Güvencesizlik Makinesi

ASTRA TAYLOR

Covid-19, dünyayı talan etmeden uzun zaman önce, güvencesizlik hali hazırda her yerdeydi. Sayısız insan barınma, sağlık ve gıda güvencesinden yoksundu. Değişen iklim koşulları, toplumları yangın ve sel riskiyle karşı karşıya bıraktıkça, çevresel güvencesizlik de artıyordu. “Sosyal mesafe” zuhur etmeden önce, kamusal alandan ve bir başkasından korkarak kapıların, kilitlerin, geçitlerin ve sınır duvarlarının ardına saklandık. Bilgi güvenliği konusunda endişelendik, şifrelere erişmek için şifreler tasarladık, çevrimiçi olarak saldırıya uğramak veya açığa çıkmaktan korktuk. İşimizde, evimizde, ilişkilerimizde, sosyal medyada hep güvensiz hissettik. Hatta kendimizi bile kendimize karşı güvensiz hissettik.

Bu güvensizliğin her yerde mevcut olduğu düşünüldüğünde, sadece birkaç yüzyıl önce böyle bir kelimenin bile var olmaması şaşırtıcı gelebilir. Eşsiz bir modern kavram olarak güvencesizlik, ilk kez 17. yüzyılda ortaya çıktı. Siyaset teorisyeni Mark Neocleous, “Güvencesizliğin, insanlık durumuna özgü değişmez bir gerçek olarak anlaşılmasından ziyade, spesifik tarihsel koşulların bir ürünü olarak anlaşılması gerek.” diyor. Bu tarihsel koşul da, şüphesiz, kapitalizmin yükselişi.

Koronavirüs salgınına verilen tepkileri düşünelim. ABD’de bu yeni ve tehlikeli patojenin yol açtığı yıkım, epidemiyoloji kadar ekonomiyle de ilgili. Ekonominin tüm sektörleri evde kalma düzenlemelerine uymak için kapandığında işsizlik arttı. Amerikalı yetkililer, Danimarka gibi bazı refah ülkelerinin hastalığı yavaşlatmak için işçilere evde kalmalarını sağlayacak ücretler ödeyen makul ve hayat kurtarıcı politikaları yerine, dünyanın en büyük şirketlerine halkın parasını verdiler. Dünyanın en büyük bu şirketlerinin CEO’ları için, salgın bir krizden çok bir fırsat aslında. Çünkü yalnızca -şaşırtıcı bir şekilde- koşulsuz şartsız hükümetten bağış almakla kalmayacak; aynı zamanda daha esnek ve daha kârlı bir işgücü elde etmiş olacaklar. Uzmanlar işsizlik oranlarının %30’ları bulacağını söylüyorlar –ki bu Büyük Buhran dönemindeki işsizlik oranlarından çok daha yüksek. Pandemi sona erdiğinde, milyonlarca insan daha önce hiç olmadığı kadar güvencesiz ve sömürülebilir olacak. Üstelik bu, beklenmedik bir rastlantı da olmayacak.

Kapitalizm, nadiren böyle düşünüyor olsak da, bir güvencesizlik makinesidir. Kâr, meta ve eşitsizliğin yanı sıra güvencesizlik de sistemin temel çıktılarından biridir. Ne rastlantısal bir tali ürün ne de servetin tek bir yerde yoğunlaşmasının ikincil bir sonucu değil; kapitalizmin temel ve kolaylaştırıcı yaratımlarından biridir. Marx ve Engels, Komünist Manifesto’da, en gelişmiş makinelerin kumaş ve koşum takımı dokumaya başladığı dönemde, “Burjuvazi, üretim araçlarını, dolayısıyla üretim ilişkilerini ve onlarla birlikte tüm toplum ilişkilerini sürekli olarak devrimcileştirmeden var olamaz.” diye yazmışlardı. “Üretimin sürekli devrimcileştirilmesi, tüm toplumsal koşulların kesintisiz kargaşası, sonsuz belirsizlik ve ajitasyon burjuva çağını önceki dönemlerden ayırır.” diye devam etmişlerdi. Bu intizamda menfaat sahibi olanlar, bunun için kapitalizmi “yıkım” olarak adlandırmadan önce “yaratıcı yıkım” olarak yeniden adlandırdılar.

Diğer bir deyişle, ekonomik düzenimiz istikrarı bir nevi bir tasarımla bozuyor: yani piyasa güçlerinin toplumları alabora etmesi ve eski yaşam biçimlerini parçalaması yoluyla. Bununla birlikte sık sık dramatik değişimlere vurgu yapıyor; “büyük dönüşüm”lerin ve nispeten gündelik gelişmeler üzerindeki sistemik krizlerin altını çiziyoruz – ki bu küresel bir salgın ve ekonomik gerileme açısından ikili bir felaketle karşı karşıyayken direnmemiz gereken baştan çıkarıcı bir cazibe olarak duruyor. Sömürüyü kolaylaştırmak ve dayanışmayı baltalamak için özel olarak tasarlanan güvencesizliğin üretimi, gündelik bir olgudur; icraatleri bayağı ve sıradandır. Hem fiziksel hem psikolojiktir; çünkü insanlar yetersiz sağlık hizmetleri, ücretler ve barınma sorununa tahammül etmeye çalışırken kültürümüz ekonomik zorluklar nedeniyle insanın kendini suçlamasını ve utanç duymasını teşvik eder; korkularımızı ve kırılganlıklarımızı acımasızca istismar eder. Hiçbir reklam bizim iyi olduğumuzu ve asıl değişmesi gerekenin dünya olduğunu asla söylemez.

