yükselen dalga durulma ve gerileme dönemine girer. Bir yandan Duvar’ın yıkılması ile gelecek ufkunun bulanıklaşması; öte yandan “başka bir dünya mümkün” arayışlarının yıpranma, tıkanma noktasına gelmesi artık başka bir siyasal zeminin oluşmakta olduğunun işaretleri olarak görülebilir.

Fakat bu tıkanmanın günümüz faşizminin yükselişine ne ölçüde ivme verdiği aslında tartışılması gereken bir konudur. Bunun en keskin yaşandığı yer Latin Amerika’dır. Venezuela, Bolivya ve Ekvador’da Bolivar devrimleri duraklama içindedir. Ancak devrim yılları boyunca yoğun komün örgütlenmeleri ile sorunlarla mücadele adımları atılabildiği, kitleler devrimin geliştirilmesinin içine çekilebildiği için buralarda henüz Brezilya gibi bir sonuç ortaya çıkmamıştır. Brezilya İşçi Partisi, halk örgütlenmelerinin yaratılıp yaygınlaştırılması ve sorunların içine katılmasının sağlanmasında çok geride kalmasının, hatta böyle net bir yönelişinin bile olmamasının günahını bugün Bolsonaro gibilerinin yolunun açılmasıyla ödüyor. Bolsonaro sadece faşizmi överek iktidara gelmemiştir, yolsuzluklara karşı savaşı öne çıkartarak bir yaygınlık kazanmıştır.

Günümüzde faşizmin yükselişinde anti-küresel hareketlerin başarısızlığının, 21. yüzyıl sosyalizminin tıkanmasının belli bir rolü olsa da, özellikle kapitalist merkezlerdeki yükselişin açıklamasında yeterli değildir. Kapitalist merkezlerdeki yükselişin en basit açıklaması göçmen akınlarıdır. Latin Amerika’dan kuzeye, Afrika’dan Avrupa’ya göçmen dalgaları faşizmin yükselişinde hiç şüphesiz belli bir etki yaratmıştır. Ancak gelişmeleri açıklamakta yetersizdir. Bu akımlar yeni değildir.

Bugünün farkı nedir? Artık gemide yer kalmamıştır… Bütün Batı dünyasında esen rüzgâr bu aynı şarkıyı söylüyor. Refah devletleri eriyor, hatta eridi gitti; kapitalizmin geleceğine dair derin bir güvensizlik ortaya çıkıyor. Başta ABD olmak üzere tüm Batı dünyasında aynı güvensizlik derinleşiyor. İklim değişikliğinin getirmekte olduğu felaketler, bunun kadar önemli olan robotların ve yapay zekânın insanın yerini alması korkusu gelecekle ilgili karamsarlıkları yoğunlaştırıyor.

Neoliberalizmle birlikte çalışma ve yaşam koşullarını şekillendiren değerlerin erimesi, toplumsal eşitsizliğin kapitalistleri bile korkutacak noktalara tırmanması, toplumsal çürüme, para tanrısının hiç olmadığı ölçüde yükselmesi, kutsal tapınakların insanların cebine sığacak kadar küçülmesi, bunların tümü geleceği bir kâbusa dönüştürmektedir. Kapitalizm, insanlığın gelecek ufkundan sosyalizmi sildiğinde kendi ömrünü sonsuza kadar uzatacağı yanılgısına düştü. Oysa böyle yapmakla kendi içindeki canavara tüm özgürlüğünü tanımış oluyor, bu anlamda kendi ölümünü yakınlaştırıyordu.

İnsanlık geleceğinden kopmanın, anı yaşamanın bedelini ödemekle karşı karşıyadır. Ötesi olmayan bir yol kavşağına doğru sürükleniyor.

Dalganın Neresindeyiz?

Türkiye’de faşizmin yükselişi bu dünyada gerçekleşiyor; dolayısıyla onunla ortak yanları vardır. Değerler sisteminde çökme ve çürümede belki de dünyada en hızlı ilerleyen ülkelerden olabiliriz. Dış güçlerin ve onların içerideki ortaklarının bizi yıkmaya çalıştıkları konusunda yaratılan korku ve düşüncelerin dumura uğratılması, politikanın yürüdüğü tek eksen olarak kalmıştır. Bu eksene her karşı çıkış “vatan hainliği” olarak suçlanıyor. Gelecek için bir kapı açabilmek ve faşizmin yükselişinin yolunu kesebilmek bu kısır çemberi cesaretle kırmaktan geçiyor.

Tek adamın çizdiği politika çemberi içinde kalmak, çürümek ve giderek yok olmak demektir. Dışarıda ve içerideki gelişmeler tek adamın manevra alanını her geçen gün daraltmaktadır. Ancak çember kendiliğinden kırılmayacaktır. İnsanlara geleceği kurabilecekleri güvenini verebilmek, sarayın korku politikalarına karşı cesaret kazandırmanın tek yolu olarak görünüyor.

_____________________________________________

  • Diktatörlüğe giderken: İtalyanların Öyküsü, Sheri Berman, sendika.org; 7.06.2018
  • İspanya’da Neler Oluyor? , Hikmet Kıvılcımlı, 1936
  • Understanding the Rise of the Radikal Right, Mario Candeias, Globalresearch, 10 Nov.2108