Latin Amerika Ne Yapacak? * Ayşe Tansever

Kıtanın en güneyinde Uruguay’dan kuzeyde ABD sınırında Meksika’ya, Latin Amerika halkları ister sağ ister sol iktidar olsun bir hareketlilik içindedir. Kıtada bir belirsizlik hakim. Olaylar sanki kıtada yeni bir döneme girileceği ya da girildiğini anlatıyor. Uzun süre sivil ya da askeri darbelerle kapitalizm bu ülkelerde iktidarda kaldı. En tepede de ABD tüm iktidarları kendi çıkarları doğrultusunda değiştirmeye ya da tutmayı sürdürmeye çalıştı, çalışıyor.

Sosyalizm Asya kıtasında yenildi ama Castro Küba’sı hala iktidarda; sosyalizm yolunda kararlı bir şekilde ilerliyor. Onun etkisi çeşitli şekillerde kıtaya yayılmaya başladı. Venezuela’da Chavez ülkesini 21. yüzyıl sosyalizmi yoluna sokmaya çalıştı; Maduro mücadelesini tüm baskılara rağmen sürdürüyor. Daniel Ortega küçücük Nikaragua’da bir sol iktidar olarak ayakta durma mücadelesi veriyor. Bolivya’da yerli halklarla sosyalizmini kurma mücadelesini veren Evo Morales gerici bir darbe ile ülkesini terk etmek zorunda bırakıldı. Aynı süreçte kıtada sağ iktidarların bir kısmı devrildi. Brezilya, Arjantin, Ekvador gibi ülkelerde pembe denen sol iktidarlar başa geçti. Ama sonra onlar da bir şekilde iktidardan düştüler, neoliberal politikalar bu ülkelerde hakim olmaya başladı.

Ama şimdi günümüzde kapitalizmin neoliberal politikalarının hüküm sürdüğü Ekvador, Şili, Arjantin, Brezilya, Peru, Paraguay ve son olarak da Kolombiya’da halklar sokaktalar, hoşnutsuzluklarını belirtiyorlar. Ya da seçimlerle iktidarlarını değiştirme yoluna girdiler. Latin Amerika halkları hoşnutsuzluklarını gösteriyorlar. Ama ne yapacakları belli değil. Kıtada güçler dengesi nasıl, ne yana doğru değişecek? Dünyanın merak konusu. Ve her an değişiyor.

Biz de yazımızda kıtada son yaşananları anlatıp bir değerlendirme yapmaya çalışacağız. Ancak anlaşılır olma açısından ilk önce neoliberal politikaların kıtada son uygulamalarına genel bir bakış atacağız. İkinci bölümde tek tek ülkelerde son yaşananları mümkün olduğu kadar kısa özetleyeceğiz. Son bölümde devrimci güçler açısından genel bir değerlendirme yapmaya çalışacağız.

I. Bölüm

1. Son Dönemde Neoliberal Politik Uygulamalar 

Kıta, Portekiz ve İspanyol sömürgesi olmaktan kurtulup hemen ABD kapitalist sömürü dönemine girdi. Kapitalist sistem içinde önce pazar ekonomileri, sonra o tıkanınca ordu ile darbeler, eğer yetmez ise bizzat ABD eliyle iktidar güçlerini devirmeler, yandaşları iktidara getirmeler sonra neoliberal politikalar ile sömürü sürdürülmeye çalışıldı. 2000 başlarından beri neoliberal uygulamalarla sömürü iyice vahşileşti. Gelinen noktada neoliberal politikaların ömrünü doldurduğunu söylemek yanlış değildir.  

