“Modern” Leviathan’a ve faşist bir geleceğe karşı: İsyan ve umut
VOLKAN YARAŞIR
“Ruhlarınızı silahlandırın”
Manuel Marulanda (1930- 2008) Efsanevi FARC Lideri
Kapitalizmin yapısal-organik krizini simgeleyen 2007-2008 küresel krizi, uluslararası düzeyde yüksek bir konjonktüre ve olağanüstü bir momentuma geçişin göstergesi oldu. Farklı evreler geçirerek şiddetli dalgalanmalar ve gelgitlerle derinleşen kriz, kapitalizmin varoluşsal krizine dönüşüyor. Birbirini besleyen ya da tetikleyen ekolojik kriz, küresel salgın gibi yeni nesil kriz dalgalarıyla kompleks bir niteliğe bürünüyor. Kapitalist toplumsal formasyonu bütünüyle kuşatan ve sarsan içeriği giderek alenileşiyor. Finans kapitalin ve kapitalist devletlerin aldığı her önlemin ve istikrar paketlerinin palyatif bir içerik taşıdığı ya da krizi ötelemekten başka manası olmadığı yaşanarak görüldü. Kriz, aradan geçen 12 yıla rağmen kapitalist entegrasyonun bugün ulaştığı boyut itibariyle (bütünleşik dünya pazarı gibi faktörlerle birlikte) genişliyor ve yayılıyor. Daha önce yaşanan yapısal krizlerin salınım ve yarattıkları etkiye bakarak önümüzdeki çeyrek asırlık dönemin son derece kritik ve dünyanın kaderini etkileyecek bir tarihsel konjonktür olacağını düşünmek abartılı bir değerlendirme değildir.
Finans Kapitalin Yeni İktidar ve Tahakküm Stratejileri
Yaşanan krizi kapitalizmin yapısal krizi olarak analiz etmek başlı başına ayrıştırıcı bir içerik taşır. Bu tanım krizin sistemik özelliğini ve kapitalist toplumsal formasyonun bütününü sarstığını ve doğrudan sermaye birikimiyle ilgili yapısal sorunları içinde taşıdığını ortaya koyar. Bu durum kapitalist sınıf iktidarının ve tahakkümün yeniden üretiminde sorunlar yaşandığını ya da bu iktidarın tehlikede olduğunu gösterir.
Kapitalist sistemde iki kriz tipi/türü vardır. Bu kriz tiplerinin her biri kapitalist iktidar ve güç ilişkileri yanında emeğin konumunu etkileyen ve sınıf mücadelesinde farklı gelişmelere yol açan içeriktedir. Bu kriz tiplerinin birincisi kısa çevrimli ya da konjonktürel krizlerdir. Bu krizlere kapitalizmin periyodik krizleri de denilir. Periyodik krizler, kapitalizmin serbest rekabetçi döneminde merkez ülkelerde sekiz ile on yıl gibi aralıklarla yaşanırken, emperyalizm çağında ve özellikle son 40 yılda daha karmaşık şekilde ortaya çıkmış ve büyük bunalımlar arasında kısa dalgalanmalar şeklinde gelişmiştir. Kısa çevrimli krizler ağırlıkla tek ülkede başlayıp tek ülkede biten, finans sektöründe gelişen, kapitalizmin toksik özelliklerini attığı, bir ya da iki yıl süren kısa süreli kriz tipleridir. Bu krizler üretim ve tüketim sektörü arasında bozulan dengenin yeniden kurulmasını, üretimin ve üretkenliğin artırılmasını ve pazar mekanizmalarının yeniden düzenlemesini sağlayacak sonuçlar doğurur. Teknik iş sürecinin yeniden örgütlenmesi ya da kapitalist entegrasyonun önündeki engellerin aşılması şeklinde gelişmelerle sınırlı kalır.
Yapısal krizler bir başka izahla sistemik kriz diye de tanımlanır. Yani sistemin bütününü saran ve etkileyen içeriktedir. Sistemin tıkanmasını gösteren bir kriz sarmalını/senkronunu tetikler. Kapitalist toplumsal formasyonu sarsar. 1873-1893/96 krizi ve 1929- 33/39 krizleri, bu kriz tipine örnektir. Yapısal krizlerin en karakteristik özelliği multi-kriz niteliğinde gelişmesidir. Yani sadece bir ekonomik kriz değildir, aynı zamanda siyasal ve toplumsal krizlerin önünü açar. Bu kriz tipi kapitalizmin doğasından kaynaklanan, üretimin asli bir unsuru olarak ortaya çıkan, bunun yanında farklı toplumsal ve siyasal şartların olgunlaşmasına da gereksinim duyan kriz tipidir. Bu mahiyetiyle bu krizlere kapitalizmin tarihsel krizleri adı da verilir. Tarihsel krizler son derece sarsıcı gelişmelerin önünü açar. Emperyal özneler arasında hegemonya savaşlarını tetikler ya da hegemonya krizini açığa çıkarır. Kriz kendini kriz senkronu şeklinde dışa vurur. Sektörden sektöre (2007- 2008 krizinde olduğu gibi finans sektöründe başlayıp, reel sektöre…) ülkeden ülkeye sıçrar/sirayet eder. (Küresel krizin son 12 yılda geçirdiği fazlar buna örnektir. Kriz önce ABD’de mortgage krizi olarak kendini dışavurdu, hızla reel sektöre sıçradı. Özellikle metal ve metalürji sektöründe dünya tekellerinin iflasları yaşandı, 2009- 2010 yılında kriz Avrupa’nın güneyini sardı. Borç ve bankacılık krizi olarak gelişti. Senkron etkisi yarattı. 2018 yılından sonra kriz çevre ülkeleri etkisi altına aldı. Arjantin ve Türkiye krizi gibi… Pandemi süreci krizin yeni bir evresini işaretliyor. Bugün yıkıcı bir depresyonun önünü açan dinamikler oluşmuş durumda). Yapısal krizler ayrıca kapitalist sınıf iktidarının yeniden üretilmesinde ciddi sorunlar yaratır. Sistemi çok boyutlu etkiler. Yapısal krizler üretimin maddi ve kurumsal yapısı yanında, ekonomik ve toplumsal güç ilişkilerinin yeniden düzenlenmesini zorunlu kılar. Finans kapitalin emeği kontrol ve disipline etmesini koşullar. Bu süreç yeni ve sarsıcı sınıf savaşları anlamına gelir. Sınıf egemenliğinin restorasyonu acilleşir. Devletin yeniden yapılanması ya da biçimi ve rolüne yönelik önemli değişikler gündeme gelir. Örneğin; 1873-1896 krizi kapitalizmin transformasyonu, yani serbest rekabetçi dönemden emperyalizm çağına geçişi simgeleyen bir kriz oldu. Üretim tekniklerinde, pre-Taylorizm’den Taylorizm’e geçiş gibi önemli değişiklikler yaşandı ve elektrifikasyon döneminin önü açıldı. Emperyal özneler arasında hegemonya krizi ortaya çıktı ve kriz bir dünya savaşıyla sonuçlandı. Aynı şekilde savaş ve devrim diyalektiği içinde Ekim Devrimi gerçekleşti. 1929-1939 krizi ise Avrupa çapında faşist bir dalganın önünü açtı. Kapitalist devletin biçimi ve rolünde önemli değişimler görüldü. Faşizm hem bir devlet biçimi hem de bir yaşam tarzı olarak altın çağını yaşadı. Almanya ve İtalya’nın yanında bir dizi Doğu Avrupa ülkesi ve Portekiz ve İspanya, dalganın taşıyıcı ülkeleri olarak öne çıktı. Emperyal özneler arasındaki gerilim ve kriz yeni bir dünya savaşını koşulladı. Devrimin imkanının ortaya çıktığı ya da antagonist çelişkinin kristalize olduğu coğrafya Uzak Asya oldu. 1949’da Çin Devrimi gerçekleşti. Petrol, kapitalizmin çarklarını döndüren bir enerji kaynağı olarak dikkat çekti ve küresel jeo-politiği belirleyen ve etkileyen mahiyet kazandı. Yeni üretim teknikleri devreye sokuldu. Taylorizm’den Fordizm’e geçildi. Faşizmin yıkılması ve savaş sonrası süreçte yeni birikim rejimine uygun olarak ve sosyalizme karşı bir dalga kıran işlevi görmesi için kapitalist devlet biçiminde önemli değişiklikler yaşandı. Refah devleti ve toplumu yönünde düzenlemeler hayata geçirildi.
İçine girdiğimiz yüksek konjonktür, yukarıda sözünü ettiğimiz tarihsel krizlerde yaşanan gelişmelere benzer dinamiklerle ve neo-liberal kapitalizmin yarattığı yıkıcılığın aktüel sonuçlarıyla şekilleniyor. Kapitalizmin yapısal krizinin bir parçası olarak gelişen ve krizi derinleştiren, katastrof etkisini artıran ekolojik kriz ve pandemi krizleri yeni nesil krizler olarak dikkat çekiyor. Ve olağanüstü momentumu belirleyen önemli faktörler olarak önümüzdeki dönemi etkileyecek içerik taşıyor.
Kâr oranlarının düşmesi ve bu gelişmeye bağlı olarak sermayenin yeniden üretiminin tıkanmasını gösteren ve aşırı birikim sorunundan doğan yapısal krizler mahiyet olarak sadece ekonomik alanda yapılacak müdahalelerle aşılabilecek krizler değildir. Kriz sonrası başta FED ve ECB küresel piyasalara 20 trilyon dolar enjekte etmelerine rağmen kriz derinleşiyor ve yeni yıkıcı kriz olasılıkları artıyor. Bu adımlar en fazla krizi ötelemeye yaradı ama daha yıkıcı ve sarsıcı kriz dinamiklerinin önünü açtı. Kriz, bugün ulaştığı boyut ve gelişme dinamikleri açısından siyasal ve toplumsal yaşamın finans kapital lehine yeniden örgütlenmesini zorunlu kılıyor. Bunun emekçi yığınlar için anlamı küresel katastroftur. Kısacası önümüzdeki yıllar her tarihsel krizde ortaya çıkan katastrofik gelişmeleri beraberinde getirebilir. Ama yine her tarihsel kriz, devrimin imkânı ve olanaklarına zemin hazırlar. Yani sınıflar mücadelesinin zengin ve çok boyutlu diyalektiği işler.
Böyle bir sürecin emekle sermaye arasında ekonomi dışı güç ilişkilerini kapsaması kaçınılmazdır. Kapitalist toplumsal formasyonun artık insanlık için ortaya koyabileceği bir şey yoktur. Pandemi süreci bunun açık göstergesi oldu. Sağlık krizinin aleni biçimde ortaya çıktığı koşullarda finans kapital, kapitalist devletler ve siyasi iktidarlar halklara karantinadan başka bir şey sunamadı. Bu arada kapitalizmin manik karakterine uygun bir şekilde küresel düzeyde işçi sınıfı (her kesimi ve her bölüğüyle) en ağır ve en riskli koşullarda çalışmaya zorlandı. Sistem sürdürebilirlik kapasitesini hızlı yitiriyor ve yüksek bir meşruiyet krizi yaşıyor. Aynı zamanda kapitalizm ve kapitalist üretim biçimi tarihsel ve toplumsal olarak gelişmesinin sınırlarına dayanmış durumda. Kriz, birbirini besleyen ve tetikleyen yeni nesil krizlerle kompleks bir karaktere bürünerek kapitalizmin varoluşsal nitelikteki krizi haline geliyor. Bu süreç finans kapitalin üretim ve emek süreçleri yanında ekonomik, toplumsal, siyasal ve ideolojik yeniden üretim ihtiyacını yakıcılaştırıyor. Kapitalist hegemonya ve tahakküm ilişkilerinin yeniden yapılanmasını zorunlu hale getiriyor. Kısaca finans kapital, emeği küresel düzeyde kontrol ve denetim altında tutmak, ekonomik, toplumsal ve siyasal iktidarı yeniden üretmek için stratejik hamleler yapıyor ve agresif politikalar geliştiriyor. Özellikle rıza mekanizmalarının aşınması ya da finans kapitalin yeni rıza mekanizmaları üretecek yeteneklerini kaybetmesi, küresel krizin derinleşmesi ve yıkıcılığıyla birlikte önümüzdeki süreçte çıplak zorun ve zorun konsantrasyonu anlamında kapitalist devletin dönüşümünü hızlandıran gelişmelerin önünü açacaktır. Son 12 yıllık süreç ve özellikle pandemi süreci bu çözümlemelerimizi doğrulamaktadır. Küresel düzeyde yükselen yeni faşist dalga tesadüfi ya da çizgi dışı bir gelişme değil “zamanın ruhuyla” uyumlu ve içine girdiğimiz konjonktürün ürünüdür.
Bu makalede emek ve sermaye arasındaki güç ilişkilerinin nasıl şekillenebileceği ve gelişmelerin özellikle üretim alanına yansımasının nasıl olacağı, ayrıca devletin dönüşümü ya da rolü ve biçimindeki farklılaşmalar irdelenip, küresel düzeyde sınıf mücadelesinin seyri üzerinde durulacaktır. Aslında bu söylediklerimiz birbirini etkileyen ve hatta iç içe geçen olgulardır. Bu olguların analizi bize emeğin karşı karşıya kaldığı tehdidin boyutlarını ortaya koyarken, ayrıca emeğin direniş ve karşı politikalar geliştirmesinin nesnel zeminlerini açıklayacaktır.
Despotik Emek Rejimleri
Üretim (geniş bağlamda kullanılmaktadır) alanı, emekle sermaye arasındaki ilişkinin en görünür, en keskin, en şiddetli yaşandığı alandır. Aynı zamanda finans kapitalin hegemonya stratejilerinin hayata geçirildiği ilk odaktır. Bu alan kapitalist üretimin ve yeniden üretimin merkezidir. Ve emekle sermaye arasındaki antagonist çelişkinin en çıplak yaşandığı noktadır. Üretim noktası aynı zamanda emeğin emek gücü haline geldiği ve bir ölü emek olan sermayenin varlığını ürettiği yerdir. Aynı şekilde sınıflar mücadelesinin nabzının attığı, bu mücadelenin barometresini oluşturan zemindir. Emek kendi otonomisini sınıfsal antagonizma ve sınıflar mücadelesi içinde kurar. Üretim alanı bu bağlamda sınıfsal otonominin inşa olduğu yerdir. Kısacası üretim alanı sadece ekonomik bir alan değil sınıflar arası çelişki ve çatışkıların yaşandığı ve sınıfsal kimliğin, bilincin, konumlanmanın ve güç ilişkilerinin şekillendiği çok boyutlu ve çok yönlü bir merkez işlevi görür. Yani bir yandan sömürünün gerçekleştiği ve sınıfsal tahakkümün inşa edildiği alan işlevi görürken, diğer yandan kavganın ve mücadelenin odağıdır. Başka bir ifadeyle üretim araçlarına sahip olan sınıfla, üretim araçlarına sahip olmayan, mülksüzleştirilmiş ve emek gücünü satmak zorunda kalan üretici sınıfın arasındaki artı-değerin gaspıyla şekillenen bağımlılık ve çatışkı ilişkinin merkezidir. Bu alan hem konsantre yabancılaşmanın nesnel zeminlerini yaratır, hem de işleyişin doğası gereği sınıfsal öfkeyi besler. George Thomson’un bu alana “toplumsal isyan odağı” tanımlaması yapması boşuna değildir.
Bu manada finans kapital üretim alanına yönelik bir kuşatma stratejisi uygular. Sınıfı bir nevi abluka altına alır. Sınıfın direnme biçimlerini etkisizleştirmeyi, politikalarına tabi kılmayı ve artı-değer üretimini sorunsuz ve sınırsızca gerçekleştirmeyi arzular. Uyguladığı üretim teknikleri, üretimin örgütlenme tarzı ve emek rejimleri sermayenin tahakkümünü pekiştiren ve emekle sermaye arasındaki ilişkinin niteliğini ve biçimini etkileyen içeriktedir. Her sermaye birikim rejimi/biçimi ya da artı-değeri elde etme ve yoğunlaştırma biçimi, kendisiyle uyumlu emek ve üretim sürecinin önünü açar. Bu süreç mahiyet itibariyle çok vektörlü ve çok yönelimli gelişir ve çok boyutlu bir içeriğe sahiptir. Yani süreç sadece teknik bir süreç değil, aynı zamanda siyasi ve ideolojik boyutları bulunan ve devletin rolüyle alakalı bir süreçtir.
Marx ekonomi-politiğin analizinde emek sürecine kritik mana yükler. Emek sürecini kapitalizmin analizinin başlangıç noktası olarak değerlendirir. Zaten kapitalizmin analizi sınıf mücadelesini koşulladığından, aynı kavramı sınıf mücadelesi çözümlemesinde de temel çıkış noktalarından biri olarak kullanır. Emek süreci artı-değer üretme süreci olarak kapitalizmin analizinde bütünlükçü bir içeriğe sahiptir. Çünkü artı-değer sadece kâra kaynaklık yapmaz, kapitalist sistemin ruhu ve işleyişini belirler. Aynı zamanda kapitalist sınıfın iktidar ve tahakküm ilişkilerini içerir. Yani salt bir ekonomik egemenliğin değil siyasal, toplumsal egemenliğin koşullarını yaratır. Artı-değer üretme ve çoğaltma teknikleri ve yöntemleri bu manada siyasal mahiyettedir. Katmanlı ve geniş bir bağlam içinde yer alır.
Kısaca finans kapital hegemonya stratejilerini çok boyutlu kurar ve özellikle sınıfın boyunduruk altına alınması ve artı-değer üretiminin gerçekleşmesi ve çoğaltılması için son derece soğukkanlı teknik iş süreçlerini devreye sokar ve yeni emek rejimlerini gündeme getirir. Yapısal kriz süreçleri sermayenin yeniden üretiminde tıkanmalar yarattığı gibi sınıf iktidarını sarsar, finans kapitalin emeği kontrol etmesi ve denetlemesi aciliyet taşıyan bir soruna dönüşür. Yeni emek rejimleriyle bir yandan sınıfın bütünüyle kontrolü amaçlanır, diğer yandan krizden çıkmak hedeflenir. Bu rejimler sermaye birikim biçiminin bir yansıması olarak devreye girer.
20. yüzyılın başında bir üretim tekniği olarak hayata geçirilen Taylorist yöntemler, bu yöndeki ilk ve çok kapsamlı emeği kontrol etme ve denetleme uygulamaları olarak dikkat çekti. Taylorist yöntemler sermaye birikim biçimi olarak yoğun birikim rejimleri diye de tanımlan süreçlerin parçası olarak devreye sokuldu. Taylorist süreç sert iş bölümüne dayanan, işçinin makinenin ritmine tabi olduğu ve makinenin ritmine göre hareket ettiği uygulamaları içerir. Unutulmasın, kapitalizm özünde bir makine uygarlığıdır. Walther Kiaulehn “Demir Melekler” çalışmasıyla makinelerin uygarlık içindeki yeri ve kudretini anlatır. Taylorizm makinenin insan üzerindeki tahakkümünün ilk ve yetkin pratiğidir. Kapitalizmin gelişim süreci ve uygulanan üretim teknikleri bu tahakkümün içselleşmesi, rafineleşmesi ve makineyle bütünleşme süreçleri olarak da değerlendirilebilir. Taylorist sistemde işçi sürekli olarak standardize edilmiş, rutinleşmiş ve basitleştirilmiş işi yapar. İşyerinde hiyerarşi son derece katıdır ve özellikle kafa emeği, kol emeğinden net bir şekilde kopartılmıştır. Üretim süreci son derece parçalanarak, emek gücünün niteliğinin azaltılması hedeflenmiştir. Böylece işçi maliyetinin minimize edilmesi ve işçinin her an (vasıfsız niteliğinden dolayı) işten atılması ve rezerv işçilerin/işsizlerin çalışanlara karşı tehdit unsuru olarak kullanılmasının nesnel zeminleri yaratılmıştır. Taylorist yöntem kısaca işin standardize edilerek ve son derece basitleştirilip, işçinin düşünme melekelerini devre dışı bırakan, sınıftan doğabilecek her düzeyde reaksiyonu ve aksamayı engellemeyi amaçlayan, maksimum kâr arzusuyla devreye sokulmuş bir emek rejimidir. Taylorist uygulamalar, finans kapitale sınıfın kontrol ve disipline edilmesi yönünde son derece önemli olanaklar sundu.
Taylorist yöntemlerin etkin kullanımı II. Paylaşım Savaşı sonrası gerçekleşti. Yine aynı tarihsel dönemde Fordist üretim teknikleri devreye sokuldu. Her iki teknik iş süreci kitlesel üretim ve kitlesel tüketime uygun sonuçlar yarattı. Fordizm bir emek rejimi olarak ideolojik, kültürel, ekonomik, sosyal ve siyasal boyutları bünyesinde barındırdı. Fordizm, içinde bazı Taylorist uygulamaları barındırsa da özellikle makinenin emek üzerinde tahakkümünün yoğunlaştığı bir işleyişe sahiptir. İşçi bir manada makinenin parçasına, dişlisine dönüşür. Burada işçi bir makine sistemiyle karşılaşır. Bant sistemi makineleri birbirine bağlar. İşçi sadece bant sistemini çalıştıran bir dişli konumunda hareket eder. Seri ve standart üretimin önünü açan bu uygulamalarla, kitlesel üretimin ve tüketimin gerçekleşme zemini sağlanır. Fordist uygulamalar emeği makinenin tahakkümü altına sokması, boyunduruk altına alması ve yarattığı farklı avantajlarla kâr oranlarında ciddi yükselmeleri beraberinde getirdi. Fordizm, II. Paylaşım Savaşı sonrası kapitalizmin genişleme dönemine damgasını vurdu. Fordizm ve Taylorist yöntemler metropollerde hayata geçirilen egemen üretim teknikleri oldu. Periferide ise manifaktüre dayanan yaygın birikim rejimiyle birlikte Fordizm’in ve Taylorizm’in ya da yoğun sermaye birikim biçiminin alt, farklı, rijit tarzları devreye sokuldu. 1960’ların ortasından sonra OECD ülkelerinde görülen kâr oranlarının düşmesi Fordizmin krizini simgeledi.
