Alevi Hareketinde Kriz* Sezgin Kartal

Her ülke de demokrasi mücadelesinin parçalarını kimliği, inancı, kültürü, cinsiyeti, emeği vd. tanınmayan ya da hakları kabul edilmeyen kesimler oluşturur. Bunlar bir yandan sistem ve iktidarlarla mücadele ederken bir yandan da kendi içinde mücadele etmek zorundadır.

Türkiye’de demokrasi mücadelesinin parçaları arasında şüphesiz Aleviler gelir.

Yazımız Alevi hareketinin içinde bulunduğu krizi konu alacak. Fakat Alevi hareketini ele alırken toplumun politik hattını, inanç-kültürünü ve değişim konaklarını tartışmaya katkı sağlaması açısından irdelemeye ihtiyaç var.

Tarihe Kısa Bir Bakış

Aleviler Osmanlı’dan devralınan cumhuriyeti ne kadar sahiplense de öteki olmaktan kurtulamadılar.

Sistemler değişip toplu göçler yaşansa da bazı toplumlar varlığını gittikleri coğrafyalarda sürdürüyor. Tarihin akışında “Alevilik” farklı yorumlarla farklı tarihler içinde var edilse de kavram olarak 19. yüzyılda karşımıza çıkar. Ancak Alevilik bir anda da ortaya çıkmadı. Alevilik, yüzyıllar içinde çeşitli toplulukların yaşamı kavrama ve aralarındaki ilişkilenme biçimiyle zamanla üst kimlik haline geldi.

Alevi kimliği içinde toplanan taifeler Marx’ın “Şimdiye kadarki bütün toplumların tarihi, sınıf tarihidir” tarifi ile bire bir örtüşüyor. Özellikle İslam coğrafyasında şekillenen Alevilik zenginliğin, gücün ve zorbalığın sahipleriyle sürekli çatışma halinde oldu.

Özellikle incelenmesi hasıl olan Karmatiler’in “Madem mülk insanoğ­luna ait değil, Allah’ındır diyoruz. O halde biz de Allah’ın kulları olarak o malları ortaklaşa kullanma, onu kimsenin özel malı yapmama ve herkesi ondan eşit oranda yararlandırma hak­kına sahibiz.”1 sözü Aleviliğin kimyasını oluştururken aynı zamanda sınıfsal bir savaşımın da temel noktasına işaret etmektedir.

Haksızlığa ve baskıya isyan bayrağını çeken Mazdekler, Babekler, Karmatiler, Babâi-Vefâi vb. topluluklar uzun süren ciddi direnişler ve yenilgilerle tarihte yer edinirken nüanslarına rağmen birleşmek tarihi zorunluluk halini aldı. Deyim yerindeyse “İslamiyet’e direnmiş, uyum sağlayamamış, yaşam koşulları çerçevesinde geleneksel değerlerinden vazgeçmek istememiş toplulukların birbiriyle entegre olduğu, Ocak / Dede eksenli, adına Alevi olmasa da Kızılbaş, Bektaşi, Âşık taifesi”ne2 dönüşmüştür.

Alevi tarih yazımı bakımından önemli bir yere sahip olan XVI. yüzyıl ayaklanmalarla doludur. Bunların başında Şahkulu, Kalender Çelebi, Bozoklu Şeyh Celal ayaklanmaları gelir ki hepsinde yoksulluğa ve zulme “artık yeter” vardır. İsyanların örgütlenmesi yine gelecekte Alevi ismiyle anılacak toplulukların ocak ve dergahlar üzerinden gerçekleşmiştir. Pirler, şeyhler ve dervişlerin toplum üzerindeki etkisi ve sistematik ilişkisi ise padişahlardan daha fazla olmuştur.

1511’de Şahkulu ayaklanması da toplumda muazzam bir karşılık bulur. Topraksız köylülerden, toprağını kaybeden çiftçilere, haksızlığa uğramış sipahilere kadar halkın yoğun katılım sağladığı, “Devlet ve iktidar bizimdir” sloganıyla örgütlenen Şahkulu isyanında da sınıfsal özellik görürüz.

Aynı zamanda İslam’ı kabullenmeyip cenneti ve cehennemi dünyada saymak gibi usçu tutum içinde olanlar Emeviler, Abbasiler ve Osmanlı İmparatorluğu’nda çatışmalar sonucu kendi yaşamsal örgütlenmelerini de kurmak zorunda kalmıştır.