Neoliberal iktidarların temel özelliği genelde tek parti olarak değil koalisyon içinde iktidar olmaktır. Tek bir parti iktidarı hemen hemen yok olsa bile dışarıdan destek mutlaka almak zorunda kalınıyor. Koalisyonların başında da diktatör, faşist nitelikli liderler oluyor. Trump özelliğinde ağzı bol laf yapan demogojik liderler ortalıktadır. Bolsonaro bunların en tipik örneğidir. Orta Amerika küçük ülkelerinin hemen hepsi böyle liderlerle yönetiliyor. Emekli askerler, silahlı toprak ağaları, milyarder, milyoner iş adamları ya da bunların profesyonel gerici politikacıları işi götürüyor. Arjantin’de Macri, Brezilya’da Eski Başkan Temer, şimdiki Bolsonaro, Şili’de Pinera hepsi zengin iş adamı, eski asker ya da toprak ağasıdır. Orta Amerika’da ise daha çok mafya ve uyuşturucu çeteleriyle bağlantılı liderler baştadır. Eski tek partili dönemlerden farklı olarak böylesi faşist, zengin liderler finans kapital güçlerinin çıkarlarına hizmet edecek politik ekonomik değişiklikler yaparak bir avuç insanı zengin etmeyi sürdürdüler.

İkinci olarak, artık eskinin demokratik kurallarını bol bol çiğnemede beis görmüyorlar. Dünyadaki gazetecilerin öldürüldüğü ya da hapse tıkıldığı birinci bölge Güney Asya kıtası ikincisi ise Latin Amerika’dır. Sosyal hakları çiğnemek artık normlaştı. Yolsuzluklar işin olmazsa olmazıdır. Yolsuzluğa bir şekilde bulaşmamış sağ kanat politikacı göstermek neredeyse imkansızdır. Ayrıca suçlu olanlar güçlü de oluyor ve sol liderleri de sahte yolsuzlukla suçlamaları genelleşti. Brezilya’da Lula ve Dilma Rousseff, Arjantin’de Kirchner,  Ekvador’da Correa ve zamanındaki Başbakan Jorge Gras kurbanlar arasındadır.  Morales, Maduro bile böyle suçlamalardan kaçamadılar.  

Üçüncü olarak neoliberal iktidar güçleri, karşılarında biriken halk öfkesini parçalamak ve söndürmek için çeşitli politik stratejiler geliştirdiler. Nasıl din ideolojisini kullanarak IŞİD’i yaratıp halkları böldüler, onun arkasına gizlendiler ise aynı şeyi Latin Amerika kıtasında Hristiyanlık dinini kullanarak yaptılar.  Kapitalist sömürünün çürüttüğü toplumlara karşı dinin ahlaki ilkeleri ile saldırmaya çalıştılar. Kürtajın yasaklanması, erkek şiddeti ve arkasındaki patriarkal mantık, LGBTIQ hareketine karşı olmayı din ile savundular. Bu politikanın bir yanı ters tepip feminist hareketi daha devrimcileştirirken diğer yandan da ona karşı bir halk kesimi de örgütlendi. Kiliseler yolsuz iktidarların övüldüğü, sivil milislerin yetiştirildiği alanlar oldu. Yer yer onları yoksul kitlelerin karşısına çıkarmaya başladılar. Buralar faşizmin kaleleri haline dönüşüyor. Bolsonaro ve Bolivya darbe lideri bu tiplere örnektir.

Beyaz ırkın üstünlüğü ile faşist ideoloji yayıldı. Kıtanın yerli halklarına cephe alındı. (Biz yerli halk derken indegenous yani kıtanın Kolomb tarafından keşfi öncesi de kıtada yaşayan halkları kast ediyoruz.) Aynı şekilde gerici basında göçmenler, siyahiler karalanmaya çalışıldı ve onlara kriminal, yolsuz insanlar olarak kötü gözle bakılma ideolijisi işlendi. Yoksul halkların protestoları solun desteklediği kriminal çeteler olarak ilan edildi.