1970’li yılların ortasından sonra kapitalizmin içine girdiği sistemik kriz, kapitalizmin yeniden yapılanmasını ve yeni sermaye birikim rejiminin önünü açtı. Yani bir başka izahla yoğun birikim biçiminin tıkanması kâr oranlarında düşüşe yol açtı ve finans kapital kârlılığını artıracak yöntemleri devreye soktu. Neo-liberal kapitalizm, dönemin karakterini belirledi. Neo- liberalizm sistematik bir karşı devrim anlamına geldi. Sosyal yıkım programları yanında emeğin ontolojisine yönelik şiddetli saldırılar gerçekleşti. Fordizmin krizine yanıt olan ve sınıfı her düzeyde boyunduruk altına almayı amaçlayan yeni emek yönetim biçimi olarak esnek üretim modelleri (yalın üretim ve esnek uzmanlık) Fordist uygulamalarla birlikte devreye sokuldu. Burada özellikle akademik alanda yapılan çalışmalarda en çok yapılan yanlışlardan biri üretim tekniklerinde ya da sermaye birikim biçimlerinde yaşanan değişimlerin kesintili, yani birinin bitip diğerinin başlaması şeklinde ele alınmasıdır. Bu yorumlar ağırlıkla kategorik ve teknik mahiyettedir. Aslında her teknik iş süreci ve emek rejimi birbiriyle ilintili hatta bir arada uygulanmaktadır. Örneğin esnek üretim biçimleri yeni manifaktür ya da Taylorizm’in üst aşaması olarak değerlendirilebilir. Vurgu, döneme damgasını vuran ve ağırlıkla hayata geçirilen üretim yöntemine ilişkin yapılmaktadır. Özellikle bilgisayar teknolojilerinin üretim sürecinde kullanılması farklı esneklik modellerinin gerçekleşmesini sağlayan temel faktör oldu. Bu yönde bir yandan esnek, çok yönelimli, nitelikli emek ihtiyaç haline gelirken, diğer taraftan son derece vahşi ve en alt standartların yaşandığı uygulamalar devreye sokuldu. Post-Fordist yöntemler yaygın sermaye birikim sürecinin parçası olarak hayata geçirildi. Yeni manifaktür teknikleriyle finans-kapital emek sömürüsünü maksimize etmeyi ve emek üretkenliğini artırmayı hedefledi. Bu yönde teknik iş sürecinin tamamı yeniden düzenlendi. Kompleks ve spesifik makinelerin senkronizasyonunun sağlandığı esnek üretim modellerinde işçinin makinenin sadece bir uzantısı olması değil aklını, ruhunu ve duygularını makineyle bütünleştirmesi amaçlandı. İşçinin üzerinde makinenin tam tahakkümünün kurulması hedeflendi. Elektronik denetleme ve kontrol mekanizmalarıyla işçilerin her davranışı izlendi. Yeni mekân ve zaman düzenlemeleriyle maksimum çalışma ve tam randıman hedeflendi. İşletmeyle işçinin bütünleşmesi ve kaynaşması için bir dizi teknikler devreye sokuldu. Bir anlamda hem üretimde otomasyon yaygınlaştırıldı ve işçiyi her düzeyde denetleyecek mekanizmalar devreye sokuldu hem de yeni esnek istihdam biçimlerinin önü açıldı, böylece pazarın farklı taleplerinin hızla ve en az maliyet üzerinden karşılanma olanağı sağlandı. İş yerleri dijital denetim mekanizmalarıyla bir anlamda panoptikon alanlara dönüştü. Emek yoğunluğu ve üretkenliğini artırarak maksimum sömürünün önünü açan esnek üretim modelleri, ayrıca sermayeye müthiş hareket kabiliyeti ve emeği atomize etme olanakları sundu.
Sermayenin stratejik yönelimi olarak, kâr oranlarını yükseltmeyi amaçlayan esnek üretim modelleri hâlihazırda küresel düzeyde yaygın olarak kullanılan emek yönetimi biçimidir. Esnek üretim yöntemleri küresel atölyeleşme ya da fabrikalaşmaya zemin hazırladı. Bu durum finans kapitalin küresel ölçekte hegemonyasını pekiştirici sonuçlar yarattı. Küresel meta zinciri diye de tanımlanan uluslararası yeni iş bölümünde periferi finans kapitalin yeni av sahaları haline geldi. Uluslararası tekeller üretimin son derece ağır koşullarda yapıldığı, çok az maliyetle gerçekleşen ve yoğun sömürünün yaşandığı, denetlenen ve örgütsüz emeğin olduğu Küresel Güney diye de tanımlanan bu ülkelere kaydırma olanağına kavuştu. Ayrıca bu gelişmeler esnekleşmenin küreselleşmesine olanak sundu. Sermayenin siyasal ve ekonomik iktidarını ve tahakkümünü pekiştiren hatta bunu küresel ölçeğe yayan esnekleşme ve küresel meta zinciri olgusu, işçi sınıfı için atomizasyon, amorfe oluş, organik birliğinde çözülmeler ve kendi içinde hiyerarşinin oluşumu gibi sonuçlar yarattı.
“Esneklik” sadece ekonomik bir organizasyon olmaktan öte bir emek rejimi olarak hem bir toplum modelini simgelemekte, hem de neo-liberal kapitalizmle uyumlu ideolojik, sosyal ve siyasal hatta felsefi boyutları olan bir dünya halini anlatmaktadır. Bütün bu uygulamalar son 40 yılda küresel düzeyde neo-liberal kapitalizmin yarattığı tarihin en büyük yıkım ve en büyük proleterleşme dalgasının üzerinden gerçekleşmektedir.
Pandemi ve kapitalist krizin durgunluk ve depresyon salınımı şeklindeki gelişim seyri önümüzdeki yılların son derece kritik bir dönem olacağını gösteriyor. Yapısal krizlerin, uzun dalga karakteriyle kendini dışa vurması ve yüksek konjonktür olarak 40-50 yıllık bir dönemde gelişmesi, bir modellemeyle önümüzdeki çeyrek asırlık sürecin büyük alt üst oluşlara gebe ve olağanüstü bir dönem olacağını ortaya koyuyor. 2019- 2020 yılında neo-liberal kapitalizme karşı 44 ülkeyi saran küresel toplumsal ayaklanma dalgaları, pandemi ve küresel düzeyde son altı ayda yaşananlar söylediklerimizin abartı olmadığının bir göstergesidir.
İçine girilen konjonktür sınıfa stratejik saldırıların yoğunlaştığı, emeğin çok boyutlu denetlenip, boyunduruk altına sokulmak istendiği bir dönemin kapılarını aralıyor. Finans kapital koşulsuz iktidarı için hamle üzerine hamle yapıyor. Küresel finans kapital dünyanın Bangladeşleşmesi yönünde düzenlemelere girişiyor. Küresel Güney zaten bu süreci en acımasız şekilde yaşıyor. Artık dünyanın diğer coğrafyaları ve metropoller dâhil bu dalganın içine giriyor. Metropollerin kendi güneyleri, yoksulluğun, işsizliğin ve sosyal atıklaşma halinin merkezlerine dönüşüyor. Bir yanda yapay zekâ ve robotik teknolojilerin kullanıldığı, üretimde tam otomasyonun tartışıldığı ve bu yönde pratik adımların atıldığı gelişmeler yaşanırken diğer yanda tam da kapitalizmin doğasına uygun, vahşi ve yıkıcı sömürünün yaşandığı, son derece berbat koşullarda hayatların sürdürüldüğü dünyanın atölyeleri üretmeye devam ediyor ve devam edecek. Bu durum bir paradoks değil, sistemin işleyişinin ve ruhunun bir yansımasıdır. Bugün olduğu gibi Afrika’nın çitlerle çevrilmiş ve özel güvenlik elemanlarıyla korunan en verimli topraklarında Afrikalı tarım işçileri ölümüne ve çok cüzi bir ücretle çalışıp, açlıkla boğuşurken, ürettikleri ürünler, metropollerde egzotik ve organik tatlar olarak piyasaya sunuluyor. Ya da Endonezya’da marka bir spor ayakkabı üreten bir işçinin aylık kazancı satılan bir ayakkabının ederinden daha az olmaya devam edecek. Küresel atölyelerin çarkları insan kanı, teri ve gözyaşıyla dönmeyi sürdürecek.
Küresel finans kapital böylesi bir işleyişi sürekli kılmak ve derinleştirmek için yeni despotik emek rejimlerini devreye sokuyor. İkinci kuşak kapitalist bir ülke olarak Türkiye’de, sermaye fraksiyonlarından biri olan MÜSİAD’ın projelendirdiği çalışma kampı niteliğindeki, organize sanayi bölgelerinin modifiye edilmiş bir hali olan kompleks çalışma üsleri, bunlardan sadece biridir. Benzer projelerin bundan sonraki süreçte olası yeni salgınlar ve benzeri durumlarda üretimin ve tedarik zincirinde sorun yaşanmaması ve zincirin kopmaması için farklı ikinci kuşak kapitalist ülkeler tarafından da geliştirildiğini bugünden öngörebiliriz. Küresel düzeyde esnekleşme ve güvencesizleştirme politikalarının derinleştirileceği bir konjonktürün içine girdik. Bu noktada finans kapital için despotik emek rejimleri, sınıfı atomize etme, itaatkârlaştırma ve boyunduruk altına alma anlamında stratejik önem taşıyor.
Marx, emeğin sermayeye tabi olmasını sağlayan iş süreci örgütlenmesinin despotik bir karakter taşıdığının altını çizmiş ve piyasa/pazar despotizmi üzerine yorumlar yapmıştır. Marx, piyasanın anarşisiyle üretimde yaşanan despotizmin arasındaki zorunlu ilişkinin pazar despotizmini doğurduğunu söyler. Marx’ın bu yaklaşımını Harry Braverman, emek süreci ve emek süreçlerinin işleme biçimlerine yönelik analizleriyle derinleştirir. Ve emek süreci üzerine yapılan tartışmalara geniş bir perspektif sunar. Ayrıca fabrika rejimleri kavramını geliştiren ve olguyu fabrikanın dışına taşıyan, yaşam alanıyla bağ kuran ve fabrika rejimiyle emek sürecinin, devlet ve siyasal rejimle keşişme noktaları üzerine yoğunlaşan Michael Burawoy tartışmalara ciddi katkı sunar.
Despotik emek rejimi kavramı Michael Burawoy’a ait bir kavramdır. Gramsci’nin sistematiğinden son derece etkilenen ve Gramsci’nin kavram haritasından hareket eden Burawoy, despotik ve hegemonik emek rejimleri tanımlamaları yaparak bu rejim tiplerini fabrikanın ya da çalışma alanının sınırında tutmaz. Daha geniş bir perspektifte ele alır. Burawoy, içinde neo-Gramscici kategorik sınırlılıkları barındıran argümantasyonlarına (rejim tipleri ve içeriklerinin doldurulması gibi) rağmen özellikle fabrika rejimleri analizi, emek rejimi ve devlet arasındaki ilişkiyi açmak ve bu ilişkinin karmaşıklığını tanımlamak açısından önem taşır. Ayrıca fabrika rejimi kavramı üretim noktasındaki ortaya çıkan son derece kompleks ve grift sınıfsal konumlanış ve ilişkilerin anlaşılmasına da olanak sağlar. Emek rejimi kavramı kapsam ve içerik olarak ekonomik, siyasi ve ideolojik boyutları bünyesinde taşır. Bir anlamda çalışma ve yaşam alanlarının bütün boyutlarını kapsayacak mahiyettedir. Emek rejimi kapitalist devlet ve siyasi iktidarın politik hamlelerinin şekillenişini sağlar. Ya da başka bir ifadeyle siyasal rejimin fabrikadaki biçim alışıdır. Çünkü emeğin kontrolü ve denetlenmesi, artı-değerin gerçekleşmesi ve çoğaltılması sistemin işlerliği ve kendini üretmesi açısından yaşamsaldır ve stratejik önemdedir.
Despotik emek rejimi bu manada iş yerinde işçinin çoklu baskı metotlarıyla boyunduruk altına alınmasını, itaat ve rıza göstermesini ve artı- değer üretiminin kesintisiz ve sorunsuz sürmesini hedeflerken, bu politikalarla devletin ve siyasi rejimin sistemin işleyişine yönelik izlediği makro politikalar arasında bağ kurar. Başka bir ifadeyle fabrika rejimleriyle devlet ve siyasi iktidarın izlediği politikalar birbirini etkiler, tamamlar ve şekillendirir. Bu manada Marx’ın artı-değer üretme sürecinde kapitalist egemenliğin çıplak mantığını ve ruhunu görmesi son derece önemli bir alt çizmedir.
Finans kapital, kâr oranlarını artırma arayışının bir sonucu olarak ve pandeminin yarattığı olağanüstü atmosferi kullanıp, “şok doktrinine” uygun pratikler sergiliyor. Küresel düzeyde despotik emek rejimlerini gündeme getirerek sınıfın ontolojisine saldırıyor. Zaten son 40 yıllık süreç neo-liberal yıkımı beraberinde getirmişti. İçine girdiğimiz yeni konjonktür ultra neo-liberal politikalara sahne olacak. Emeğin tahakküm altına alınması ve enkazlaştırılmasına ya da kadavralaştırılmasına yönelik bu çabalar sistematik esnekleştirme, güvencesizleştirme, işsizleştirme, taşeronlaştırma, yoksullaştırma, mülksüzleştirme ve sendikasızlaştırma şeklinde biçimlenecek ve küresel bir saldırı mahiyeti taşıyacak. Yine Burawoy’un tanımlamasıyla içinde rıza mekanizmalarının baskın karakter taşıdığı ama her zaman bir olgu olarak baskı unsurlarını bünyesinde taşıyan hegemonik emek rejimlerinin metropoller dâhil ortadan kalktığı bir konjonktürün içine girdik. Zaten küresel güneyde despotik emek rejimleri 1980’li yıllardan başlayarak, özellikle 1990’lı yıllarda yaygınlaştırıldı. Son derece vahşi şekilde uygulandı ve uygulanmaya devam ediyor. Ayrıca şu vurguyu yapmakta yarar var, Taylorist ve Fordist uygulamaların kendisi de (bünyesinde) despotik karakter barındıran pratiklerdir. İşçinin makinenin parçası olması ve üretim alanında makinenin tahakkümü başlı başına despotik bir yöntemdir. 1945 sonrası metropollerde finans kapital iki rejim tipini bir arada uygulayacak ya da hegemonik emek rejim tipine ağırlık verecek manevra kabiliyetini bünyesinde taşımaktaydı. Özellikle 2007- 2008 küresel krizi sonrası metropollerde de durum artık sert bir biçimde değişmiştir.
İçine girdiğimiz konjonktürde finans kapital emek üzerinde mutlak egemenlik kurmayı arzuluyor. Sınıfın küresel düzeyde itaatkârlaştırılmasını ve rıza göstermesini arzulanıyor. Despotik emek rejimleriyle finans kapital sınıfı abluka altına almayı istiyor. İdeolojik denetim aygıtlarını etkin bir şekilde kullanma yeteneği aşınan finans kapital, baskı üzerinden yaygın ve etkili emek kontrol mekanizmalarını devreye sokuyor. Ve son derece soğukkanlı bir biçimde hareket ederek sınıfı kadavralaştırıyor. Kapitalist devlet ve siyasal iktidarlar bu kuşatmanın hukuki, fiili düzenlemelerini hayata geçiriyor ve açık zor daha konsantre biçimde uygulanıyor. Fabrika rejimlerinin despotik karaktere bürünmesi bir başka bağlamda devletin despotikleşmesi ya da olağanüstü bir devlet tipine dönüşmesi ve aynı zamanda siyasal rejimin despotikleşmesi ya da olağanüstü rejimlere dönüşmesi anlamına gelir. Bu süreç birbirini etkiler, şekillendirir ve besler. Bu noktada, içine girdiğimiz yüksek konjonktürde, devletin dönüşümü ya da biçimi ve rolü üzerinde düşünmek son derece yararlı olacaktır. Bu tartışma aynı zamanda devlet ve finans kapital ilişkisine de yanıtlar üretecektir.
Yeni Gerçeklik, Kök Devlet ve Yeni Faşizm
Kapitalizmin yapısal kriz dönemleri ve yükselen sınıf mücadelesi her zaman yeni tarihsel momentlerin önünü açar. İçinden geçtiğimiz süreç çok vektörlü yıkıcı gelişmeleri tetikleyecek içeriktedir. Kapitalist devletin dönüşümü bu gelişmelerin bir yansıması olarak ele alınmalıdır. Kapitalist devlet, kapitalizmin en temel çelişkisi olan üretimin kolektif karakteriyle, üretim araçlarının özel mülkiyeti üzerinden kendi ontolojisini kurar. Bu yönüyle her devlet gibi çıplak bir sınıf egemenliği ve tahakkümüdür. Ekonomik üretimin ve yeniden üretim sürecinin sağlanmasında temel bir rol oynar. Bu boyutuyla sermaye birikiminin güvencesini sağlamak, kârın azamileştirilmesi, sermayenin konsantrasyonu ve santralizasyonu önündeki engelleri kaldırmak, kapitalist devletin asli işlevini oluşturur. Sınıf mücadelesinin seyri, sermayenin hegemonyasının yeniden inşa süreçleri, alt sınıfların kontrolü, denetimi ve baskılandırılması kapitalist devlet biçimlerinin nesnel zeminlerini yaratır. Her devlet, iktidar ve tahakküm ilişkisini ifade eder. Rafine bir sınıf egemenliğidir.
Marx ve Engels devletin kökeni ve işlevine yönelik son derece kapsamlı ve konsantre tanımlamalar yapmıştır. İlk kuramsal açılımlarında Marx için devlet parazit bir karakterdedir. Sınırlı bir çerçevede ele alışı ifade eden bu tanım modern devletin sivil toplumla uzlaşmaz karakterine bir vurgudur. Doğu despotizmini incelemesinde de bu tanıma yaslanan Marx, devleti toplumun üzerinde duran bir parazit olarak değerlendirir.
Diğer bir açılım ise devlet ve hukukun ekonomik alt yapıya dayalı üst yapı kurumu olarak kavramlaştırılmasıdır. Her ne kadar üstünde çeşitli spekülasyonlar yapılsa da Marx üst yapıyı alt yapının pasif bir uzantısı ya da yansıması olarak görmez. Engels ve Marx bu tanımlamanın ekonomik bir indirgemeciliğe tekabül etme riski üzerinde durur ve özellikle son aşamada ekonomik temelin belirleyiciliğinden bahsederler. Mekanik bir yorumdan özellikle kaçınırlar ve üst yapı alt yapı ilişkisini bir diyalektik ilişki olarak görür ve üst yapının da ekonomik düzeye etkisinin olabileceğini vurgularlar.
Engels ayrıca devletin başlıca fonksiyonunun baskı ve ödün/taviz politikalarıyla karşıt sınıflar arasında savaşı düzenlemek ve sınıf egemenliğini ve egemen üretim biçiminin yeniden üretimini koruyarak sınıf çatışmalarını yatıştırmak olduğunu belirtir. Engels, devleti sınıf çelişkilerinin uzlaşmazlığının bir ürünü ve tezahürü olarak görür ve bir nevi devletin düzen sağlayıcı işlevi üzerinde durur. Burada devletin düzen sağlayıcı işlevine yapılan vurgu bazı yorumcuların yaptığı gibi sınıf uzlaşması manası taşımaz.
Marx’ın Fransız üçlemesinde üzerinde durduğu modern devlet biçimi ise bir zümre yönetimini ihtiva eder. Kapitalist toplumun bazı dönemlerinde sınıf mücadelesinin seyri ve özgünlüğü içinde devlet bir kişi ve zümrenin toplum üzerinde diktatörlüğü şeklinde biçimlenebilir. Fransa’da Bonaparte, Almanya’da Bismark dönemi buna örnek gösterilebilir. Yani Marx’ın zümre yönetimi olarak devlet anlayışı Bonapartizm kavramıyla ifade edilmiştir. Marx’ın bu yorumu aynı zamanda parazit devlet gibi devletin tam özerkliği ya da göreli özerklik tartışmalarına zemin açmıştır. Marx, sınıf mücadelesinin özgün bir momentini ifade eden bu dönemde devlet aygıtlarının göreli özerk biçimde işleyebileceğini ama zümre devletin asli görevinin burjuva toplumun güvenliğini sağlamak, istikrara kavuşturmak ve kapitalist gelişmenin önündeki engelleri temizlemek olduğunu özellikle belirtir. Yani Bonapartist devlet biçimi, siyasal açıdan burjuvaziden ne kadar bağımsız hareket ederse etsin (burjuvazinin ulusu yönetme yeteneğini yitirmesi ve siyasal olarak mülksüzleşmesiyle bağlantılı olarak) toplumsal ve ekonomik olarak egemen sınıfın koruyucusu olarak kalır.
Marx’ın devlet üzerine diğer bir tanımlaması ise devleti sınıf egemenliğinin bir aracı olarak görmesidir. Marx’a göre modern devlet burjuvazinin ortak işlerini yürüten komiteden, aygıttan başka bir şey değildir. Bu klasik yaklaşım özünde “ücretli emeğin sermaye tarafından sömürülmesinin aleti” olmayı ifade eder. Net ve konsantre bir tanımdır. Marx ve Engels’te gördüğümüz bu yorum devlet üzerine yapılan tartışmalarda özellikle “araççılık” ekolünün referans noktalarını oluşturur.
