Pandemi sonrasının iki ana eğilimi: Devlet kapitalizmi ve Güvence Hareketi

M. SİNAN MERT

Pandeminin yarattığı şoke edici etkiler, özellikle kapitalist merkezlerin salgından belirgin bir biçimde etkilenmeye başladığı günlerde sermaye, devlet ve toplum arası ilişkilerde köklü değişikliklerin yaşanacağına dair beklentileri yükseltti. Neoliberal politikaların kâr merkezli yapılanmasının özellikle sağlık sistemleri üzerinde yarattığı yıkıcı sonuçlar, kamusal olanın ve kârı değil sağlığı merkeze alacak politik dönüşümlerin kendiliğinden bir zorunluluk haline geleceğine dair öngörülerin yaygınlaşmasına yol açtı. Bu iyimser yaklaşımın temsilcilerinden Slavoj Žižek, küresel sağlık krizinin komünizmin yeniden keşfi için bir olanak sağladığını iddia etti. Korkutucu olayların beklenmedik olumlu sonuçlara yol açabileceğini vurgulayan Žižek, küresel dayanışma ve iş birliğine dayanan bir alternatif toplum olanağının mevcut olduğunu vurguladı. Burada komünizmden kastedilenin Sovyetler Birliği tipinde bir deneyimin tekrarından ziyade küresel kapitalizmin bir kriz anında olduğuna dair farkındalığın yaygınlaşması sonucunda hayatta kalma çabasının dayattığı bir bilinç ve yaşam biçimi olduğunun altı çizilmelidir. Žižek, devletin özel sektörü yönlendirmesine dair kimi önlemleri ve kapanma sırasında işbaşı yapamayan işçilere dönük kimi sosyal ödemeleri de komünizmin bu biçiminin bir ifadesi olarak örnek verdi (Žižek,2020). Bu görüş ve yaklaşım, Batı kapitalizminde devletin ekonomik süreçlerin yönetilmesinde daha fazla öne çıkmasına dikkat çekmek anlamında önemli olsa da komünizmin gündeme gelmesini sağlayacak bir politik özneye dair somut hiçbir değerlendirme içermemesiyle de oldukça zayıf bir görüntü vermektedir. Devletçi politikaların her yerde daha fazla öne çıkacağı açıktır ancak bunun komünizme doğru bir dönüşüme kendiliğinden yol açacağı beklentisi tamamen havada kalmaktadır. Ezilenler politik aktör inşası sorununa çözüm bulamadıkları takdirde devletçi politikalar öncelikle kapitalizmin kendisini tahkim etme ve ulusal kapitalizmler arası rekabetin şiddetlenmesi sonuçlarını doğuracaktır. 

Ölümün yeniden Batı’nın konformist çalışma toplumlarının merkezi gündemi haline gelmesinin yaşamı ertelemeye dayanan püriten iş kültürünü dönüştüreceğini iddia eden, parasal genişleme politikalarının etkisinin zayıf olacağı tespitinden yola çıkarak paranın hükmünün kalmadığını, sadece sosyal dayanışma ve bilimsel aklın güçlenme olanağına sahip olduğunu vurgulayan Franco “Bifo” Befardi ise küresel karantina sonrasında eski normale dönülemeyeceğini öngörmektedir(Befardi,2020). Pandeminin tetiklediği çok yönlü krizlerin kapitalizmin kendisini ideolojik, kurumsal ve siyasi yeniden üretme mekanizmalarını kendiliğinden buharlaştıracağını öngören bu “iyimser” küme, kulağa hoş gelen tespitler ortaya koymalarına rağmen ezilenler adına köklü dönüşümler için mücadele etmesi gereken kesimlerde gereksiz beklentilere ve rehavete yol açmak gibi sonuçlar da ortaya çıkarmaktadırlar. “Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” klişesi dönüştürücü ve devrimci enerjisini kaybetmiş ve kendisini gündelik hayatın akışına bırakma dışında hamle yeteneği kalmamış politik aktörlerin ruhunu okşasa da gerçeklik karşısında hükmü bulunmamaktadır. Toplumsal dönüşümün ortaya çıkması devrimci öznenin güçlenen varlığından bağımsız düşünülemez.

Post-covid dünyaya dair ses getiren değerlendirmelerden bir diğeri de Giorgio Agamben’e aittir. Devletlerin biyopolitik güvenliği tesis etme arayışlarının kendisinin “istisna hali” kavramı çerçevesinde analiz ettiği olağanüstü yönetim biçimlerine meşruiyet sağlayacağını, pandeminin yayılmasına karşı alınan kapanma önlemlerinin ve sosyal mesafelenmenin toplumsal dirençleri ortadan kaldıracağını, demokratik gerilemenin böylece yapısal ve kalıcı hale geleceğini öne süren Agamben, bu açıdan kötümser bakış açısının en önemli temsilcisi haline geldi. Michel Foucault’nun, Disiplin ve Cezalandırma adlı kitabında geliştirdiği, devletlerin 17. yüzyılda cüzzamlı hastaları takip etmek ve yalıtmak için hayata geçirdikleri önlemlerin devletlerin kapatma ve disipline etme yeteneklerini ve araçlarını yetkinleştirdiği tespitinden yola çıkan Agamben, bugün de benzeri bir momentte bulunduğumuzun altını çizmektedir (Agamben, 2020). Buna göre pandeminin yarattığı toplumsal korku ve tedirginlik, devletlerin sürekli istisna halini yapılandırmasını kolaylaştırmakta ve bu tip arayışlara meşruiyet sağlamaktadır. Batılı kapitalist merkezlerin pandemi krizini yönetme konusundaki başarısızlıkları, kapitalist devletin pandemiyi bir otoriterleşme aracı olarak kullanmayı planladığına dair anlatıyı zayıflatsa da otoriterleşme eğilimlerinin güçlü olduğu ülkelerde pandeminin bu durumu derinleştireceği de açıktır. Macaristan’da Orban yönetiminin pandemi gerekçesiyle Meclis’i devre dışı bırakarak ülkeyi kararnamelerle yönetmeye başlaması, özellikle Asya ülkelerinde pandemiyi kontrol altına alma gerekçesiyle gözetim toplumu uygulamalarının gündelik hayatı tam anlamıyla işgal eder hale gelmesi Agamben’in kaygılarını doğrulayan gelişmeler olarak öne çıkmaktadır. Pandemi yönetimi konusunda daha başarılı olarak öne çıkan Çin, Güney Kore, Singapur gibi ülkelerin “devlet kapitalizmi” modelleri otoriter yönetişim biçimleri ile dijital gözetim toplumu uygulamalarını sentezleyebilme kapasiteleri ile öne çıkmaktadırlar. Byung Chul Han, bu sonucun Batı toplumlarında da özgürlükçü fikirlerin zayıflamasına yol açacağını iddia etmektedir (Han, 2020). Kişisel dijital verilerin devletler tarafından hiçbir sınırlama olmaksızın kullanılabilmesi, devletlerin ve şirketlerin Big Data üzerindeki toplum kontrolünden kurtulmuş denetimi distopik sonuçlar ortaya çıkartabilir. Bu bakış açısından yola çıkan Han, Schmitt’in “Egemen, olağanüstü hale karar verendir” önermesini dönüştürerek egemeni, “veriyi kendi arzusu mucibince kullanabilen” olarak tanımlamaktadır. Genel olarak kötümser bakış açısı olarak sınıflandırılabilecek bu yaklaşımlar ise toplumların ve ezilenlerin direnç gösterme kapasitesini önemsiz gösterme zaafıyla malul gözükmektedirler. Pandeminin kendiliğinden kapitalizmin sorgulanmasına yol açacağı beklentisi gibi devletlerin hiçbir dirençle karşılaşmadan otoriterleşme ve denetim toplumunu derinleştirme yönünde ilerleyeceği değerlendirmesi de eksiklikler içermektedir. ABD’de Minneapolis’te yaşanan büyük isyan, her ne kadar doğrudan pandeminin bir sonucu olmasa da salgının toplumun farklı kesimlerini eşitsiz bir biçimde etkilemesinin de tetiklediği bir reaksiyon olarak okunabilir. Pandeminin en çok zarar verdiği kesimlerin başında gelen Afro-amerikalı emekçilerin tümüyle güvencesizleştirilmiş yaşamlarının daha da kırılganlaşmasına verdikleri tepki ırkçılık karşıtı mücadelenin ateşini daha da körüklemiştir.

Badiou (2020), “Salgın Durumu üzerine” adlı makalesinde daha dengeli bir değerlendirme ortaya koyarak devlet yapılarının tam olarak çökmediği hiçbir gelişmiş ülkede pandeminin çok köklü sonuçlar yaratmasını beklemenin gerçekçi olmadığını vurgulamıştır. Dönüşümün ancak gerçek bir dönüşümü arzulayan politik aktörlerin kendilerini koşullara uygun bir biçimde güncellemesi sonucunda ortaya çıkacağını vurgulayarak, kendiliğindenci bakış açılarıyla arasına mesafe koymuştur.

Pandeminin dünya ekonomilerini vurduğu süreç 2008 krizinin artçı şoklarının tekrarlandığı bir dönemle rezonansa geldi. Özellikle ABD-Çin arasında yaşanan ticaret savaşlarının küresel ticarette önemli bir yavaşlamaya yol açması, hammadde fiyatlarının başta petrol olmak üzere önemli oranda düşmesi, işsizliğin birçok ülkede yapısal özellik kazanması 2019 sonlarının ana gündemini oluşturmaktaydı. Küresel ticaretteki artış hızı 2008-2018 döneminde, bir önceki on yıla göre yarı yarıya düşmüştü.  2020 yılında ise küresel ticaretin %13 ile %32 arasında daralması beklenmektedir. “Bu yılın başında, Çin dışında hiçbir ülke Covid-19 ile yüzleşmemişken, potansiyel olarak yıkıcı birçok risk ile karşı karşıya olan küresel ekonomi soğuk bir döneme giriyordu. O günden bu yana pandemi dünyayı alabora etti ve risklerin tamamı hala devrede -ve bazıları çok daha belirgin bir hale geldi” (Roubini,2020). 2020 yılının ikinci çeyreği ise pandeminin yol açtığı ekonomilerin kapatılmasının ne kadar yıkıcı etkiler ortaya çıkardığını gösteriyor. İngiltere ekonomisinin %20, Japonya’nın ise %27 küçülmesi, Alman ekonomisinin 1932’den bu yana en büyük küçülmeyi yaşaması bu etkilerin çarpıcı örnekleri olarak ortaya konabilir. Alman ekonomisi ikinci çeyrekte %10.1, AB ekonomisi ise aynı dönemde %12.1 küçüldü.[1] IMF’nin 2020 yılının tamamı için revize edilmiş büyüme tahmini -%5.2. ABD’de büyük bir hızla artan işsizlik rakamları, ABD İşgücü İstatistik Bürosu’nun veri topladığı son 72 yılın en kötü istatistiklerini yayınlamasına sebep oldu. Bu ölçekteki bir küçülmenin süreklilik kazanmasının engellenebilmesi krizden V tipi bir çıkışla mümkün olabileceği için pandeminin olası bir ikinci dalgasında mart-haziran dönemine benzer kapanmanın ülkeler açısından uygulanabilmesi çok daha zor olacaktır. “Ekonomi mi sağlık mı” ikileminde işçilerin bütün risklere rağmen çalışmaya zorlanacak olması ise pandeminin ortaya çıkardığı etkilerin sınıfsal kırılımını çok daha belirgin bir biçimde ortaya koyacaktır. İşçilerin kapanma sürecinde düzenli bir gelire sahip olamaması şu ana kadar kolektif bir güvence mücadelesinden ziyade alt sınıfların kapanma karşıtı eylemlerine yol açmış görünmektedir. Bunların en çarpıcıları ise ABD’nin geleneksel beyaz işçi sınıfı eyaletleri olan Orta Batı bölgelerinde silahlı milislerin eyalet meclislerinde gerçekleştirdikleri işgal eylemleridir. Bu eylemler, faşist hareketlerin pandemi koşullarında sahip oldukları genişleme olanaklarına işaret etmesi açısından da önemlidir. Kasım seçimleri sonrasında ABD’de iç savaşı andıran gelişmelerin yaşanması ihtimali üzerine konuşulabilmesinin en önemli sebebi beyaz orta sınıf Amerikalıların küreselleşme sonrasında statü kaybı yaşamalarına duyduğu öfkenin Trump’ın ırkçı söylemi ile kendisine bir hedef edinebilmiş olmasıdır.