Özellikle “16. yüzyıldan itibaren Aleviler Sünni Osmanlı toplumu içinde adeta paralel bir toplum kurmak zorunda kalmışlardı. Dahası, sadece ana toplumsal gövdeden kopmakla kalmamışlar aynı zamanda devletle ilişkilerini de neredeyse koparmışlardı. Zira Osmanlı devleti Alevileri kendi dini-politik düzeninin ana düşmanı olarak kodlamış, Yavuz Sultan Selim döneminde köklerini kazımaya kalkışmış, kısa süre sonra bunun mümkün olmadığını anlayınca gözden ırak yerlerde yaşamalarına göz yummaya başlamıştı. Ancak Osmanlı hukuk sisteminde (ki İslam hukuku yani Şeriat ve eski töre/kanun geleneğinin özgün bir karışımı idi) Alevilik (Kızılbaşlık) meşru kabul edilmediğinden yok sayılıyordu. Bunun pratik hayatta anlamı şudur: bir Alevi kendi inanç ve kimliği ile hukuksal bir kişiliğe sahip olmadığından, hukukun korumasının tamamen dışında kalıyordu. Yani herhangi bir kişi Alevi bir bireyin malını gasp etse veya canına kastetse, kurban Osmanlı hukuk sisteminin koruması altında olmadığından saldırgan hiçbir cezai müeyyideyle karşılaşmıyordu. Hemen anlaşılacağı üzere, Alevilerin Osmanlı dünyasındaki durumu ve hukuki konumu kötünün en kötüsüydü. Bu bakımdan gayrimüslimler çok daha iyi bir konumda idiler. Zira onlar millet sistemi içinde hukuken tanımlanmış ve temel hakları koruma altına alınmıştı.”3

Bu bağlamda tarihin tartışmasız etkileyici güçleri yenilmelerine rağmen yok olmayıp kendi yollarını açarken, Osmanlı’nın kimliksizleri Aleviler öyle ya da böyle Atatürk cumhuriyetiyle “vatandaş” sayılmışlardı. Bu vatandaşlık onları dağların eteklerinden indirmeye yetmediği gibi zaman içinde inmek istediğinde yeni sistemin reflekslerinin nasıl çalıştığını eskinin tekrarıyla görmüş oldu. Fakat Alevileri cumhuriyetle buluşturan koşul sadece vatandaş kabul edilmeleri değil yol önderlerinin Osmanlı yıkılırken Kurtuluş Savaşı’na örgütlenmeleridir. Tabi burada Aleviliğin derli toplu örgütlenmesini sağlayan ocak sistemini göz ardı etmemek gerekir. Kaldı ki cumhuriyetin kuruluşunda Alevilerin rol oynaması ocaklar üzerinden olmuştur. Atatürk ocaklar etkisini görmüş olacak ki 22-23 Aralık 1919 tarihinde Hacı Bektaş dergâhını ziyaret ederek Çelebi Cemalettin Efendi ile görüşür. O görüşmede Atatürk’ün yanında olan Mazhar Müfit Kansu görüşmeye ilişkin anılarında şu cümlelerle bahsedecekti “Çelebi Efendi derhal vaziyeti kavradı ve adamlarına lazım gelen talimatı vereceğini vaat etti. Paşa’nın, vaziyet ve giriştiğimiz mücadele hakkında verdiği tafsilat, Çelebi’nin nazarı dikkatini celbetti. Hatta Çelebi, daha ileri giderek, cumhuriyet taraftarlığını ihsas ettirdiyse de, Paşa, zamanı olmayan bu mühim mesele için müspet veya menfi bir cevap vermeyerek, gayet tedbirli bir suretle müzakereyi idare etti. Anlaşılıyor ki Cemalettin Efendi cumhuriyete taraftar; hele Salih Baba, hür fikirli, çok ileri bir zat.”

Dergaha yapılan ziyarette gerçekleşen toplantıda Alevilerin Kurtuluş Savaşı’nda yer almaları talep edilir. Atatürk Hacı Bektaş’tan ayrılmadan dergahın postnişi bütün Alevilere Kurtuluş Savaşı’na katılma çağrısı yapar.