Yine Engels’in açılımlarında gördüğümüz bir diğer devlet kavramlaştırması ise devletin (doğuşu itibariyle) kamusal bir gücü ifade ettiği ve idare ve baskıda uzmanlaşmış bir yönetici sınıfın ortaya çıkışını koşulladığıdır. Bu olgu, yönetme erkine bir vurguyu ifade eder ve yönetme erkinin sağlaması ve sürekli kılınması için toplumun devlet kurumları ve organları aracılığıyla, yani hapishaneler, ordu, özel birlikler, polis ve hukukla iradesizleştirilmesi gerektiğini içerir.
Engels’te gördüğümüz bir başka devlet yorumu ise devleti bir politik egemenlik sistemi olarak görmektir. Bu yorum politik temsil biçimleri ve devlet müdahalelerinin sınıf mücadelesine etkisi ve sınıf savaşının sistemin sınırları içinde tutulmasını kapsamaktadır. Engels’in “demokratik cumhuriyet” ve kapitalizm üzerine yorumları ve bağlantılı olarak devlet ve sermaye ilişkisi ve alt sınıf vurguları bu eksendeki açılımları ifade eder. Devletin politik egemenlik sistemi olarak değerlendirilmesi, devlet ve devlet gücü tartışmalarını zenginleştirici mahiyet kazandırmıştır.
Her ne kadar Marx ve Engels’in bütünlükçü bir devlet teorisi üzerine çalışmaları olmasa da yukarıda kısaca belirttiğimiz modern devlet üzerine açılımları bütünlükçü bir çalışmaya denktir ve son derece zengin bir teorik mirası ve parametreleri ortaya koyar. Devletin niteliği, biçimi, gücü, rolü, işlevi, fonksiyonları üzerine ve sermaye, devlet, sınıf mücadelesi ilişkisini açan konsantre tanımlama ve yorumlar Marx sonrası dönemin temel tartışma metinlerini oluşturmuştur. Bu yorumların biri ya da birkaçı daha sonraki dönemde Marksist ekolün devlet üzerine yürüttüğü tartışmaların referans noktalarıdır. Konu literatürde uzun dönem boş bırakılan bir alandır. Lenin’in Devlet ve İhtilal çalışması bu manada yüksek bir teorik performansı ifade eder. Lenin’i Gramsci, Hapishane Defterleri adlı çalışmasıyla izler. Ve konu 1960 sonlarına kadar Marksist cenahta ele alınmaz. Bu noktada Miliband ve Poulantzas tartışması önemli eşik olarak dikkat çeker. Ve devlet tartışmaları özellikle 1970’li yıllarda canlı bir şekilde yürütülür. Tartışmalar neoliberal karşı devrimci dalganın yükselmesi ve 1990’larda Sovyet sisteminin çöküşüyle yeniden sönümlenir. İçine girdiğimiz konjonktür ve sınıf mücadelesinin seyri, kapitalizmin entegrasyon düzeyi, kapitalist kriz ve finans kapitalin yeni hegemonya arayışları devletin dönüşümü ve devlet üzerine tartışmaları yeniden alevlendirecek içeriktedir.
2007-2008 kapitalizmin yapısal krizi bu bağlamda yeni bir eşik ve yıkıcı moment olarak ele alınabilir. Küresel düzeyde son 40 yıllık süreç, kapitalizmin tarihinin en yıkıcı dönemi oldu. Neo-liberal kapitalizm, yoğun ve yaygın metalaştırma süreçleri ve yeni rijit sermaye birikimi stratejileriyle kapitalizmin katastrofik döngüsünü şiddetlendirdi. Kapitalizm tarihi aynı zamanda katastrofun tarihi olmasına rağmen yaşanan 400 yıllık dönem bir zemin işlevi görmüştü. Kapitalizmin doğasına ve ruhuna uygun olarak neo-liberal kapitalizm ölüm ve yıkımın en konsantre hali olarak insanlığın, doğanın, tüm canlı ve cansız varlıkların karşısında duruyor. Neo-liberal kapitalizme katastrof kapitalizmi adı verilmesi bu manada boşuna değil. Yaşanan, çok boyutlu ve çok kapsamlı şekilde taammüden ve soğukkanlı yok etme, cüruf haline getirme ve çürümedir.
Yeni kapitalizm üç eksende manik karakterini dışavuruyor. Birincisi emeğin sömürgeleştirilmesi, yani karşılığı ödenmeyen emek zamanın stratejik olarak artırılması ve yaygınlaştırılması. İkincisi kadının sömürgeleştirilmesi, bu katmanlı ve çok boyutlu olgu özellikle görünmeyen emek zamanın gaspı ve yaygınlaştırılması üzerinden şekilleniyor, kapitalizm ve patriyarka ilişkisini karmaşıklaştırarak derinleştiriyor ve iç içe geçiriyor ya da içsel bağlarını daha da güçlendiriyor. Üçüncüsü ise doğanın sömürgeleştirilmesi yani kapitalizm için önce serbest mal, enerji kaynağı, üretim süreci için ham madde ve girdi olan doğa, şimdi bir bütün olarak sermayenin değerlenme stratejilerine uygun bir şekilde (başta yatırım alanı olarak) kullanılıyor ve yeni birikim sürecinin ihtiyaçları doğrultusunda stratejik yıkıma uğratılıyor ya da yeniden sömürgeleştiriliyor.
Bu süreç aynı zamanda finans kapitalin zaten doğasında olan parazit/asalak karakterini olağanüstü artırıyor. Lenin’in finans kapital teorisinde ya da emperyalizm analizinde vurguladığı asalaklık ve sistemin çürüme hali özellikle neo-liberal kapitalizm koşullarında ekstrem bir boyuta ulaştı. 2007- 2008 küresel krizi ve içinde yaşadığımız pandemi koşulları finans kapitalin bu niteliğini daha da alenileştirdi. Oxfam’ın 2019 yılı açıklamasına göre bugün milyar dolar zengini olan 26 kişinin serveti, 3.8 milyar insanın toplam servetine eşit. Afrika’da milyar dolar zengini olan sadece üç kişinin serveti ise kıtanın nüfusunun yarısından, 650 milyon insanın gelirinden daha fazla. BM 2019 açlık raporuna göre 821 milyon insan açlık tehdidi altında. Küresel düzeyde işsizlik 305 milyona ulaştı. Çok dikkat çeken başka bir olgu ise uygulanan neo-liberal yıkım programları sonucu oluşan yeni toplumsal hiyerarşidir. Kapitalist toplumsal formasyonda aktüel olarak üç basamaklı son derece keskin hiyerarşik bir yapı oluşmuştur. Bir başka ifadeyle metropoller dâhil çevre ülkeler kendi içinde zengin ve yoksullar, “kuzey veya güney” olarak bölünmüştür (bu bölünmüşlük ya da sınıfsal, ırksal, etnik, cinsel hatta varoluşsal bölünme ve bunun siyasal ve toplumsal yansımaları yazının ilerleyen bölümlerinde ele alınacaktır). Bu hiyerarşi kısaca şöyledir: Metropollerde nüfusun yaklaşık %30 ya da 40’ı oluşturan kesimi, genellikle iş güvencesine sahip ve belli bir yaşam standardı olan, bağlantılı olarak tüketme olanaklarına sahip ya da bu olanaklarını artırabilenlerdir. Bu kesim hiyerarşinin üst basamağını oluşturmaktadır. Çevre ülkelerde bu oran %15-20 civarındadır. İkinci basamak ise metropollerde nüfusun %30’unu oluşturan, çevre ülkelerde -özellikle ikinci kuşak kapitalist ülkelerde- nüfusun %20 ile 30 arasında değişebilen kesimi oluşturanlardır. Bu kesimler ise halen bir işte çalışıyor olsa da herhangi bir iş güvencesine sahip olmayan ve sosyal güvenlik, emeklilik gibi temel olanaklarını hızla yitiren ve tüm risklerle karşı karşıya olan kesimlerden oluşmaktadır. Hiyerarşinin üçüncü basamağını ise metropollerde nüfusun %30’unu çevre ülkelerde ise %50’sini hatta kriz sonrasında %60’lara yaklaşan güvencesiz, geleceksiz, geçici, atipik, eğrelti işlerde ya da marjinal sektörde çalışan, büyük bir çoğunluğu işsiz hatta üretim faaliyetlerinden kopmuş, günübirlik yaşayan geniş yığınlardan oluşmaktadır.
Bu genel tablo sistemin çürüme süreciyle birlikte derinleşiyor. Sistemin varoluşsal krizi ve sistemin çürüme ve asalaklaşma boyutu tektonik kırılmalara yol açıyor. Sınıfsal sömürü, cinsel, ırksal, etnik, mezhebi ayrım ve şiddet; tahakküm ve baskı dünyanın her tarafında öfkeyi biriktiriyor ve küresel öfke dalgalarının nesnel zeminlerini oluşturuyor. Böylesi bir momentte kapitalist devletin biçimi ve rolünün değişmesi kaçınılmazlaşır. Aynı zamanda kapitalist devletin farklı toplumsal kesimlerin veya çıkar gruplarının uzlaşmasına dayanan ya da bu uzlaşmayı gözeten hegemonik bir sınıf iktidarını gözetmesi de olanaksızlaşır. Çünkü sistem her an yoksulların ve alt sınıfların patlamalar şeklinde gelişen hatta küresel dalgasal karaktere bürünebilen ayaklanma ve isyan tehdidi altındadır. 2007-2008 sonrası üç dalga halinde gelişen küresel toplumsal ayaklanma ve isyan dalgaları söylediklerimizin bir çıkarsama değil reel bir durum olduğunu ortaya koyuyor. Ayrıca kriz koşulları kapitalist üretim ve yeniden üretim sorunlarını artırıcı mahiyettedir. Bu süreç olağanüstü koşulları ifade ettiği gibi olağanüstü devlet biçimlerinin önünü açmaktadır. Kısacası içine girdiğimiz yüksek konjonktürde ilginç bir devlet biçimiyle karşı karşıyayız. Başka bir boyutta 21. yüzyılın özgünlüğü içinde faşizmin güncelliğini yaşıyoruz.
En başta şunu belirtmekte yarar var: Özellikle solun değişik kesimlerinde, devlet üzerine yapılan tanımlamalarda yaygın kabul gören, gelişmeleri bağlamından ve sınıfsal ekseninden kopararak ve aktarımcı bir tarzda ileri sürülen neo-liberal otoriter devlet üzerinde durmak gerekiyor. Poulantzas’ın faşizm, görece özerk, iktidar bloku, sermaye fraksiyonları gibi özgün analizleri içeren kavram haritasından alınan bu kavram, Poulantzas’ın kendi sistematiğinin ve siyasal duruşunun bir yansımasını ifade ediyor. Althusser’den ciddi oranda etkilenen Poulantzas, Marksist devlet tartışmalarında yeri olan ve önemli açılımlar yapmış biridir. Ama geliştirdiği argümantasyonlar Batı solunun iç tartışmaları (devrimci pratikten kopuk ve spekülasyonla yüklü) ve dönemin en önemli tartışma konusu olan Avro-komünizm tartışmalarıyla maluldür. Poulantzas III. Enternasyonal ve Sovyet Marksizmi’nin vulger ve indirgemeci yaklaşımının ürünü olan devletin sadece egemen sınıfın elinde bir araç olarak görülmesine yanıtlar aramış, devlet aygıtının özgün ve ilişkisel karmaşıklığını ortaya koymuş, burjuva sınıf stratejilerinin rolünü analiz etmiştir. Poulantzas kapitalist devlet tipinin farklı tarihsel koşullarda biçim alışının olağan ve olağanüstü devlet biçimleri olarak değişebileceği üzerinde durur. Olağan devlet biçimlerini liberal demokrasi ve otoriter devlet olarak, olağanüstü devlet biçimlerini ise faşizm, askeri diktatörlükler ve Bonapartizm olarak değerlendirir. Otoriter devlet biçimi, kapitalizmin erken dönemlerine ait olan liberal demokratik devlet formundan farklı yeni bir devlet biçimini ifade eder. Devletin toplumsal alanın bütününü kapsaması yanında, siyasal alanın daralması, yürütmenin yargı ve yasama üzerinde belirleyiciliğinin artması, dar bir kadronun yürütmede karar verici hale gelmesi ve siyasi partilerin toplumsal bağlarının aşınmasının bu tarzda bir devlet formuna yol açtığını belirtir ve bu sürecin iktidar bloku oluşturan farklı sermaye kesimleri/fraksiyonları arasındaki çelişkileri yoğunlaştırdığını söyler. Otoriter devlet formunun kapitalizmin geldiği aşamaya uygun ya da yeni normalin devleti olduğunun altını çizer.
Poulantzas’ın bu argümantasyonlarını refah devletinin ya da Fordizm’in krizinin açığa çıktığı 1968 ve 1975 arasında yapması önemlidir. Aynı süreç kapitalizmin yapısal/organik krizini işaretler. Metropollerde refah devleti uygulamaları ve pratikleri aşınmıştır ve hızla sosyal devletin sosyal yönü metalaşmaktadır. Çevre ülkelerde ise 1964 Brezilya’da gerçekleşen darbeyle başlayan karşı devrimci süreç, 1970’li yılların ilk yarısında derinleşir. 1967 Yunanistan, 1971 Bolivya ve Türkiye, 1972 Uruguay ve Honduras, 1973 Şili, 1975 Peru, 1976 Arjantin’de askeri faşist diktatörlükler gerçekleşir. Bu süreç finans kapitalin krize karşı başta işçi sınıfı olmak üzere toplumsal muhalefeti bastırma, kapitalizmin yeniden yapılanmasının önünü açma ve devletin dönüşümü doğrultusunda agresif hamleleri içerecektir. Poulantzas bu konjonktürde ve Avro-komünizm anlayışı ve yaklaşımın bir ürünü olarak, otoriter devlet analizini yapar ve bu kavramlaştırmanın pratik yansıması olarak temsili demokrasinin kurumlarından yararlanıp, devlet içi güç ilişkilerinin değiştirilebileceğini ve bu adımların otoriterleşmeye karşı bir mücadele olduğunu belirtir. Devlet içi mücadelenin bir boyutuyla demokratik sosyalizm mücadelesinin vazgeçilmez bir yönü olduğunu ileri sürer (Yaşanan konjonktürde SSCB’nin varlığı, SBKP’nin tezleri, Avrupa’nın en köklü partileri olan FKP, İKP ve İspanya Komünist Partisi’nin 1945 sonrası burjuva demokrasinin kurucu partilerine dönüşmesi, sistem içileşmesi, iktidar perspektifinden uzaklaşması ve Avro-komünizm gibi bir anlayışla sistemin kabul edilebilir sınırlarında hareket etmeleri, Poulantzas’ın düşünsel yönelimlerini besleyen arka planı oluşturur).
İktidar perspektifi ekseninde sistemin legal olanakları, yani seçimlere katılmak ve parlamentonun kullanılması, farklı inisiyatif performansları ya da Kıvılcımlı’nın legalitenin istismarı yaklaşımıyla, söylenenler çok farklı şeylerdir. Devlet içi mücadele denilen şeyin en son iki örneği finans kapitalin esnekliği ve kapitalizmin muhalefeti absorbe etme becerisi ve gücünü göstermek açısından önem taşıyor. Yunanistan’da Syriza iktidarı ve İspanya’da Podemos deneyimi anti-kapitalist kopuş, finans kapital ve devlet ilişkisinde iktidar perspektifinin ne derece belirleyici olduğunu gösteriyor. Aynı şeyleri Latin sol popülist dalganın yükselişi ve geri çekilişi için de söyleyebiliriz.
Poulantzas’ın devlet yaklaşımı ve modellemesindeki başka bir sorun, olağanüstü devlet biçimi olarak ele aldığı faşizm analizinde de görülür. Poulantzas faşizm analizini III. Enternasyonal’in tek boyutlu faşizm tahlillerinin eleştirisi üzerinden kurar, özellikle Gramsci’nin sistematiğinden yararlanarak birinci kuşak faşizmi ya da İtalya ve Almanya’da faşizmin gelişim sürecini, geçirdiği aşamalar ve evreleri inceleyerek sadece faşizmin bir devlet biçimi olmadığını aynı zamanda bir siyasi hareket olduğu tespitinde bulunur. Kökleri Frankfurt Ekolü’nde olan bu yaklaşım faşizmin çok boyutlu karakteri ve ruhunu anlamak açısından önem taşır. Tabii ki bu açılım bir başka boyutta faşizme karşı mücadelenin içeriğini belirleyecek mahiyettedir. Öte yandan Poulantzas birinci kuşak ya da klasik faşizmi ve özellikle Alman faşizminin, faşizmin temel karakteristiğini gösterdiğini vurgular ve analizlerini bu temel üzerinden kurarak, eleştirdiği tek boyutluluğu farklı bir biçimde kendi yapar. Geliştirdiği kuramsal çalışmasında (Faşizm ve Diktatörlük-1974) faşizm bir nevi Almanya’da Nazizm’le karakterize olur ve adeta şablonlaşır. Poulantzas buradan hareketle İspanya’da Franco, Macaristan’da Horthy, Polonya’da Pinsudski (ve Portekiz’de Salazar) rejimlerini askeri diktatörlük olarak değerlendirir ve askeri diktatörlüğün burjuva devletin farklı bir olağanüstü devlet biçimi olduğunu vurgular. Komintern’in IV. Kongre’sinden sonra her olağanüstü rejimin faşizm olarak tanımlandığını eleştirerek analizler yapan Poulantzas, yine kendi kurduğu parametreler sonucu kategorik tanımlara hapsolur. Tabii ki her askeri diktatörlük faşizm değildir ama faşizmin askeri diktatörlükler şeklinde de gerçekleşebileceği (yukarıda sözünü ettiğimiz ülkelerde faşizm askeri diktatörlükler şeklinde inşa olmuştur) Poulantzas tarafından görülmez. Yani bir tarihsel olgu kategorik ve indirgemeci bir yaklaşım sonucu devre dışı bırakılır.
Poulantzas sadece faşizm olgusunu İtalya’da Mussolini ve Almanya’da Hitler faşizmiyle sınırlamanın yanında faşizmin gerçekleşme biçimlerini özel ve bazı tarihsel şartlara bağlar. Faşizmin neden bu iki ülkede gerçekleştiği sorusundan hareketle, bir dizi çözümlemede bulunur. Bu iki ülkede tarihsel olarak tekelci kapitalizmin gelişim süreci ve süreçte yaşanan çelişkiler üzerinde durarak, kapitalist toplumda egemen sınıfın hegemonya krizini inceler. Faşizm sürecinin asıl olarak iktidar bloku içinde hegemonya bunalımıyla ve blok içinde hegemonya değişimiyle ilgili bir olgu olduğunun altını çizer. Daha net bir ifadeyle durum şudur: Faşistleşme süreci ya da faşizm durumunda hiçbir egemen sınıf ya da fraksiyonun, iktidar bloğunun öteki sınıf ve fraksiyonları üzerinde kendi önderliğini zorla kabul ettirecek güçte olmamasıdır. Faşizm bu bloğun baştanbaşa yeniden örgütlenmesine tekabül eder. Yeniden örgütlenmeden kasıt iktidar bloku içinde güçler dengesinin (göreli ağırlıklarına göre) yeniden belirlenmesidir. Buradan hareketle Poulantzas çözümlemesine devam eder ve faşizmin desteğiyle blok içinde yeni bir sınıf fraksiyonunun yani finans kapitalin hegemonyasının kuruluşu sağlanır der. Bu nokta Poulantzas’ın faşizm analizindeki temel zafiyetlerinden birini ortaya koyacaktır. Poulantzas’a göre finans kapital faşizm öncesi ekonomik hegemonyaya sahip olmasına karşın, siyasal hegemonya kuramamıştır ve iktisadi egemenlikle siyasi hegemonya özdeş değildir. Bu bağlamda Komintern çizgisini hatta Lenin’in finans kapital teorilerini problemli görür. Poulantzas’ın buradaki vurgusu kapitalizmin çeşitli ülkelerde gelişme sürecinde yaşanan durumu ya da burjuva iktidar bloku içinde yaşanan hegemonya savaşlarını, aynı zamanda güç değişimlerini faşizm teorisinde yeniden kurması, genelleştirmesi ve bir modelleme oluşturmasını ifade eder. Marx, Louis Bonaparte’ın 18. Brumaire’inde Bonapartizm kavramını böylesi bir süreci tanımlamak yani hegemonya değişimi için kullanmıştı. Ve öte yandan bu devlet biçiminin burjuvazi açısından konjonktürel elzemliğini, Bonapartizmi “burjuvazinin dini” olduğunu belirterek ifade etmişti. Poulantzas’ın farklı Fransız Üçlemesi ve Gramsci okumalarından hareketle faşizmi finans kapitalin siyasal hegemonya sağlamak ya da siyasal hegemonyayı ele geçirmek olarak değerlendirmesi son derece çarpık ve yanlış bir analizdir. Kendisi teorik analizinde hegemonya değişimine olduğundan fazla mana yüklemiş ve bu sabitle teorik açılımlarını yapmıştır. Birincisi hem İtalya hem de Almanya’da faşizm finans kapitalin siyasal hegemonyasını inşa etmeye yarayan bir devlet biçimi değil, 1917 Ekim Devrimi’nin bir dünya devrimi olarak gerçekleşmesi ve I. Sol Dalgayı tetiklemesi, 1918- 1923 arasında Almanya’da beş yıl yükseliş ve alçalışlarla süren devrimci durum ve devrimci işçi hareketinin iktidara yürümesi ve yarattığı alternatif iktidar organlarının varlığıyla ilintiliydi. İtalya da bu dalganın içindeydi. 1920’de İtalya’da işçi konseyleri pratikleri ve sınıfın iktidar hamleleri sistemi tehlikeye sokan temel olguydu (1919 ve 1920’li yıllarda aynı zamanda Macaristan ve Avusturya’da konsey pratikleri ve devrimci atılımları beraberinde getirdi). Finans kapital bu temel olgudan hareketle burjuva sınıfı iktidarını ve düzeni kurtaracak yol aradı. Faşizm, devrim ve karşı devrim diyalektiğinin bir ürünü ve dönemin kolektif ruh halinin dışavurumu olarak şekillendi. Finans kapital burjuva düzenin hem ekonomik hem de siyasi hegemon gücü olarak hareket etti. Bu arayış ya da devrimci durumda burjuvazinin “savaşçı” yüzü faşizmle rezonans oluşturdu.