Kapitalist merkezlerin FED ve ECB başta olmak üzere pandeminin tetiklediği ekonomik krize karşı verdikleri en önemli tepki 2008-2013 dönemini andırır bir biçimde parasal genişlemeye öncelik verilmesidir. ABD’nin 1 trilyon dolar, AB Komisyonu’nun 750 milyar+1 trilyon liralık hibe ve kredi paketleri ekonomileri talep yönünden desteklemek için alınan en önemli tedbirlerin başında gelmektedir. G-20 ülkelerinin açıkladığı paketlerin toplamı 11 trilyon dolara ulaşmış bulunmaktadır. Ancak bu paketlerin doğrudan gelir desteğini kalıcı hale getirmiyor oluşu, alt sınıfların durumunda kalıcı bir düzelme ortaya çıkmasına engel olmaktadır. Küresel ölçekte borsaların ve altın gibi kimi belli başlı emtiaların fiyatlarındaki astronomik artışlar, söz konusu kurtarma paketlerinin kimi sermaye çevreleri açısından yeni finansal vurgun olanakları yaratmak dışında son derece sınırlı katkı sağladığını düşündürtmektedir. 2008-2013 konjonktüründe merkez bankalarının piyasaları dolara boğduğu günlerde bu kaynakların önemli bir kısmı “yükselen piyasalar” adı verilen çevre ülkelere akmıştı, ancak pandemi günlerinin yarattığı tedirginlik paranın sağlam limanlarda demirlenme eğilimini güçlendirmektedir. Uluslarararası Finans Enstitüsü’nün açıklamalarına göre Mayıs 2020’de yükselen piyasalarda çıkarılan finansal varlıklara dönük sermaye hareketleri %78 gerilemiştir. Aynı kaynağa göre Çin’in finansal varlıklarına dönük sermaye akışı mayıs ayında 4.8 milyar doları bulmuşken aynı dönemde diğer yükselen piyasalardan sermaye çıkışı ise 4.1 milyar dolara ulaşmıştır. Uluslararası sermaye, çevre ülkelerin finansal piyasalarına akmaktansa daha garantili görünen formel borçlanmalar şeklinde giriş yapmayı tercih etmektedir. Türkiye’de düşük faiz politikası uygulaması, sermaye çıkışlarının en yoğun yaşandığı ülkelerin arasında bulunmayı büyük oranda açıklamaktadır. Türkiye’nin ekonomik büyümeyi canlandırmak amacıyla hayata geçirdiği kredi genişlemesi politikası, inşaat şirketlerinin borçlarının kamu bankalarının ve halkın üzerine yıkılması anlamına gelmesinin yanı sıra çok daha büyük iktisadi çalkantıları tetikleyecek bir dolarizasyonu da teşvik etmiştir. Merkez Bankası rezervlerinin çökmesi, piyasanın negatif faizli liraya boğulması, kredilerle görece canlanan üretimin dış ticaret dengesini hızlıca bozarak cari açığı patlatması sonrasında sonbaharda yeni kur atakları ardı ardına yaşanmaktadır. 2013 sonrası küresel sermaye hareketlerinin yönelimlerini doğru biçimde okuyamayan Saray rejimi sürekli olarak 2000’lerin ilk on yılındaki ucuz yabancı finansman akışının mümkün kıldığı “altın yıllara” dönmeyi arzulamaktadır ancak küresel kapitalizmin gerçekleri her defasında bu hayalleri bozguna uğratmaktadır. Merkez Bankası’nın negatif rezervleri, şirketlerin döviz cinsinden hala yüksek seviyelerdeki borçluluğu, kamu açıklarındaki hızlı yükselme ve finansal piyasalardan yabancı yatırımcıların hızla çekilmesi 2021’i de Türkiye açısından felakete dönüştürecek dinamikleri biriktirmektedir.

Pandeminin tetiklediği ekonomik kriz ile mücadele etmek için emperyalist merkezlerin aynen 2008 krizi sonrasında olduğu gibi piyasaları paraya boğması, şirketleri kurtarmak adına kamusal fonların devreye sokulması finansal piyasalar ile mal ve hizmet üretimini sürdüren reel ekonomi arasındaki çatallanmayı çok daha belirgin bir hale getirdi. Finansal piyasalar kısa bir türbülans sonrasında hızla yükselişe geçerken reel sektörde özellikle 2020 ikinci çeyreğinde krizin yıkıcı etkileri açıkça görülebildi. Bankaların finanse ettiği işlemlerin de giderek üretimden kopuk hale gelmesi paradan para kazanmanın ve spekülasyonun temel faaliyet haline geldiği güncel kapitalizmin koşullarını açık bir biçimde yansıtıyor. Örneğin İngiliz bankalarının verdiği kredilerin sadece %10’u finans dışı firmalara giderken geri kalan kısmı emlak yatırımlarına ve finansal varlıklara akıyor. 1970 yılında bankaların verdiği kredilerin içinde emlak yatırımlarının payı %35 iken bu oran bugün %60’lara çıkmış durumda. Üretim dışına çıkmış, üretimdeki kapasite fazlası ve düşük verimlilik artışı dolayısıyla atıl kalarak finansal alana yığılan sermayelerin emlak sektörüne ve borsalara doğru akışı kısa vadede en zenginlerin daha da zenginleşmesine yol açarken orta ve uzun vadede ise finansal balonlara ve kriz tetikleyici kıvılcımlara yol açıyor. Sermayenin işçi sınıfı aleyhine avantaj sahibi olduğu güç dengesi büyük sermayelerin türlü devlet müdahaleleri ile güvence altına alındığı bir devlet müdahaleleri sistemi yaratırken emekçilerin daha fazla güvencesizlik çeperine sıkıştırılması aşırı artı değer üretiminin en temel koşulu haline dönüşüyor. Neoliberalizm ve devlet kapitalizmi, en zenginler için güvence üretirken toplumun en geniş üretken kesimlerini daha fazla güvencesizlik batağına itme noktasında ortaklaşıyorlar. Büyük şirketlerin devletten aldıkları destekleri kendi hisselerinin satın alınması için kullanması borsaların yükselmesindeki en önemli payandayı oluşturuyor. Geçtiğimiz on yıl içinde Fortune 500 firmaları kendi hisselerini almak için yaklaşık 3 trilyon dolar harcadılar (Mazzucato, 2020). Bu rakam, 2008 krizi sonrasında emperyalist merkezlerin küresel piyasalara tahvil alımları yoluyla aktardıkları kaynağın büyüklüğüne denk. Devletin kurtarma operasyonları şirketleri ve borsaları büyütürken emekçileri güvenceli gelire ulaşma olanaklarından daha fazla mahrum ediyor. Esnekleştirme sonucunda yeni istihdam olanaklarının genelde kısmi zamanlı çalışma kapsamında ortaya çıkması çalışan yoksulluğunu daha da göze batar hale getiriyor. İşsizliğin dip yaptığı ülkelerde bile enflasyonist baskının oluşmaması reel ücretlerin sürekli olarak düşme eğiliminde olmasından kaynaklanıyor.

Neoliberal politikaların rıza üretme kapasitesinin sürdürülemez toplumsal eşitsizlik artışı ile birlikte giderek zorlaşması, genel olarak Arap Baharı sonrasına tarihlenebilecek bir moment itibariyle kapitalist devletlerin otoriterleşmesini hızlandıran etkiler yarattı. Pandemi koşullarının toplumsal dirençler kırılabildiği oranda bu eğilimi güçlendireceği öngörülebilir. Bu açıdan bakıldığında, özellikle krizden V tipi bir çıkış tesis edilemediği koşullarda devletlerin ekonomi politikalarının belirlenmesinde çok daha etkin roller oynayacağı “devlet kapitalizmi” üzerine tartışmaların yaygınlaşacağı bir evreye doğru ilerlediğimiz düşünülebilir. Devlet kapitalizmi, 1945-70 döneminin Keynesyen politikalarına atıf amacıyla kullanılmamaktadır. Devletlerin piyasaların düzenlenmesinde neo-liberal dogmaların çizdiği kısıtlı sınırların çok daha ötesinde aktif roller oynayacağı bir dönemin kimi işaretleri gözlenmektedir. Anglosakson kapitalizminin alternatifi olarak gösterilen, Branko Milanovic’in “politik kapitalizm” olarak kavramsallaştırdığı devlet kapitalizmi daha ziyade Çin ve Asya’nın diğer kalkınmacı devletleri tarafından uygulanan politikalara atıfla kullanılmaktadır (Allami ve Dixon,2020). Çin’in pandemi krizini yönetmekteki teknik başarısı, Batı ülkelerinde yaşanan, özellikle ABD ve İngiltere gibi Anglosakson kapitalizmin ana merkezleriyle büyük bir tezat teşkil etmektedir. ABD ekonomisinin %8 küçüleceğinin tahmin edildiği 2020 yılında Çin’in %1 de olsa büyüyecek olması bir model olarak Çin devletinin sermaye birikimi açısından oynadığı düzenleyici role olan ilgiyi arttırmaktadır: “Giderek artan dini görünümlü kişilik kültü görünümü bir yana bütün verimsizlikleri, iç çelişkileri ve otoriterizmine rağmen devlet kapitalizminin Çin’in kendisini dünya ekonomisinin zirvesine yerleştirecek öncü şirketler ve teknolojiler yaratma çabalarına köstek olacağını iddia edebilmek giderek zorlaşıyor.”[2] Batı sermayesi açısından Washington Konsensusu’na bir tehdit olarak görülen devlet kapitalizminin giderek bir hayranlık nesnesine dönüşmesi şaşırtıcı olmayacaktır. V tipi bir toparlanma bu eğilimi zayıflatacaktır ancak ABD-Çin arasında yükselen gerilimin dünya ticareti üzerindeki etkileri ve pandeminin hangi vadede kontrol altına alınabileceği de böylesi bir resesyondan çıkışı mümkün kılıp kılmayacağı belirsizdir. ABD’de kasım ayında yapılması gereken seçimler sürecinde ve sonrasında yaşanacak iç gerilimleri de, istikrarsızlaştırıcı potansiyeller arasında not etmekte fayda bulunmaktadır. Roubini’nin beklentilerine uygun bir biçimde krizin W ya da L görünümü kazanması durumunda ise devlet kapitalizminin merkezi politik aktörlerin en önemli seçeneği haline geleceği düşünülmelidir. Devletin mülkiyetindeki varlıkların arttırılması gibi bir düzenlemeden ziyade devletin ekonomi üzerindeki denetimini belirgin bir biçimde artıracak düzenlemeler öncelikli olarak beklenmelidir. “Koronavirüs krizi geliştikçe dünyadaki bütün kapitalist devletler ekonomik müdahaleleri genişletecekler. Pek çok hane halkı ve şirket yaşamlarını sürdürebilmek için halihazırda devlete dayanmaktadırlar”(Blakeley, 2020). Ancak ilk nokta itibariyle de devletlere ait Varlık Fonlarının sayısının 2005 ve 2017 döneminde 50’den 92’ye çıkmış olması da dikkat çekicidir. Bu fonların kontrol altında tuttukları kaynakların büyüklüğü ise 2018 yılı itibariyle 7,5 triyon dolara ulaşmıştır (Alami, Dixon, 2020: 71). Devletlerin güçlenmesi ile piyasaların etki alanının genişlemesi arasında bir tezat bulunmamaktadır. Bu açıdan tablo, 1945-1970 arasındaki Keynesyen devletçi uygulamalardan ziyade 19. yüzyıl sonunda devletlerin emperyal projeleri arasındaki rekabetin arttığı dönem ile daha çok benzeşmektedir. Bu dönemde de geç kapitalistleşen Almanya’nın Listçi-devletçi politikalarla hızlı büyümesi diğer kapitalist merkezlerde de benzeri bir devletçilik canlanmasına yol açmıştı. Ekonominin kendi dinamiklerinin eski küresel hegemon için sağladığı avantajların görece gerilemesi bütün dünyada korumacı ve görece daha devletçi politikaların uygulanmasına yol açmıştı. Bugün geç küreselleşmeye kendi çağdaş mucitleri tarafından sırt dönülmesine yol açan durum, pandemi sürecinin de ortaya çıkardığı güç dengelerinin Doğu Asya lehine dönüşmesine karşı alınan önlemlerin bir sonucu olarak da okunabilir. 20. yüzyılın başlarında Nikolay Buharin tarafından 1915 yılında “gelişmiş kapitalist ülkelerin devletleşmesi” olarak nitelenen iktisadi sürecin gelişme dinamikleri birikmektedir.