Elbette insanlar her zaman istikrarsız hayatlar yaşadılar. Bırakın dijital devrimi, sanayi devriminden bile çok önce insan yaşamı ne çok kolaydı ne de garanti altındaydı. Bu durum, “güvencesizlik” kavramının aksine “güvenlik”in daha kadim bir kavram ve arzu uyandıran bir ideal olduğunu açıklar. Güvenlik (security), etimolojik olarak Latince’deki endişeden muaf, dertsiz anlamlarına gelen securitas kelimesinden gelir. Benzer bir şekilde, ticaret de kapitalizmden önce vardı: insanlar uzun süreler takas, değiş tokuş ve ticaret eğilimi içindeydiler. İşte tam da bu noktada, ticaret olasılığı rekabetçi üretimin gerekliliği haline geldiğinde kapitalizm ortaya çıkıyor. Pazar fırsatlarının piyasa zorunlukları haline gelmesi için kitlesel güvencesizlik empoze edilmeli ve daima devamlılığı sağlanmalıdır.

Dijital teknolojiler bu sürecin gelişebileceği yeni yolları sağlıyor. Sosyal medya, ücretli reklamları ve duygusal içerikleri artırıp yanlış bilgi ve kafa karışıklığını yayarak epistemolojik güvensizliği artırıyor. Veri simsarları insanlarla ilgili daha iyi hedef noktaları belirlemek için özel profiller yaratıyor. Örnek vermek gerekirse bizleri belki “kırsal, zar zor yapar”, “muhtemelen iki kutuplu” ve “saf yaşlılar” gibi kategorilere ayırıyor. Şirketler “etki tanıma” sistemlerine milyonlarca dolarlık yatırımlar yaparak psikolojik güvensizlik durumumuzun arttığı ve en ikna edilebilir olduğumuz zamanları hesaplayabilir hale geliyor. Şeffaf olmayan bilgi toplama süreçleri ve tahmine dayalı analitik sistemler, yeni ayrımcılık biçimlerini kolaylaştırıyor ve belirginleştiriyor. Mesela, bu sistemler bazı toplumları kriminal tehdit olarak işaretleyebilir veya birilerini yüksek faizli finansal hizmetlere, yağmacı ipoteklere ve sömürücü emlak piyasalarına yönlendirerek konut güvencesizliğini artırabilir. İşverenler, makul ücretler ve sosyal haklar sunmayı reddederek işçileri uzaktan izleyip kontrol ediyor. Bu da iş güvencesini azaltıyor.

Elbette, herkes bu araçlar aracılığıyla eşit derecede güvencesiz hale gelmez. İşte asıl nokta da bu. Bazıları için mülkiyet ve yatırımın istikrarı, zorunlu olarak diğerlerinin istikrarsızlaştırılmasına ve mülksüzleştirilmesine bağlıdır. Konut ve emek mücadeleleri de her zaman bu çatışmanın merkez üssü olmuştur. İş ve yaşam alanlarımız kapitalizmin ana savaş alanıdır. Ağ tabanlı dijital teknolojilerin yükselişi de sermayeye bu alanları fethetmek için, belirsizlik ve uçuculuğa neden olacak çok daha güçlü silahlar sağlamış oldu – koronavirüs evresine girerken kullanılacağından emin olduğumuz silahlar.

Kimin Sokağı?

2019 yazında Brooklyn Brownsville’de 718 dairelik bir apartman olan Atlantic Plaza Towers sakinleri, ev sahiplerinin yüz tanıma teknolojisiyle donatılmış bir güvenlik sistemi kurmayı planladıklarını öğrenmişlerdi. Cihazlar her iki yüksek binaya girişleri kontrol edecek ve tüm ortak alanları izleyecekti.

Zemin kat zaten kameralarla kaplıydı. Kiracılar, bu yeni teknolojinin tam olarak kimi veya neyi daha güvenli hale getireceği konusunda meraklılardı. Ev sahiplerinin, bu yeni teknolojinin, anahtarları “yanlış kişilerden” uzak tutacak “harika bir güncelleme” olduğu konusundaki ısrarının aksine, kiracılar bunu fuzuli bir saldırı olarak gördüler. Bu aslında tam da ırkçılık, polis faaliyetleri ve soylulaştırma gibi süreçlerin uzun ve rahatsız edici tarihiyle ayrılmaz bir şekilde bağlantılı.

Yüz tanıma sistemlerinin önceden var olan önyargıları sürdürdüğüne ve yalnızca beyaz tenli erkekleri tam olarak doğru bir şekilde belirleyebildiğine yönelik araştırmaları öğrendiklerinde, çoğunlukla siyah ve kadınlardan oluşan kiracılar hemen harekete geçtiler. Aynı zamanda hassas biyometrik verilerinin bu sayede toplanacağı konusunda da endişeliydiler. The Guardian’a konuşan Tranae Moran adlı bir genç kadın, “Buradan edinilecek verilerin üçüncü taraf kuruluşlarla ya da polislerle paylaşılmasından korkuyorum. Reklam şirketleriyle, herhangi biriyle ya da herkesle paylaşılabileceğinden korkuyorum. Ev sahibimizin sahip olmaması gerektiğini düşündüğüm çok hassas bilgiler bu veriler.” dedi. 51 yıldır orada yaşayan bir başka kiracı ise daha açık sözlüydü: “Hayvanlar gibi etiketlenmek istemiyoruz, biz hayvan değiliz. Her hareketimiz takip edilmeden binalarımıza özgürce girip çıkabilmeliyiz.”