Poulantzas’ın özgün tanımlamalarından biri olan faşistleşme süreci kavramı ve bu süreci evrelere ayırarak yaptığı analizi yine Alman faşizminin gelişimi üzerinden yapılmış bir kategorizasyondur. Poulantzas’ın faşizmin işlevi ve iktidar dönemleri açılımları da ciddi problemli ve faşizmin sınıfsal karakterini anlamaktan uzaktır. Faşizm Poulantzas’a göre işçi sınıfının ve finans kapitalin yaşanan krize yanıt üretemediği koşullarda, küçük burjuvazinin bu iki sınıftan bağımsız olarak hareket edip, bir siyasal özne ve harekete dönüşerek iktidara yürümesi ve iktidarı almasıdır. Faşistleşme sürecinin aşamalarına tekabül eden bu durum, faşizmin ilk dönemini ifade eder. Bu aşama Poulantzas’a göre gerçek faşizm dönemidir. Burada küçük burjuvazi egemen sınıf değil, yönetici sınıftır ve devlete sahip çıkan sınıftır (bu nokta Nazi devletinin finans kapital karşısında göreli özerkliğini oluşturur). Bu faşist stabilizasyon döneminden sonra finans kapital siyasi hegemonyasını kurar ve bu süreçte faşizmin ikinci dönemini simgeler. Bu süreçte küçük burjuvazi devre dışı bırakılır ve finans kapital yönetici sınıf konumuna yükselir. Küçük burjuvazi devleti elinde tutan sınıf olmaya devam eder. Bu süreç yine faşistleşme sürecinin bir parçası (son aşaması) olarak faşizmin sona erişini simgeler. Bu tanımlamalar son derece eklektiktir. Özellikle Poulantzas’ın faşizme finans kapitalin siyasi hegemonya kurmasını sağlayan bir içerik vermesi ve faşizmi finans kapitalin hegemon güç olarak yönetici sınıf haline gelmesiyle sonlandırması, faşizme burjuva devletin bir biçiminden öte manalar yüklediğini gösteren emarelerle doludur.
Poulantzas’ın otoriter devlet ve faşizm tahlilleri üzerinde durmamızın temel nedeni, yaşadığımız dönemi açıklarken bağlamsız bir şekilde çok başvurulan bir kaynağa ilişkin yorumlarımızı ortaya koymak ve dönemin dinamikleri ve özgünlüğü üzerinde düşünmektir. Ayrıca Poulantzas bize devletin baskıcı yöntemleri yanında ideolojik üretim ve yeniden üretim konusunda, iktidar stratejileri söylemleri, teknikleri konusunda ve egemen sınıfın tahakkümünün normalleşmesi ve etkin rıza mekanizmalarının kurulmasında önemli bir kavram seti vermektedir. Literatürün dışında Poulantzas, Gramsci, Foucault, Derrida, Deleuze, Guattari, Bourdieu, Horkheimer, Reich, Canetti yeni dönemde “yeni” devlet üzerine analizlerde tek boyutluluğu aşma ve kapitalizmin kompleks yapısı ve devlet ve kitleler ilişkisini yeniden kurmada bizi besleyecek kavram haritaları sunmaktadırlar.
Faşizmin Güncelliği
William Shirer’in, Nazi İmparatorluğu: Doğuşu, Yükselişi ve Çöküşü adlı geniş ve zengin Nazi belgelerine dayanarak yazdığı üç ciltlik çalışması faşizm ve sınıf mücadelesi ve devlet ilişkisi anlamında önemli doneler verir. Çalışma, belgesel tarih mahiyetindedir. Devlet teorisi üzerine bir iddia taşımasa da ortaya çıkardığı veriler Nazizm’in tarihsel arka planını, Nazizm’in inşa olduğu zemin, Nazizm’in yükselişi ve eylem repertuarları, Nazizm ruhu, devlet teorisi üzerine yeniden düşünme olanağı sağlar. Aslında belirli bir soyutlamayla kapitalist devlet, sınıf mücadelesi ve devletin biçimleri arasındaki diyalektik, veriler üzerinden yeniden tartışılabilir. Çalışma son 200 yıllık süreçte Almanya’da ortaya çıkan devlet biçimleri üzerine yani Bonapartizm, burjuva cumhuriyet, faşizm üzerine ilginç veriler sunuyor.
Bismarck dönemi ve diktatörlüğü üzerine şunları söyleyebiliriz: Marx’ın tanımlamasıyla kendi özgünlüğünde bir Bonapartist diktatörlük olan Bismarck (Demir Şansölye) Almanya’nın birliğini sağlayan hamleler gerçekleştirdi. Ya da burjuva düzeninin yukarıdan inşasını sağladı (Engels bu pratiği yukarıdan gerçekleşen devrimler diye tanımlar). Alman İmparatorluğu Marx’ın ifadesiyle “Parlamenter biçimlerle süslenmiş, feodal kalıntılarla harmanlanmış, burjuvazi öncesinden etkilenmiş, bürokratik yapılı, polis tarafından korunan askeri despotluk(tu)”.
Bismarck mülk sahibi sınıflarla proletarya arasındaki çelişkiden Bonapartist tarzda yararlanıp, burjuvazi ve junkerler arasındaki karşıtlığın üstesinden gelerek Prusya devletini inşa etti. Almanya’nın gerici, saldırgan, askeri temellerini ördü. Bonapartist devlet bir yanıyla Junkerlerle ilerlemekte olan kapitalist sınıf arasında birliğin inşasını sağlayacak (bu süreç kapitalizme evrimsel geçiş ya da Prusya tipi kapitalizm olarak anılacaktır; süreç bazı Junkerlerin tasfiyesini içerirken, büyük bir oranının metamorfoza uğrayarak kapitalistleşmesi anlamına gelecekti), diğer yanıyla Alman emperyalizminin doğuş koşullarını yaratacaktı. Aslında olan 1848 devriminin yenilgisiyle, devrim ve işçi sınıfı tehdidine karşı temelleri atılan gerici Almanya’nın birlik süreci, emperyalist bir güce dönüşme süreciydi. Bismarck, devleti bir katalizör olarak devreye soktu ve Alman militarizmini şekillendirdi. Bu ataklar geç kalan Alman emperyalizminin ruhunu besleyecek ve agresyonunu tetikleyecekti.
Aslında Prusya devletinden başlayan ya da oluşan devletin omurgası, iskeleti Bismarck döneminde Bonapartist devlet biçimi alırken, I. Paylaşım Savaşı’nın önü açılacak ve Alman emperyalizminin rolü ortaya çıkacaktı. Yenilgi ve 1918 Kasım Devrimi Almanya’da başka bir momentumun önünü açtı. İşçi sınıfının konsey pratikleri ve iktidara yürümesi devrimci siyasal öncünün yaratılamaması ve SPD’nin ihanetiyle engellendi. Almanya’da Weimar burjuva cumhuriyeti (1919- 1939) bu karşı devrimci zemin üzerinden kuruldu. Devletin iskeleti ve omurgası aynen duruyordu, kapitalist devlet, sınıflar mücadelesinin yeni momentine göre biçim alıyor, emperyalist savaş ve yenilgi sonrası, içeride gerçekleşen karşı devrim üzerinden burjuva cumhuriyete dönüşüyordu. Bu süreç bir yanıyla da kapitalist sistemin restorasyonu, burjuva hegemonyanın yeniden inşası anlamına gelecekti.
General ve bir Junker olan Hindenburg, imparatorluk başkanı seçildi(1925-1934). Süreç, kökleri savaş sonrası şekillenen ve özellikle 1929 Büyük Bunalımı’yla ya da yapısal kriziyle sıçrama yapan faşizmin iktidara yürüyüşünü simgeleyecekti. Sınıf mücadelesinin şiddetlendiği bu süreçte devrimci işçi hareketi ve KPD(Almanya Komünist Partisi )’nin, III. Enternasyonal’in yanlış politikalarıyla birlikte, süreci, tehlikeyi anlamakta gösterdiği zafiyet ve barikat oluşturamaması yıkıcı sonuçlar yarattı. Faşizm iktidar yürüyüşünü sürdürdü ve 1933 yılında Hitler, Şansölye seçildi. Bir faşist diktatörlük olan III. Reich kuruldu. Almanya’da faşist devlet, varolan yani Prusya devleti ve Weimar Cumhuriyeti’nin omurgası ve iskeleti üzerinde şekillendi. Kısacası sınıflar mücadelesinin yeni momenti ve finans kapitalin arzuları ve agresyonu faşizmin önünü açıyordu. Ya da başka bir ifadeyle bir devlet biçimi bitip, başka devlet biçimine geçilmiyor, devletin özü, ruhu ve omurgası aynı kalıyordu. Bu durum aslında devletin ontolojisiyle ya da karşı devrimci niteliyle bağlantılı bir durumdu. Ve bir nevi iç çekirdek niteliğini ortaya koyuyordu. Omurga bu iç çekirdeğin üzerinde şekilleniyordu ve organik bir karaktere sahipti. Sınıflar mücadelesinin momentleri ve çok boyutlu dinamikleri ve kapitalist sistemin ihtiyaçları kapitalist devlet biçiminin farklı formlarını koşulluyor ve faşist hareket dâhil, farklı siyasal oluşum ve hareketlerin önünü açıyordu. Ve demokrasi (burjuva demokrasisinin bir burjuva diktatörlüğü olduğu unutulmadan) ve diktatörlük arasında ilişki ve geçişkenliğin düşünüldüğünden daha hızlı, daha kolay ve nesnel zeminleri olan bir olgu olduğu ortaya çıkıyordu. Benzer tanımlamaları faşizm yıkılarak Federal Almanya’nın kuruluşu ve Federal Almanya dönemi için de yapabiliriz. Ortaya çıkan yeni burjuva demokratik devlet, yıkılan faşizm üzerinden şekillendi. Devlet biçiminde yaşanan farklılığa rağmen bütün iskelet aynıydı, nasıl ki Weimar Cumhuriyeti’nin devlet aygıtına Nazilerin kolaylıkla adapte olup, devletin işlerliği ve dönüşümünü sağladığı gibi, yeni devlet yapılanmasında da ağırlıkta Nazi kadroları devreye girdi. Bu kadrolar yeni devlette, hatta yıkılmış devletin yeniden inşasında kritik rol oynadılar. Bu kadroların adaptasyonu ve yeni bir vizyonla hareket etmeleri zor olmadı. Finans kapital için değişen bir şey yoktu. Dünkü Nazi savaş makinesinden ve çalışma kamplarından (12 milyon işçi zorla ve hiçbir ücret ödenmeden, ölümüne çalıştırıldı. Bu işçilerin büyük bir kısmı yaşamını yitirdi) sağladıkları maksimum kârlara, yeni koşullarda Mercedes, Krupp, Mannesman, Audi, Opel, Allianz, Osram, IG Farben, Siemens, Telefunken, AEG, VW, Thyssen’in Federal Almanya’nın “modern” hapishaneleri olan fabrikalardan elde ettikleri yeni kârlar eklendi. Kapitalist üretim ve yeniden üretim, kapitalist devletin varlık sebebiydi. Ve her şartta bu döngü devam etmeliydi. Sınıflar mücadelesi yeni devlet/toplum/birey ilişkisinde yeni formları koşulluyordu. Ama devlet asli işleviyle en azametli şekilde yine devredeydi. Ve kökleri Bismarck’a uzanan gerici, militarist gelenek devam ediyordu. Adenauer yeni misyonu yüklenen kimlik oldu. Yeni devlette KPD (Bismarck’ın sosyalistler yasasının yeni versiyonu olarak) yasaklandı. Almanya’daki 16 eyalet sanki Bismarck dönemi öncesi mikro devletleri andırıyordu. Federal Almanya anti-komünizmin Avrupa’daki kalesiydi. Tırnak içinde demokrasinin 1968-1976 arasında RAF ve demokratik mücadeleye karşı polis devletine dönüşmesi zor olmadı. İç çekirdek devredeydi. Aynı anda iki farklı rejim uygulayacak ya da hızla rejimin formunu değiştirecek kabiliyete haizdi. Finans kapitalin, 1990 sonrasında Demokratik Almanya’nın Federal Almanya tarafından bir nevi yutulması, sömürgeleştirilmesi sonucu kâr maksimizasyonu zirveye ulaştı. Alman devleti bu sürecin temel yürütücüsüydü. Bütün bu hamleler yeni devletin rolü ve biçimi sayesinde gerçekleşti. Bir spekülasyon yapacak olursak olası bir IV. Reich’ın kurulması da yine aynı omurga ve iskelet üzerinden gerçekleşecektir.
Bu tanımlamalarımızı 1968’in en özgün deneyimlerinden biri olan RAF’ın teorik çözümlemeleriyle de güçlendirebiliriz. RAF-Kızıl Ordu Fraksiyonu’nun çok bilinmeyen yönlerinden biri hareketin teoriye verdiği önem ve teorik yoğunlaşma eğilimidir. RAF Alman devletinin 1970 başında içine girdiği süreci “yeni faşizm” olarak tanımladı. Referans noktalarından biri 1942 yılında Max Horkheimer’ın kaleme aldığı “Otoriter Devlet” makalesiydi. Frankfurt Ekolü’nün en önemli kuramcısı olan Horkheimer, otoriter devlet biçimini anayasal dönüşüme ihtiyaç duymayan bir diktatörlük olarak izah etti. Bu devlet biçiminden oluşturulacak anayasayla ya da anayasaya gerek duymadan faşist bir devlet biçimine geçiş son derece kolay olabilirdi. Bir anlamda otoriter devlet ön faşist bir devlet biçimiydi. Kavram yani otoriteryanizm, ekol tarafından ikili boyutla ele alınıyordu. Otoriter kişilik, kavramın ikinci boyutunu oluşturuyordu. Ekol içinde yer alan birçok düşünür (Erich Fromm, Marcuse, Horkheimer, Adorno) bu konu üzerine yoğunlaştı. Sosyal psikoloji alanına giren bu kavram Almanya’da faşizmin kitle ruhunu ve bir faşist kimliğin psiko-sosyal dinamiklerini analiz etmede kullanıldı. Almanya’da “anal sadist” olarak tanımlanacak bir eğitim sistemiyle, “emir alan, itaat eden ve kimliği emir almaya” göre şekillenmiş kitleler yaratıldığı iddia edildi. Prusyalı-militarist insan tipi olarak tanımlanan bu tip, aynı zamanda “otoriter kişilik ya da otoriter tip”i oluşturuyordu. Ve bu insanlar faşizmin kitle temelini meydana getirmişti. RAF bu argümantasyonlardan hareket ederek yeni faşizm tahlili yapıp, mücadele tarzını ve politik üslubunu ona göre oluşturdu. Kadro çalışması yaptığı alanları da bu gerçekliğe göre belirledi. Ve başından itibaren karşısında “modern” Leviathan olduğunu bilerek, sisteme kafa tuttu ve militan bir ruhla savaştı.
Bu açılımlarla birlikte, kapitalizmin 2007-2008 yapısal krizine bağlı olarak karşımıza çıkan yeni devletin bazı özelliklerini konsantre olarak tanımlayabiliriz ya da bu süreçte devletin biçimi ve rolündeki değişiklikleri analiz edebilir ve bazı çıkarımlarda bulunabiliriz: En başta bir bağlam oluşturmak için devletin sınıflar mücadelesine bağlı olarak şekillendiği ve sınıflar mücadelesinden “öğrendiği” ve tecrübe biriktirdiğini söyleyebiliriz. Kapitalist ekonominin üretimi ve yeniden üretiminde rol oynayan ve sınıf tahakkümünün temel aygıtı olan devlet, içine girdiğimiz süreçte en konsantre haline bürünüyor. Ya da maksimalist karakter kazanıyor. Yani finans kapitalin basit bir aracı/enstrümanı değil, tam tersine varlığını finans kapitalle ya da daha geniş bağlamda sistemle özdeşleştiren, iç içe geçiren, reflekslerini ona göre belirleyen bir içerik kazanıyor. Bu tanımlama devletin aynı zamanda Hobbes’un tanımlamasıyla “modern” Leviathan’a dönüşme sürecidir. Bir farkla, Hobbes’un Leviathan’ı bir toplum sözleşmesinin ürünüdür. Yeni devlet bir toplum sözleşmesine gerek duymuyor hatta bir meşruluk kaygısı gütmüyor ve kompleks bir özellik taşıyor. Yaşanan krizin kapitalizmin varoluşsal krizine dönüşmesi bu kompleks niteliğin ve modern Leviathanlaşma sürecinin önünü açan temel gelişmedir. Varoluşsal kriz devletin varoluşsal refleksler göstererek yeni bir biçime bürünmesine yol açıyor. Yeni faşizmin nesnel zeminleri de bu iki temel olgu üzerinden biçimleniyor.
Hobbes devlet kuramında devleti yöneten iradenin koşulsuz serbestliğinden, mutlak güce sahip devletten söz eder. Bu irade sınırlandırılamaz ve ona karşı gelinemez. Modern Leviathan buradan şekillenirken, yeni süreçte iktidarın kaynağı bir toplum sözleşmesi ya da ortak kabullerden değil, sınıfsal tahakkümün ve iktidarın yoğunlaşması, içselleşmesi ve kendini yeniden üretmesinden alıyor. Devlet, Deleuze ve Guattari’nin ifadesiyle kapitalist makine gibi hareket ediyor. Makine aslında bir mecaz, bu makinenin bir nevi aklı var. Bahsedilen devlet aklı gündelik dilde kullanılan manada bir devlet aklı değil. Sınıflar mücadelesi içinde ve bu mücadeleye müdahalelerle şekillenmiş bir akıl ya da refleksler bütünselliğidir. Aynı şekilde bu makinenin bir ruhu ve pratiği var. Buradaki ruh kavramı kendi varlığını ifade etmesinin yanında, yine Hobbes’un çalışmasının başlığındaki gibi din ve dünya devletinin içeriği, biçimi ve kudreti anlamındadır. Aktüel olarak Trump, Putin, Bolsonaro, Modi, Orban ve diğerlerinin iktidarlarını ya da devleti din ve dünya devletinin temsili olarak görmeleri rastlantı değil, zamanın ruhunun bir ifadesidir. Veya zamanın ruhu devletin ruhuyla iç içe geçmektedir. Kapitalist makinenin pratiği de sınıflar mücadelesi içinde şekilleniyor. Bu pratik kolektif bir deneyim olarak, tekrar sınıfsal tahakküm ve zorun ya da hegemonyanın inşasında devreye sokuluyor. Kısacası devlet eylem ve pratiklerinden tecrübe biriktiriyor ve bu birikimi sınıf savaşları içinde etkin bir şekilde kullanıyor. Kendini yeniliyor, esniyor, kudretini pekiştiriyor. Diğer yandan makinenin soğukluğunda ve ritminde icralarda bulunuyor. Çünkü asıl olan sistemin işleyişi. Kapitalist makine yani devlet, sistemin işleyişinin ayrılmaz parçası olarak var ve varlığını bu işleyiş üzerinden inşa ediyor. Ayrıca kapitalist tahakkümün inşasında zamanın ve mekânın üretimi/düzenlemesinde aktif rol oynuyor. Aslında devlet bütün bu yönleriyle organik ya da yaşayan bir şey. Burada yaşama vurgusu, sınıflar mücadelesi ve sınıf tahakkümünün içinde ortaya çıkan bir organikliği ifade ediyor yani devletin bu pratiklerden öğrenmesi, deneyim kazanması ve bu birikimler ekseninde yeni strateji ve taktikler geliştirmesi manasına geliyor.