Cumhuriyet’in kuruluşunda birçok halk gibi etkin rol oynayan Aleviler daha sonra Osmanlı’da gördükleri politikalarla yüz yüze kalacaktı. Nitekim 30 Kasım 1925’te yürürlüğe giren Tekke ve Zaviyeler Kanunu ile Alevilere ait çok sayıda dergah ve türbeleriyle birlikte Hacı Bektaş dergahı da kapatılmıştır. Hatta Atatürk’ün 1919 dergâh ziyaretinde toplantıya katılan heyet içinde yer alan kimi isimler sonraki yıllarda sürgün edilmiştir.

Cumhuriyet dönemi de tıpkı Osmanlı gibi otoriter bir yapıya sahip olsa da tek devlet yapısı daha ön plana çıkar. Burada “eşit yurttaş, laik devlet” parolası propaganda aracı olmaktan öteye gidebilmiş değildir. Aksine Türk-Sünni devlet yapısı benimsenirken bütün vatandaşların bu ulus kimlik ve inanca mensup olduğu politikası izlenir. Çıkarılan tedip, tenkil, tehcir, tekke  ve zaviyeler ve de birçok yasa yaratılmak istenen Türk-Sünni devletin karakterini belirlerken aynı zamanda katliam ve sürgünlerin yasal güvencesini oluşturur.

Genç Cumhuriyet’te umduğunu bulamayan Aleviler, Osmanlı’da mesken edinilen dağların eteklerine sır olup dönüş yapmaya mecbur kalırlar.

Şimdi akla sık sorulan soru gelebilir; “O zaman Aleviler neden devlet ve Kemalizm’i sahiplendiler?”

Bu sorunun fazlaca cevabı olabilir. Fakat en önemlilerinden birine cevabı yukarıda alıntıladığımız Rıza Yıldırım veriyor. Aleviler Osmanlı’nın kimliksizleriydiler. Devletin hiçbir olanağından, “adalet”inden vs. yararlanmadığı gibi yurttaş sayılıp kimlik verilmiyordu. Türkiye Cumhuriyeti içinde takiye yapmak zorunda kalsa da kimi haklardan faydalanma imkânı buldu. Fakat burada Osmanlı ile Türkiye Cumhuriyeti’ni birbirine benzetmemek gerekir. İkisi de “red ve inkar ediyor” demek eksik yaklaşım olur. Devletin sınırlarının küçülmesi, üretim ilişkilerinin topraktan sanayiye geçişi, dergah ve ocakların kapatılması yüzyıllardır süregelen örgütlü (tarikat) yapısını değiştirmeye, bozmaya başlamıştır. Cumhuriyet, Alevilik çatısı altında birleşen toplulukları derleyip toparlayan ocak sistemini kesmek için yoğun çaba harcamıştır. Zira devletin merkezi otoritesinin hakim olması için bu yapılanma dağıtılmak zorundaydı ki Dersim dahil birçok katliamın kodlarında bu politika yer almaktadır.

Sıkça tekrarlanan “devletin bekçileri” Aleviler yakın döneme kadar kimliğini saklamayı yeğledi. Tarihsel birikimin öğrettiği “sır olma” Sivas ve Gazi katliamları ile anlamını yitirmişti. Her nereye giderse gitsin, kendini ne kadar saklarsa saklasın ak taş ardında kara yılanı bulan ölüm Alevileri de buluyordu.

Kentlere ve Avrupa’ya akın eden Aleviler kendilerine en yakın buldukları sol sosyalist mücadelenin içinde yer alarak öz güven kazandılar. Her ne kadar yükselen sınıf mücadelesini önceleyip, inanç ve kimlik sorununu geri tutsalar da bir dizi örgütlenme faaliyetlerini 60’lı yıllarda başlattılar.

Devlet Başkanı Orgeneral Cemal Gürsel’in “Camileri Alevilere açalım!” sözüne bir gazetede karşı çıkan “Alevilerin, camide mum söndürmeyeceklerini kim garanti edebilir?”4 yazısı Alevileri hareketlendirmede etkili oldu. Dernekler kurup etkinlikler organize ederek hızlı bir örgütlenme faaliyetine giriştiler. Kurulan her dernek kapatılsa da örgütlenme ısrarından vazgeçilmedi.