134 kiracı bu konuyla ilgili resmi şikâyette bulundular. Bir araya gelerek, avukatlarla iş birliği içerisinde ev sahibinin planınını bozdular. Bunu ulusal gündeme taşıdılar. Bu konudaki başarıları, özel yaşamın gizliliği hakkına dair bir zaferden veya bilhassa tartışmalı bir teknolojiye karşı artan tepkiden çok daha fazlasını temsil ediyor. (Aktivistlerin çalışmaları sayesinde, bazı Amerikan şehirlerinde yüz tanıma yazılımının devlet tarafından kullanımı yasaklandı.) Daha derin bir anlamda, kiracılar, kapitalizmin temel dinamiklerinden birini tespit edip buna karşı direndiler: bazıları için güvenliğin, diğerlerinin güvensizliğine dayandığı gerçeğine karşı bir direniş.

Ev sahibi bunu asla doğrudan bir şekilde söylemese de, yeni kamera sistemini edinmesine kiracıların korunması değil yatırımını koruma isteği neden oldu. Artan “güvenlik” sistemleri, yeni ve daha zengin kiracıları cezbetmenin bir parçasıydı. Bu yeni kiracıların gelişiyle birlikte kiralar ve emlak değeri artacak, böylece uzun yıllardır orada bulunan bölge sakinleri yerinden edilme tehdidiyle karşı karşıya bırakılacaktı. Bir kiracı, ev sahibinden bahsederek “İspanyolca istemiyor, siyahları istemiyor, yalnızca beyazların mahalleye gelmesini istiyor.” dedi.

Brownsville’de yaşananlar, çubuğu yüksek teknolojiye doğru bükmüş olsa da, eski bir hikâyenin varyasyonu aslında. Emlak yatırımı, coğrafyacı Brett Story’nin “çitleme ve menkul kıymetleştirmenin mücbir iskelesi” diye adlandırdığı şeyi içerir –kapitalizmin İngiliz kırsalındaki karanlık kökenlerine geri dönen bir yapı iskelesi. 12. yüzyılda başlayan çitleme hareketi olarak adlandırılan uzun dönem boyunca, varsıl toprak ağaları, müşterek alanları ve ormanları özelleştirmek için köylülüğü yerinden ettiler, müşterekler üzerindeki alışılagelmiş haklarından men ettiler. Bu dinamiğin çağdaş bir versiyonu şimdilerde, suçun, emlak piyasasının kâr hanesine bir tehdit olarak dönüştüğü, Amerika’nın hızla soylulaştırılan kentlerinde ortaya çıkıyor. Burada ilk hedef, evsizler. Dilenciliği veya sadece kaldırımda oturmayı bile yasaklayan yönetmeliklerle sokakların temizlenmesi amaçlanıyor. Yoksulları, haklara layık olan insanlar olarak değil de yasaların yanlış tarafındaki kötü insanlar olarak şekillendirmek, böylece dışlanmalarını haklı çıkarır.

Brett Story, Quicken Loans’un[1] milyarder kurucusu Dan Gilbert’ın da dâhil olduğu bir koalisyonun “yeniden canlandırma” gayretini yükseltme konusunda, günümüz Detroit’inden daha belirgin başka hiçbir yerin olmadığını savunuyor. Burada da, neredeyse Brownsville’de olduğu gibi, elektronik izleme sistemi kilit bir rolde. Detroit şehir merkezindeki Chase Tower’da bulunan bir elektronik komuta merkezinde, Gilbert’in yedi eyaletteki gayrimenkullerine yaklaşık 1000 farklı dış mekan kamerasıyla bağlı onlarca bilgisayar ekranı bulunuyor. Bunlara Detroit metrosunda bulunan 300’den fazla kamera da dahil. Brett Story, “Bu kamera programı, General Motors, Ilitch Holdings ve Compuware de dahil olmak üzere, şehir merkezindeki büyük mülk sahiplerinin çoğunun ortak çıkarıdır.” diye yazıyor ve yerel kolluk kuvvetleriyle koordinasyon içinde olduğunu belirtiyor. Ekonomik büyüme olasılığını sarsan emlak patronları, kamusal gücünü özel amaçlara yönlendirebilir. Mesela Gilbert’in istihdam ettiği güvenlik görevlileri siviller üzerinde güç kullanabilir. Üstelik tutukluların yasal Miranda[2] haklarını okuma gibi bir yükümlülükleri olmadan.