Bahsedilen yeni devlet, Marx’ın ifadesiyle “modern devletin modern özel mülkiyete tekabül etmesi” gibi bugün yaşanan ultra kapitalist asalaklaşma ve parazitleşme sürecinin bir parçası olan ve bu olgunun güvenliğini alan bir aygıttır. Yani Marx’ın devlet üzerine ilk açılımlarında belirttiği ve bağlamını farklı kurduğu asalak devletin aktüel biçimiyle karşı karşıyayız. Özel mülkiyetin (her özel mülkiyet kökeninde bir asalaklaşmayı ifade eder) yeni biçimlenişi sermayenin aktüel konsantrasyonu ve merkezileşmesinin bir yansıması olarak, asalaklaşmanın en ekstrem noktasına ulaştı. 26 kişinin dünya nüfusunun yarısından fazlasının servetinden daha fazla servet sahibi olması, söylediğimiz olguyu bütün çıplaklığıyla ortaya koymaktadır. Bu örnek bir vaka ve bir sapma değil, kapitalizmin doğası ve ruhunun tezahürüdür. Ve artık sistemin varlığı ve işleyişi küresel nüfusun çok az kesiminin hayatını idame etmesinin dışında başta doğa, tüm canlı ve cansız varlıklar, insanlık ve dünya için yıkım, ölüm ve yok oluş anlamına geliyor. Ve bu durum artık alenileşti. Yeni devlet bu yok etme sürecinin agresif aparatı olarak devreye giriyor. Ve giderek kök devlet haline dönüşüyor. Çünkü böylesi bir atmosferde ve kapitalizmin yapısal kriz koşullarında devletin rıza mekanizmaları oluşturması, hegemonya inşası olanaklı değil. Artık devlet hiçbir meşruiyet gözetmeden ve sistemin aktüel doğasına uygun, kapitalizmin bir yıkım makinesi olarak hareket ediyor. Sistemin işleyişini, kâr makinesi olarak hamlelerini, doğaya, kadına ve insanlığa karşı yok edici pratiklerini engelleyecek her şeyi tehdit olarak değerlendiriyor ve harekete geçiyor. Yeni devletin kök devletleşme süreci ya da dönüşme süreci çıplak ve acımasız sınıf egemenliğini koşulluyor. Devletin tüm mekanizmaları ve iç organizasyonu bu yönde yeniden yapılanıyor. Yani karşımızda sadece yürütme erkinin belirleyiciliğinin artması yasama ve yargının yürütmeye bütünüyle tabi olma süreci yok, çok daha kapsamlı sistemin varlığıyla bütünleşmiş bir olguyla karşı karşıyayız. Kısacası Gramsci’nin özgün tanımlaması olan integral devlet konsepti vurgusunun konsantre biçimi diyebileceğimiz bir süreci yaşıyoruz. Buradaki işleyiş ve mekanizmalar, yeni kapitalizme göre biçimlenen bir tarzı koşulluyor ve kapitalist iktidarın toplumsal ilişkiler içinde inşasını ve devamlılığı içeriyor. Bu adımlar bir başka manada burjuva sınıf iktidarının derinleşmesi anlamına geliyor. Her koşul ve şartta sermaye birikiminin sürekliliği ve güvenliğini sağlamak (ve bunun için özgül koşullara uygun olarak şekillenmek) yeni integral devletin asli işlevi olarak belirleniyor. Çünkü kapitalist devletin maddi temeli, doğrudan sermaye birikimine bağlıdır ve bu ilişki yani sermaye devlet ilişkisi ontolojik karakterdedir. Ayrıca devlet aygıtında yoğunlaşan iktidar, burjuva sınıf iktidarını ifade eder.
Bu noktada devletin jel özellikleri taşıdığını söyleyebiliriz. Klasik faşizmde ve olağan devlet biçimlerinde kendini dışa vuran manevra ve esneme kabiliyeti sınırlı, bürokratik mekanizmaların etkin olduğu, sermaye fraksiyonlarının inisiyatiflerine açık devlet yapılanması yeni süreçte bir nevi jel karaktere bürünerek kendini üretiyor. Yani daha esnek, sürekli hareket etme kabiliyetine sahip, manevra alanı yüksek, bürokratik sınırlamaları asgariye inen, sermayenin aklı ve ruhuyla bütünleşmiş, refleksleri ona göre belirlenmiş, sınıflar mücadelesinin momentlerine uyum sağlama özelliği kazanmış, jel niteliğiyle hayatın her alanına sızan ve müdahale eden, muhalefetinden öğrenen, onu kendi belirlediği alana sıkıştıran ya da bu alanda yaşamasına, hareket etmesine (politika yapmasına) izin veren, birçok parçanın bir araya gelmesiyle oluşmuş ve bu birçok parçanın özerk çalışabildiği bir ağ sistemi, “bütün” ile karşı karşıyayız. Ya da başka bir ifadeyle totalite var.
Tabii ki bu yeni devletin muhalefete toleransının bir sınırı bulunuyor. Birinci sınır muhalefetin zaten kendini sınırladığı alanla belirleniyor. İktidar perspektifini kaybetmiş, ihtilalci karakterini yitirmiş muhalefet veya siyasal özneler kök devletin reflekslerini hesaplayarak, politik konumlanış içine giriyor ve varlığını belirlenmiş toleransa göre ayarlıyor ya da yeniden konum alıyor. İktidar zaman zaman yaptığı operasyon ve hamlelerle yeni sınırlar belirliyor ya da kudretini hatırlatıyor. Siyasal özneler var olan bu gerçeklik üzerinden marjinalliği tercih ederek “yaşıyor”. İkinci sınır yeni devletin bir fiksiyon imaj olan predatöre dönüşme halidir. Kapitalist devlet finans kapital ilişkisini ya da sistemi tehlikeye sokacak herhangi bir gelişmeye karşı bir avcı gibi konumlanıyor, hareket ediyor. Avcı teknolojinin yarattığı olanaklarla denetliyor, kontrol ediyor, izliyor, “kokluyor”, infrared algılıyor ve imha ediyor. Predatör, modern Leviathan’ın temel karakteristik özelliği olarak öne çıkıyor. Görünmeyen bu avcı, yeni gerçekliğin ürünü olarak kendini var ediyor. Devletin zor ve ideolojik aygıtlarının bir network gibi çalışarak daha konsantre, rafine ve seçici devreye girmesi, yüksek bir denetim toplumu kurulması predatörün son derece etkili olmasını sağlıyor. Avcının en büyük gücü yeni kapitalizmin gerçekliği bükmesi ve kırmasından alıyor. Simülasyon yeni kapitalizme ya da daha özelde finans kapitale her şeyi normalleştirme ve kendini gizleme ve farklı gerçeklikler kurgulama şansı veriyor.
Baudrillard gerçeklik kavramını sorgulayarak modernizm sonrası dönem için simülasyon ya da hiper gerçeklik kavramını geliştirir. Simülasyonu bir köken ya da gerçeklikten yoksun, gerçeğin modeller aracılığıyla türetilmesi olarak tanımlar. Baudrillard, simülasyon için gerçekliğin tüm verilerine sahip olan ama gerçek olmayan şeydir der. Artık gerçeklik yoktur ya da gerçeğe ihtiyaç yoktur, onun yerine simülakrlar vardır. Simülakrlar bir taklit ya da görünüş değildir. Başka bir tanımla artık gerçekle taklit, gerçekle gerçek olmayan arasında fark kalmamıştır. Ya da gerçekliğin bir gerçeklik değeri artık yoktur. Baudrillard kapitalizmin işleyişi, gerçeklik, iktidar ve ideoloji üzerine yoğunlaşarak kapitalizmin kompleks karakterine ilişkin önemli açılımlarda bulunur. Baudrillard’ın simülasyon kavramını dar anlamda kullanırsak avcının asli görevi simülasyonun devamını sağlamak, simülasyonun koruyuculuğunu yapmaktır. Simülasyonun gücü simülasyonun içindekinin, bulunduğu ortamın simülasyon olabileceğini düşünememesinden ya da simülasyonu kabulünden gelir. Predatör sistem için tehlikeli olacak şeyi görür, hisseder ve yok eder. Ve yaptığını meşrulaştırır. Onun dışında sanal bir özgürlük ortamı yaratır; örneğin parlamento, seçimler vardır ama burjuva anlamda bile hükümsüzdür. Muhalefete örgütlenme olanağı sunar ama ruhunu söker alır, bırakın ülkeyi, aynı şehirde bile ikili rejim uygular. Şehrin bir tarafında iç savaş taktikleri geliştir, diğer tarafta konformizmin olanaklarını sağlar. Her şey göz önünde gerçekleşir ama her şeyi “normalleştirir” ve maalesef bu konformizm alışkanlık yapar. Rahatsız etmezsen predatörü görmezsin, zaten o da sana kendini göstermez.
Yapısal kriz sonrası yükselen küresel faşist dalga hem metropollerde, hem de ikinci kuşak kapitalist ülkelerde devletin dönüşümünü ifade eden gelişmelerin önünü açtı. Benzer vizyon ve karakterlere sahip siyasi kimlik ve siyasi yapılanmalar iktidara geldi. Bu gelişme sağ popülizm gibi melez bir kavramla açıklanmaya çalışılsa da kavram, siyasal değişimin dinamiklerini ve yönelimini kavramaktan uzak ve olası tehlikeyi açıklayacak bir mahiyet taşımıyor. Hatta sistemin kabul edilebilir sapmaları olarak görülmesini kolaylaştırıyor. En başta burjuva devletin ana rahmi işlevi gördüğünün altını çizerek, burjuva demokrasinin ve faşizmin (ya da faklı olağanüstü devlet biçimlerinin) hiç de birbirine uzak devlet biçimleri olmadığını hatta aralarında yakın akrabalık bulunduğunu belirtmekte yarar var. Bu devlet biçimleri kitlelere özde kapitalizmin tek mümkün yaşam tarzı olduğunu “hissettirir” veya “dayatır”. Kapitalist kriz ve küresel savaş hali (bu manada Suriye savaşının, yeni dönem savaşların ya da yeni dünya savaşının merkezi olduğu söylenebilir) Ernst Nolte’nın tanımlamasıyla bütünsel iktidarın önünü açmaktadır. Finans kapitalin ve varlıklı sınıfların (tarihsel tecrübelerine dayanarak) faşizmi “çağırmaları” bu manada ve hiçbir zaman irrasyonel bir sınıf tavrı değil toplumsal muhalefete, politik ve ekonomik krize karşı olası bir refleks ve tavır alıştır. Buradaki çağırmayı Poulantzas’ın -I. Kuşak faşizm ve özelde Alman faşizmi üzerinden bir modelleme yaparak sürecin başlangıcından “dönüşsüzlük” noktasına kadar olan dönem, dönüşsüzlük noktasından faşizmin iktidara gelişine kadar olan dönem, faşizmin iktidarda ilk dönemi ve faşizmin stabilizasyon dönemi diye iç içe geçen dört aşama üzerinden açıkladığı- faşistleşme süreci kavramına sınırlı bir içerikte vererek (kendi içinde aşamalı, gelgitli ve çok vektörlü bir süreci anlatmak bağlamında) yine Horkheimer’ın çözümlemesine bağlı kalıp otoriter devlet ve otoriter devletin faşist devlete dönüşme/geçiş anlamında kullanabiliriz. Yeni faşizmin şekillenişi bu geçiş süreci içinde inşa oluyor. ABD dâhil metropoller ve ikinci kuşak kapitalist ülkeler bir anlamda otoriter devlet ile yeni faşist devletleşme ya da faşist devlete geçiş konjonktürünü yaşıyor. Bütün bu süreci faşistleşme süreci/dalgası diye tanımlama imkânımız var. Ve bu konjonktür bütün boyutlarıyla ve tektonik kırılmalarıyla bir yüksek konjonktürü veya olağanüstü momentumu ifade ediyor.
Bir başka tanımlamayla artık kesintisiz olağanüstü hal uygulamalarıyla karşı karşıyayız ve bu uygulamalar normalleşiyor. Pandemi süreci küresel düzeyde bu uygulamaların siyasal iktidarlar tarafından ne kadar kolay hayata geçirilebileceğini ortaya koydu. Hatta salgın koşullarında kitleler bu uygulamaları bir nevi “istedi-arzuladı” ve normalleştirdi. Bu pratiğin, rejimlerin yeni kontrol mekanizmaları repertuvarlarına yazılacağından kimsenin kuşkusu olmasın. Farklı şok doktrini ve yeni nesil korkular finans kapitalin, siyasi iktidarların ve kapitalist devletin hem yeni kâr stratejilerine hem de yeni kontrol ve denetleme teknolojilerine hizmet edecektir. Bu süreç hayatın her alanının hızla otoriterleşebileceğini göstermektedir. Faşizm temel karakteristiği olan bu durumu Hannah Arendt, total tahakküm rejimlerinin temeli olarak değerlendirir. Faşizmin günlük psikolojisinin üretildiği yer de burasıdır. Tam bu noktada faşizmin salt bir politik iktidar biçimi olmadığını, aynı zamanda bir toplumsal ilişki, kültür ve hayat tarzı olduğunu belirtmekte yarar var. Küresel düzeyde faşist hareketlerin kendi özgünlüğü ve renklerinde gelişimi ve kitleselleşmesi dikkat çekicidir. Bu gelişme Avrupa’da, yani kapitalist kültür ve yaşam tarzının merkezi kabul edilen kıta dâhil ABD, Latin Amerika Asya ve Uzak Asya için de geçerlidir. Kapitalist uygarlık -Max Weber’in tanımlamasıyla- Demir Kafes, metafordan öte gerçek manada demir kafese dönüşüyor. Yapısal krizlerin aynı zamanda uygarlık krizlerini de açığa çıkardığı unutulmamalıdır. Hem tektonik kırılmalar, hem ultra neo-liberal politikalar, kamusal alanın hızla özelleştirilmesi ve metalaştırılması ve sistemin bir korku dinamosu gibi çalışması kitlelerin faşizmi arzulamasına yol açıyor. Faşizmin yarattığı heyecan ve mikro faşizmin cazibesi ve anaforu kitleleri kavrıyor. Bu durum bir nevi estetik çekicilik olarak yorumlanabilir. Bugün açısından yeni faşizmi küresel düzeyde gelişen kitlesel bir hareket olarak değerlendirebiliriz. Deleuze ve Guattari faşizmi tehlikeli kılan yönün bu özellikleri olduğunu söyler: “Faşizmi tehlikeli kılan, moleküler ya da mikropolitik iktidarıdır, çünkü faşizm bir kitle hareketidir: totaliter bir organizmadansa kanserli bir bedendir”.
Michael Mann, Faşistler adlı çalışmasında birinci kuşak faşizmin (Almanya, İtalya, Avusturya, Romanya, Macaristan, İspanya’da) iktidar örgütlenmelerini, temel değerlerini, faşist hareketin yükselişi ve eylemselliğini analiz ederek bazı çözümlemelerde bulunur. Ve faşistlerin çok azının marjinal olduğunu, ağırlıkta tüm sınıflardan destek gördüğünü belirtir. Bu niteliğini kitleleri ikna etme kabiliyetinden aldığını ve “büyük idealler” hareketi olmasından kaynaklandığını ileri sürer. Aktüel olarak neo-liberal kapitalizmin yıkıcı politikaları kitlelerde çok boyutlu korku, kaygı ve çıkışsızlık hissi yaratmış, öfke ve arayış bu noktada faşizm cazibesini artıran faktör olmuştur. Farklı sınıf ve tabakaların içinde kapitalizmin sonuçlarına karşı öfkeyi de örgütleyen yeni faşist hareketler diskrimine edici, öjenik, seksist, mizojini, zenofobi, terörü stilize eden, yeni jargon ve dil oluşturan, farklı kutsal anlamlar dünyası yaratan, stereotip ön yargılar üreten politikalarla inisiyatif geliştiriyor ve politik etkisini hızla yayıyor. Deleuze ve Guattari “Anti-Ödipus: Kapitalizm ve Şizofreni” adlı ortak çalışmalarında arzuyu bir devrimci duygu olarak tanımlar ve yaratıcı dinamiğine vurgu yaparlar, öte yandan (kapitalist gerçekliğin) arzuyu bastırması baskının, sömürünün, rıza göstermenin, biat etmenin, kulluğun “coşkuyla” arzulanmasına neden olduğunu söylerler. Pierre Bourdieu da tahakküm ve rızanın (bilinçli bir yönelim dışında) şeylerin ve bedenlerin içine kazınmışlığı üzerinde durarak tamamlayıcı bir vurgu yapar: Faşizmin gücünü buralarda aramak gerekir.
Kitleler tarafından arzulanan gerçekliği ve yok edici büyüsü faşizme kudret kazandırır. Walter Benjamin, Nazilerin ideolojik ve politik kazanımlarını politikanın estetize edilmesine borçlu olduğunu yazar. Yeni faşizmin en büyük başarısı bu politik “büyüyü” oluşturabilmesindedir. Evet, izlenen -ajite edici, kimlik inşa eden, dil ve ruh kazandıran, ataerkil, şiddeti kutsayan, kolektif panik ve korkuyu besleyen, heyecan ve coşku aşılayan, hızla algılanan ve refleks uyandıran- ama bir gerçekliği ve durumu son derece yalın anlatan “estetize” politikalar yeni faşizmin çok farklı sınıf ve kesimler tarafından aktif destek görmesinin önünü açıyor. Çünkü faşizm kitlelerin mana dünyalarına hitap ediyor ya da yeni mana dünyaları kurmalarına yol açıyor. Faşizm bu noktada hem bir devlet biçimi hem toplumsal bir ilişki tarzı ve yaşam biçimine dönüşüyor.
Benjamin uyarısını çok erkenden yapar: “Faşist düşman muzaffer olursa ölüler dahi güvende olmaz”.
Öfkenin ve İsyanın Enternasyonalleşmesi: Olanaklar ve Olasılıklar
Kriz ve savaş bir iç diyalektik oluşturur. Kapitalist devletler ve finans kapital krize karşı bir yandan farklı kâr maksimizasyonu artıracak stratejiler devreye sokar, öte yandan krizi aşmanın en önemli enstrümanı olarak savaşı gündemde tutarlar. Enstrüman kavramı savaş olgusunu tanımlamanın en ayırt edici özelliğidir. Savaş yeni pazar ve nüfuz alanları anlamına gelir ve yıkıp yeniden yapmayı koşullar. Aynı zamanda Prusyalı General Clausewitz’in ifadesiyle politikanın başka araçlarla devamıdır ya da Foucault’nun sözleriyle politika, savaşın başka araçlarla devamıdır. Kısacası bu ikili tanım gibi gözüken olgu savaşın iç diyalektiğini oluşturur. Savaş politikanın konsantrasyonudur, politika ise aslında savaşın farklı bir tezahürüdür. Kapitalist krizin en önemli karakteristik özelliklerinden biri emperyalist özneler arasında hegemonya krizini/savaşını tetiklemesidir. Yeni dönemde Ortadoğu küresel jeo-politik odağa dönüştü. Bir noktada yeni nesil savaşların ya da yeni tipte uluslararası savaşın merkezini oluşturuyor.
Özelde Suriye savaşı yeni nesil savaşların somutlandığı pratik olarak değerlendirilebilir. İçinde yaşadığımız konjonktürde dünya bir yandan yeni emek rejimleri anlamında Bangladeşleşiyor, öte yandan -sürekli iç savaş stratejilerinin vücut bulduğu yer olan coğrafyaya dönüşüyor, yani bir nevi- Suriyeleşiyor. Bu manada kapitalist kriz ve Suriye savaşı arasında iç bağlar bulunuyor. Emperyal öznelerin ve bir dizi bölgesel gücün ve devlet dışı aktörün devrede olduğu sistematik “modern” yıkım, yağma ve talan sürekli savaş taktikleri üzerinden şekilleniyor. Sürekli savaşın ülkeler nezdinde somut biçimlenişi sürekli iç savaş şeklinde gerçekleşiyor. Bugün Suriye başta olmak üzere Libya, Irak, Yemen, Afganistan sürekli iç savaş taktiklerinin devrede olduğu ülkeler olarak öne çıkıyor. Yeni küresel jeo-politik enerji kaynakları, enerji yolları, su kaynakları, kıymetli topraklar, değerli madenlerin bulunduğu yerlere göre belirleniyor. Sürekli iç savaş stratejileri yeni jeo-politiğe uygun yeni emperyalist yağmanın bir yansımasını ifade ediyor. Bu yönde yaratıcı kaosun bir biçimlenişi olarak emperyalist öznelerin hamiliğinde yeni mikro ve kanton devletler ya da yeni protektora niteliğinde bölgeler, devletçikler ortaya çıkıyor. Etnik, dinî, mezhebî, millî polarizasyonun yansımaları olan bu oluşumlar sürekli iç savaşın tetikleyici rolünü oynuyor. Ve emperyalist paylaşımın, ekonomik ve nüfuz alanı hamlelerini gösteriyor. Bugün başta Libya olmak üzere Irak, Afganistan ve Yemen’de farklı biçim alışları olan kanton ve mikro devlet yapılanmaları “inşa” ediliyor. Suriye’de özellikle IŞİD’in inisiyatif sahibi olduğu koşullarda benzer oluşumlar yaratılmıştı. Önümüzdeki dönemde dünyanın farklı coğrafyalarında özellikle küresel jeo-politik açıdan stratejik önem taşıyan yerlerde sürekli iç savaş konseptine uygun gelişmelerin yaşanması yüksek olasılıktır. Sürekli savaş ve sürekli iç savaş politikaları aslında kapitalist devletin içine girdiği dönüşümü yansıtması açısından da önem taşımaktadır. Çünkü dışarıda yürütülen savaş aynı zamanda içeride ulusun kolektif tininin yeniden inşasında son derece yararlı işleve sahiptir. Suriye savaşının yeni tipte uluslararası savaş niteliği taşıması bu anlamda dönemin ruhunun inşasında etkilidir. Trump, Putin, Macron, Merkel’in ve bir dizi faşist, protofaşist, popülist siyasi kimliğin benzer jargonları kullanması ve aynı refleks ve hamleleri yapması tesadüf değil, dönemin ruhu ve savaş olgusunun iç politikada sağladığı olanaklar ve kitleleri mobilize etme ve şekillendirmesindeki rolüyle bağlantılıdır. Savaş aynı zamanda kitleleri terbiye etmenin ve yeniden şekillendirmenin en önemli aracıdır. Savaş en başta iktidar ve tahakkümü içselleştirecek kolektif bir ruh yaratmasıyla yıkıcılığını gösterir. Dışarıdaki savaş ya da olası savaş, dış politikanın biçim alışı olması yanında iç rejimin ayrılmaz parçasıdır. Ve içerideki “savaşın” yönünü ve yönelimini belirler ya da yeni devletin ve rejimin kuruluşuna elzem olanaklar sunar. Bunu dün Thatcher, Falkland Savaşı’yla; bugün Trump ve Putin, Suriye Savaşı’yla, Modi Pakistan’a yönelik agresyon politikalarıyla, Türkiye de Irak, Suriye ve Libya’da yaşanan iç savaş sürecine proaktif katılarak yapıyor. Örnekleri çoğaltmak mümkündür. En başta savaş iktidarlara ve faşizme terbiye edilmiş kitleler ve W. Reich’ın deyimiyle “coşkusal vebalı” kimlikler yaratır. Ulusun kolektif tinini besler ve şekillendirir. Bu atmosferin bütünü sarsıcı ve alt üst edicidir. Savaş, devletin ve rejimin dönüşümünde belirleyici rol oynar. Kısaca yeni devletin inşasının bir boyutu kapitalizmin yapısal krizi ve savaş diyalektiği üzerinden okunabilir.