Nölke (2014) devletin kapitalist ekonomilerde artan rolünü Devlet Kapitalizmi 3.0 kavramı çerçevesinde ele almayı tercih etti. Çevre ülke merkezli çokuluslu şirketlerin dünya ekonomisindeki etkinliklerini hızla artırmalarından yola çıkan Nölke, bu şirketlerin her birinin gelişiminde devletin çok önemli bir yer oynadığını gösterdi. Devlet kapitalizminin bu yeni dalgası, daha önceki biçimlerinden kimi özgün boyutlarıyla ayrışıyordu.

Endüstri Devrimi’nin merkezi İngiltere’nin dünyanın fabrikası statüsünü kazandığı döneme hâkim olan düşünce, devletin ekonomiye müdahalesinin asgariye indirilmesi gerektiğini savunan laissez-passer, laissez-faire ilkesine dayanıyordu (Hobsbawm, 1998:207). Friedrich List’in daha sonrasında Prusya’nın sanayisini geliştirebilmesini mümkün kılınan bir ara dönem olarak atıfta bulunduğu Napolyon Savaşları (1803-1815) sonrasında İngiltere ekonomik güç ve olanakları açısından rakipsiz hale gelmişti. Sanayinin sağladığı verimliliğin ve muzaffer donanmasının sayesinde oluşmuş dünya piyasasının tüm noktalarına erişme olanağının sonucunda hammaddelere ucuz erişme ve metaları ucuz satabilme imkânı, serbest ticaretin ve devlet düzenlemesinin bulunmaması tek kazananı İngiltere haline getiriyordu. Serbest ticaretin tek kazananı olma durumu ülke içinde de devletin ekonomiye korumacı düzenlemelerle yaklaşmasını gereksizleştiriyordu. Napolyon Savaşları’nın İngiltere lehine sonuçlanmasının sağladığı göreli barış döneminin sağladığı bu serbest ticaret dönemi Almanya, ABD ve Japonya gibi rakip endüstriyel merkezlerin güçlenmeye başlamasıyla birlikte sona erdi.

Sanayi devrimi sonrasının ilk büyük depresyonu 1873’te başladı ve uzun durgunluk dönemi kimi dönemsel çıkışlara rağmen 1893’e kadar devam etti. İngiltere’ye rakip güçlerin başta Almanya ve ABD’nin ön plana çıkmaya başlaması, merkezdeki aşırı sermaye birikimiyle en revaçta iktisadi faaliyet haline dönüşen dış borçların Rusya, İspanya ve Osmanlı gibi devletlerin borçlarını ödeyemez hale düşmesiyle geri dönmesinde yaşanan sorunlar, yükselen işçi ücretleri, krizin görünen sebepleriydi. Kriz “adil ticaret” arayışı ile gerekçelendirilen bir biçimde dış ticaretin giderek sınırlanmasına yol açtı. İktisadi kriz, bu dönemde hızlanan yeni ilhaklar ve sermaye ihracı ile aşılabildi (Yılmazer, 2007: 266)

Devlet kapitalizminin ilk dalgasının temel dinamikleri dönemin endüstriyel merkezi İngiltere karşısında ona yetişmek isteyen başta Almanya olmak üzere diğer kapitalist ülkelerin aradaki farkı kapatmak için devletin merkez oyuncu olduğu bir kalkınma arayışından kaynaklanmaktaydı. Bu politikaların teorik çerçevesi ise büyük oranda Friedrich List’in görüşleri tarafından çizilmişti. List’in 1841 yılında yayınlanan Ekonomipolitiğin Ulusal Sistemi (Das nationale System der politischen Ökonomie) isimli çalışmasının ana teması sanayileşmede geri kalan ülkelerin korumacı politikalar eşliğinde merkez ülkeyi nasıl yakalayabilecekleriydi. List özellikle İngiltere ve ABD’nin sanayileşirken uyguladıkları ekonomi politikalarını inceleyip bir kez üstün duruma geçtikten sonra neden serbest ticareti savunduklarını deşifre etmeye çalışmıştı. İngiltere bu sayede kendi endüstrileşmesini mümkün kılan yöntemlerin potansiyel rakipleri tarafından kullanılmasına karşı çıkarak zirveye çıkmak için kullandığı merdiveni tekmeleyerek kullanılmaz hale getirmek istiyordu. List, liberal mukayeseli üstünlük teorisine de karşı çıkmaktaydı. Her ülkenin dünya ekonomisi içinde en verimli bir biçimde üreteceği bir malın üretimine yoğunlaşmasının hem ulusal hem de küresel ölçeklerde en hızlı sermaye birikimi, yatırım ve gelir artışı yaratacağına dair teori, serbest ticaret savunucularının statükoyu koruma çabalarının tamamlayıcısıydı. Gelişmiş merkezler ile aradaki farkı kapatmak isteyen ülkenin yapması gereken, ticari bir ürünün aşırı üretimi üzerinde yoğunlaşmak değil üretim gücünü artırmaya çalışmaktı. Devletlerin ülkenin toplam üretim gücünü geliştirme yeteneği, o ülke ekonomisine dünya ticaretine katma değer avantajıyla katılabilmesini sağlayacaktı. Küresel ticarete konu olan mallara daha yüksek katma değerli emek gücü aktarımı aynı zamanda bu malların fiyatını dikte edebilme yeteneği de kazandıracaktı. Üretim gücünü geliştiremeyen ülkeler ise daha düşük değerli metaları ihraç ederken yüksek değerli malların ithaline bağımlı hale gelirdi ki bu da borçluluğu ve geri kalmışlığı süreklileştirirdi (Selwyn, 2009: 162). List’e göre üretim gücü üç tip sermayeden oluşmaktaydı: doğal (toprak, deniz, maden), hammadde ve teçhizat (üretime konu olan her türlü malzeme ve donanım) ve zihinsel (yetenekler, eğitim, şirketleri ve devleti içerecek biçimde kurumsal kapasite). Bunların en önemlisi ise beşerî sermayeyi de içeren zihinsel sermayeydi. Sanayileşmiş merkezi yakalamak için vasıflı bir işgücü ile yönetici kadro yaratılması merkezi öneme sahipti. Ülkenin üretim gücünü geliştirebilmek için farklı sektörler arasında koordinasyonun sağlanması, gerekli altyapı yatırımlarının gerçekleştirilmesi, toplumun çoğunluğunun sermaye birikim sürecine rıza vermesini sağlayacak ideolojik koordinasyonun sağlanması görevleri devlete yüklenmişti. List’in ve onun günümüzdeki takipçileri birçok neo-Listçinin nezdinde devletin toplumun ortak aklını temsil eden ve toplumu boylamasına kesen sınıfsal çelişkilerle bağlantısız olan varoluşu onun en belirgin eksikliğidir. Merkez-çevre eşitsizliğine, merkez kapitalist ülkenin avantajlı konumunu korumaya dönük eleştirel söylem toplumsal eşitsizliklerin ortadan kaldırılması söz konusu olduğunda sessizliğe bürünmektedir. Böylesi bir sessizlik devlet kapitalizmi uygulayan ve bu yüzden merkez kapitalist ülkelerle siyasi, diplomatik ve askeri sorunlar yaşayan Çin, Rusya gibi devletlerin ilerici görülmesini vazeden Marksistlerin bu ülkelerde yaşanan sınıfsal gerilimler konusunda takındıkları tutumlara da yansımaktadır. Çin’in küresel jeopolitikte yarattığı sarsıntılar ilgiyle takip edilirken işçi sınıfının yoğun hareketliliği bu tür sol kesimlerde hiçbir heyecan uyandırmamaktadır.

Marx’ın List’e yönelik eleştirisi ise onun savunduğu korumacılık ile Prusya burjuvazisinin devlet kalkanı arkasında sermaye biriktirme arayışını ilişkilendirme üzerinde şekillenmiştir. Korumacılık burjuvazinin ülke içinde işçileri sömürmesi ancak diğer burjuvazilerden kaynaklanan rekabetten de korunma isteğinin ifadesidir. Burjuvazi kendisini milli çıkarların somutlaşmış hali olarak örgütleyerek uluslararası rekabete uymak istemediğini ifade etmektedir. Burjuvazi, burjuva toplumunun kurallarına ancak kendi çıkarlarına hizmet ettiği sürece uymayı önermektedir. Özcesi “Başkalarının hayatını feda ettiği bir ilkenin kurbanı olmak istememektedir” (Marx, 1975:280). Yakalama sürecinde yerli işçi sınıfının yoğun sömürüsü makul bir maliyet olarak görülmektedir. Düşük ücretlere, uzun çalışma saatlerine dayalı bir emek rejiminin sürdürülebilmesi ise genellikle baskıcı ve otoriter siyasi rejimler eliyle gerçekleştirilebilmektedir. Ancak devletin sınıflar üstü ve toplumun kolektif varlığının somutlaşmış biçimi olduğuna dair varsayım bu sonucu mesele etmemektedir. Bu bakış açısını neoListçi yazında da takip edebilmek mümkündür (Selwyn, 2009: 168). Kalkınmacılığı sosyalizme ikame eden bir anlayışın Deng Xiaoping ile hemfikir olmaması, “fareyi yakaladığı sürece kedinin renginin önemli olmadığı”na inanmaması beklenemez.