Toplumda bölünme ve kutuplaşma giderek yayıldı. Günümüz vahşi soygununda halkın sevdiği, izlediği sinema, medya yıldızları, şarkıcılar ya da entelektüeller de siyasi görüşlerini açıklayıp taraf olmaya başladılar. Gericilik, kendisine karşı olan entelektüelleri küçümseyip aslında entelektüel olmayan kişileri övmeye, öne çıkarıp desteklemeye başladı. Olmadık yeteneksizler ünlendi. Kültürü kendi çıkarları doğrultusunda kullandılar. Yalan sanki bir meziyet oldu. Duygular aklın önüne alındı. Öyle hale geldi ki muhalif olanlara saldırmak, şiddet kullanmak bir hak, bir doğru haline geldi. Onların halk ile bağları çeşitli fitneler ile koparılmaya, tahrip edilmeye çalışıldı.

Birçok ülkede militerleşme arttı. Polis ve kolluk kuvvetleri geliştirilip dövüş güçleri arttırılırken, ordunun devreye sokulması bir norm haline geldi. Hatta bazı ülkelerde bu güçlere dokunulmazlıklar tanındı. Örneğin Şili. Halka istedikleri saldırı, vahşeti uygulayabilirler. İşkence yapmaları haktır. Hatta son zamanlarda askeri eğitimi ilkokullarda ders olarak koyma önerileri geliyor. Böylece çocukları daha baştan dövüşe hazırlama, şiddeti bir norm haline getirme amaçlanıyor. Neoliberalizmin yarattığı yoksulluk sonuçları şiddet, ahlaksızlık, uyuşturucu, çeteleşme arkasına gizleniyor. Bunun vardığı son konağı ileride Orta Amerika bölümlerinde inceleyeceğiz.

2. Uygulamanın Ekonomik Sonuçları

Sonucu herkes biliyor. Dünyanın en zengin bölgesi Latin Amerika’da gelir dağılımı görülmedik düzeyde bozuldu.  Halkın %1’i zenginliklerine zenginlik katarken %99 yoksullaştı. Baş nedeni kamu mülkiyetlerinin özelleştirilmesidir. Sosyal devlet kavramı rafa kaldırılmış, eğitimden sağlığa her şey özel hale getirilmiştir. Hatta Şili’de ilkokul eğitimi bile özelleştirildi. Her yerde özel üniversiteler yaygınlaşdı. Devletin eğitim kalitesi düştü. Sağlık hizmeti de özel ellere devredildi. Parası olan okusun, doktora gidip ilaç alsın, yoksul cahil kalsın, hastalıktan ölsün anlayışı dayatıldı. Yaşlılar da ölü gezer oldu. Emeklilik kasaları özelleştirilerek zenginlere fon olarak devreye sokuldu. Öyle oldu ki Arjantin’de örneğin emeklilik fonları iflas etti ve emekli maaşları gene devlete ödettirilmeye çalışıldı. Ayrıca maaşların geç ödenmesi ya da korkunç rekorlar kıran enflasyonlara rağmen zam yapılmaması normlaştı. Şimdi Kolombiya halkları sigorta primlerinin arttırılmasına karşı sokaktalar.   

Monaterist politikalarla yani para oyunları ile de finanstan yana birçok düzenleme yapıldı. Yabancı para birimleri zenginlerin işine gelir şekilde düzenlendi. Onlara önceden sinyaller verilerek önlem almalarına yardım edildi. Diğer hepimizin bildiği uygulama, zenginlerin vergileri düşürülürken halktan alınanlar yükseltildi. Onlardan peşin peşin kesilirken zenginlere çeşitli ödeme kolaylıkları tanındı. Vergi yasaları zenginlerin yararına yeniden düzenlendi. Ayrıca birikimlerini yurt dışına kaçırmalarına göz yumuldu.  

Latin Amerika ülkelerinde hala çıkarım endüstrisi en baş gelir kaynağıdır. Yani hammadde ve tarım ürünleri ihracatı devlet bütçe gelirlerinin büyük kısmını oluşturur. İşlenmiş meta üretiminden gelir çok düşüktür. Bu dönemde yabancı çıkarımcı ya da tarım şirketine özel izinler verildi. Rüşvetler ile devlet toprakları, madenleri vs. yerli yabancı parayı verene satıldı. Ülkelerin doğa dengeleri bozuldu. Çıkarım sanayi yer altından çıkarılan topraklar ve maden artıklarının boş alanlara atılmasını ve çevre kirliliğini arttırdı. Yer altı suları madenciler tarafından kirletildi.    