1843’te, genç Marx, “polis kavramı” diye adlandırdığı güvenliği, burjuva toplumunun “yüce konsepti” olarak tanımlıyordu. Mülksüzleştirdiklerinden korkan egemen seçkinler, süreç içinde hem yoksulluğu hem de protestoları suç sayarak özel mülkü korumak için devlet şiddetini uzun süreler boyunca kullandılar. 2016 yılında, Detroit’in hem kamusal hem özel gözetleme sistemleri Black Lives Matter protestocularının izini sürmek için kullanıldı. Aynı yıl, kimi işletme sahipleri, kamera görüntülerini polis servislerine aktarmalarını sağlayacak Project Green Light isimli bir konsorsiyum kurdular. Detroit Belediye Başkanı Mike Duggan geçen baharda “Şimdi bunu yapan yalnızca bir milyarderimiz yok, bu işe girişen ve kendi alanlarındaki işleri sağlayan 500 şirketimiz var.” dedi. Altı ay sonra, tabandan gelen muhalefet, polis departmanının Green Light’ın gerçek zamanlı yüz tanıma özelliğini kullanmasını başarılı bir şekilde engelledi –polisin, tartışmalı teknolojileri başka şekillerde kullanmaya devam etmesine rağmen.

Görünmez Eli Kodlamak

Thomas Hobbes, tehlikeli bir “doğa durumu”dan kaçıp korunma karşılığında itaat eden uygar insanı tasvir ettiğinden beri, güvenlik liberal siyasal geleneğin merkezinde yer aldı. Adam Smith, hükümetin “mülkiyetin güvenliği için” var olduğunu beyan etmişti. Benzer bir şekilde, John Locke insanların “kendilerini hükümet altına koyma nedeninin mülklerinin korunması” olduğun konusunda ısrarcıydı. Yine de Lock’a göre, tüm mülkler korunmayı hak etmiyordu. Çünkü Amerika’daki yerlilerin topraklarının İngilizler tarafından zapt edilmesini savunuyordu. O zaman olduğu gibi şimdi de soru şu: kimin ve neyin güvence altına alındığı ve bunun kimin pahasına yapıldığı?

Bugün piyasa mantığı güvenlik kavramını öyle bir sarmalamıştır ki bir kira sözleşmesini imzalamadan önce verilen depozit ya da zenginler tarafından elde tutulan fonlar gibi mülk edinilen bir meta anlamı kazanmıştır. 2008’de dünya ekonomisini tepe taklak edenler ironik bir biçimde “securities”(ipotekli borçlar) olarak anılan bu menkul kıymetlerdir. Afro Amerikan borçluları ve ev sahiplerini özellikle sömürülebilir diye kodlayan algoritmalar kullanan kreditörler, fazlasıyla şişirilmiş ratinglerle desteklenen güvenceli ev kredisi borçları ile kumar oynadılar.

Aynı zamanda, potansiyel çevrimiçi müşterilerin listesini derlemek ve satış yapmak için dijital araçları kullanan milyarlarca dolarlık “aday müşteri yaratma” endüstrisi, kredi açanların potansiyel yüksek faizli borçluları belirlemesine olanak sağladı. Uzmanlar, bu sürecin, yaşanan Mortgage krizinde “kritik ama büyük ölçüde görünmez bir rol oynadığını” söylüyor. Sonuçta, dokuz milyon ailenin evi haczedildi, ülke çapında siyahların kolektif servetinin yarısı yok edildi ve Detroit gibi sanayisizleştirilmiş şehirler daha fazla harap oldu. Ve modern bankacılar, klavyeye birkaç vuruşla, ilk çitleme hareketinin toprak sahiplerini utandıracak ölçekte bir mülksüzleştirmeye neden oldular.

Motgage krizinin yarattığı tahribat, böylece, algoritmik olarak etkinleştirilmiş yeni arazi gaspları için alan açmış oldu. Özel sermaye destekli bir şirket olan Invitation Homes, kira tedariklerini belirlemek için makine öğrenimi sistemlerini edinerek, Amerikalıların artık satın alma gücünün kalmadığı banliyö evlerini kiralamaya hazır olduğu bahsinden hareketle yüksek riskli Mortgage krizi sırasında haczedilen devasa mülk yığınlarını satın alarak çığır açtı. Bugün, müstakil evlerin dörtte biri, bu evleri akıllı telefonla yönlendirebilen, modern sistemler geliştiren kurumsal yatırımcılara ait. Dijital teknolojiler, bugün kiracılar ve firmalar arasındaki, ev göstermekten kira sözleşmesi ve evle ilgili tadilatlara kadar tüm etkileşimlere aracılık ediyor. Bu adeta, akademisyen Desiree Fields’ın “otomatikleştirilmiş evsahibi” olarak adlandırdığı çağın bir başlangıcı. (Mart 2020’de New York Valisi Andrew Cuomo’nun, özel sermaye devi Blackstone Group’ta kıdemli bir yönetici olan William Mulrow’u, koronavirüsten etkilenen ekonomiyi iyileştirmeye öncülük etme konusunda görevlendirdiğini hatırlayalım. Blackstone, son hisselerini yaklaşık 7 milyar dolara sattığı Kasım 2019’a kadar Invitation Homes’ta büyük bir hisseye sahipti.)