Alevi hareketi kentlere yığılan Alevi toplumunun ortaya çıkan sorun ve ihtiyaçlarına çözüm üretmek zorundaydı. Özellikle camilere alınmayan cenazeler ve cem yapmanın imkanlarını yaratma zorunluluğu giderek kendini ortaya çıkardı. Ve bazen satın aldıkları, çoğunlukla da işgal edilen yerlere kendi imkan ve olanaklarıyla cemevleri inşa ettiler.

Avrupa’ya göç eden Aleviler Türkiye’ye göre daha hızlı örgütlenip, buradaki mücadelenin önünü açtı. Alevilerin hak talep mücadelesi uluslararası ölçekte görünür kılınarak Türkiye’de özgüven kazanmasına katkı sunuldu.

Vazgeçilemez Bir Talep: Eşit Yurttaşlık!

Alevi örgütlenmesinin politik parolası çok etkili oldu. Eşit yurttaşlık temelinde; cemevlerine yasal statü, zorunlu din eğitimin kaldırılması ve Diyanet İşleri’nin lağvedilmesi talebi son derece toparlayıcı ve sınırlarını da net çizen bir politikaydı. Buna zamanla devlet tarafından el konulan dergah ve kutsal sayılan yerlerin iade edilmesi de eklendi.

Her çıplak zor Alevi toplumuna bir şey öğrettiği gibi devlete de öğretiyordu. Devlet önceliğine şiddeti aldıkça Aleviler politikleşiyor, devletle arasına mesafe koyuyordu. Bu mesafenin önüne geçmek için kentli Alevilerin örgütlülüğünü çalıp kendine yöneltmeyi hedefine koydu. Aleviler örgütlenecekse, cemevine gidecekse devletin gözetiminden ırak olmayacak yerler kurulmalıydı. Nitekim aileden devletin hizmetkarı olan Malatyalı İzzettin Doğan’a Cem Vakfı kurdurtuldu. Bu vakıfla Alevilerin sadece denetim altında tutulmasının ötesinde asimilasyonunda etkili rol oynanması sağlandı. Birçok Alevi kurumu devletle giriştiği mücadelenin yanına bu vakfı da ekledi. Hatta bu kurumun faaliyetleri, ortaya sürdüğü “Alevi” fikriyatı devletin zorunu aratır niteliktedir. Sanki dünya tasavvurundan dolayı Abbasi, Selçuklu ve Osmanlı zulmünü yaşamamış gibi devletin resmi ideolojisine göre bir Alevilik tanımını yaymaya çalıştılar. Bir nevi minaresiz camilerin mimarı oldular.

Alevilerin yukarıda sıraladığımız taleplerinin mücadelesini veren kurumların başında da Pir Sultan Abdal Kültür Dernekleri (PSAKD) geliyordu. PSAKD Alevilerin gündelik ihtiyaçlarını (Cenaze, lokma, cem vb.) karşılamaktan ziyade politik ve kültürel taleplerin öne çıkarıldığı sokak örgütü rolünü üstlenmişti.

2000’lere gelindiğinde Türkiye’nin AB’ye girme hayaliyle çıkardığı uyum yasalarından Alevi örgütlenmeleri de faydalandı. Hem cemevleri hem de farklı isimler adı altında örgütlenmeler hızlandırıldı. Devlet çeşitli isimler adı altında kurulan cemevleri ve kurumları engelleyemediğini anladığında yapısında değişimi zorladı. Bilhassa sol sosyalistler ve Kürt hareketiyle mesafeli durduğu sürece göz yumabilirdi. Ve cemevlerinde yükselen parola “burada siyaset konuşulmaz” idi. Aslında siyasetin alası yapılırdı yapılmasına da bu kapı devrimcilere kapatılmak için üretilen bir argümandı. Nitekim başarısız olduklarını söyleyemeyiz. Sol sosyalistlerin olmadığı ya da sınırlandırıldığı cemevi ve kurumlar CHP’nin bürolarına dönüştürüldü. Yöneticileri bürokratlaşıp toplumun örgütlenmesini öncelemediler. Belediyelerden tutalım milletvekilliğine değin kişisel ikballer öncelik halini alırken sokak mücadelesini bırakmayan kurumlar taleplerin görünür olması için muazzam emek harcadılar. Bilhassa İstanbul’da yüzbinlerin katıldığı mitingler her şeyden önce Alevi toplumuna özgüven kazandırmış, kimliğini açıkça ifade etmesinin önünü açmıştır. Hareket, mücadeleyi geliştirse de hem Alevi toplumu hem de örgütlülüğünü çözecek gelişmelere politika üretememiştir. Camiler kadar olmasa da her geçen gün sayıları kontrolsüzce artan cemevlerinde “nasıl bir Alevilik” öğretildiği, kimin hakim olduğu bilinmemektedir. Hatta bazı cemevlerinin (Cem Vakfı’na ait olmayanlar) asimilasyon yuvalarına döndüğü bilinmekte.