Marksist emperyalizm teorisinin olgunlaşmasında son derece önemli bir rol oynayan Buharin, devlet kapitalizmi kavramını emperyalizm açıklamasında yoğun bir biçimde kullanır. Devlet kapitalizmi, finans kapitalin egemen hale geldiği, sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesinin devlet ile sermayeyi bir ulusal tröst halinde bütünleştirdiği bir safhada ortaya çıkar. Buharin teorisini geliştirirken finans kapital kavramını da geliştiren Rudolf Hilferding’den yoğun bir biçimde etkilenmiştir. Hilferding de emperyalizm ile sermaye birikiminin ulaştığı seviye arasında bir ilişki kuruyordu ve emperyalizmin finans kapital egemenliği altında ülke içinde derinleşen çelişkilerin çözülmesi noktasında sağladığı avantajlara da özel olarak vurgu yapıyordu. Buharin’e göre ekonomik rekabet en üst seviyesine ulaştığında devletler arası rekabet haline dönüşüyordu. Devlet, sermayenin elinde her zaman en önemli hükmetme aracıyken finans kapital ve emperyalist politikaların hüküm sürdüğü dönemlerde önemi çok daha fazla olarak belirginleşmekteydi. Devlet tröstlerinin oluşmasıyla birlikte ülke içindeki rekabet önemini kaybetmekte bu nedenle de dış rekabetin sürdürülmesinde en önemli araç olan devletin aşırı büyümesi kaçınılmazdı. Yüksek ithalat vergileri, ulusal sanayiyi korumanın çeşitli yeni biçimleri, devlet ihalelerinde ulusal şirketlerin öne çıkması, devlet tröstüne bağlı şirketlere gelir garantili iş alanları açılması, yabancı yatırımcıların faaliyetlerinin engellenmesi devlet kapitalizminin öne çıkan içerikleriydi (Bukharin, 1929;124). Emperyalizm döneminde laissez passer, laisser faire ideolojisi kaybolmakta ve emperyalizmin yeni “merkantilizm” dönemi başlamaktaydı. Devlet ile sermaye arasındaki ilişki de dönüşmekteydi, devlet artık egemen sınıfın çıkarlarının vücut bulmuş hali olmanın ötesinde onun kolektif iradesinin ifadesi haline dönüşüyordu. Emperyalist politikalar egemen sınıf içindeki çatlakları tek bir hedefe yönelerek aşma noktasında uygun bir araç oluşturuyordu. Buharin’e göre parlamenter liberal demokrasinin krizi de bu kaynaktan beslenmekteydi. Finans kapitalin burjuvazinin çeşitli fraksiyonlarını tek bir katı çerçeve içinde örgütlemeyi başarması sonucunda egemen sınıf fraksiyonlarının politik nüanslarının uzlaştırılmasını sağlayan parlamento gereksizleştiriyordu. Modern emperyalizm koşullarında demokratik ve liberal hassasiyetler yerlerini monarşik eğilimlere terk ediyordu, bu biçimde yönetebilmek ise zorun öne çıkmasını, diktatörlüklerin zemininin pekişmesini sağlıyordu. “Güçlü bir iktidar” modern burjuvazinin tercihi haline geliyordu (128). Bu tür baskıcı rejim arayışları pre-kapitalist üretim biçimlerinin kalıntılarından kaynaklanmıyordu, tam tersine finans kapitalin oluşumunun ve mutlak iktidarının siyasi yansımalarıydı. Finans kapital dolayısıyla da devlet kapitalisti tröst aşamasına ulaşmış sermaye açısından serbest ticaret taraftarı olmak gibi bir tercih söz konusu olamazdı, bu kapitalizmin varoluş gerekçesi ile aykırı olurdu. Devlet kapitalizmi ulusal ölçekte egemen sınıf içindeki farklılaşmaları ortadan kaldırıyordu. Buharin, yine Hilferding’den yola çıkarak ulusötesi tek bir tröstün (Hardt ve Negri’nin İmparatorluk’una benzer bir biçimde) oluşumunun mümkün olabileceğini kabul eder ancak kapitalizmin konjonktürel kimi ögelerinin buna müsaade etmeyeceğini savlar (140). Emperyalizm, finans kapitalizmin ayrılmaz bir parçasıdır, eksikliği durumunda kapitalist olma vasfını yitirir. Tröstleşmiş sermayenin serbest ticaret politikasını savunması ya da barışçıl genişlemeden bahsetmesi zararlı bir ütopyacı fantezidir. Savaşa kadar ilerleyen uluslararası gerilimler ulusal ekonomilerin kendilerine yeterliliklerini arttırma güdülerini güçlendirir (147). Bu anlamda savaş, devlet kapitalisti üretim ilişkilerinin daha çabuk olgunlaşmasına hizmet etmekteydi. Buharin’in devlet ve sermaye arasındaki kaynaşmayı, devletin ekonomi sahasında göze görünür bir biçimde artan etkinliğini devlet kapitalizmi olarak nitelemesi, bütün bu dönüşümleri devlet sosyalizmi ya da savaş sosyalizmi kavramları ekseninde anlamaya çalışan yorumların yaygınlaşmasına karşı bir yanıttı aynı zamanda, ona göre bu devletçilik biçiminin sosyalizm ile uzaktan yakından alakası yoktu. Ancak Dünya Savaşı’nın ön günlerinde II. Enternasyonal’de yaşanan parçalanma, devlet kapitalizminin farklı ülkelerdeki eşitsiz gelişiminden kaynaklanıyordu. Emperyalist devletler tarafından elde edilen süper-kârların özellikle vasıflı işçilere artan reel ücretler olarak yansıması işçi sınıfının farklı ulusal öbeklerinin de emperyalizme yaklaşımındaki farklılıkları açıklıyordu (165). Engels de daha önce İngiltere’nin dünya ekonomisinin rakipsiz merkezi olmasından sağlanan rantlar ile İngiliz işçi sınıfının tutuculuğu arasında benzer bir mantıkla ilişki kurmuştu.

Aşırı sermaye birikiminin, tekelleşmenin, kâr oranlarındaki düşmesiyle birlikte tasarrufların yatırıma dönüşme hızının düşmesinin her durumda klasik emperyalist politikalara, devlet-şirket kaynaşmasına dolayısıyla devlet kapitalizminin ortaya çıkmasına yol açmayacağı, serbest ticaretin hegemonik bir devlet eliyle küresel sisteme norm olarak dayatıldığı ara dönemlerin varlığı tarafından gösterilmektedir. Klasik emperyalizm tezleri, Marksizm’in ekonomist indirgemeci ve katı bir altyapı-üstyapı ikiliğine dayanan anlayışının izlerini taşımaktadır. Emperyalizm; kapitalizmin serbest rekabetçi döneminin kapanması, sermaye merkezileşmesi ve yoğunlaşması süreçlerinin tekelleri yaratması ile ortaya çıkmış otomatik bir sonuç olarak anlatılmaktadır. Oysa hegemonik devletin varlığında tekeller devlet kapitalizmine ve klasik zora dayalı emperyalist müdahalelere yol açmayabilmektedir. Kimi devletlerin neo-Listçi korumacı sanayileşme politikasına dönük uygulamaları da Güney Kore, Tayvan, Singapur örneklerinde görüldüğü gibi doğrudan emperyalist politikalara yol açmamaktadır. Emperyalizmin klasik biçimlerinin ortaya çıkması küresel hegemonun kapasitesinin zayıflamaya başladığı, kendisini yakalamaya dönük hamleler gerçekleştiren ülkeleri serbest rekabet çerçevesinde durduramayacağını anladığı dönemlerde ortaya çıkmaktadır. Bu dönemlerde tekeller ve devletler arasındaki ilişkiler çok daha belirgin bir biçimde simbiyotik bir görünüm kazanmakta, uluslararası sorunların askerileşmesi olasılığı yükselmektedir. Klasik emperyalizm teorilerinde sömürgeciliğin önemli gerekçelerinden olan ihraç edilen sermayenin korunması (Ülman, 2015: 33), hegemon ülkenin varlığı durumunda klasik emperyalist egemenlik biçimlerini gerektirmeksizin de gerçekleşebilmektedir. Bu açıdan emperyalizmi sadece sermaye birikiminin seviyesinden yola çıkarak açıklayabilmek, konjonktür analizi gerçekleştirmeden tümevarımcı değerlendirmeler yapabilmek mümkün olamaz. Sermayenin dev tekeller biçiminde örgütlenmesi ve sermaye ihracı 1870’lerden bu yana değişmeyen küresel bir olgu olmasına rağmen bunun belli dönemlerde serbest ticarete belli dönemlerde ise devlet kapitalizmine dayalı emperyalist güçler arasında öncelikle zora dayalı mücadelelere yol açtığı açıklanması gereken bir durumdur ve her bir dönem kendi gerçekliği içerisinde analiz edilmeden somut sonuçlar elde edilemez. Emperyalizm son kertede bir ilişkidir ve sermaye birikiminin tek tek ülkelerde ulaştığı seviye açısından ifade edilemez. Özellikle devlet kapitalizminin küresel hegemonun güç kaybı sürecinde yaygınlaşması bu ilişkinin belirleyiciliğini ortaya koymaktadır (Karatani,2014). 

Lenin’in emperyalizm üzerine yazdıkları da büyük oranda Buharin’in tezlerine dayanır. Ancak o devlet kapitalizmi kavramı yerine tekelci kapitalizm kavramını öne çıkarır. Devlet ve Devrim kitabının giriş metninde ise emperyalist savaşın tekelci kapitalizmin tekelci devlet kapitalizmine dönüşümünü hızlandırdığını tespit eder ([1917], 2015). Bu yaklaşım Buharin ile Lenin arasındaki zihinsel yakınlığın bir ifadesi olarak anlaşılır. Ancak Lenin, Hilferding-Buharin yaklaşımının ulusal ölçekte bütün ekonomik faaliyetin tek bir devlet tröstü çatısı altında toplanabileceğine dair öngörüye mesafeli yaklaşır (Sperber, 2019: 105). Devlet kapitalizmi üretimin merkezileşmesi ve kolektifleşmesi anlamında bir ilerleme olarak da gözükür. Lenin devlet kapitalizminin, sosyalizme geçiş için elverişli bir aşama olduğunu da düşünür. Üretimin bu ölçekte merkezileşmiş ve neredeyse planlama ile işleyen bir yapıya bürünmüş olması sosyalist devrime, üzerinde çok daha kolaylıkla yükselebileceği bir zemin sunar.

Sonuç olarak birinci dalganın devletçi politikalarının ana aracı ise gümrük tarifeleriydi. Gelişmiş merkeze karşı iç piyasayı korumak, seçici politikalar aracılığıyla belli sanayileri geliştirmek, merkezi teknik seviye ve üretim ölçeği olarak yakalamak politikaların temel amacıydı. Bu dönemi 19. yüzyıl ortalarından I. Dünya Savaşı sonrasına kadar takip edebiliriz.