Fields’ın da kanıtladığı gibi, bu yüksek teknolojili arsa gaspı aracının dijital boyutları parlak bir arayüzden çok daha derine iniyor. Platform montajı ve veri analizi aygıtı, bir ticaret kuruluşu olan National Rental Home Council tarafından “ölçeklendirilmiş gayrimenkul yönetimi” olarak tanımlanıyor. İlk olarak, Invitaion Home’un tescilli, satış garantili algoritması “mahallenin istenilebilirliği, iş merkezlerine yakınlığı, ulaşım koridoru, topluluk olanakları, yapılış tipi ve diğer gerekli süregelen sermayenin ihtiyaçları” gibi faktörleri göz önünde bulundurarak şirketin hangi gayrimenkulleri alması gerektiğini belirler. Daha sonra, ağ teknolojisi, yatırımcılara uzaktaki birimlerin geniş portfolyolarını denetleme konusunda olanak tanır. Bu şekilde, bilgiler sermaye piyasalarına hızlı bir şekilde iletilir. Böylece işletmeyi büyütmek için ilave para toplanabilirken yaşamak için bir yer satın almak isteyen sıradan insanlar, dijital hızda çalışan, bol nakti olan yatırımcılarla rekabet etmeye zorlanır. Serbest yatırım fonu, yerel halk bunun bedelini öderken, binaların boş durmasından ve bu sırada değerinin artmasını beklemekten oldukça memnundur.

Bu sırada, platform son teknoloji olsa bile eski önyargılar var olmaya ve uzlaşmaya devam ediyor. Örneğin Invitation Homes, Wall Street’in büyük beklentilerini karşılayabilmek için çok yüksek oranlarda ücretler alırken aynı zamanda diğer konut seçeneklerinden yoksun beyaz olmayan insanları da hedefliyor. Başka örneklerde de, opak sistemler kanıtlanması zor ayrımcılıklar üretiyor. Otomatikleştirilmiş karar verme süreçleri, sosyoekonomik eşitsizlikleri görünmez, teknik bir sürece hapsediyor; bazı popülasyonları dışarıda bırakıyor ya da yağmacı şartlara dâhil etmeye çalışıyor. Ayrıca, Kaliforniya Üniversitesi’nde yakın zamanda çevrimiçi mortgage başvuru sahipleri arasında yapılan bir araştırma, siyah ve Latinlerin benzer mali geçmişe sahip olan beyazlardan beş baz puan daha fazla faiz ödediğini buldu.

Akademisyen Ruha Benjamin’in “New Jim Code” olarak adlandırdığı süreçte, ırkçılık; beyaz, erkek ve ayrıcalıklı mühendislerin orantısız önyargıları tarafından pekiştirilerek bozuk veri setlerinde kodlanır. Yakın zamanda, Trump yönetiminin İskân ve Kentsel Kalkınma Bakanlığı, konut piyasasında otomatik ayrımcılığa etkin bir şekilde izin verecek yeni kanunlar önerdi. Bu kanun, dijital teknolojiyi medeni haklar düzenlemelerinden bilfiil muaf tutarak, algoritmaların mülk sahibi veya mortgage kredisi veren adına dışlama ve tecrit etme yetisine olanak sağlar. Konut adaleti aktivisti Paul Goodman, Dissent’e şunları söyledi: “Kanun, insanları bu bu algoritmik araçlara yönlendirecek ve sanırım kendimizi herkesin bu yasal boşluktan yararlandığı bir piyasada bulacağız.” Muktedirlere yakında, belli kitleleri mülksüzleştirmek için “riskli” olarak işaretleyen ve bunu da hukuğu tehlikeye atmadan yapabilen bilgisayarlara sahip olmalarına izin verilebilir.

İş Yerlerindeki Cihazlar Tarafından Her Şey İzleniyor

Yeni teknolojiler, yalnızca ev dediğimiz alanlarda kapitalizmin güvensizlik yaratan eğilimlerini artırmıyor; hayatımızın çoğunu tayin eden iş yerlerinde de benzer eğilimleri yoğunlaştırıyor.

Geçen akşam bir arkadaşım Brooklyn’deki bir kafede, beni çok hoş bir şekilde ağırladı. İşletmede yaşananları da anlattı. Mekânın vintage ve belli belirsiz bir Paris estetiği var, tamamen Retro ve düşük-teknolojili. Kafenin, aralarında bir Ortaçağ uzmanı da olmak üzere çeşitli müdavimleri var. Birkaç ay önce, sıradan bir gün, iş başındaki baristanın telefonu çaldığı sırada o Ortaçağ uzmanıyla hoşbeş ediyordu. Arayan kafenin sahibiydi. Bilgisayarından güvenlik kameralarını canlı olarak izliyor ve baristaya o müşteriye bu kadar kibar olmayı bırakmasını söylüyordu. Arkadaşıma bu küçük alana kaç tane kamera yerleştirildiğini sorduğumda en az sekiz tanesinin yerini tespit etti, daha fazla olabileceğini de söyledi. Bu sevimli kafe, aslına bakarsak, bir panoptikon! Patron buraya her an her yerden istediği ayarı verebilir ve neredeyse her açıdan görebilir. İşçiler, yerel bir eksantriğe biraz nezaket göstermek istedikleri anlarda bile, sürekli gerginler.