Alevi örgütleri ise merkezlerinde oluşan otoriter yapılı toplumla ast üst ilişkisi geliştirmektedir.

Alevi Hareketi Çözülüyor mu?

Bugün Türkiye’de Alevi toplumunu son yıllarda sokağa çıkaran ve “temsiliyetini” üstlenen üç kurum (PSAKD, HBVAKV ve AKD) bir de çatı örgütü (ABF) var. Bu kurumların her birinin farklı özellikleri ve edindikleri misyonlar var.

PSAKD, Alevilerin taleplerini politikleştiren, sokağı etkin kullanan hareketin motor gücü rolündedir.

HBVAKV (Hacı Bektaş Anadolu Kültür Vakfı), daha çok hizmete ağırlık veren, cemevi faaliyetini önceleyen bir kurumdur.

AKD (Alevi Kültür Dernekleri), Alevi hareketi içinde en çok şube ve cemevine sahiptir. Mevcut genel başkanı (D. Demir) sayesinde devletle ilişkileri son derece gelişkindir. Hatta öyle ki devletin koruma polisi, trafikte geçiş üstünlüğüne sahip araç tahsis ettiği, Davutoğlu, Soylu ve bakanlarla özel ilişkisi açık olan bir isimdir.

Gezi isyanı,  6-7 Ekim Kobani ve Suriye savaşı Alevileri de fazlasıyla etkiledi. Alevi kurumları bu dönemlerde sokak hareketliliğinden doğan politik hattın berisinde kaldı. Doğal olarak Alevi kitlesi yönünü cemevlerine değil AKP ile mücadeleyi yükselten politik hatta döndü. Kaldı ki Alevi hareketi (cemevleri) politika üretmede yetersiz kaldı. Ne kentlerde çözülen inanç sistemine çare oldu ne de yeniyi sağlıklı inşa edebildi. Üstüne AKP’nin yüzündeki maskeyi çıkarıp despotik faşizan yanıyla karşılaşınca bocalamaya başladı.

Asıl kırılma Türkiye’nin içine girdiği politik atmosferdi, yani 2015’in ikinci yarısı. Sürekli patlayan bombalar, tekrarlanan seçimler ve üzerine gelen 15 Temmuz darbe girişimi…

Son üç yılda yaşananlar Alevi hareketini inanılmaz ölçüde yıpratarak örgütlülüğünü deforme etti. Hareket kendini toparlayıp önünü açmak yerine ivmenin düşmesine engel olmadı. Kurumların yönetimlerine seçilenler politika üretmek yerine günü geçiştirmeyi, zararsız süreci atlatmayı tercih ettiler. Bu aynı zamanda kurumların içinin boşalmasının da önünü açtı.

Darbe girişimi sonrası sokağı yasaklayan, örgütlülüğü engelleyen OHAL kanunları Alevi kurumlarına da yansıdı. AKP tekçilik ve tasfiye adına ne yapıyorsa Alevi kurumları da kendi içinde onu yapmaya çalıştı. Kurumları tekelinde tutmadan kayyum atamaya değin her türlü anti demokratik uygulamayı hayata geçirdiler.

Roller Değişti

Darbe öncesi birkaç ilde Gülen Cemaati ile Cem Vakfı’nın (İzzettin Doğan) temelini attığı Cami-Cemevi projesinin Erdoğan-Gülen kavgasıyla son bulması devletin İzzettin Doğan’la çalışmasını da sınırlandırdı.

Devlet kendine yeni İzzettin Doğan’lar bulmalıydı ki AKD (ve başkanı) Hızır gibi yetişti.