İçine girdiğimiz konjonktürün bir başka yansıması yeni ve farklı ya da iç içe geçmiş karşı devrimci taktiklerin bir arada kullanılıp, yeni rejim inşası yönünde hamlelerin yapılmasıdır. Özellikle 21. yüzyıl sosyalizmi adı verilen 2000’li yılların başlarında Venezuela’da Chavez’in iktidara gelmesiyle Latin Amerika’yı saran sol dalganın yaşandığı coğrafyalarda gerçekleşen ve bu dalgayı kıran karşı devrimci gelişmelerin her birinin bir iç savaş rejimine dönüşmesi ilginçtir. Bu noktada üç ülkedeki gelişmeler dikkat çekmektedir. Venezuela’da paralel devlet görünümü alan, Brezilya’da bir nevi çok vektörlü sivil darbe olarak gerçekleşen, Bolivya’da örtük askeri darbe ve sivil faşist agresyonla kendini dışavuran gelişmeler önümüzdeki dönemde farklı ülkelerde yükselen sınıf ve kitle hareketlerine karşı izlenecek taktikler olarak devreye sokulabilir. Uzun dönem iktidarda kalan Lula önderliğinde Brezilya İşçi Partisi, (sendikal yapı CUT’yle birlikte) bir umudun oluşumu ve partisi olmaktan hızla koparak, sosyal demokrat bir çizgiye kaydı ve sosyal liberalizm uygulamalarıyla Brezilya kapitalizminin ihtiyaçlarına uygun hareket etti. Tipik bir düzen partisi gibi yolsuzluk ve suistimallerin merkezi haline geldi. Lula’nın en büyük başarısı yoksulluğa ve açlığa yönelik hamleleri oldu. Kendisinden sonra gelen eski gerilla Dilma Rousseff benzer politikalar izledi. Yolsuzluk gerekçe gösterilerek Rousseff görevden alındı, Lula da kazanma ihtimali yüksek seçimlere yargı operasyonlarıyla sokulmadı. Yargının da aktif devrede olduğu bu süreç bir sivil darbe olarak gerçekleşti. Ve faşist Jair Bolsonaro ABD ve CIA’nın aktif desteğiyle iktidara taşındı. Orduyla son derece iyi diyalog içinde olan Bolsonaro, finans kapitalin ve kapitalist büyük toprak sahiplerinin militan temsilcisi olarak ultra neo-liberal politikaları devreye sokuyor. Devleti bir iç savaş devleti şeklinde yeniden örgütlüyor.
Venezuela’da 2000’lerin başında önemli siyasal gelişmeler yaşandı. Chavez iktidarıyla simgelenen bu dönem yoksulların toplumsal güç olarak devreye girmesini sağladı. Sol popülist Chavez yerli halk ve yoksullarla kurduğu ilişki ve yoksulluğun önüne geçme yönünde ciddi pratikleri, stratejik sektörlerde yaptığı kamulaştırma eylemleri ve kıtada anti-emperyalist potansiyel taşıyan pratikleriyle önemli adımlar attı. Bu olgular Chavez’e karşı yapılan darbenin yoksulların kitlesel seferberliği karşısında başarısız olmasına yol açtı. Chavez ölümüne kadar karizmatik özellikleriyle sürece hâkim olmayı başardı. Chavez sonrası iktidara gelen Maduro döneminde yükselen sol popülist dalganın düşüşe geçmesi, çizginin karakterine bağlı olarak ilerici niteliğine rağmen kapitalizmin sınırlarına hapsolması, doğal olarak anti-kapitalist kopuşlar gerçekleşememesi, petrol fiyatlarında yaşanan radikal düşüş ve ABD’nin destabilizasyon taktikleri ve bütün bunlara ek olarak hareketin giderek bürokratlaşması ve Maduro’nun politik çapsızlığı nedeniyle Venezuela’da kaotik bir sürecin önü açıldı. ABD’nin aktif devrede olduğu, Venezuela’nın egemen sınıfları ve statü kaybı yaşayan orta sınıflar ve küçük burjuva kesimlerin aktif ve kitlesel desteğiyle -sivil ve askeri içerikli- darbe girişimleri yaşandı. Darbe taktikleri paralel devlet uygulamalarıyla farklı biçimde sürüyor. Venezuela bugün ciddi bir ekonomik kriz yaşıyor ve iç savaş potansiyeli taşıyan gelişmelere gebe. Venezuela pratiği bir karşı devrimci taktik olarak sivil darbe ve özellikle paralel devlet uygulamalarıyla dikkat çekiyor. İç savaş politikaları üzerinden yürütülen bu hamleler yeni dönem karşı devrimci taktik ve yönelimleri ortaya çıkarması açısından da dikkatle izlenmesi gerekiyor.
Bolivya’da Morales iktidarı özgünlükleri yanında sol popülist bir çizginin temsilcisi oldu. İktidara gelişi radikal yerli hareketi ve işçi hareketine dayandı. Fakat MAS ve Morales iktidarı kıtadaki diğer sol popülist çizgilere benzer politikalar izledi. Hareketin hızla bürokratlaşması, Morales’in iktidar arzuları ve sol popülist çizginin doğal sınırı, devlet, sermaye, ordu ilişkisini bozacak ya da Bolivya oligarşinin inisiyatif ve hegemonyasını kıracak hiçbir adımın ve düzenlememenin yapılmaması, Bolivya’da ordunun örtük darbesinin ve sivil faşist hareketin aktif mobilizasyonunun önünü açtı. Morales ülkeyi terk etti. Fiili darbe sonucu Jeanine Anez devlet başkanı seçildi. Yeni iktidar faşist ve öjenik politikalarını ilk günden uygulamaya başladı. Bolivya’da radikal yerli hareketi ve işçi sınıfı gelişmelere karşı aktif bir karşı duruş gösteriyor. Bolivya pratiği devletin iç çekirdeğinin ne derece örgütlü olduğunu ortaya koyan, zor aygıtlarıyla sivil faşist hareketin ve kilisenin içkin bağlarını gösteren bir pratik olarak dikkat çekti. Gözden kaçan ya da üzerinde çok durulmayan, analiz edilmeyen sivil faşist veya paramiliter güçlerin çok kısa zamanda mobilize olup, binlercesinin başşehir La Paz’ı işgal edip, MAS ya da Morales iktidarını hızla fiilen tasfiye etmeleri oldu. Kamu kurumları fiilen işgal edildi; yöneticileri, farklı teşhir ve şiddet yöntemleriyle istifa ettirildi. Ve çok kısa zamanda görünüşte iktidarı uzun yıllardan beri elinde tutan ama gerçek manada iktidarsız olan Morales ve MAS etkisizleştirildi. Yaygın yerli halk ve işçi desteğine sahip MAS’ın böylesi faşist iktidar hamlelerine ve sokağın fethine karşı bütünüyle hazırlıksız olduğu ortaya çıktı. La Paz’ın sivil faşist ya da paramiliter güçler tarafından işgali (tabii ki ordu ve polisin desteği ve yarattığı zeminle) yeni dönem “Roma yürüyüşüne” bir örnektir ve önümüzdeki süreçte faşist devlete geçiş yöntemi ya da toplumsal muhalefetin her düzeyde tasfiyesi için kullanılacak taktik olabilir. Bu yöntemin bir iç savaş taktiğine dönüşmesi ve yeni şehir savaşlarında karşı devrimci hamle olabileceğini şimdiden söylemek olanaklıdır.
Küresel Güney, Her Ülkenin Kendi Güneyi ve Dünyanın Lanetlileri
İçinden geçtiğimiz dönemin en çarpıcı özelliklerinden biri bugün küresel fabrika ve atölye olma özelliği taşıyan Küresel Güney’in yanında, metropoller dâhil her ülkenin kendi içinde güneyinin oluşmasıdır. Her ülkenin kendi içinde güneyinin oluşması kavramı yıkıcı neo-liberal politikalar yanında, sistemin olağanüstü asalaklaşma olgusu ve çürümesinin bir yansıması olarak ülke nüfusun büyük bir kısmının sosyal atığa, çöpe dönüşme halidir. Başka bir ifadeyle dünyanın lanetlileri artık dünyanın her yerindedir. Ve her yerinde lanetlenmektedir. Yeni devlet için bu kesimler total ve içerideki düşmanın kendisidir ya da o potansiyeli taşıyanlardır.
Bu “tehlikeli kesimler, esnekleştirme, güvencesizleştirme ve işsizleştirme politikaları sonucu sosyal atığa dönüştürülmüş yığınlardır ve kentin belirli bölgelerinde sıkıştırılmışlardır. Artık kentlerin belirli bölgeleri bir nevi “görünmez” sınırlarla çevrilmiştir. Fakat bu sınırları herkes bilir ve görür ve herkes farkındadır. Yani artık yeni bir kent sosyolojisiyle karşı karşıyayız. Toplumsal hiyerarşinin katı bir şekilde hissedildiği, sınıf, ırk, cinsiyet, kültür ayrımının rijit bir biçimde hayata geçirildiği ve toplumsal denetimin en ekstrem şekilde uygulandığı ileri derecede bir marjinallikle, yeni gettolaşma ya da derin gettolaşma olgusunu yaşıyoruz. Buralar yeni Güneylerdir. Yani izole edilmiş, kriminalize ve kendi kural ve kanunları bulunan, ya fiili sınırları olan ya da duvarlarla çevrilmiş bölgeler ve bu bölgelerde ötekileştirilmiş, diskrimine edilmiş, yok sayılan ve çöp muamelesi gören çok geniş bir nüfusun varlığıyla karşı karşıyayız. Güney Afrika’da uzun Apartheid rejiminden sonra, yeni siyah burjuvazinin ve siyasi iktidarın varlığı koşullarına göre biçimlenmiş siyahların yaşadığı (sınıf ve ırk ayrımının yeni konsantrasyon) bölgeleri, ya da Brezilya’da Sao Paulo ve benzeri büyük kentlerde zengin semtlerle, fakir “favelalar” arasında örülen duvarlar artık birkaç ülkede ve o bir kaç ülkenin özgül şartlarında oluşmuş bir kent sosyolojisinden ibaret olmayacak, bir genel olgu haline dönüşecektir. Bu kentin yeniden düzenlemesini içeren bir stratejisidir ve bütünüyle sınıfsal karakterdedir. Finans kapital sermaye birikimini sekteye uğratacak her gelişmeye karşı tehlikeli sınıfların bütünüyle kontrol altına alınmasını, tam anlamıyla ablukada tutulmasını arzulamaktadır. Bu adımlar olası yeni kent savaşlarına hazırlıktır. Polisin ve ordunun yeni konumlanması ve yeniden yapılandırılması kent savaşlarına ve içerideki yeni düşmana göre biçimlenmektedir. Yeni kent stratejileri, yeni kent savaşlarına karşı bir hazırlığı da ifade ediyor.
Kısacası bir nevi yeni Ortaçağ’ın eşindeyiz. Dünya giderek yeni Ortaçağ’a dönüşüyor. Ortaçağ’da olduğu gibi kentler güvenlik duvarlarıyla, kaleyle çevriliyor; bir tarafta kalenin içinde yaşayan ve korunanlar, diğer tarafta kalenin dışında kalan ve çalışarak kalenin içindekileri besleyenler ve (pandemi gibi) her türlü tehdit ve tehlikeye açık yığınlarla karşı karşıyayız. Ve bu yığınlar yok sayılan, hiç kabul edilen ve lanetlenmiş kitlelerden oluşuyor. Bunlar yeni “Güneyliler”, yani en alttakiler, ötekiler, yoksullar, fakirler ve işsizlerdir. ABD’de George Floyd’un polis tarafından ensesine basılıp, boğularak öldürülmesi bu manada vakaı-adiyeden bir olay değil bir “Güneylinin” müstahak olduğu davranıştır. Floyd’un hikâyesi bir “hiçin” ve hiç kabul edilenlerin hikâyesidir. Aslında devletin ruhunu ve düşünüşünü ve davranış kodlarını ele vermektedir. ABD’de ırkçılık sistemik karakterlidir ve tarihsel köklere dayanır. ABD bir tür ırksal kapitalizmin cennetidir. Neo-liberal yıkım programları ve salgın, ABD’de işsizlik ve yoksulluk dalgasının önünü açtı (pandemi sürecinde 45 milyon kişi işsizlik ödeneği için başvurdu, yarı zamanlı çalışanların sayısı ise 6.6 milyon arttı, sokakta yaşayanların sayısı 550 bin kişiyi geçti ve bu sayıya bu yıl 250 bin kişinin daha eklenmesi bekleniyor).
Trump iktidarı neo-liberalizm ve neo-faşizmin büyük yıkımı anlamına geldi. Bugün açısından neo-liberalizm ve otoriteryanizm ilişkinin en net kristalize olduğu yer ABD ve Trump iktidarıdır. J. B. Foster, Trump iktidarını, özgünlüklerini ortaya koyarak, yeni faşizm olarak tanımlamaktadır. Floyd’un katledilmesi iki olguyu ortaya koydu. Birincisi metropollerdeki Güney’in çıplak varlığı ve görünürlüğü açığa çıktı ve burada yaşayanlara kapitalist devletin ve sermayenin bakışını ve yaklaşımını netleştirdi; ikincisi Güney’de biriken ve küresel mahiyet taşıyan sınıfsal ve sosyal öfkenin boyutunu dışavurdu. Neo-liberal kapitalizmin 40 yıllık pratiği küresel düzeyde ırksal, ulusal, cinsel, sınıfsal çelişkileri şiddetlendirdi ve sorunları aynılaştırdı. Floyd’un öldürülmesi bu manada sadece ABD’deki “Güneyi” ve “Güneylileri” harekete geçirmedi, dünyanın dört bir yanındaki güneyliler mobilize oldu. Floyd’un ölümü kendilerinin maruz kaldığı ayrımcılığa, aşağılanmaya, hakir görülmeye, dışlanmaya, ezilmeye, sömürülmeye, yok sayılmaya karşı isyanı tetikledi. Küresel düzeyde yaygın ve kitlesel protestolar gerçekleşti. ABD’de siyahiler, Amerikan yerlileri, kadınlar, Latinler, LGBTİQ+’lar, yoksul beyazlar ve “diğer” kabul edilenler sokaklara çıktı. ABD tarihinin en yaygın ve kitlesel eylemleri gerçekleşti. Eylemler ayaklanma dinamikleri taşıdı. Eylemler, ırksal ve sınıfsal bir isyana dönüştü. Trump 1807 yılında çıkarılan isyan yasasını devreye sokmak istedi. Yasa ABD Başkanı’na olağanüstü yetkiler verirken ordunun ülke içinde kullanılmasını sağlıyor. Yasa de jure olarak devreye girmemesine karşın, de facto olarak işletildi. Afganistan ve Irak’ta görev almış birlikler sokaklara indi ve eylemlere müdahale etti. Aslında yaşananlar ABD’nin hızla bir iç savaş devletine dönüşebileceğini ya da olağanüstü devlet biçimine geçebileceğini gösterdi. Bu manada Foster’ın yeni faşizm analizi dikkate alınmalıdır. Olası ikinci Trump iktidarının dışarıda uyguladığı sürekli savaş stratejilerini, içeride iç savaş politikalarının izlemesi yüksek bir olasılıktır. Bu arada ABD’de sivil faşist örgütlenmelerin paramiliter bir karaktere büründüğü ve hızla örgütlendiği aşikârdır. Floyd eylemleri sırasında sivil faşistler silahlı bir şekilde sokaklara çıktı. Yer yer olaylara müdahale etti. Floyd’un öldürülmesi sonrası ABD’yi saran isyan dalgası ve küresel düzeyde gerçekleşen eylemler (eylemler salt protesto mahiyeti taşımadı, kolektif özdeşlik duygusuyla her ülkenin sömürgeci, baskıcı, segregation politikalarına ve egemenlerin hafıza simgelerine ve imajlarına yöneldi) öfkenin yeni karakterini ve öfkenin fay hatlarını ortaya koydu. Bu olgular üzerinde düşünmek gerekir. Kriz ve sermayenin sınırsız tahakkümü ve salgın süreci dünyanın bütün güneylilerin sorunlarını ve çok farklı çelişkilerini ortaya çıkardığı gibi, bu sorunların ve çelişkilerin ne derece ortak olduğunu gösterdi. Artık öfkenin küreselleştiği bir tarihsel süreçten geçiyoruz. Bu süreç aynı zamanda pratiğin enternasyonalleşmesini sağlıyor. Toplumsal fay hatlarında olağanüstü enerji birikmiş durumda. Floyd’un öldürülmesi gibi bir gelişme tektonik hareketlere yol açıyor ve fay hatlarını kırıyor. Kapitalist devlete, siyasal iktidarlara karşı ayaklanma ve isyan dalgaları hızla yayılıyor ve ülkeden ülkeye sıçrıyor. Başka bir ifadeyle güney harekete geçiyor. Bu küresel deneyim ve pratikler üzerine düşünmek, yani yeni öfke karakteri ve öfkenin mayalanma biçimleri üzerine kafa yormak gerekiyor. Anti-kapitalist potansiyeller taşıyan bu öfke dalgalarını kristalize edecek yeni örgütlenme formları yaratmak zorundayız. Bu da gerçekten öfke olmak, öfkeye dönüşmek ve öfkenin parçası olmakla mümkündür.
2020’li yıllar ve önümüzdeki çeyrek asır hızlı kapitalist entegrasyonun dışında kalmış çöp ülkeler, hatta kıtalar, destabilize coğrafyalar, sosyal atıklaşma, yeni çalışma kampları, despotik emek rejimleri, küresel açlık, küresel sefalet, eko-yıkım, faşizmin kitle ruhuna dönüşmesi ve ölümün efendiliğini ilan ettiği yıllar olabilir. Artık geleceğin uzun sürme şansı ortadan kalkıyor. Kapitalizmin ve kapitalist uygarlığın, insanlığın ve doğanın ölümü anlamına geldiği aşikâr.
Bu karşı devrimci dalgaya karşı, küresel düzeyde 2010 yılında başlayan, dönemsel olarak dalgasal şekilde yükselen ve geri çekilen, 2019-2020 yılının başında yeniden 44 ülkeyi saran küresel isyan ve ayaklanmalar insanlığın umududur. Pandemi koşullarında yine dünya çapında sınıfın geliştirdiği farklı direniş biçimleri, Lübnan, Kolombiya ve Şili’de yaşanan açlık isyanları, George Floyd’un katledilmesi sonrası dünyayı saran öfke dalgası, patriyarkal kapitalizme karşı küresel feminist grevler, kadın özgürlük hareketinin muhteşem pratikleri, doğanın metalaştırılmasına ve ekolojik yıkıma karşı ekolojik hareketin üstün performansı ve diğer sistem karşıtı hareketler, umudu ve geleceği ve başka bir dünyanın mümkün olduğunu ortaya koyuyor. Bu gelişmeleri kısaca incelersek önümüzdeki döneme ilişkin bazı temel yönelimler tespit edebiliriz.
2011, 2012, 2013 yılları kapitalizmin yapısal krizine karşı küresel düzeyde gerçekleşen ilk büyük toplumsal dalgalara sahne oldu. ABD’de mortgage krizi olarak başlayan kriz, 2009 ve 2010 yılında ikinci fazına geçerek AB’ye bulaştı/sıçradı. Özellikle AB’nin güneyi borç ve bankacılık krizi içine girdi. Yunanistan borç krizi sonucu iflas etti. Yunanistan, AB’nin zayıf halkası olarak dikkat çekti. Yunanistan’ı İspanya ve Portekiz izledi. Kriz tüm havzayı ve İrlanda ve İzlanda’yı sardı. Aynı süreçte kıta düzeyinde sınıf ve kitle hareketi hızla yükselişe geçti. Yunanistan bir nevi uzun süreli ayaklanma dönemini yaşandı. İki yıllık bir kesitte 70 civarında sektörel grev, 30’a yakın genel grev gerçekleşti. 2010-2012 yılında Yunanistan’da yaşananları hegemonik kriz ya da bir düzeyde devrimci durum diye tanımlayabiliriz. Hatta Yunanistan’daki gelişmeleri 1968 sonrası Avrupa’da yaşanan en önemli siyasal moment olarak değerlendirebiliriz. Bu momentin yanı sıra Güney Avrupa’yı saran sınıf ve kitle hareketi 1968 sonrası kıtada yaşanan en ciddi toplumsal dalga oldu. Bu deneyimlerin en belirleyici özelliği yeni kent hareketleri olarak dikkat çekmesiydi. 2011 yılında başta Tunus ve Mısır olmak üzere Arap halkları ayağa kalktı. Tarihin en önemli kitle hareketleri yaşandı. Tahrir Meydanı bir simgeye dönüştü. Aşağıdan devrim olanakları doğdu. Ve dalga Kuzey Afrika ve Ortadoğu’yu sardı, statükoları sarstı.