İkinci dalga ise 1929 Büyük Buhranı sonrasında açılır ve II. Dünya Savaşı’nın sonrasında yaşanan kapitalizmin altın günlerini de kapsayarak 1980 sonrasında güçlenen neoliberal hegemonyanın tam olarak etkinliğini kurduğu günlere kadar devam eder. Bu dönemde devlet müdahalesi çok daha geniş bir alanı düzenlemeye yönelir. Bu müdahaleye, o veya bu biçimde hayata geçirilen bir planlama da eşlik eder. Birinci dalgaya, piyasa ilişkilerinin devletin gözetiminde, geride kalan kapitalist ülkelerin merkeze yetişmesi için kullanılması ana karakterini verirken bu dönemin temel motifi ise piyasanın aşırılık ve kimi yetersizliklerinin devlet eliyle yeniden düzenlenmesi ve denetlenmesidir. Talep yönlü iktisadi politikalar ve tam istihdam ana prensibi döneme damgasını vurur. Bu politikaların çerçevesini çizen ise J.M.Keynes’in görüşleri olmuştur. İkinci dalganın devletçiliği diğerlerine kıyasla çok daha belirgin bir biçimde piyasanın aşırılıklarını kontrol altına alma eğilimi göstermiştir. Bunun sebebi ise döneme damgasını vuran jeopolitik ve sınıflar arası güç dengeleridir. Bu dönem, kapitalizmin belirgin bir biçimde sosyalizm seçeneği ile karşı karşıya olması ile diğer dönemlerden ayrışır. Devletler arası rekabet temel özelliklerini korusa da farklı toplumsal modeller ve öncelikler arasında bir görünüm kazanmıştır. Bu sistemsel rekabet sadece dışsal bir olgu değildir, sosyalizmi savunan son derece güçlü komünist partiler ve işçi sınıfı örgütlenmeleri tehdidin merkezlerde daha fazla algılanmasına yol açıyordu. Bu tehdidin ortadan kaldırılmasının bir yöntemi olarak ortaya çıkan faşizm ise sosyalist devrim riskini konjonktürel olarak ortadan kaldırsa bile I. Dünya Savaşı’nda kapatıldığı düşünülen hesaplaşmayı yeniden gündeme getirerek bir dünya sistemi olarak kapitalizm açısından çok daha büyük bir istikrarsızlık kaynağı haline gelmişti. II. Dünya Savaşı sonunda sosyalizmin etki alanının fazlasıyla genişlemesi ve Asya’da Çin Devrimi’nin gerçekleşmesinin de belirleyici etkisiyle piyasanın aşırılıklarının törpülendiği, devletin geliri yeniden dağıtan birtakım mekanizmaları hayata geçirdiği, işçi sınıfının düzen değişikliği talep eden partileri ezilirken reformist taleplerinin ise büyük oranda karşılandığı, tam istihdam hedefini ve ulusal kalkınmayı merkeze alan bir merkez politik çizginin meşruiyet kazandığı bir devlet kapitalizmi dönemi yaşandı. Bonapartizm ve faşizm günlerinde ekonomik iktidarı korumak için siyasi iktidardan taviz verilirken ikinci dalga günlerinde de siyasi iktidarı ve istikrarı korumak adına ekonomik iktidar kısmen paylaşıldı.

Eşitsiz birleşik gelişimin savaş sonrası evresinde örneğin Sovyet iktidarı ve prestiji sadece sömürgelerin bağımsızlaşmasını teminat altına almak ve yeni bağımsız ülkelerde birleşik gelişimi desteklemekle kalmadı, gelişmiş endüstriyel güçlerin yurtiçi politik ekonomilerinde de tarihsel bir gelişimi kolaylaştırdı. İşçi sınıflarının genel oy hakkını kazanması 20. yüzyıl başlarında yüksek işsizliği kabul edilemez bir politik seçenek haline getirdi ve devletleri ekonominin yönetimiyle çok daha fazla ilgilenmek zorunda bıraktı. Artık, işçi sınıfının mücadelesi ücretleri yükseltti. İç piyasalar genişledi; bu da sömürge piyasalarının kaybedilmesinin tam zamanında yetişen bir ikamesi oldu (Desai, 2013: 93).

Devlet ile sermaye arasındaki yakınlaşmanın tek bir zorunlu biçiminin olamayacağı, devlet kapitalizminin dönemin belirleyici güç ilişkilerinden bağımsız olarak belirlenmiş özsel bir içeriğe sahip olamayacağı da farklı dalgaların ortaya çıkardığı modellerin çeşitliliği içinde takip edilebilir. Poulantzas’ın devleti güç dengelerinin maddileşmiş bir biçimi olarak okuma arayışı da bu dönemin kendine özgü yapısından ve güç dengelerinden beslenmiştir.

Bu ilişkiler devlet ile ekonominin bazı bilinç dışı “yasaları” arasındaki ilişkiler olarak ele alınamaz; aksine bunlar üretim ve sömürü ilişkilerinin tam bağrına yerleşmiş sınıf mücadelelerine doğrudan geri götürür. Devletin krizini ekonomi ve ekonomik krizle ilişkisi bakımından anlamak, son tahlilde, ekonomik mücadele (ekonomik kriz) ile politik sınıflar mücadelesi (politik kriz) arasındaki ilişkileri anlamak ve sınıf çelişkilerinin devlet aygıtının tam bağrındaki yansımalarının hareket tarzını anlamak demekti (Poulantzas, 2010: 421)

Üçüncü dalganın birinci dalga ile benzerlikleri çok daha fazladır. Devletin piyasaya ve şirketlere alternatif oluşturarak değil onları destekleyerek ve belli oranda da kontrol altında tutarak kalkınmanın sağlanması temel amaçtır. Çin’in 1978 sonrasında girdiği reform süreci devletin belirleyici olduğu ancak piyasalara da giderek çok büyük bir alan açtığı bir sentezin oluşmasına yol açtı. Bu sentezin oluşmasında Çin Komünist Partisi’nin tarihsel gelişiminin getirdiği kimi özgün boyutlar bulunsa da gerçekte model büyük oranda Singapur ve Güney Kore’deki uygulamaları öne çıkan kalkınmacı devlettir. Çin’in kapitalizm ile eklemlenme sürecinin merkez ülkeler açısından beklenen sonuçları doğurmamış olması günümüzde devlet kapitalizmi tartışmalarının yeniden alevlenmesini sağlayan en önemli etkendir. Beklenen sonuç Çin’de kapitalizmin gelişmesiyle birlikte devletin ekonomideki rolünün de giderek piyasa tarafından teslim alınacağı yönündeydi. Komünist ülkelerdeki dönüşüm sonrasında hızlanan demokrasinin üçüncü dalgası sürecinde Çin’de de tek parti iktidarının çözüleceği beklentisi çok artmıştı. Ancak iktisadi reformlara 1978 gibi oldukça erken bir dönemde başlayan, Batı ile ilişkilerini normalleştiren, tarım komünlerini dağıtarak kırlarda ortaya çıkan işgücü fazlasını büyük bir hızla ihracat için üretim yapan ülkenin güneyinde kurulan serbest bölgelere ve kırsal sanayilere yönlendiren Çin Komünist Partisi, 1989’da yaşanan Tiananmen Olayları sırasında kendi içinde kimi gelgitler yaşasa da son kertede Deng Xiaoping’in partinin sol kanat lideri Chen Yun ile birlikte davranmasıyla sokak hareketlerini ezdi ve siyasi açılıma müsaade etmedi. Deng, iktisadi olarak açılımı üretici güçlerin geliştirilmesine dönük bir çerçeveye oturtuyordu, temel amaç Çin’in kalkınmasıydı ve bu da partinin mutlak iktidarından vazgeçilmesini gerektirmiyordu. Bugün Çin’de kapitalist üretim ilişkileri büyük oranda gelişmiş olsa da devletin ekonomi içindeki belirleyici ağırlığı da hala büyük oranda korunmaktadır. 1978 öncesinde devlet mülkiyetindeki işletmelerin ülkenin toplam sanayi üretimi içindeki payı %100’e yakınken, bu oran 1998 itibariyle %50, günümüzde ise %20’lere kadar gerilemiştir. Toplam katma değer üretimi açısından en büyük %1 şirketin 1998’de %40’ı özel şirketken 2007’de %65’e yükselmiştir. 2017 yılı itibariyle toplam üretim cinsinden hesaplanan GSMH içinde devlete bağlı işletmelerin payı %20’nin altındayken devlet şirketlerinde ve kolektif mülkiyete ait işletmelerde çalışanlar toplam kırsal ve kentsel istihdamın %9’unu oluşturmaktadır (Milanovic, 2019: 88). Buna karşılık devletin ekonomi üzerindeki etkinliğini ortaya koyan birçok veri de bulmak mümkündür. Dünyanın en büyük şirketlerinin sıralandığı Fortune Global 500 listesinde yer alan 115 Çin şirketinin sadece dört tanesi özel şirkettir. State Grid, Sinopec ve China National Petroleum (CNPC) ise listenin ilk beşi içinde yer alan devlet şirketleridir. Önemli bankaların neredeyse tamamı devletin kontrolündedir. Volvo, Syngenta, Smithfield Farms, Pirelli ve Kuka Robotics gibi kimi küresel firmalar ve Mercedes Benz’i üreten Daimler firmasının %10’u da Çin devleti tarafından satın alınmıştır. Ekonominin belirleyici noktaları üzerindeki devlet hâkimiyetinin yanı sıra özel şirketler üzerindeki devlet yaptırımları çoğu zaman müsadere görüntüsü verebilecek uygulamalara yol açmaktadır. Xi Jingping döneminde devletin özel sektör üzerindeki belirleyiciliğinin giderek arttığı söylenebilir (Smith, 2020). Bu haliyle Çin, neoliberal uygulamalarla devletçiliğin, kalkınmacı devletin olağan biçimlerini dönüştüren özgün bir sentezine ulaşmış görünmektedir (McNally, 2020: 282). Devlet kapitalizminin yükselen üçüncü dalgasının Çin’de yaşanan süreçlerden bağımsız tartışılıp anlaşılabilmesi mümkün değildir. Çin kapitalist dünya ile eklemlenme sürecini devlet aracılığıyla yönetmiştir. Bir yandan ticari olarak serbestleşir ve Dünya Ticaret Örgütü’ne üye olurken diğer taraftan sermaye hareketleri üzerindeki mutlak denetiminden hiçbir zaman vazgeçmemiştir. Kırsal nüfus büyük bir hızla proleterleşirken ülke içindeki eşitlikçi yapı hızla bozulmuş ancak sanayi de büyük bir hızla modernleşmiştir. Devlet düzenlemesiyle neoliberal uygulamaların bu özgün sentezi Çin’i hem 1997 Asya hem de 2008 küresel krizleri karşısında en az etkilenen ülke yapmayı başarmıştır. Pandeminin doğduğu ülke olmasına rağmen 2020 ikinci çeyreğinde yeniden ekonomik büyüme rayına giren Çin, merkezin dikte ettirdiği küreselleşmeye seçici bir biçimde uyum sağlayarak son derece avantajlı bir konuma gelmeyi başarmıştır. Bu durumun neoliberal modele bir alternatif görüntüsü vermesi kaçınılmazdır (Breslin, 2011: 1327). Çin’in güçlenmesi ve küreselleşmeyi ABD’nin küresel hegemon kapasitesinin giderek kaybına yol açan bir sürece dönüştürmesi devlet kapitalizmini 2010’dan itibaren yeniden dikkat çekici bir tartışmanın odağı haline getirdi.