Diğer yandan orman alanları, büyük ölçekli tarıma daha çok açıldı. Bunlar ülke için tüketilecek tarım ürünleri yerine dünya piyasalarında kolay satılabilecek soya, avokado vs. ürünleri yetiştirdiler. Ülke halkının beslenme ürünleri ekilmez oldu, pahalılaştı; halklar açlığa mahkum edildi. Büyük ölçekli tek ürün ekimi toprağın kendi kendini zenginleştirmesini engelliyor, çoraklaştırıyor. Bir süre sonra verimsiz hale getiriyor. Kullanılan kimyasal gübreler de ayrıca toprağı, üstündeki canlıları zehirliyor, kirletiyor. Daha geçen gün Brezilya’da milyonlarca arı bunlardan zehirlendi. Hayvan hapishanesi diyecebileceğimiz tesislerde suni yem ile yetiştirilen besi hayvanları hem doğa dengesini bozuyor hem de insan sağlığına zarar veriyor.   

Ormanların kesilmesi, üstünde yaşayan hayvan ve diğer bitki cinslerini yok etti. Doğa kirlendi. Tüm Latin Amerika’da bu olgular ve daha fazlası bu dönemde giderek arttı. Tarım ülkesi Arjantin’de, Kolombiya’da halklar karınlarını doyuramıyorlar. Yerli halklar ata topraklarından edildi ve ayaklanmalar yaşanmaya başladı. Brezilya, Arjantin, Peru, Şili, Ekvador, Meksika aklımıza gelenlerdir. Orta Amerika zaten başlı başına bir çıkarım ve tropik meyve sebze alanıdır.  

Tüm ülkelerde işçi ve emek yasaları kötüleştirilmiştir. Asgari ücretler düşürülmüş, tatil süreleri kısaltılmış, işten çıkartmalar işverenler için kolaylaştırılmış, çalışma güvenliği ve koşulları kötüleştirilmiş, tazminatlar kuşa çevrilmiştir. Sendikaların hak mücadelesi giderek kısıtlanmıştır. Hak aramalar neredeyse sıfır olmuş, eylemlere katılanların hemen işten atılmasını kolaylaştırıcı önlemler alınmıştır. Daha kasım ayı başında Brezilya’nın faşist lideri Bolsonaro kuşa çevrilmiş işçi yasasını meclisten geçirdi ve yüzbinler sokaklarda protestodaydılar.

Devlet gelirleri zenginlere verilince bütçeler açık vermeye başladı, dışarıdan borç alarak sorunları çözmek için IMF’ye başvurmak gelenek oldu. Her ülke kemer sıkmaya başladı. Devlet sübvansiyonlarının kesilmesi, hayatın pahalılaşması, işçi memur çıkarmalar, ücretlerin düşürülmesi herkesin ezberlediği senaryolar oldu. Her seferinde de “bir süre için zorluk çekilecek sonra nurlu ufuklar” aldatmacası yapıldı.   

Hayır, durum hiçbir zaman halklar için öyle olmadı. Ekonomiler düzelip sürekli bir istikrara ulaşılmadı. Uluslararası ekonomik değerlendirme şirketi Fitch’in Latin Amerika için yaptığı genel tahmin ekonomik büyümenin önümüzdeki yıl %1,9 değil aksine %0,7 olacağıdır. Neoliberal uygulamalar sonucunda ülke ekonomileri hiç de daha iyi büyümeyecektir. Kötüye gidiliyor. Onun için Ekvador, Kolombiya, Arjantin ve Brezilya’da halklar sokaklarda; IMF protesto ediliyor. Orta Amerika ülkelerinde ise durum çok daha yürekler acısıdır. Chavez’in ünlü lafının ne kadar gerçeği yansıttığı açıktır. “Neoliberalizm cehenneme giden yoldur.” Tüm Latin Amerika yoksul halklarının bir cehennemin içinde olduğunu söylemek yanlış olmaz.