2012 yılında Rojava’da heterodoks devrim yaşandı. Devrim aynı zamanda bir kadın devrimi olarak gelişti. 2013 yılında Gezi ayaklanması gerçekleşti. Bu gelişmeler Akdeniz bölgesini isyan ve ayaklanma coğrafyasına dönüştürdü. Kapitalizmin yapısal krizinin en önemli karakteristik özelliklerinden biri sınıfsal antagonizmayı küresel düzeyde şiddetlendirmesi ve derinleştirmesidir. Böylesi bir yüksek konjonktürde çelişkilerin yoğunlaşmasına bağlı olarak bazı coğrafyalar öne çıkar. 1873-93/96 krizinde Rusya’nın, 1929-1933/39 krizinde Uzak Asya ve Çin’in coğrafya olarak öne çıkması gibi… 2011, 2012, 2013 yılında devrimin imkânı anlamında Akdeniz coğrafyası öne çıktı. Başka bir ifadeyle aynı yıllar devrim imkânının doğduğu yıllar olarak değerlendirilebilir. Rojava’nın dışında çok genel bir yorumla devrimci siyasal öznenin yokluğu, bir anti-kapitalist kopuş programının oluşturulamaması ve ortaya çıkan devrimci enerjinin kristalize edilememesi ya da kristalize edecek örgütlenmelerin yaratılamaması, içinde farklı restorasyon hamlelerinin olduğu (Mısır ve Tunus’ta yaşandığı gibi) karşı devrimci gelişmelere ya da (Yunanistan ve İspanya’da olduğu gibi) kapitalist stabilizasyon politikalarına yol açtı. Yükselen toplumsal isyan dalgaları geri çekildi. Bu süreçte sınıf mücadelesi açısından zengin pratikler ortaya çıktı. Sınıfın yeni segmenti ya da fraksiyonu toplumsal-maddi güç olarak sokaklara indi. Sennett’in kamusal alanın ölümü diye ifade ettiği olgu, kitle hareketinin yaratıcılığıyla ve zengin üretkenliğiyle yaşayan kolektif alanlara dönüştürüldü. Yeni kent hareketleri ya da kent savaşları pratikleriyle karşılaştık. Rojava bir kent savaşı olduğu gibi, kıtayı saran meydan işgalleri, Tahrir Meydanı işgali ve Gezi ayaklanması da yeni kent hareketleri ve savaşlarına örnek oluşturdu.
2016-2018 yılları küresel toplumsal dalganın ikincisine sahne oldu. İkinci dalganın metropollerdeki en önemli biçim alışı Fransa’daki Sarı Yelekliler oldu. Aynı dönem sosyal bir sınıf ya da kadın sınıfı olarak kadınların özgürlük mücadelesinde bir sıçramayı işaretledi. Patriyarkal kapitalizme, kadınların değersizleştirilme stratejilerine ve kadınlara yönelik ontolojik saldırılara karşı 2016, 2017 ve 2018 yılında küresel kadın grevleri ya da feminist grevler gerçekleşti. Öte yandan despotik emek rejimlerinin en katı hayata geçirildiği ve sınıfın gerçek manada kadavralaştırıldığı Hindistan ve Çin’de, yani Küresel Güney’in bu iki temel ülkesinde olağanüstü sınıf mobilizasyonları yaşandı. İşçi sınıfı tarihin en büyük kolektif karşı duruşunu gerçekleştirdi. Hindistan’da ultra neo-liberal politikalara ve ırkçı-faşist Modi yönetimine karşı 2016 yılında 150 milyon işçi harekete geçti. Bu daha başlangıçtı. Çin’de işçi sınıfı tam anlamıyla abluka altında olmasına karşın, yaygın spontane grevlerle despotik emek rejimlerine net bir tavır sergiledi. Türkiye’de üçüncü havalimanı işçilerinin sermayenin sınıfı değersizleştirme ve enkazlaştırma (yani Hindistan ve Çin işçi sınıfının harekete geçtiği saiklerle) stratejilerine karşı gerçekleştirdiği fiili grevi bu kategori içinde ele alabiliriz.
Sarı Yelekliler, hızla mülksüzleşen ve güvencesizleşen emekçi yığınların metropollerdeki mobilizasyonunu simgeledi. Sokağı iyi kullanan, kendi adına konuşan hareket, Batı solunun snopluğunu, kent merkezli bürokratik karakterini ve kültür ve kimlik politikaları içinde kaybolmuşluğunu pratik olarak gösterdi. Ve bir nevi bundan sonra metropollerde sınıf hareketinin yeni biçim alışının laboratuvarı işlevi gördü. Özellikle kadın özgürlük hareketi, kadın mücadelesinin tek başına bir kimlik mücadelesi olmadığını gösterdi. Ayrıca beden politikalarıyla emek politikalarının arasındaki diyalektiği ortaya koydu. Enternasyonal bir pratik olarak mücadelenin ivmelenmesine yol açtı. Bu pratikler sınıf mücadelesinin yeni fay hatları olarak biçimlendi.
Şimdide Saklı Gelecek
Kriz sonrası küresel toplumsal dalganın üçüncüsü 2019 ve 2020 başında gerçekleşti. 44 ülkeyi saran ve kısa zamanda yayılan bu dalga son derece önemli birikimler yaratarak pandemi süreciyle geri çekildi. Bu dalgadaki deneyimleri kısa ve konsantre şekilde şöyle değerlendirebiliriz: En başta ortaya çıkan küresel toplumsal ayaklanmalara işçi sınıfı ağırlığını koydu ve aynı zamanda kadın ve yoksul hareketleri olarak gelişti. Neo-liberal kapitalizm yıkıcılığı karşısında kitleler bir öfke dalgası şeklinde harekete geçtiler. Sokağı aktif ve militanca kullandılar. Yaşanan deneyimleri beş kategoride toplayabiliriz.
Birinci kategoride, işçi sınıfının eksende yer aldığı ülkelerde son derece zengin birikimler oluştu. Fransa’da yaşanan genel greve 1,5 milyon işçi katıldı. Eylemler ülkeyi felç etti. Grev uzun soluklu olmasıyla da dikkat çekti. Genel grev finans kapitalin ve neo-liberal politikaların aktif temsilcisi Macron iktidarını sarstı. Neo-liberal politikaların labarotuvar ülkesi olan Şili’de işçi sınıfı harekete geçti. Pinera yönetiminin ultra neo-liberal politikalarına karşı genel greve çıktı. İşçi sınıfı Şili’de neo-liberal kapitalizme karşı ortaya çıkan kitle hareketinin ekseninde yer almasıyla dikkat çekti. Kolombiya’da da ilginç gelişmeler yaşandı. Ülkede iki ay gibi kısa zamanda dört genel grev gerçekleşti. Grevlere polis saldırdı ve çatışmalar yaşandı. FARC gibi özgün karakteri olan gerilla hareketinin önderliğinde gelişen (yeni süreçte hareket barış görüşmelerine bağlı açık alan mücadelesine başladı. Bir kontrgerilla devleti olan Kolombiya’da hareketin lider kadrolarının ve militanlarının suikastlar sonucu öldürülmesi ve açık alan çalışmasına farklı yaklaşımdan dolayı ayrılık yaşandı. Ayrılan grup yeniden gerilla faaliyetlerine başladı. Ayrıca ülkede ELN adında etkili bir gerilla hareketi mücadelesini sürdürmektedir. Ivan Marquez önderliğinde FARC, ELN’yle ittifak kurmak istiyor) sınıflar mücadelesinin yeni bir momente girdiğini gösteriyor. Aynı dönemde harekete geçen Hindistan işçi sınıfı tarihin en büyük grevlerini arka arkaya gerçekleştirdi. 2019 yılında yapılan genel greve 200 milyon işçi, 2020 başında yapılan genel greve 250 milyon işçi katıldı. Grevler işçi sınıfının olağanüstü mobilizasyonunu ortaya koydu.
İkinci kategori kadınların eylemlerde gösterdiği yüksek performanstır. Eylem ve isyan dalgalarının gerçekleştiği hemen hemen tüm ülkelerde kadınlar eylemlerde aktif bir şekilde ve en önde yer aldı. Patriyarkal kapitalizmle militanca mücadelenin zeminini ören bu pratiklerin, küresel feminist grev dalgalarıyla rezonans kurması muazzam olanakların önünü açabilir. Bu hem enternasyonal bir kadın hareketinin sosyal mücadelenin içinde yaratılmasını sağlayabilir hem de sınıf eksenli mücadeleyle feminist hareketin anti-kapitalist mücadele içinde özgünlüklerini ve örgütsel bağımsızlıklarını koruyarak kaynaştıran ve birleştiren deneyimlerin önünü açabilir. Ayrıca Lübnan, Irak ve İran’da gerçekleşen eylemlerde kadınların aktif rol oynamaları, sınıf mücadelesini kesen/perdeleyen mezhep, etnik, taife kimlikleri üzerinden yürütülen egemenlerin politikalarını parçalama ve etkisizleştirme şansı verdi. Bu yönler de kadın mücadelesinin taşıdığı zenginliği, devrimci potansiyeli ve ezber bozuculuğu ortaya koymaktadır.
Üçüncü kategoriyi ise şöyle tanımlayabiliriz: Küresel düzeyde gerçekleşen ayaklanmalar özünde bir yoksul hareketidir. Ve yukarıdaki tanımlamamızla ifade edersek neo-liberal kapitalizme karşı küresel güneyin harekete geçişini simgelemektedir. Finans kapitalin doğru algıladığı gibi “tehlikeli sınıfların” mobilizasyonunu dışa vurmaktadır. Ekvador, Kolombiya, Bolivya, Şili, Porto Riko, Honduras, Sudan, Cezayir, Arjantin, Brezilya, Venezuela, Irak, Lübnan, İran, Azerbaycan ve diğer birçok ülkede yoksullar kitlesel biçimde alanlara çıktı. Ekmek, onur, haysiyet ve gelecek için siyasi iktidarlara ve neo-liberal politikalara karşı net tavır aldılar. Tarih bize yoksul ayaklanmalarının son derece sarsıcı ve yıkıcı nitelikte gerçekleştiğini gösterir. 2019 ve 2020 ilk dalgalarını gördüğümüz yoksul mobilizasyonları içinde olağanüstü yıkıcı potansiyel taşıyor. Evet, “yakarsa dünyayı garipler yakar”. İçine girdiğimiz konjonktür yoksulların yıkıcı öfkesinin biriktiği ve şiddetli patlamaların yaşanacağı konjonktürdür.
Dördüncü kategoriyi özellikle sürekli iç savaş coğrafyası olarak tanımladığımız coğrafyalarda kriz, savaş, sosyal yıkım politikalarının ve siyasal sistemin çürümesinin yarattığı zeminin üzerinden, bu zamana kadar egemen politik işleyiş ve tutum alışın parçalanmasıyla da mezhebî ve dinsel politikaların etkisizleşmesi ve sınıfsal eksende ya da yönelimde politik tutum alışların güçlenmesi oldu. Bu süreçte yine yukarıda belirttiğimiz gibi kadınlar belirleyici rol üstlendi. Kadın özgürlük mücadelesinin taşıdığı çok yönlü potansiyeli açığa çıkaran bu pratikler üzerinde özel olarak düşünmekte yarar var. Bu noktada özellikle Sudan, Irak, İran ve Lübnan öne çıkan ülkeler oldu.
Beşinci kategori Katalonya’da bağımsızlık için yapılan referandum sonrası gelişmelerde kendini dışa vurdu. Ekim 2017’de yapılan referandumda Katalan halkının %90’ı bağımsızlıktan yana tavır aldı. Referandum süreci ve sonrası İspanya devleti faşizan politikalarını şiddetlendirdi. Katalonya halkının kendi kaderini tayin etme hakkını tanımadı. Bağımsızlık girişimini durdurdu ve Katalonya meclisini feshetti. Milletvekillerini “itaatsizlik ve isyan” suçlarından tutukladı. Yurtdışına çıkan Katalonya Özerk Yönetimi Başkanı ve bazı milletvekileri İspanya’ya teslim edildi. AB Parlamentosu İspanya devletine desteğini açıkladı. Katalonya deneyimi iki bağlamda önem taşıyan pratik oldu. Sömürgeci bir geleneğe sahip ve çok uluslu bir devlet olan İspanya’da faşizmin içsel bir olgu olduğu ortaya çıktı. Devletin iç çekirdeğindeki faşist karakterin statüko dışı her gelişmede harekete geçtiği görüldü. Yaşananlar burjuva demokrasisinin sınırını ortaya koydu. Burjuva demokrasisi ve faşist devlet arasında ilişkinin ve geçişin ne derece kolay olabileceğini gösterdi. Katalonya pratiği makalede devlet bölümünde açtığımız yeni faşizm, otoriter devlet tezlerimizi aktüel olarak güçlendirici mahiyet taşımaktadır. Burada ihmal edilmemesi gereken bir diğer boyut “liberal demokrasiyi” kuruluş ilkesi olarak belirlemiş AB’nin ve üye devletlerin sürece yaklaşımıdır. AB Parlamentosu İspanya’ya açık destek verdi. Belçika ise Katalan milletvekillerinin tutuklanacaklarını bilerek İspanya’ya iade etti. Yaşananlar belirlenmiş “düzenin” her şart altında korunacağını ve burjuva demokrasinin gerçek ruhunu işaretledi.
2019 yılı ve 2020 yılının başında gerçekleşen küresel toplumsal ayaklanma dalgası büyük birikimler yaratarak, pandemi süreciyle geri çekildi. Pandemi sınıflar mücadelesinde yeni bir momenti işaretledi. Bu deneyimleri daha özelde analiz edecek olursak, eylemler en başta kapitalizme karşı değil, sonuçlarına yönelen içerik taşıdı. Aynı zamanda sermaye iktidarına değil, siyasal iktidarlara tepki şeklinde gelişti. Yaşamsal çelişkilerin aynılaşması ve iç içe geçmesi (barınma, beslenme, kira, ulaşım, iletişim, sosyal güvenlik, emeklilik, çalışma şartları, yeni vergiler) ortak ve kolektif reaksiyonlara yol açıyor. Bu durum eylemlerin hızla yayılmasını, birbirinden öğrenmeyi, cesarete almayı, görünür olmayı sağlıyor. Kısaca pratik enternasyonalleşiyor. Bu durum eş zamanlı ayaklanmaları beraberinde getiriyor.
Sosyal medya, alternatif ve aktivist medya, dijital aktivizm, otonom medya pratikleri bu noktada önemli işlevler yüklenebiliyor. Ayaklanmalar halkçı karakterli ve yoksul ayaklanmaları olarak biçimleniyor. Kendiliğindenci karakterde gerçekleşen ayaklanmalar, patlamalar şeklinde kendini dışa vuruyor. Eylemler doğrudan eylem biçiminde gelişiyor ve hızla kitleselleşiyor, küçük bir kıvılcım (Şili’de ulaşıma yapılan zam, Haiti, Ekvator’da sübvansiyonların kalkması, Lübnan’da WhatsApp vergisi gibi) birden alev topuna dönüşebiliyor. Eylemlerin gelişimi yeni kent hareketleri; genel grevler, meydan işgalleri, büyük kitlesel gösteriler ve yürüyüşler, sokak çatışmaları şeklinde biçimleniyor ve uzun süreli gerçekleşiyor. Eylemler kitleselliğiyle dikkat çekiyor. Bu, öfkenin ve arayışın boyutunu göstermektedir. Nüfusu 6 milyon olan Lübnan’da 1,5 milyon kişinin Beyrut’ta meydanları günlerce işgal etmesi, Şili’de Santiago’da 1 milyon kişinin sokaklara çıkması halkların “artık yeter” haykırışıdır. Tarihsel hafıza, eylemlere ruh ve karakter veriyor. Şili’de halkın Viktor Jara’nın ve Allende’nin fotoğraflarıyla alanları doldurması “hiçbir şeyin boşuna olmadığını” gösteriyor.
Pandemi sürecinde küresel düzeyde işçi sınıfının gerçekleştirdiği grevler, fiili grevler, makineleri durdurma, iş yavaşlatma ve farklı protesto biçimleri ve Lübnan, Kolombiya ve Şili’de açlık isyanları yeni birikimler olarak dikkat çekmektedir.
2011, 2012, 2013 I. Dalga, 2016-2018 II. Dalga ve 2019-2020 III. Küresel toplumsal ayaklanma dalgaları ve pandemi sürecinde ortaya çıkan birikimler, küresel karşı devrimci sürece karşı kitlelerin direnişini, arayışını, öfkesini, ayağa kalkışını gösterdi. Umudu ve ruhların silahlanma ihtiyacı ortaya koydu. Aslında bütün bu süreci “devrimin hala biçimini bulamaması” ve sınıflar mücadelesinin zenginliği olarak değerlendirebiliriz. Bu büyük dalgasal yükselişler ve geri çekilmeler bir birikim sürecine tekabül etse ve yüksek bir enerjiyi açığa çıkarsa da ideolojik-politik-örgütsel bir hattın yaratılması aciliyetini koruyor.
Bu noktada şu çıkarımları yapabiliriz: Kapitalizmin enterkonnekte bir sistem olması ve yüksek entegrasyon düzeyi yanında tarihinin en asalak ve çürüme dönemine girmesi ve varoluşsal bir krizin içinde sürüklenmesi dünyanın her alanını ayaklanma ve isyan coğrafyasına dönüştürüyor. En zayıf halka artık her yerdir. Her yer isyan ve ayaklanma merkezine dönüşebilir. İçine geçtiğimiz dönemin bir başka karakteri zincirleme ayaklanmalar dönemine girmemizdir. Yukarıda açıkladığımız son 10 yıllık periyotta yaşanan ayaklanma dalgaları bunun somut göstergesidir. Bu sürecin kent ayaklanmaları şeklinde gelişmesi yüksek bir olasılıktır. Yani yeni kent hareketleri ve savaşları döneminin eşiğindeyiz. Tezimizi 2010 yılında OECD, ABD Kara Ordusu Stratejik Araştırmalar Grubu ve İngiltere Savunma Bakanlığı’nın yaptığı 50 yıllık bir projeksiyonu kapsayan raporlarıyla güçlendirebiliriz. Raporlar özce önümüzdeki dönemde yaygın kent ayaklanmaların yaşanacağı ve buna göre devletin ve ordunun re-organize olması gerektiğini ifade etmektedirler. Benzer açıklamayı İngiliz danışmanlık şirketi MapleCroft yaparak, 2020’li yıllarda 42 ülkede ayaklanmaların beklenmesi gerektiğini açıkladı. Yeni devletin bu gelişmelere göre şekilleneceği unutmamak gerekir.
O zaman öfkenin karakterine, öfkenin fay hatlarına kafa yormak, öfkenin birikeceği alanlarda konumlanmak ve öfkenin parçası olmak gerekiyor.
Kızıl, Mor ve Yeşil Bir Gelecek İçin…
Dağları olmayan Uruguay’da Tupamarolar 1970’li yılların başında, Cezayir Devrimi’nde FLN’nin gerçekleştirdiği şehir savaşından etkilenerek şehir gerillası eylemlerine başladı. Yüksek performans gösteren hareket, etkili bir kitle desteğine sahip oldu. Üçgen örgütlenme adını verdikleri örgütlenme biçimleriyle öncü-kadro-kitle ilişkisini zengin pratiklerle güçlendirdi. Yeni bir politik üslup, tarz, imaj oluşturdu. Ve hızla toplumsal meşruiyet sağladı. Hareketin bu yönleri bugün bile kendini dışa vurmaktadır. Daha sonra (yenilgi, ağır hapis koşulları, açık alana çıkma, hareketin sol sosyal demokrat bir yapıya dönüşmesi sürecine rağmen ve iç muhalefete karşın) bu üslup ve tarz kendini farklı biçimlerde üretmiştir.
Uruguay devlet başkanlığı yapan ve hareketin önder kadrolarından Pepe’de gördüğümüz derviş ve şövalye ruhu bu üslubun ve tarzın oturmuşluk ve sindirilmişliğinin bir yansımasıdır. Bu tutum ya da varoluş bir başka yanıyla devrimci politikanın yeniden inşası, siyasal öznenin ve kadrolarının bir derviş ve şövalyeye dönüşmesi ve ruhlarını silahlandırması anlamına gelir. Bu da dünyanın başka türlü algılanması, yaptığı eylemin mananın ve hakikatin mütevazı arayışı olarak görülmesi demektir. Aşağıda belirteceklerimizin manası da burada saklıdır. Onun dışında yapılageldiği gibi yukarıdan bir bakış ya da izahtan öteye gitmeyecektir.
Yeni kapitalizm ya da neo-liberal kapitalizm ontolojisini üç sömürge alanı üzerinden kuruyor: Emeğin sömürgeleştirilmesi, doğanın sömürgeleştirilmesi ve kadının sömürgeleştirmesi. Bu üç eksen kapitalist üretimin ve yeniden üretimin temelini oluşturuyor.
Yeni kapitalizm, kapitalizmin doğasına uygun bir şekilde bir ölüm makinesi gibi çalışıyor. Artık sürdürebilirlik sınırı aşıldığından, ölümün ve yok oluşun çıplaklığıyla karşı karşıyayız. Başka bir dünyanın yaratılması bu manada ölümle yaşamın, gelecekle yok oluşun, umutla çürümenin arasındaki tercihe, kararlılığa ve iradeye dönüşmüş durumda. Bu manada emeğin, kadının ve doğanın geleceği, var oluşu ve mücadelesi iç içe geçmiş ve stratejik bir mahiyet kazanmıştır. Ve son 40 yılda ve özellikle geçtiğimiz 12 yıllık süreçte küresel öfke bu alanlarda birikiyor. Ne var ki bu alanlarda biriken yıkıcı enerjinin kristalizasyonu sağlanamadığından anti-kapitalist kopuşlar yaşanamıyor.