AKD başkanı, devletle geliştirdiği ilişkiyi saklamayan hatta bunu meşru görüp savunan biridir. Şuan PSAKD, HBVAKV ve ABF yönetimlerinin oluşmasında bu kişinin yoğun çabaları vardır. Bunu rahatlıkla devletin (ve AKP’nin) hanesine yazabiliriz.

AKP, Alevilerin sokak mücadelesini benimseyen örgütlülüğünü pasifize etmek için ciddi hamleler yapıyor. 2018 yılı içerisinde çok sayıda girişimleri oldu. Bunlar bakanlar düzeyinde ziyaretler, maddi yardımlar, çalıştaylar, konferans ve etkinlikler şeklinde gerçekleşti. Özellikle ziyaretler Alevi hareketinde uzun yıllar mücadele etmiş, sola yakın duran kimi kurum ve dedelere yapılarak ciddi tartışmaların açılmasına neden olmuştur. Devlet, hareketi düşürmek için en üst düzeyden “satın alma”yı hedeflemektedir. Bu gerçekleşmese bile mevcut yaptığı hamleler hareketin iç tartışma ve gerilimlerini hararetlendirmiştir. Üstüne bir çete liderinin cemevi ziyareti tartışmaların tuzu biberi olmuştur. Devlet, Alevi hareketinin ortasına küçük dokunuşlar yaptı ve burada dağınıklığın yarattığı tartışmaları gördü. Hazır böyle bir fırsat yakalamışken hareket kendini toparlamadan bu çizgiyi sürdürecektir.

Alevi hareketinde gözden kaçırılmaması gereken önemli bir nokta: Dün uğruna mücadele edilen cemevleri güç ve nüfuz sahibi oldu, bugün kendini hareketin üzerinde görüyor. Bir nevi güç zehirlenmesi yaşıyorlar. Bu durumu aşamadığı oranda da bölünme ve tasfiyelerin kaçınılmaz olduğunu not düşmek lazım.

Tam da devletin istediği gibi; birlikte, yekpare duran bir Alevi hareketi değil; dağınık, belediyelerin kırıntılarına tamah edecek, her biri kendi iktidar adacıklarını kurmuş cemevleri!

Bugün Alevi hareketinde yaşanan kriz aslında 1925’li yıllarda tekke ve zaviyeler yasasıyla yüzyılları bulan Alevi örgütlenmesinin ana unsurlarını yasaklayarak başladı. geçimişin öğrettiği değerler ve yaşama biçimi günümüze değin belli ölçülerde kendini muhafaza etti. Fakat dergah ve Ocaklarda yetişen dede, mürşid ve pirleri fikren besleyen, denetleyen örgütlülüğü ciddi zarar görmüş oldu. Bugün kurumlar dahil olmak üzere Alevilere Yol önderliği yapan kişileri denetleyen, sorgulayan (Dar’a çeken) bir mekanizma yok. Ve şimdi bu organizma kendini bütünün üzerinde görüyor, toplumun da biat etmesini bekliyor.

Kentlerde çözülen Aleviliğe bugün demokratik kurumlarını da eklemeliyiz.

Bu durdurulabilir bir şey olmaktan öte kendi içinde mücadeleyi esas alan, Osmanlı’nın hiçbir padişahına kılıcını çekmekten çekinmemiş, devrimci, Kızılbaş özünü çıkarmak gibi bir görev ve sorumlulukla karşı karşıya olduğunu not düşmekte fayda var. Dün mücadelenin ağırlığını düzene karşı verilirken bugün kendi içine de fazlasıyla yönelmek durumunda.

Son söz yok olmamanın anahtarı Pir Sultan Abdal’ın;

“Bin kez budadılar.
Yine çiçekteyiz işte,
Yine meyvedeyiz…”

  1. Hamdan Karmat
  2. Kimlik Mücadelesinde Alevilik – Erdoğan Aydın syf 134
  3. https://www.gazeteduvar.com.tr/kitap/2018/11/22/riza-yildirim-geleneksel-aleviliki-anlatti-aleviler-kemalizm-ve-sosyalizm-icinde-asimile-oldular/
  4. LÜTFÜ KALELİ – Alevi Örgütlenmeleri ve Alevi Kimliği