II. BÖLÜM

1.Kıta Ülkelerindeki Son Protestolara Kısa Bakış 

Bu yıl Latin Amerika ülkelerinin birçoğunda seçimler vardı. O nedenle kıta genelinde çok canlı bir dönem yaşandı. Bir yandan neoliberalizm soygunu kitleleri sokaklara dökerken diğer yandan sağ güçlerin tekrar iktidar olmak için yalan dolan vaatleri hız kazandı. 2019, kıta için belirsizliklerle dolu hareketli bir yıl oldu.

Kıtada solun umutlarını yükselten ilk olay, 2018 sonlarında kıtanın ikinci büyük ekonomisi Meksika seçimleriydi. ABD’li sosyalist Sanders ile yakın arkadaş olduğunu vurgulayan Andres Manuel Lopez Obrador kısaltılmış adıyla AMLO seçimleri kazandı. 89 milyon seçmenin %50 üzerinde oyunu alarak başkan oldu. 1 Aralık’ta da koltuğuna oturdu.

ABD’nin güney sınır komşusu ve yıllardır onun kuyrukçuluğunu yapmış bir ülkede AMLO’nun başkan olması çok büyük bir olaydı. AMLO ülkenin baş sorunu olan yolsuzluk, uyuşturucu çeteleri, yoksulluk, gelir dağılımındaki eşitsizlik ile mücadele edeceğini söyleyip “Adalet ile yöneteceğim ve sizi asla yarı yolda bırakmayacağım.” diyerek yalnız kendi halklarına değil tüm kıtaya umut oldu. Kendisine Meksika’nın Lula’sı gözüyle bakılıyor. AMLO Venezuela, Küba ve Nikaragua gibi ülkelerle dayanışma içinde, onlara destek vermektedir. Son olarak da darbe sonrası Bolivya lideri Evo Morales’e kucağını açarak politik sığınma hakkı tanıdı. Kıtada yeni bir pembe dalga umutları sol çevrelerde yeşermeye başladı.  

Meksika’da solun seçim zaferi önceden az çok belli olduğundan Trump bölgedeki diğer sol ülkelere baskıyı zaten arttırmıştı. Küba, Nikaragua ve Venezuela’yı “Tiranlar Troikası” olarak ilan etti. Küba’da halk meclisleri yeni anayasanın tüm maddelerini tek tek tartışıyordu. Ülkenin demokratik özelliği tüm kıtada ilgi ile izleniyor ve onlara neoliberalizm karşıtı bir bilinç aşılıyordu. Bunu bastırmak için ülkeye Obama’nın kaldırdığı yaptırımlar yeniden konuldu. Öte yandan Nikaragua Ortega rejimi sol çizgisini sürdürüyordu. Öyle pek ışıl ışıl olmasa da gene Orta Amerika’nın en istikrarlı ülkesi olma özelliğini koruyordu. Nisan 2018’de Trump eliyle orada bir darbe girişimi yapıldı. Ülke 3 ay boyunca çalkantılı bir dönem yaşadı. Ama sonunda yaz aylarında darbe bastırıldı. Sonuçta başta Nikaragua, arkasından Meksika kıtanın sol eğilimini güçlendirdi.     