Sovyetler Birliği’nin çözüldüğü ve Washington Konsensusu’nun büyük bir özgüvene sahip olduğu yıllarda gerçek bir seçenek olarak algılanmayan devlet kapitalizmi, bir post-neo liberal dönemin açılışı olarak da okunabilecek 2008 krizi sonrasında dikkat çekmeye başladı. Çin’deki sosyoekonomik yapının aşamalı bir biçimde Batı kapitalizmi ile uyumlu bir yapıya dönüşeceğine dair iyimser beklentilerin yerini belirgin bir tehdit algısına bırakması ile eş zamanlı olarak kavramı esas alan değerlendirmeler artmaya başladı. Yeni dönemde ortaya atılan ilk tanımlardan birisine göre devlet kapitalizmi, devletin en etkin ekonomik aktör olarak işlediği ve piyasaları politik kazanç elde etmek için değerlendirdiği bir sistemdi (Bremmer, 2009:41). Bu araştırmalara göre serbest piyasa ve devlet kapitalizmi arasında giderek belirginleşen ayrımlar, iki ekonomik model arasında yüksek riskler yaratan bir rekabete yol açıyordu. Bu rekabetin aynı zamanda liberal demokrasinin geleceği açısından da bir tehdit olarak algılanması gerekiyordu (Bremmer, 2010). Devlet kapitalizmi dört temel aktör aracılığıyla işlevsellik kazanıyordu. Bunlar ulusal petrol şirketleri, devlet mülkiyetindeki şirketler, özel mülkiyet statüsündeki dev ulusal tekeller ve bağımsız varlık fonlarıydı (Bremmer, 2009). Devlet kapitalizminin otoriter (Çin, Rusya, Mısır, Vietnam) ile demokratik (Brezilya, Endonezya vs.) olanları arasında farklılıklara dikkat çekilirken otoriter olanların yenilikçilik, girişimcilik, bireycilik ve demokrasi gibi serbest piyasa ekonomisinin en olumlu özellikleri için tehdit oluşturduğu belirtiliyordu. Demokratik devlet kapitalizmleri bireysel ekonomik ve politik özgürlüklerle bir arada var olabilse de son kertede bu ülkelerin küresel üretim içindeki paylarının giderek artması ve bu sayede uluslararası kurumlarda daha etkin güçler haline gelmeleri serbest piyasaya dayalı paradigmaya alternatif teşkil ettikleri için küresel ölçekte siyasi ve iktisadi istikrara tehdit oluşturacaktı (Kurlantzick, 2016). Devletin çoğunluk ya da azınlık hissesine sahip olduğu şirketlerin piyasa kuralları çerçevesinde hareket ederek ama bir yandan da devletin sağladığı ucuz kredi ve özel teşviklerden yararlanarak hem ulusal hem de küresel piyasalarda etkinlik kazanması da devlet kapitalizmi üzerine güncel yazının yoğunlaştığı alanlardan birini oluşturmaktadır. Devlet ile özel mülkiyet arasındaki sınırların flulaştığı, bir taraftan piyasa mantığına göre hareket eden diğer taraftan da devlet tarafından benimsenen ulusal hedefleri gerçekleştirmeye yönelen kurumların çeşitliliği de artmaktadır ki Varlık Fonları da bu çerçevede düşünülebilir. 2005 ile 2017 arasında Varlık Fonları’nın sayısı 50’den 92’ye yükselmiştir ve kontrol ettikleri sermaye büyüklüğü ise 7,5 trilyon dolara ulaşmıştır (Alami ve Dixon, 2020: 71). Devlet mülkiyetindeki işletmelerin iktisadi olarak başarısız olmaya mahkûm olduklarına dair neoliberal dogma da bu gelişmelerle etkisini kaybetmekte görünmektedir. Çünkü söz konusu şirketlerin küresel piyasalardaki etkinlikleri giderek güçlenmektedir ve gelişmekte olan ülkelerin merkezi yakalamasının önemli araçları olarak işlemektedirler (Ozawa, 2014:51). ABD’nin Huawei şirketi ile yaşadığı gerilim hem bu şirketlerin ekonomik etkinliğini hem de merkez ülkelerde yarattığı kaygı durumunu sergilemesi açısından öğreticidir. Devlet kapitalizminin bu yeni dalgasını öncekilerden ayıran en önemli boyut, “üçüncü nesil geç kalkınanların” bütünlüklü bir merkezi planlama aygıtı tarafından yönetilmemeleri ve sadece kendilerini küresel piyasaların rekabetinden koruyarak değil de kimi kapsamlı ve iyi çalışılmış politikalar çerçevesinde kendilerine küresel piyasa içinde yer açmaya çalışmalarıdır (McNally, 2012). Devlet kapitalizminin yükselişi ve süreklilik kazanması, bu çerçevede geliştirilen kurumsal altyapının ve politikalar bütününün finansal küreselleşme koşullarında istikrar kazandırıcı bir işleve sahip olmasıyla da açıklanmaktadır. Makroekonomik ve finansal çalkantı koşullarında özellikle performans meşruiyetine muhtaç rejimler açısından devlet kapitalizmi, siyasi rejimin korunmasına hizmet etmektedir (Carney, 2015). Devletin ekonomik etkinliğinin artmasını Bremmer ve Kurlantzick gibi piyasa mantığına aykırı gelişmeler olarak okuyan bakış açısına karşılık bu olguyu, kısmen Polanyi’nin ikili hareketinden ürettikleri bir yaklaşımla, toplumların kendilerini ve aynı zamanda piyasa ilişkilerinin sürekliliğini küresel ölçekte yaşanan yüksek risklere karşı koruma altına alma girişimi olarak okuyan bir yaklaşım da mevcuttur (Haberly ve Wojcik, 2017). Devlet kapitalizmi eliyle sosyal güvenliğin ve ulusal bağımsızlığın korunmasının bu çağdaş biçiminin küresel ekonomik entegrasyona veya piyasacı disipline etme ve düzenleme yapılarına bir karşıtlık içerisinde gerçekleştirilmediğinin özellikle altı çizilmektedir. Özellikle çalışma rejimleri açısından devlet kapitalizmi uygulamalarının hiçbir kendine özgü yanının bulunmaması da kendisini karşıtlık biçiminde ortaya koyan bu tamamlayıcı uyumun bir ifadesi olarak ele alınabilir.

Bu karşıtlık ve tamamlayıcılık durumu Çin ve ABD arasındaki çelişkinin boyutlarının ele alınma biçimleriyle büyük bir uyumluluk içermektedir. İlk bakışta muazzam bir karşıtlık ve iki alternatif halinde duran bir yapılar bir yandan da varlıklarını ve yeniden üretimlerini büyük oranda birbirlerine borçlu görünmektedirler. Bu kaynaşma Çin’in dünyanın fabrikası, ABD’nin de teknoloji geliştirme merkezi olarak oluşturdukları bütünleşik yapının Çinamerika olarak isimlendirildiği değerlendirmeleri mümkün kılacak seviyededir. Pandemi sonrasında küresel meta ve tedarik zincirlerinin kısalacağı ve Çin’in içine kapanmak zorunda kalacağına dair ayrışma (decoupling) tezleri ortalığı kaplamasına rağmen bu konuda somut adımların atılması kolay görünmemektedir. Trump döneminde yaşanan ticaret savaşları sonrasında Çin’in en çok etkilendiği sektörler olan bilgisayar ve tablet üretiminde küresel tedarik zincirindeki payı %4 azalmasına rağmen bu alanda üretimin %45’i hala Çin’de gerçekleşiyor. Cep telefonu üretiminde %54, mobilyada %34, konfeksiyonda %28 ve elektrikli ev aletlerinde %42’lik pay ile Çin, zincirlerin merkezi lokasyonu olma konumunu sürdürüyor. Benzer biçimde Çin’in de her ne kadar teknoloji üretiminde önemli bir mesafe kat etmiş olsa da ABD kökenli teknolojiye hala büyük oranda bağlı olduğu belirtilmektedir. Finansal olarak da ABD yaptırımlarının Çin’e zarar verebilme kapasitesi oldukça yüksek görünmektedir (Weber, 2020). Çin’de faaliyet gösteren 346 Amerikan şirketinin görüşlerine başvurulan ve Şanghay’daki Amerikan Ticaret Odası’nın anketine göre, Çin’de faaliyet gösteren Amerikan şirketlerinin sadece %4’ü üretim merkezlerini ülkelerine taşımak üzere kapatmışlar, %70’i ise böylesi bir plana sahip değil (Sak, 2020). Neoliberalizm ile devlet kapitalizminin ne kadar birbirinin tamamlayıcısı ne kadar da birbirinin alternatifi olduğu üzerine bu iç içe geçmişliği esas alarak da değerlendirme yapılabilir. Devlet kapitalizmi, devlet-toplum ilişkilerinde köklü bir dönüşüm anlamına gelmekten ziyade görece geri kalmış ülkelerde hızlı bir yakalama stratejisi ya da yakalanma tehdidi altındaki merkez ülkeler tarafından bir savunma ve rakipleri yavaşlama stratejisi olarak işlev görmektedir. Neoliberalizmin ve küreselleşmenin alt sınıflar açısından ortaya çıkardığı tahribatı telafi edebilecek, eşitsiz servet dağılımını yeniden düzenleyecek, bir metasızlaştırma politikası ile temel hizmetleri daha kolay ulaşılabilir hale getirecek bir düzenlemeye açık değildir.

Pandemi sonrasında özellikle kamusal hizmetlerin özelleşmiş olduğu merkez ülkelerde yaşanan büyük tahribat devletin bir kamusal hizmet sağlayıcısı olarak daha etkin bir rol oynamaya başlayabileceğine dair beklentileri yükseltti. Ancak devletlerin müdahaleleri daha ziyade şirketlere dönük kurtarma operasyonları noktasında ağırlık kazandı. Şirketlere aktarılan devasa kaynaklar büyük oranda ABD borsasına yönelerek hisse senedi ve tahvil piyasalarının yeni rekorlar kırmasına yol açtı. Ancak ekonomik krizin özellikle birçok işyerinin kapanmasına, işsizliğin rekor seviyelere yükselmesine, ABD ve İngiltere gibi ülkelerde yoksulluğun artması sonucunda yemek bankalarına olan talebin artmasına dönük etkileri bertaraf edilemedi. Pandemi özellikle sağlıklı barınma ve beslenme olanaklarına ulaşımı yetersiz olan toplumun en kırılgan kesimlerinde büyük bir yıkıma yol açtı (Dean,2020:42). Devletlerin neoliberal işleyişi dönüştürmek için değil onu yeniden üretmek için ekonomiye daha fazla müdahil olmasının alt sınıflar açısından olumlu yönde belirgin bir farklılık yaratamayacağı açıktır. Almanya, ABD, İngiltere gibi merkez devletler ulusal şirketlerle devlet kapitalizmi çerçevesinde anlaşılabilecek, serbest ticareti birçok açıdan sınırlayan ilişkiler geliştiriyorlar. Almanya Çin devletine ait firmaların Avrupa’ya dönük yoğunlaşan yatırımları sonrasında yabancı şirketlerin yapacağı şirket alımlarına sınırlar getirmeye başladı. Almanya Ekonomi Bakanlığı özellikle ileri teknoloji şirketlerinden %10 ve daha fazla hisse alındığında hükümetin süreci takip izni olmasına dair düzenleme yapmaya hazırlanıyor. Pandemi öncesinde Fransa’nın ülkede faaliyet gösteren dijital şirketlere %3 vergi koymak istemesi sonrasında ABD hükümeti şampanya ve peynir gibi Fransız ürünlerine %100 vergi koyma karşılığını vermişti. İtalyan devleti de hükümete kimi sektörlerde şirket satın almalarını veto etme yetkisi vermeye hazırlanıyor (Ercan, 2020).