Akademisyen George Rigakos’un Güvenlik/Sermaye kitabında hatırlattığı üzere, işverenler onlarca yıldır benzer amaçlarla kameraları kullanıyorlar. 1990’ların başlarında, Rigakos, parçalanmış ve satılmayan ekmeklerin çalışanlar tarafından eve götürüldüğü bir fırında çalışmış. Fırın idaresi, hep başka tarafa bakıyormuş. Ama işletmenin kapatılma planından birkaç hafta önce, fırın sahipleri, işçileri suçüstü yakalamak için güvenlik kameraları kurmuşlar. Ömür boyu orada çalışanlar kısa bir süre içerisinde kovulmuş ve emeklilik haklarını kaybetmişler. Rigakos, “Güvenlik kameraları, şirketi binlerce kişiye kıdem tazminatı ödemekten ve emeklilik maaşından kurtarmış olmalı.” diye aktarıyor.

Günümüzde, ne işçilerin gözetlenmek için aynı fiziksel mekânda olmasına ihtiyaç var ne de işçileri gözetlemesi için bir insana ihtiyaç var. Bunun yerine, artık izole edilmiş ve coğrafi olarak dağılmış işçiler uzaktan izlenebiliyor ve kontrol edilebiliyor. İster UPS için araba kullanıyor, ister DoorDash için teslimat yapıyor, ister Rev için yazıları deşifre ediyor olsunlar. Şirketler, dijital teknolojiyi kullanarak, asgari ücret kanunu ve diğer yasal koruma mevzuatlarını es geçmek için bağımsız taraf olarak sınıflandırdıkları kişilere böylece daha fazla risk yükleyebilirler. Gittikçe azalan sayıda insan ilk etapta kıdem tazminatı veya emeklilik maaşı bağlatma hakkına sahip.

Böylece, sık sık sık söylendiği gibi, artık iş de güvencesiz hale geliyor. Aslında, güvencesizlik bir işte çalışmanın kendisinden önce gelir ya da en azından çalışmanın ücretli türünden. Bazıları güvencesizliğin, yeniliklerin kaçınılmaz bir sonucu olduğunu iddia etse de (işgücü verimliliği arttıkça aynı çıktıyı üretmek için daha az sayıda işçiye ihtiyaç duymanızın bir sonucu), gerçek şu ki, kapitalist çalışma koşullarının dayatılması için, insanların güvencesiz hale getirilmesi, kelimenin tam anlamıyla acımasızca topraklarından ve geçim kaynaklarından koparılmaları gerekmektedir.

Hayatta kalabilmek için hepimizin kendimizde cisimleştirmek zorunda kaldığı “ücretli” personasının toplumumuzun temel öznesi olarak ortaya çıkabilmesi öncesinde, tarihçi Micheal Denning’in “gelirsizlik” adını verdiği, köylülerin kendi ihtiyaçlarını tedarik edebilmelerini imkânsız kılan durumun çitleme süreciyle dayatılması gerekmişti. Tarihçi Denning, “Kapitalizm iş teklifiyle değil, para kazanma zorunluluğuyla başlar.” diye yazıyor. Liberal laissez-faire[3] mitinin aksineiş ilişkisi doğal, kendiliğinden ya da özgürce seçilmiş bir şey değildir.

New Deal dönemine kadar, en azından bir takım beyaz erkekler için, durum böyle değildi. Büyük Buhran esnasında, ayırt edilebilmesi pek de mümkün olmayan sosyal reformcular, radikal işçiler ve “refah popülistleri”nden oluşan bir grup, “güvence”nin devlet tarafından garantilenen toplumsal bir çıkar olarak yeniden tanımlanması için uğraş verdiler. The New Republic, “İnsanlar uzun zamandır kapitalist endüstrinin en büyük büyük kötülüğünün eşitsiz servet dağılımı değil, nüfusun çoğunluğuna güvencesizlik getirmek olduğunu söylüyorlar.” diye görüş belirtiyordu 1935’te. Sorun kapitalizmse, Roosevelt yönetiminin çözümü güçlü bir refah devletiydi. “Güvence” Franklin D. Roosevelt’in şiarı haline gelmişti.

Buna karşılık, sektör, yeniden tanımlamasını yapmak için güvence kavramını benimseyerek saldırıya geçti. Tarihçi Jennifer Klein’ın 2003 tarihli Tüm Bu Haklar İçin adlı kitabında gösterdiği gibi, kurumsal elitler “işçilerin şirkete olan sadakatini geliştirmek ve refah devletinin daha da büyümesini kontrol etmek” için güvencenin “firma merkezli bir tanım”ını icat etiler. Tam zamanlı bir iş, iyi bir maaş çekinden daha fazlası haline geldi; işsizlik yardımları, emeklilik fonları ve sağlık giderleri için bir cankurtaran halatına dönüştü. Yetersiz kamu programları, adeta işverenlerin doldurması için bir boşluk bırakmış oldu. Böylece güvence evrensel temellerinden ziyade mesleki alanla sınırlı tutularak sunuldu.

1970 ve 1980’lerde neoliberalizmin ortaya çıkışı, bu düzenlemelerin sonuna işaret etti. Şirket liderleri çok güçlü bir karşı saldırı başlattı; sendikaları kapattı, emekli maaşlarından caydı, maaşları dondurdu, vergilerden kaçtı ve taşeron çalıştırmaya başladı. New Deal sözleşmesinden kalan hakları aşındırmaya kararlı olan şirketler, bugün de tarihsel anlaşmalarının akıbetini atlatmak için stratejik olarak dijital teknolojiyi kullanıyorlar. Yapay zeka destekli işgücü yönetim sistemleri, gözetim ve tahmine dayalı analitik kombinasyon yoluyla işçilerin haklarını ve güvenliğini zayıflatarak, işe alımdan işten çıkarmaya kadar her şeyi etkiliyor. Botlar, iş görüşmeleri sırasında özgeçmişleri tarıyor, ses tonunu değerlendiriyor ve kimin işe başlayacağını emrediyor.