Güney kıtadaki Venezuela ise ambargolar ve yaptırımlarda ‘dünya rekortmenidir’. Petrolünden yurt dışındaki paralarına, parası ödenmiş yiyecek maddelerinden ilaçlarına kadar her şeyine el konuldu. Tüm dünya ile bağları ve tüm gelir kaynakları kesilmeye çalışıldı. Bunlar yetmedi, Maduro’nun seçilmesi tanınmadı ve bildiğimiz gibi karşısına Guaido diye kimsenin o güne kadar tanımadığı biri ile ülke iç savaşa sokulmaya çalışıldı. Kuzeyden Kolombiya’dan darbe girişimleri yapıldı. Maduro’ya insansız hava araçları ile suikastler düzenlendi. Ordu isyana çağrıldı. Sokak olayları ile baskılar arttırıldı. Elektrik santrallerine sabotajlar ile ülke elektriksiz bırakılıp hayat durduruldu. Ama bütün bunlara rağmen Venezuela hala ayakta duruyor. Venezuela’nın da bölge ilerici halklarına bir ışık olmasa bile direnç kaynağı olduğu söylenebilir.  

Meksika’da AMLO ve Nikaragua darbesinin bastırılması ile doğan umuda, Brezilya seçimlerini faşist Bolsonaro’nun kazanması biraz gölge düşürdü. Halkın neoliberal politikaların acısından perişanlığına hele hele bir Lula iktidarı yaşamış olmalarına rağmen Bolsonaro’nun seçilmesi sol çevrelerde büyük bir şaşkınlık, umutsuzluk, karamsarlık yarattı. Çok tartışıldı. Dersler çıkarılmaya çalışıldı. Kıtada AMLO’nun yarattığı umut karardı.

Kıta solu umudunu yitirmişti ki ekim başlarında bir olay kıtaya bomba gibi düştü. Ekvador’da Lenin Moreno, IMF’den aldığı kredi karşılığında varılan anlaşma gereği benzine yapılan devlet sübvansiyonlarının kaldırıldığını açıkladı. Anlaşma gereği zaten 10 bin kadar memuru işten çıkartmıştı. Okullar ödeneksiz bırakılmış ve bazı devlet okulları kapatılmıştı. Kamu taşımacılığı her yere götürülemez olmuş; ülkede gıda yokluğu başlamıştı. Ülkenin belli başlı gelir kaynağı petrolde özelleştirme spekülasyonları nedeniyle kesintiler başlamıştı. Moreno’nun sübvansiyonların kaldırılacağı haberi bardağı taşıran son damla oldu. Daha o gün özel otobüs şöförleri ertesi gün için greve çıkacaklarını açıkladılar. Özel otobüs şoförlerine öğrenciler, arkasından memurlar ve halklar katıldı. En sonunda yerel halk örgütü olan CONAİE kırlardan başkente yürüyüşe geçti. Polis ve ordu güçleri ile çatışmalar günlerce sürdü. Moreno sokağa çıkma yasağı ilan etti ama işe yaramadı.  Protestolar o noktaya tırmandı ki Moreno ve hükümet, başkent Quito’dan ülkenin ikinci büyük kentine taşınmak zorunda kaldı.

Sonuçta Moreno protestocu güçleri diyaloğa çağırıp sübvansiyonları kaldırma kararını geri çekince olaylar duruldu ama bitmedi. Halklar 4.2 milyarlık IMF kredisinin iptalini, Moreno’nun istifasını, parlamentonun dağıtılmasını istiyorlar. Kurulacak geçici bir hükümet ile 3 ay içinde yeni seçimler yapılmalıdır. Eski Devlet Başkanı Correa’nın başkanlık için aday olabilmesi sağlanmalıdır. Bu doğrultuda pazarlıklar sürdü.

Moreno oyalama taktiğindedir. El altından IMF, ABD Merkez Bankası, Dünya Bankası gibi kurumlarla toplantılar yapılmakta ve kredi koşullarının tartışıldığı haberleri gelmektedir. Moreno saldırıya geçti. Olayların arkasında Bolivya lideri Evo Morales’in indigenous halkları kışkırttığını söyledi.  Sonra ileri gelen 8 solcu lideri ve bir parlamenteri tutuklattı. Correa’yı olayları çıkartmakla suçladı. Bu gelişmeler karşısında CONAİE iktidar ile pazarlık görüşmelerinden çekildiğini açıkladı. Tüm sol örgütlere halk meclisleri kurma çağrısı yaptı. 