Devlet kapitalizminin üçüncü dalgasının öncekilerle arasında önemli farklılıklar var. İlkinde sanayileşmiş merkezleri yakalama hedefine sahip ülkeler yurtiçindeki bebek sanayileri korumak için iç piyasalarını sıkı bir biçimde koruyarak ve toplam iç talebe dayanarak endüstrileşmeye ve merkezleri yakalamaya çalışmışlardı. Oysa günümüzde kalkınmacı devlet uygulamaları küreselleşmeyi, çok uluslu şirketleri etkin araçlar olarak kullanarak ve esas olarak dünya piyasalarındaki talebe dayanarak üretim yapılarını modernleştirip geliştirdiler. Bugün Çin, ABD’nin korumacı önlemleri savunması ve Çin’e doğrudan yatırımları kısıtlama girişimleri karşısında Davos toplantılarında küreselleşmenin savunuculuğunu üstleniyor. Doğrudan yabancı sermaye yatırımları yine birinci dalgadan farklı olarak önemli bir modernleşme ve kalkınma aracı olarak kullanılıyor. Varlık Fonları’nda birleştirilen ulusal kaynaklar dünya finansal piyasalarında değerlendirilmeye çalışılıyor. Bugün içinden geçtiğimiz evreyle birinci dalga arasındaki en önemli benzerlik ise köklü bir piyasalaşma eleştirisine dayanmaması ve esas olarak küresel sermaye grupları arasındaki eşitsiz ve birleşik gelişimin ortaya çıkardığı ihtiyaç farklılaşmasından türemesidir. Japonya’nın bir Asya ülkesi olarak Meiji reformları sonrasında Friedrich List’in ulusal kapitalizm görüşünden etkilenerek gerçekleştirdiği erken sanayileşme Asya’daki diğer ülkeler açısından da önemli bir model oluşturdu. Japon emperyalizminin Çin ve Kore başta olmak üzere II. Dünya Savaşı’nda daha da geniş bir coğrafyaya yayılan sömürge imparatorluğu devletin kalkınma sürecinin en etkin aktörü olduğu bir sanayi politikasının izlerini geniş bir alanda bıraktı (Shin, 1998). ABD’nin Soğuk Savaş koşullarında bölgedeki kendi ortaklarına sağladığı kimi iktisadi olanakların, bu devlet-dev sanayi tekelleri bileşimince (Bukharin’in “devlet tröstü” tanımına oldukça uygun bir biçimde) kalkınmanın temel motoru rolünü oynayabilmesini mümkün kılması Güney Kore, Tayvan ve Singapur’da ortaya çıkan kalkınmacı devlet modelinin Çin tarafından 1978 sonrasında başlayan reform sürecinde belli modifikasyonlarla ele alınmasına olanak sağladı. Üçüncü dalga ile birinci dalga arasındaki zamanları aşan bağın böylesi bir ilişkilenme kanalı olduğunu da görebilmek mümkündür. Çin, kendi sıra dışı siyasi yapısına (komünizm ve sınıfsız toplum hayalinden de jure olmasa da de facto ve belirgin bir biçimde kopmuş bir komünist parti iktidarı) ancak sürekli ve yüksek hızla büyümenin sağladığı bir performans meşruiyeti ile rıza üretebilirdi. Çin’in diğer komünist ülkelerin 1990’da yaşadığı çöküşten uzak kalabilmesinde de önceki 10 yıl içinde kırlarda yaşanan gelir artışının çok önemli bir etkisi olmuştur. Ekonomik performansın sağladığı rıza artık dünyanın ikinci büyük ekonomisi olmanın getirdiği mali ve teknolojik olanaklarla inşa edilen bir gözetim toplumunun sağladığı yönetme kapasitesi ile de destekleniyor. Çin’in küresel sermayenin önemli bir kesimi için sağladığı süper kâr olanaklarının merkez kapitalist ülkelerde uzun süreli bir ekonomik yavaşlama,“Japonyalaşma” ve yüksek işsizlik yaratması ise istihdama dayalı güvence sistemlerinin tamamen işlemez hale gelmesine, hizmet sektöründe ortaya çıkan yeni istihdam kapasitelerinin ise eğreti, süreksiz ve düşük gelirli nitelikleriyle bu ülkelerin alt ve orta sınıflarında artan bir geleceksizlik duygusu yaratmasına yol açmıştır. Merkez solun neoliberal politikalarla tam uyumu sonrasında likide olması, sosyalist ve komünist hareketlerin ise 1989’de yaşanan çöküş sonrasında ikna edici ve örgütleyici bir program ortaya koyamaması oluşan boşluğun sağ popülist hareketler tarafından doldurulabilmesini mümkün kılmaktadır. Sağ popülist hareketler de devlet kapitalizmi politikalarıyla yakınlaşma eğilimindedir. Bunların da istihdam dışına itilmiş tabanlarından destek görebilmeleri büyük oranda yüksek büyüme rakamlarına ve istihdam yaratabilme kapasitelerine bağlı olmaktadır. Sağ popülizmin egemen sınıfın çeşitli fraksiyonlarıyla işçi sınıfının özellikle en güvencesiz kesimleri arasındaki bağ kurabilme kapasitesi, egemen sınıfların zaman zaman karşıtlık içine düştüğü kimi kesimlerinden dahi rıza devşirebilmesinin en önemli koşuludur. 2008-2018 yılları arasında uygulanan ABD ve AB Merkez Bankaları tarafından hayata geçirilen nicel kolaylaştırma sonrasında büyüme için gerekli fonları küresel piyasalardan rahatlıkla temin edebilen sağ popülist iktidarlar, bu kaynakların daralmasıyla birlikte büyümeyi devam ettirebilmek adına devletin elindeki mali olanakları seferber etmeye, sermaye hareketleri üzerinde sınırlı da olsa kimi müeyyideler uygulamaya, kurdukları Varlık Fonları aracılığıyla ekonomiye etkin bir aktör olarak müdahale etme araçları geliştirmeye çalışmaktadırlar. Burada alt ve orta sınıfların tepkisi kendi talepleri ekseninde bir dönüşüm programına eklemlenemediği oranda egemen sınıf fraksiyonlarının arasındaki mücadelelerde kaldıraç görevi görmektedirler.

İkinci dalga ile diğer ikisi arasındaki temel farka sebep olan olguyu burada yakalayabiliriz. Devlet kapitalizminin ikinci dalgası, piyasanın işleyişinin aşırılıklarını denetim altına almaya dönük kimi boyutlar taşıyan, kapitalizmin ancak aşırılıklarını ve yetmezliklerini törpüleyebildiği oranda yaşayabileceğini, devlet müdahalesi olmaksızın bunun mümkün olmayacağını savunan bir paradigma değişimine dayanıyordu. Bu anlamda kapitalizmin üç devletçi dalgasından Polanyici manada bir ikili hareket dinamiği sergileyen, toplumun piyasaları yeniden kendi denetimi alabilmek amacıyla kimi kurumlar inşa etmesine sahne olan tek örnek ikinci dalgadır. Bunun yaşanması ise tamamen 1929 Büyük Depresyonu sonrasında yaşanan kritik kırılma anında öne çıkan güçler dengesinin bir sonucudur. Sovyetler Birliği’nin hayata geçirdiği planlamayla ilgi odağı haline geldiği, Avrupa’da yükselen faşizmin komünist hareketi ezme kapasitesine rağmen küresel sistem açısından olağanüstü istikrarsızlaştırıcı bir tehdit haline dönüşmesi, solun yaşadığı yenilgi ve krizlere rağmen işçi sınıfı hareketinin yakın geçmişinden getirdiği örgütlülüğü ve planlama ve özel mülkiyet karşıtlığında görünürlük kazanan net ekonomik programı bu güç dengesinin oluşumunda etkin olan temel faktörlerdi. İngiltere’nin de facto olarak boşalttığı küresel hegemon konumunun boşluğu da 1929 sonrası konjonktürün çok hızlı bir biçimde kaosa dönüşebilmesini mümkün kıldı ve bu kaotik ortam da piyasa toplum ilişkisi açısından paradigmatik bir dönüşümün olanağını yarattı.

Bugün pandeminin genelleşmiş ekonomik durgunluk ile rezonans halinde yarattığı devasa toplumsal sorunların varlığının devlet kapitalizminin ikinci dalgasındakine benzer sonuçlar ortaya çıkarabilmesi, sermaye ilişkisinin aşılmasını esas alan bir program ekseninde etkin bir güç haline dönüşen alt ve orta sınıfların yokluğunda imkansızdır. Çözülmekte olan neoliberal hegemonya, kendisini aşabilecek kapsamlı bir post-neo liberal program ve hareketin yokluğunda zombileşerek de olsa varlığını sürdürmeye devam edecektir. Solun yıpranmış ve alt sınıflar nezdinde karşılığı kalmamış görünen iktisadi programını güncellemesi ve bu program ekseninde alt-orta sınıfların otonom toplumsal hareketinin yükselmesi nasıl gerçekleştirilebilir?

Tam bu noktada neoliberalizmin en önemli yönetme tekniği olarak güvencesizleştirme dikkat çekmektedir. İşçi sınıfının politik etkinliğinin zayıflamasında endüstrisizleşme, yeni istihdam biçimlerinin eğretiliği, artan işsizlik, otomasyonun işçi sınıfının kolektif varlığını zayıflatacak yönde gelişmesi önemli etkenler olarak ortaya çıkmaktadır ve bunların kümülatif sonucu güvencesizleşmedir. Pandemi koşullarının yarattığı belirsizlik, güvencesizleşmenin yarattığı tahribatı daha da büyütmekte ve kronikleştirmektedir. Ekolojik krizin ulaştığı boyut ise güvencesizleşme koşullarının daha fazla ekonomik büyüme ile aşılmasını olanaksız kılmaktadır (Hickel, 2020). Diğer yandan otomasyonun istihdamın üzerinde ne yönde etkiler yaratacağı hala tartışmalı olsa da viral enfeksiyonların artmasının, virüslerden etkilenmeyen robotların üretim süreçlerinde daha fazla işçiyi ikame edeceği rahatlıkla tahmin edilebilir.  ABD SNP-500 borsasında beş yüksek teknoloji şirketinin borsada işlem gören kağıtların toplam değerinin %20’sini oluşturması da otomasyonun üretim süreçlerinde yaygınlaşmasının dolaylı da olsa bir yansımasıdır. 2010-2020 arasında endüstriyel robotların sayısı yaklaşık üç kat artmıştır ve pandeminin bu süreci destekleyeceği düşünülmektedir (Bloom, Prettner, 2020).

Güvencenin aksine güvencesizleşme tarihsel olarak kapitalizm ile yaşıt bir kavramdır ve 17. yüzyıldan bu yana kullanımdadır (Taylor, 2020). Toplumun geniş kesimlerinin üretim araçlarından kopması, gelir elde etme ile çalışma arasında mutlak bir bağın kurulması, yaygın metalaşma ve müştereklerin çitleme yoluyla kamusal özelliklerini kaybetmesi gibi olgular güvencesizliği yaygınlaştıran temel eğilimleridir. Yaygın bir metalaştırma aracılığıyla etki alanını genişleten neoliberalizmin güvencesizliği yıkıcı sonuçlar yaratacak biçimde geliştirmesi 2008 sonrasında yaşanan toplumsal patlamaların, bu patlamaların tedirgin ettiği egemen sınıfların sığındığı otoriterleşmenin ve neo-faşizm dalgasının arkasındaki temel belirleyici güçtür. Bu gücün yeni bir paradigma yaratacak biçimde neoliberal hegemonyayı aşacak bir programatik çerçeve kazanamaması pandemi ile daha da görünür hale gelen kalıcı krizin olumlu biçimde aşılmasının önündeki en büyük engeldir.