İş yerinde algoritmalar acımasız birer ustadırlar; işçileri derecelendirir ve sıralar; performans hedeflerini otomatik olarak belirler. Amazon depolarındaki toplayıcılar ve Instacart alışverişini yapanlar, dijital üst düzey yöneticilerinin taleplerini karşılamak için çırpınıyor; strese, kronik yaralanmalara ve hatta ölüme bile katlanmak zorunda kalıyor. Tahmin edilemez algoritmik ücret kesintileri işçilerin ekonomik istikrarını baltalıyor. Tabii bu, işçinin geçinebilecek bir maaş ve “esnek” çalışma vaadiyle platforma çekilmesinden sonra olur. Bütün bunlar olup biterken, işçiler karanlıkta bırakılır; hayatlarının ve geçim kaynaklarının şartlarını belirleyen kararları anlayamaz ve bunlara itiraz edemez hale gelirler.

Yıllar boyunca peygamber özentileri, robotların “işlerimiz için geleceği” kehanetinde bulunuyordu. Görünüşe göre bu özel tahmin gerçekleşmedi. Bunun yerine, gittikçe daha fazla sayıda insan, robotları patronluk yapması için alıyor. Sahiplerin, yöneticilerin ve geliştiricilerin ellerinde gücü bir araya getiren bu dijital sistemler, insanların öngörülebilir gelirlere, vardiyalara ve haklara, başka bir deyişle güvenceye ihtiyaçlarını göz ardı ederek kârı güvence altına alıyor. Yöneticiniz bir algoritma olduğunda, vicdan micdan beklemeyin.

Makineleri Durdurun

Muktedirler, halk kitlelerinin güvende olmasını hiçbir zaman istemediler. Silikon Vadisi efendilerinin mevcut mahsulü bu açıdan pek inovatif değil. Ortaçağ’da Hristiyan düşünürler güvende olma halini bir günah ve tanrıya küfür olarak kınamış ve “sapkın güvenlik” diye bir adlandırmada bulunmuşlardı. Bugün ise, teknoloji milyarderleri yarının trilyonerleri haline gelmek için güvencesizliği yayacak yeni gelişmiş araçlar geliştirmekle meşguller.

Kitlesel güvencesizlikten kâr etmek üzere konumlandırılmış olanlar, yaşanan “yıkım”ın enine boyuna paylaşılan refah yolundaki üzücü bir mola olmadığını, hatta sömürüyü kolaylaştıran sonu gelmez bir süreç olduğunu biliyorlar. Uber ve Lyft gibi şirketler, milyonlarca insanın tek bir işle geçimini sağlayamaması, giderek artan konut maliyetleri karşısında arabalarında yaşamaktan başka çaresi olmayan araç sahiplerinin (Uber’den araç kiralayanlar esasen uygulama kontrollü ortakçılara dönüşüyor) varlığı ve sürücülerin çoğunun içinde bulundukları durumdan utanmaları gibi gerçeklerden faydalanıyor. Bu da, onların bu şirketlere karşı çıkma olasılıklarının azalmasına neden oluyor. Teknoloji endüstrisinin geliştiği yerlerde evsizliğin zirve yapma eğiliminde olması tesadüf değil. San Francisco Körfez Bölgesi’nin çadırkenti, yeni kapatma ve mülksüzleştirme biçimleriyle gelişen dijital ekonominin bir simgesidir.

Yalnızca eşitsizliğe odaklanmak yerine, güvencesizlik merceğinden kapitalizme bakmak, bize insanların yüksek maaşlardan daha fazlasına ihtiyacı olduğunu gösterir. Gerçek bir gönül rahatlığına ve ileriyi planlayabilme becerisine ihtiyacımız var. Bu bakımdan, esas olan güçlü düzenlemeler ve sağlam kamu hizmetleridir. Ulusal kira denetimini de içeren, düşük maliyetli konutları bir hak haline getirerek bir ev garantisi sunan son zamanlardaki popüler tasarı, toplumsal açıdan dönüştürücü bir etkiye sahip olacaktır. İşçi hakları açısından ise, şoförleri bağımsız taraflar olarak değil de işçi olarak sınıflandıran Kaliforniya AB5 yasa teklifi, cesaret verici bir gelişme. Burada iş ilişkisinin açığa kavuşturulması, insanların gelirlerini ve yaşamlarını stabilize etmelerine yardımcı olacaktır. İşte tam da bunun için Uber, Lyft, DoorDash, Postmates ve Instacart, yasayı geri çevirmek için 110 milyon dolar taahhütte bulundular.