En başta emeğin, kadının ve doğanın sömürgeleştirilmesine karşı mor-kızıl-yeşil üçgeninde bir örgütlenmeyi önümüze koymalıyız. Bu alanları stratejik alanlar olarak görmeli ve bu alanlarda stratejik olarak konumlanmalıyız. Bugün yer yer etkileşim olmasına rağmen tekil düzeyde gelişen mücadelelerin bileşkesini oluşturmak artık yaşamsal bir sorundur. Bileşke soğuk bir tanımlama değil, bu ilişkilerin organikliğini, birbirini besleme ve şekillendirme kapasitesini ve enerjilerinin geçişkenliğini gösteren bir içerik taşımaktadır. Böylesi bir çalışma olağanüstü mütevazılıkla yürütülen, müthiş bir biriktirme arzusuyla hareket eden, uzun soluklu, eylemin ve örgütlenmenin içinde kendi varoluşunu inşa eden, sistem dışı ve ihtilalci ve her şeyden önce sahici, sistemin sinir noktalarına vuran, bu manada büyük iddialar taşıyan bir devrimci faaliyeti koşullar. Çünkü emeğin sömürgeleştirilmesi kapitalizmin ontolojisinin kurulduğu yerdir, kadının sömürgeleştirilmesi kapitalist sistemin yeniden üretiminin temeli oluşturur. Ayrıca kapitalist iktidar ve tahakküm ilişkisinin en derin kökleri buralara uzanır. Patriyarka bu manada sisteme içkindir ve bir nevi sistemin iktidar ağını, şebekesini meydana getirir. Yalnızca iktidar ağı değil, kurucu dinamik olarak sistemin ideolojik, politik, kültürel yeniden üretiminin temel faktörlerinden biridir. Bu manada (patriyarkanın kadınları farklı hiyerarşiler içinde konumlandırdığının farkında olarak) kadın sınıfı ve bir sosyal sınıf olarak kadından bahsedebiliriz. Doğanın sömürgeleştirilmesi sadece kapitalizme enerji kaynağı yaratmak değil, kapitalist metalaştırma sürecinin ayrılmaz parçasıdır. Ve doğa kapitalist tecavüzün, talan ve yağmanın ve sermaye birikiminin vazgeçilmez fetih alanıdır. Bugün gerçek manada doğanın ölümüyle karşı karşıyayız ve bu ölüm onun organik parçası olan tüm canlı ve cansız varlıkların ölümü anlamına gelmektedir.
Böylesi bir teorik çaba ve politik duruş sınıfsal ekseni baz alır. Ve net olarak mikro analizler ve mikro politikalar üzerinden üretilen ve tahakkümle sınırlı kalan bir mücadele perspektifini reddeder. Bu yaklaşım tahakkümü muğlaklaştırıp sınıfsal içeriğinden kopararak, mücadeleyi farklı kimlikler üzerinden ve tanınma esaslı kurgular. Ve sınırını sivil toplum üzerinden belirler. Radikalliği burjuva sivil toplum eksenindedir. Bu aynı zamanda iktidar perspektifinden net bir uzaklaşmadır. Devletin ötesine geçmeyen, devlet alanıyla sınırlı kalan, devletin maddi niteliğiyle hesaplaşmayan bir mücadele hattı en başta anti-kapitalist bir kopuş gerçekleştiremez. Çünkü kapitalist egemenliğin sınıfsal gücü devlet aygıtında maddileşmiş ve yoğunlaşmıştır. Ancak buna meydan okunarak ihtilalci karakter kazanılabilir. John Holloway’in “iktidar olmadan (almadan) dünyayı değiştirmek” düşüncesi ve Alain Badiou’nun “devletten uzak siyaset” yaklaşımı aynı sorunlarla malüldür.
En başta iktidar ve karşı hegemonyayı hedefleyen bir mücadele hattı için devrimci bir siyasal öznenin varlığı yaşamsaldır. 20. yüzyılda Lenin’in sorduğu “Ne yapmalı?” sorusu ya da devrimci özne sorunu 21. yüzyılda daha yakıcı ve yaşamsal bir sorun haline gelmiştir. 21. yüzyılın Bolşevizmi bu soruya verilen yanıt üzerinden kurulacaktır. Bu sorunun ilk cevabı öfkenin ve hareketin içinde şekillenme ya da yeniden kuruluş; öfkeyi ve hareketi şekillendirme olabilir. Bunun için stratejik alanda konumlanmak, biriktirmek ve kuluçkaya yatmak gerekiyor. Bu stratejik konumlanmayı pergel örneğiyle açıklayabiliriz. Bilindiği gibi pergelin bir serbest, bir de sabit ayağı vardır. Ancak sabit ayak sabitlendiğinde, serbest ayak “eylemi” gerçekleştirir ya da gerçekleştirme kabiliyetine haiz olur. Sabit ayağın doğru noktada konumlanmaması eylemin etki alanını küçültür ve içeriğini zayıflatır. Sistemi sarsmaz ve niyetten öte sistemin makul bulduğu sınırlar içinde kalır. Yani stratejik konumlanma anti-kapitalist kopuşun olmazsa olmazıdır. Ayrıca sistem karşıtı ya da farklı anti-kapitalist alanlardaki mücadelenin tekilleşme riski böylece aşılabilir. Ve bu alanlar arasında rezonans ve bileşke stratejik konumlanmayla mümkün hale gelebilir. Bu alanlarda ortaya çıkan enerjinin kristalizasyonu ve yıkıcı bir enerjiye dönüşmesi ancak bu stratejik konumlanmayla mümkün olur. Ve bu faaliyetler doğası gereği enternasyonal mahiyettedir. Yani faaliyet ve mücadelenin kendisi yaşayan bir enternasyonalin inşasının da maddi zeminlerini yaratabilir. Anti-kapitalist alanların ya da otonom ve militan mücadelelerin radikal alternatifler geliştirerek, kendi özerklikleri ve bağımsızlıklarını koruyan, farklı yerlerden sistemin ontolojisine vuran yatay eksenli bir enternasyonal inşası olanaklıdır. Özellikle 2000’lerin başından itibaren bu yönde bir dizi çaba oldu. Ne var ki bu çabalar bahsettiğimiz nedenlerden (konjonktürel ilişkilere dayanması, tekillik problemi, çok parçalılık, sistemin absorbe etme gücü sonucunda) kalıcı ve anti-kapitalist bir bloğun yaratılmasıyla sonuçlanmadı. Stratejik alan ve stratejik konumlanmanın en önemli özelliği sosyal anafor etkisi yaratmasıdır. Geçmiş deneyimlerde sosyal anafor etkisinin açığa çıkmaması bir müddet sonra sistem karşıtı hareketlerin; ekolojik, kadın özgürlük hareketi, hayvan özgürlük hareketi, LGBTİQ+’nın içe dönmesi, ayrı mecralarda hareket etmesinin önünü açtı. Diğer yandan bahsettiğimiz eksende inşa olmuş ya da yeniden inşa olmuş ve politik programını buna göre belirlemiş devrimci bir siyasal öznenin varlığı üzerinden dikey bir enternasyonalin kurulması olasıdır. Anti-kapitalist kopuşlar bu enternasyonalin ruhunu belirleyecektir. Aslında söylemek istediğimiz şudur; emeğin, kadının ve doğanın sömürgeleştirilmesine karşı yürütülecek mücadele doğası gereği stratejik ve enternasyonal mahiyettedir. Enternasyonalizm mücadeleye mündemiçtir yani felsefi manada içkindir. Küresel düzeyde zincirleme ayaklanmalar dönemine girmemiz, artık kapitalist sistemin her coğrafyasının zayıf halka özelliği taşıması, pratiğin enternasyonalleşmesi bizlere başka bir dünyanın yaratılması ve umudun ayaklanması için muazzam imkânlar sunmaktadır. Yaşanan deneyimlerden öğreneceğiz, kitlelerin kolektif yaratıcılığına inanacağız, devrimci Marksist teori ve pratiği sürekli yeniden değerlendirip hayata uygulayacağız, zenginleştireceğiz ve geliştireceğiz.
21. yüzyıl Bolşevizminin geçen yüzyıldan çok daha ağır bir sorumluluğu var. Artık yok oluş aşamasına gelmiş dünyadan, canlı-cansız her şeyden sorumlu olduğumuz çağın içindeyiz. Artık ölüme ve yok oluşa karşı nehirlerden ağaçlara, kaplumbağalardan kuşlara, rüzgârlardan böceklere, kayalardan yağmura, nehirlerden gökyüzüne kadar sorumlusu olduğumuz bir dünya var. En başta hepimizin yeryüzü kardeşi olduğunu bilmemiz, hissetmemiz ve anlamamız gerekiyor. Mor-kızıl-yeşil üçgen ya da bileşkenin oturduğu zemin burasıdır. Artık emeğin, kadınların ve doğanın kaderleri aynılaşmıştır.
21. yüzyıl Bolşevizmi yeryüzü kardeşliğini yaratmak için mücadele eden devrimci bir duruştur. 21. yüzyıl Bolşevizmi en başta insan merkezli, erkek merkezli (fallonarsisizm), ilerlemeci olmayan; araçsallaşmış aklı reddeden; tüm canlı ve cansız varlıkların kardeşliğini amaçlayan bir militan ruh, bir mana dünyası ve iddialı bir devrimci pratiktir. Ve kapitalizmden devrimci bir kopuş olmadan hiçbir şeyin geleceği olmayacağı bilen devrimci-Marksist militan bir çizgidir.
KAYNAKÇA
K. Marx, Fransa’da Sınıf Savaşımları (1848-1850), Sol Yay., 2006.
K. Marx, Fransa’da İç Savaş, Köz Yay., 1970.
K. Marx, Louis Bonaparte’nın Onsekizinci Brumaire’i , Köz Yay., 1975.
K. Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Sol Yay., 1979.
K. Marx, Grundrisse, Birikim Yay., 1979,
K. Marx, Kapital I-II-III Cilt, Yordam Yay., 2019
K. Marx, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi, Sol Yay., 2009.
K. Marx, 1844 El Yazmaları, İletişim Yay., 2018.
F. Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Sol Yay., 2002.
F. Engels, Anti- Dühring, İnter Yay., 2000.
K. Marx, F. Engels, Alman İdeolojisi,Evrensel Basım Yayın, 2013.
K. Marx. F. Engels, Komünist Manifesto, Yordam Kitap, 2015.
K. Marx, F. Engels, Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi, İnter Yay., 1999.
K. Marx, F. Engels, Doğu Sorunu, Sol Yay., 1971.
Lenin, Devlet ve İhtilal, Bilim ve Sosyalizm Yay., 1975.
Lenin, Marksist Devlet Üzerine, Öncü Kitabevi, 1975.
Gramsci, Hapishane Defterleri I-II-III-IV Cilt, Kalkedon Yay., 2011-2014.
Hannah Arent, Çağdaş Demokrasi, Demokrasi Vakfı, 1988.
Ralpah Miliband, Kapitalist Devlet, Belge Yay., 1989.
Jr. B. Moore, Diktatörlüğün ve Demokrasinin Toplumsal Kökenleri, Versoy Yay., 1989.
Stanley W. Moore, Marx, Engels ve Lenin’de Devlet Kuramı, Teori Yay., 1976.
Nicos Poulantzas, Siyasal İktidar ve Toplumsal Sınıflar, Belge Yay., 1992.
Nicos Poulantzas, Faşizm ve Diktatörlük, Birikim Yay., 1980.
Nicos Poulantzas, Devlet, İktidar, Sosyalizm, Epos Yay., 2006.
(Haz.) James Martin, Poulantzas Kitabı, Dipnot Yay., 2010.
R. Miliband,N. Poulantzas, E. Laclau, Kapitalist Devlet Sorunu, İletişim Yay., 1990.
(Der.) Simon Clarke, Devlet Tartışmaları, Öteki Yay., 2004.
Gülnur Savran, Sivil Toplum ve Ötesi, Alan Yay., 1987.
Paul Thomas, Yabancı Politik, Dipnot Yay., 2010.
Simon Clarke, Marx’ın Kriz Teorisi, Otonom Yay., 2009.
Ahmet Yılmaz, Kapitalist Devleti Anlamak, Aykırı Yay., 2002.
Werner Bonefeld, John Hollaway, Küreselleşme Çağında Para ve Sınıf Mücadelesi, Otonom Yay., 2007.
John Hollaway, İktidar Olmadan Dünyayı Değiştirmek, İletişim Yay., 2003.
Daniel Bensaid, Michael Löwy, İktidar Olmadan Dünyayı Değiştirmek Mi?, Yazın Yay., 2006.
Amy B. Bridges, Siyaset Biliminde Temel Yaklaşımlar, Doruk Yay., 1999.
Tuins Hobbes, Leviathan, Yazın Yay., 1993.
İvan İllich, Tüketim Köleliği, Pınar Yay., 1990.
Richard Sennett, Karakter Aşınması ve Yeni Kapitalizm Kültürü, Ayrıntı, 2003.
Andre Gorz, Kapitalizm, Sosyalizm ve Ekoloji, Ayrıntı Yay., 1994.
Erich Fromm, İtaatsizlik Üzerine, Ayrıntı Yay., 1987.
Erich Fromm,Özgürlük Korkusu, Doruk Yay., 2010.
Wilhelm Reich, Dirimin Ölümü, Payel Yay., 1990.
Wilhelm Reich, Faşizmin Kitle Ruhu Anlayışı, Payel Yay., 2002.
Marx Scheler, İnsanın Kosmostaki Yeri, Yaprak Yay., 1987.
Shella Rowbotham, Feminizm, Sosyalizm ve Eylemde Birlik, İletişim Yay., 1984.
Vandana Shiva, Maria Mies, Ekofeminizm, Sinek Sekiz, 2019.
(Edit.) Aynur Özuğurlu, 21. Feminizmine Doğru, Note Bene, 2016.
Sylia Walby, Patriyarka Kuramı, Dipnot Yay., 2014.
Lise Vogel, Marksizm ve Kadınların Ezilmişliği, Nota Bene, 2015.
Maria Mies, Ataerki ve Birikim, Dipnot Yay., 2012.
Heatter A. Brown, Marx’ta Toplumsal Cinsiyet ve Aile, Dipnot Yay., 2018.
Michael Heinrich, Kapital’e Giriş, Yordam Kitap, 2017.
Zygmunt Bauman, Yasa Koyucular ile Yorumcular, Metis Yay., 2003.
M. Castell, Kent Sınıf İktidar, Phoenix, 2015.
M. Burawoy, Üretim Siyaseti, Nota Bene, 2015.
Julian Freund, Max Weber Zamanında Alman Sosyolojisi, Kırmızı Yay., 2006.
Max Weber, Bürokrasi ve Otorite, Adres Yay., 2005.
Steven Lukes, İktidar ve Otorite, Kırmızı Yay., 2006.
Constantin Nordach, Karşılaştırmalı Faşizm Çalışmaları, İletişim Yay., 2015.
Roger Griff, Faşizmin Doğası, İletişim Yay., 2014.
Ernst Nolte, Faşist Hareketler, Hür Yay., 1980,
Michael Mann, Faşistler, İletişim Yay., 2015.
Robert o. Paxton, Faşizm Anatomisi, İletişim Yay., 2014.
William L. Shirer, Nazi İmparatorluğunun Doğuşu, Yükselişi, Çöküşü I-II-III Cilt., Ağaoğlu Yay., 1970.
Richard Sennett, Kamusal İnsanın Çöküşü, Ayrıntı Yay., 1996.
Kıvanç Ulusoy, Katalanlar, Ayrıntı Yay., 2020.
Volkan Yaraşır, Sokakta Politika, Gendaş Yay., 2002.
Volkan Yaraşır, 11 Eylül, Gendaş Yay., 2001.
Volkan Yaraşır, Uluslararası İşçi Hareketleri I-II Cilt., Bibliotek Yay., 1995.
Volkan Yaraşır, 1968, Toplumsal Özgürlük, 2018.
Volkan Yaraşır, Devrimin Gökkuşağı, Mephisto Yay., 2004.
Chris Harman, Zombi Kapitalizm, Marx – 21, 2012.
Sungur Savran, Üçüncü Büyük Depresyon, Yordam Kitap.,2013.
(Haz.) Leo Panitch, Greg Albo, Vivek Chibber, Bu Defaki Kriz- Socialist Register 2011, Yordam Kitap, 2012.
(Haz.) Leo Panitch, Greg Albo. Vivek Chibber, Ekonomik Kriz ve Sol – Socialist Register 2012, Yordam Kitap, 2013.
Philip Goodchild, Deleuze ve Guattari Arzu Politikasına Giriş, Ayrıntı Yay.,
Eugene W. Holland, Deleuze ve Guattari’nin Anti- Oedipus’u, Otonom Yay., 2013.
G. Deleuze, F. Guattari, Anti- Odiupus Kapitalizm ve Şizofreni I-II Cilt., Bağlam Yay., 1990-1993.
Max Horkheimer, Akıl Tutulması, Metis Yay., 2005.
Max Horkheimer, The Authoritain State, https:cominsitu.files.wordprees.com.
Theodor W. Adorno, Otoritaryan Kişilik Üzerine, Om Yay., 2003.
H. Marcuse, Tek Boyutlu İnsan, İdea Yay., 1997.
A. Kojeve, Otorite Kavramı, Bağlam Yay., 2007.
Sezgin Kızılçelik, Franfurt Okulu, Anı Yay., 2008.
Ali Rıza Gelirli, Tahakkümün Anatomisi, Parşömen Yay., 2009.
Judith Revel, Michel Foucault, Otonom Yay., 2008.
Anthony Giddens, Siyaset, Sosyoloji ve Toplumsal Teori, Metis Yay., 2008.
M. Foucault, İktidarın Gözü, Ayrıntı Yay., 2003.
“M. Foucault”, Cogito Dergisi, Sayı70-71., 2012.
M. Foucault, Güvenlik, Toprak, Mülk, Bilgi Üniversitesi Yay., 2016.
M. Foucault, Biyopolitikanın Doğuşu, Bilgi Üniversitesi Yay., 2015.
Jean Baudrillard, Simülarklar ve Simülasyon, Doğu Batı Yay., 2014.
Jean Baudrillard, Tüketim Toplumu, Ayrıntı Yay., 2002.
Pierre Bourdieu, Devlet Üzerine, İletişim Yay., 2012.
Pierre Bourdieu, Eril Tahakküm, Bağlam Yay., 2014.
E. Canetti, Kitle ve İktidar. Ayrıntı Yay., 2014.
(Haz.) Margit Köves, Shaswati Mazumdar, Faşizm Üzerine, Yordam, 2018.
Zeev Sternhell, Faşist İdeolojinin Doğuşu, Ayrıntı Yay., 2012.
Anne Steiner, Loic Debray, Kızıl Ordu Fraksiyonu, Metis Yay., 2000.
Isabelle Sommier, Devrimci Şiddet, İletişim Yay., 2012.
J. Smith, Andre Moncourt, Red Army Faction : A Documentary History, PM., 1988.
Hannah Arent,Totalitarizm-3, İletişim Yay., 2014.
İlker Belek, Postkapitalist Paradigmalar, Sorun Yay., 1999.
İlker Belek, Esnek Üretim Derin Sömürü, Nazım Kitaplığı, 2004.
Tupamarolar, Mephisto Yay., 2004.
Mauricio Rosencof, Duvardaki Sarmaşık Gibi,Belge Yay., 1993.
El Pepe: Yüce Bir Yaşam, Biyografik Belgesel,Netflix. 2018.
H. Yeşil, Latin Amerika: 21. Yüzyıl Sosyalizmi mi?, Dönüşüm Yay., 2008.
Heinz Dieterich, 21. Yüzyılın Sosyalizmi, Pencere Yay., 2007.
P. Corcuff, Siyasetin Büyük Düşünürleri, Versus Yay., 2008.
Ergin Yıldızoğlu, Yeni Faşizm, Cumhuriyet Kitap, 2020.
Tülin Öngen, “Faşizmi Anlama Klavuzu”, Birgün Gazetesi,26.02.2011- 4.03.2011-12.03.2011.
D. Harvey, Sermaye Muamması: Kaptalizmin Krizleri, Sel Yayıncılık, 2010.
R. Sennett, Otarite, Ayrıntı Yay., 2005.
M. Burawoy, “Between The Labor Process and The State: The Changing Face of Factory Rejimes Under Advenced Capitalism”, American Sociological Rewiew, Vol., 48, No:5, 587-605, 1983.
Perry Anderson, Gramsci, Salyangoz Yay., 2007.
Clarissa P. Estes, Kurtlarla Koşan Kadınlar, Ayrıntı Yay., 2003.
Gülnur Acar- Savran, Beden Emek Tarih, Dipnot Yay., 2019.
(Haz.) Gülnur Acar-Savran, Nesrin Tura Demiryontan, Kadının Görünmeyen Emeği, Yordam Yay., 2008.
Bob Jessop, Devlet Teorisi, Epos Yay., 2008.
Komünizm İçin Silahlı Mücadele, Kızıl Tugaylar, Yar Yayınları, 1978.
Vandanava Shiva, İnadına Canlı, Sinek Sekiz Yayınevi, 2015.
Harry Braverman, Emek ve Tekelci Kapitalizm, Kalkedon Yayınları, 2008.
Mary Ellen Reese, General Gehlen, Sorun Yayınları, 1999.
Şebnem Oğuz, Türkiye’de Kapitalizmin Küreselleşmesi ve Neo- Liberal Otariter Devletin İnşası, TTB Sağlık ve Güvenlik Dergisi, No: 45, s.2-48, 2012.