Pandeminin özellikle işsizliği arttırması sonrasında birçok merkez ülkede yabancı düşmanlığının kışkırtılması, bu politikadan medet uman sağ popülist güçlerin ön plana çıkması da beklenmelidir. Pandeminin özellikle Latin Amerika ve Afrika’da yaygınlaşması ve gıda krizi, küresel göç hareketlerini daha fazla tetikleyecektir.

Krizin beklenen sonuçlarından bir tanesi de küresel meta zincirlerinin kısalması olarak düşünülmektedir. ABD-Çin arasındaki gerilimin hangi seviyelere ilerleyeceği bu konuda belirleyici olacaktır, ancak yukarıdaki sermaye hareketleri ile ilgili verinin de gösterdiği gibi bu konuda büyük bir ilerleme, Çin’in dünya ekonomisinden yalıtılmasının işaretlerinin ortaya çıktığı söylenemez. Ancak küresel ticaretteki yavaşlama sonrasında en azından belli sektörlerde yurtiçi üretimin teşvik edilmesi gibi önlemlerin özellikle aşı bulunmasının gecikmesi ile daha ciddi olarak hayata geçirileceği düşünülmelidir. Bu arada Çin’de ihracat sektörünün GSMH’nin %17’sine gerilediğini, Xi Jingping döneminde Çin’de iç talebin gelişmesine dönük yatırım ve politikaların ön plana çıktığını, işçi ücretlerinin ise saatte 5.8 dolarla Türkiye ile aynı seviyeye ulaştığını ve Meksika’da saatlik ücretlerin 1.4 katına ulaştığının altını çizmek gerekmektedir (Yeldan,2020). Bank of America’nın araştırmasına göre ABD’li ve Avrupalı şirketlerin üretimi Çin dışına çıkarmalarının maliyeti beş yılda 1 trilyon doları bulabilecektir. Aynı çalışmaya göre küresel ölçekte üretim yapan şirketlerin %80’i tedarik zincirinde aksaklıklar yaşadıklarını belirtmişlerdir. Trump 18 Ağustos 2020’de fabrikalarını Çin’den ABD’ye taşıyacak şirketlere vergi indirimi sağlamayı taahhüt etti. Şirketlerin tedarik zincirlerinde kısa vadede köklü değişiklikler yapmaya ikna edilmeleri “normalleşmenin” gecikmesiyle çabuklaşabilir.[3]

Yine cansız emeğin üretim süreçlerinde canlı emeği ikame etmesi olarak anlamlandırılabilecek otomasyonun pandemi sonrası dünyada yaygınlaşmasını destekleyecek güçlü koşullar oluşmuştur. Otomasyon, üretim robotları, modern iletişim ve veri teknolojileri, yapay zekânın kullanımı sermaye tarafından pandeminin işi durdurma etkisine karşı daha fazla istihdam edilmektedir. ABD SNP-500 borsasında beş yüksek teknoloji şirketinin borsada işlem gören kağıtların toplam değerinin %20’sini oluşturması da otomasyonun üretim süreçlerinde yaygınlaşmasının dolaylı da olsa bir yansımasıdır. 2010-2020 arasında endüstriyel robotların sayısı yaklaşık üç kat artmıştır ve pandeminin bu süreci destekleyeceği düşünülmektedir (Bloom, Prettner, 2020).

Şekil 1. Üretim sürecinde yer alan endüstriyel robot sayısı (milyon adet)

Endüstriyel robotların daha fazla düşük vasıflı işleri ikame ettiği düşünüldüğünde otomasyonun yaygınlaşmasının işçi sınıfı içindeki bölünmeyi derinleştirmesi, özellikle kadınlar, azınlıklar, göçmen işçiler gibi sınıfın alt öbeklerinin yaşanacak istihdam kaybından daha fazla etkileneceği düşünülmelidir. Virüsten etkilenmeyen işçiler olarak düşünülebilecek robotların istihdamının önündeki en büyük engel çevre ülkelerdeki sermaye birikimi yetersizliği ile düşük işçi ücretleridir. Otomasyon, sermaye denetiminde ve kâr odaklı işleyen bir mekanizma aracılığı ile yürütülen bir süreç olmaya devam ettikçe işçi sınıfı arasındaki ayrımları derinleştirecek, genel olarak emeğin milli gelirden aldığı payı azaltacak, artık nüfus artışını hızlandıracaktır. Öte yandan da üretici güçlerde bu ölçekte yaşanan bir gelişme üretim ilişkileri ile üretici güçler arasındaki çelişkiyi neredeyse üstü örtülemez bir ölçekte rotaya çıkarmaktadır. Otomasyonun toplumcu bir anlamda yaygınlaştırılması, toplumsal üretimden pay alma ile çalışma zorunluluğu arasındaki kapitalist üretim ilişkilerinin temelini oluşturan bağın ilgası 21. yüzyıl sosyalizminin en güncel toplumsal hedefi olacaktır.

Ekolojik krizin üretimin büyümesine getirdiği sınırlar, endüstrisizleşme, verimlilik artışları ve otomasyon istihdam artışına dayalı eşitlikçi planları da zora sokmaktadır. Üretici güçlerin gelişiminin istihdamı olumsuz yönde etkilemesi toplumsal üretimin kapitalist örgütlenmesinin sürdürülebilir olmasını da imkânsızlaştırıyor. Toplumsal üretimin bir parçası olarak üretim yapan emekçinin, üretimin kapitalist örgütlenmesi sonucunda işsiz kalması ve sonrasında gelire ulaşma olanaklarının kesintiye uğraması arızi bir durum değil yeni realitedir. Türkiye’de istihdam oranının %50’nin altına düşmesi ve bu seviyede neredeyse istikrar kazanması gelir ve gelecek güvencesi ile istihdamda olma koşulu arasındaki bağın sorgulanmasını ve aşılmasını zorunlu hale getiriyor. Emek gücü üretiminin gerektirdiği maliyetlerin toplumsallaştırılması, kişinin gelire ulaşma hakkının istihdam zorunluluğundan koparılması, yeniden üretim emeğinin kadının sırtındaki bir yük olmaktan çıkarılması ve toplumsallaştırılması, işlerin çalışma saatleri azaltılarak paylaştırılması, üretimde otomasyonun yaygınlaştırılması 21. yüzyıl sosyalizminin kendine özgü programının en temel boyutları olmalıdır. Kapitalizm canlı emeğin cansız emekle ikamesinde sermayenin artan organik bileşimi ve dolayısıyla azalan kâr oranları itibariyle doğal sınırlara sahiptir. Üretimin tam otomasyonu sosyalizm olmadan mümkün değildir. Üretimin değişim değeri değil kullanım değeri üretimi amacıyla yapılması da ekolojik krizin dayattığı bir sonuçtur. Kapitalizmin çerçevesi açısından bu da mümkün değildir. Dolayısıyla hem ekolojik kriz hem de otomasyon ve istihdam krizi sosyalizmin bir zorunlu seçenek haline gelmesini koşullamaktadır. Ancak ezilen sınıfların güvence-otomasyon-kullanım değeri üretimi üçlü sac ayağına dayalı bir program ekseninde harekete geçememesi de kapitalizmin aşılmasına değil felaket kapitalizmine ve hayatın köklü bir yıkımına yol açma olanağı yaratmaktadır. Pandemi bu yıkımın bir provası olarak da anlaşılmak durumundadır.

KAYNAKÇA

Agamben, Giorgio (2020) “The invention of an Epidemic”, https://www.journal-psychoanalysis.eu/coronavirus-and-philosophers/

Allami, Illias; Dixon, Adam D. (2020) “State capitalism(s) redux? Theories, Tensions, Contraversies”, Competition&Change, 24(1), 70-94

Badiou, Alain (2020) “On the Epidemic Situation” https://www.versobooks.com/blogs/4608-on-the-epidemic-situation

Berardi, Franco Bifo (2020) “Beyond the Breakdown: Three Meditations on a possible aftermath”, https://conversations.e-flux.com/t/beyond-the-breakdown-three-meditations-on-a-possible-aftermath-by-franco-bifo-berardi/9727

Blakeley, Grace (2020) “The Era of State-Monopoly Capitalism”, https://tribunemag.co.uk/2020/06/the-era-of-state-monopoly-capitalism

Bloom, David; Prettner, Klaus (2020), “The macroeconomic effects of automation and the role of Covid-19 in reinforcing their dynamics”, https://voxeu.org/article/covid-19-and-macroeconomic-effects-automation

Bremmer, I. (2009) ‘State Capitalism Comes of Age: The End of the Free Market?’, Foreign Affairs 88(3): 40–55.

Bremmer, I. (2010) The End of the Free Market: Who Wins the War Between States and Corporations? New York: Penguin.

Byung, Chul-Han (2020) “We can not surrender reason to the virus”, https://write.as/0hwmokmqr13vm2fw.md

Dean, J. (2020) “Covid Revolution”, Democratic Theory, 7(2):41-46

Ercan, O.E. (2020), “Korumacılık Önlemleri: Devlet şirket ilişkisi yeni bir düzleme taşınıyor”, https://www.bloomberght.com/devlet-sirket-iliskisi-yeni-bir-duzleme-tasiniyor-2264159. İndirilme tarihi: 12 Eylül 2020.

Hickel, J. (2020) Less is more- How degrowth will save the world? London: Springer.

Mazzucato, M. (2020) “Capitalism after the Pandemic-getting the Recovery Right”, https://www.foreignaffairs.com/articles/united-states/2020-10-02/capitalism-after-covid-19-pandemic

Roubini, Nouriel (2020) “Revisiting the White Swans of 2020”, https://www.project-syndicate.org/commentary/global-tail-risks-remain-a-threat-in-2020-by-nouriel-roubini-2020-07?barrier=accesspaylog

Sak, G. (2020), “Amerikan şirketleri Çin’den çıkıyor gibi görünmüyorlar”, https://www.dunya.com/kose-yazisi/amerikan-sirketleri-cinden-cikiyor-gibi-gorunmuyorlar/481453, indirilme tarihi: 14 Eylül 2020

Taylor, A. (2020), “The Insecurity Machine”, https://logicmag.io/security/the-insecurity-machine/, indirilme tarihi: 21 Mayıs 2020.

Weber, I. (2020) “Could the US and Chinese economies really ‘decouple’”, https://www.theguardian.com/commentisfree/2020/sep/11/us-china-global-economy-donald-trump, indirilme tarihi: 11 Eylül 2020.

Yeldan, Erinç (2020) “Döviz kurunda rekabetçi olmak”, https://www.cumhuriyet.com.tr/yazarlar/erinc-yeldan/doviz-kurunda-rekabetci-olmak-1759406

Zizek, Slavoj (2020) Pandemic, Covid-19 Shakes the World, New York: Polity Press


[1] Germany: Trade and production surges after coronavirus. 2020, 7 Ağustos, Erişim adresi https://www.dw.com/en/germany-trade-and-production-surges-after-coronavirus/a-54484400

[2] Xi Jinping is trying to remake the Chinese economy. 2020, 15 Ağustos, Erişim adresi https://www.economist.com/briefing/2020/08/15/xi-jinping-is-trying-to-remake-the-chinese-economy

[3] “Üretimin Çin’den çıkarılmasının ABD’ye maliyeti 1 trilyon dolar”. 2020, 20 Ağustos. Erişim adresi https://www.bloomberght.com/uretimin-cin-den-cikarilmasinin-abd-ve-avrupa-ya-maliyeti-1-trilyon-dolar-2262624