Fakat AB5, federal yasa haline haline gelse ve “bağımsız taraflar” en nihayetinde gerçekte de olduğu gibi işçi olarak tanınsa bile bu yeterli olmayacaktı. Ekolojik kriz ve teknolojik imkân çağında güvencenin ne anlama geldiği konusunda yeniden düşünürken, aynı zamanda güvence ve çalışmayı da birbirinden ayrıştırmanın vakti geldi. Nitekim, koronovirüs salgını iklim değişikliğinin hazırda bulunduğu türden çalkantılı bir fragman sundu. Bir gecede, milyonlarca iş adeta buharlaştı, sayısız aile en çok ihtiyaç duydukları zamanda sağlık sigortasından mahrum bırakıldı. Tüm bunlar New Deal’ın noksanlıklarını herkesin görebileceği şekilde ortaya koydu.

New Deal’ın bireyci ve işyeri merkezli güvenlik anlayışının aksine, evrensellik ve sürdürülebilirliğe dayalı, yalnızca geliri değil riski de yeniden dağıtabilmeye yönelik, gerçek anlamda toplumsallaştırılmış bir güvence sistemi inşa etmemiz gerekiyor. Yeşil New Deal’ın sunduğu çerçeve, kamusal konutlar, herkes için sağlık ve yasal iş garantisi gibi kolektif çözümleri merkezine alması bakımından bizi bu yöne doğru harekete geçirebilir. (Pandeminin hemen ardından ABD Kongresi’nden geçen trilyon dolarlık teşvik paketi, eğer siyasi iradeyi bir araya getirebilmeyi başarırsak, bu türden politikalar için paramız olduğunu kanıtlıyor.)

***

Dijital teknolojiler bir amaca hizmet için kullanılabilir ve kullanılmalıdır da. Örneğin akıllı cihazlar, ayrımcı sigorta oranlarıyla çaresiz müşterileri hedef almadan hastaları doktorlarla eşleştirmeye ve tedavilerini ilerletmeye yardımcı olabilir. Fakat, uygun koşullar geliştiğinde dijital teknoloji de geri çekilmek zorunda. Solcular bugünlerde toplumsal yaşamın çeşitli alanlarını metasızlaştırmamız, demokratikleştirmemiz ve karbondan arındırmamız gerektiğini sıkça söylüyor.[4] Bunlara ek olarak, aynı zamanda, birçoğunu dijitalleştirmekten de çıkarmamız gerekiyor.[5]

Bağlanılabilir olmak için tabi olduğumuz internet servis sağlayıcılarını ya da insanların fiziksel olarak kendilerini izole etmeye çalışırken varlıklarını sürdürebilmek için daha da önemli hale gelen, iletişim kurmak için kullandığımız sosyal medya platformlarını düşünün. Bu gibi teknolojiler kamu işletmeleri olarak toplumsallaştırılmalı ve yönetilmeliyken, diğer teknolojiler var olmamalı ve bir yığın veri toplamasına izin verilmemeli. Teknoloji eleştirmeni Ben Tarnoff’un savunduğu gibi, temelde sosyal kontrol ve idareye zorlamak için kullanılan teknoloji, demokratikleştirilmemeli veya toplumsallaştırılmamalı; direkt ilga edilmelidir. The Atlantic Towers sakinleri haklıydı: İstilacı yüz tanıma sistemlerinin aramızda yeri yok. Ve yine aynı The Atlantic Towers sakinleri, yaygın örgütlenmenin zararlı teknolojileri geri püskürtebileceğini kanıtladılar. İşyerlerinde biyometrik takiplemeden tutalım da reklamcılar tarafından yapılan davranışsal hedeflemeye kadar, güvensizlik yaratan algoritmaları tüm biçimleriyle ortadan kaldırmak için çok daha fazla hareket etmeye ihtiyaç var.

Elbette, insanlık hiçbir zaman tam olarak güvence altında olmayacak. Bu kavram üzerine ilk kez fikir yürüten Stoacı felsefeciler, güvenceyi psikolojik bir durum olarak anlamlandırdılar; savunmasız, ölümlü ve anlam arayan mahlukların nadiren hissettiği bir tür zihinsel huzur olarak. Şimdi iki bin yıl sonra, varoluşsal düzeyde güvende olma halinden yakayı kurtaramamış olmaya devam etsek de, ekonomik güvence veya herkesin temel ihtiyaçlarının karşılanmasının mümkün olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Hal böyleyken bir paradoksun içindeyiz de aynı zamanda. Ortadaki bolluk ve berekete rağmen, yine de güvencesiz kalmamızı garanti etmek için yeni bir dijital mühimmat deposu geliştiriliyor. Yaşayabilmek için ihtiyaç duyduğumuz temel kaynakları yadsıdığımız için, piyasa araçlarıyla kendimize güvence yaratmaya zorlandık. Markalarımıza yatırım yaparak, sigorta primlerimizi ödeyerek, emekli fonlarımızın değerlenmesi için dua ederek bizleri güvencesiz kılmaktan en çok sorumlu olanların ceplerini doldurduk. Herkes için güvenceli bir dünya yaratmak zor olacak. Ancak bu, almamayı göze alamayacağımız bir risk.


[1] çn: Bir ipotek kredisi şirketi. 2018’de ABD’de kredi veren en büyük şirket oldu.

[2] Çn: Susma hakkı, konuşmama hakkı veya Miranda hakları. Bireyin kendi aleyhine tanıklık etmemesine olanak veren bir hak.

[3] “Bırakınız yapsınlar”

[4] decommodify, democratize, decarbonize

[5] de-digitize

Çeviri: Şeriban Alkış