Moreno belki sübvansiyonları yeniden koydu ama adım adım saldırılarını sürdürüyor. Ülke şimdi bu aşamada duruyor. Sorunlar çözülmemiş ama her an patlamaya hazır. Ekvador halkının neoliberal uygulamalara başkaldırısı sol güçlerde yeni bir umut ışığı yaktı.

Daha Ekvador’da olaylar durulmadan 7 Ekim’de ülkenin biraz güneyindeki “neoliberalizmin cenneti” olarak bilinen Şili’de öğrenciler ayaklandılar. Metro fiyatlarına zam yapıldığını duyunca istasyonları yakmaya başladılar. Özel metro şirketi korkusundan 150 km uzunluğundaki metro yolunu kapattı.  Arkasından halklar olaylara katıldılar. Korkunç bir protesto ülkeyi sardı. Devlet daireleri, elektrik şirketi dahil birçok yer yakıldı ve yağmalandı. Acil durum ilan edilip ordu ayaklanmayı bastırmaya çağrıldı. Sokağa çıkma yasağı ilan edildi. Kimse dinlemedi. Birkaç gün sonra metro zammı geri alındı.   

Zammın geri alınması olayları durdurmadı çünkü halk şöyle dedi: “Biz 30 pesoluk zamma karşı değil 30 yıllık eski diktatör Pinochet döneminin hala yaşıyor olmasına karşı ayaklandık.” Neoliberalizm kıta genelinde 1990’larda başlasa bile Şili’de 1970 sonlarında uygulamaya konulmuştu. Metro fiyatına zam bardağı taşıran son damla olmuştur.  

Zenginler için “neolibaralizmin cenneti” olan ülkenin halklar için nasıl bir cehennem olduğu tüm kıta halklarına ilan ediliyordu. Şili gelir dağılımı bozukluğunda Latin Amerika birincisidir. Kıtanın en pahalı taşımacılığı, sürekli artan elektrik fiyatları, kalitesiz ve özelleştirilmiş su, çevre kirliliği, hiçbir hak güvencesi olmayan işçiler, paraları olmadığı için okuyamayan gençler, maaşları ile geçinemeyen öğretmen ve memurlar,  yoksulluk içinde can çekişen emekliler cehennem gerçekleridir. Şili, halkın %70’i borç içinde, yarınları olmayan insanların ülkesidir. 

Eski Pinochet döneminin adamlarından olan, milyarder Devlet Başkanı Pinera yoksul halklara karşı orduyu ve polisi imdada çağırdı. Özel yetkileri ve dokunulmazlıkları olan bu Pinochet dönemi güçleri halka çok kötü saldırdılar ve olaylar olayları kamçıladı. Pinera, 55 bin yeni polis alınması ve ordu güçlerinin daha sık kullanılmasına yönelik kararlar aldı. Bunlar halkların öfkesini daha da arttırdı. Çatışmalar şiddetlendi. Ulusal İnsan Hakları Enstitüsü’nün açıklamalarına göre polis kurşunla 26 kişiyi öldürdü,  232 kişi gözünü kaybetti. 1574 kişi ateşli silahlarla yaralandı. Tankların altında kalanlar oldu. %70’i cinsel şiddet iddiası olmak üzere 1100 işkence davası açıldı. 6000’in üstünde tutuklu var. Daha sonraki hafta bir milyon insan başkent sokaklarında yürüyünce Pinera bu kargaşalığı gidermek için bakanlardan bir kurulu görevlendirdi ama o da bir işe yaramadı. Halk, iktidarın ve Pinera’nın istifasını ve Pinochet döneminden kalan faşist anayasanın değiştirilmesini, özel silahlı kuvvetlerin dağıtılmasını istiyordu. 

Ekim sonuna geldiğimizde olaylar tırmanmayı sürdürdü. Kırdan 10 bin kişilik bir merkez sol olduğunu açıklayan heyet başkente doğru 98 km’lik yolu yürümeye başladı. Hoşnutsuzluğun sırf kentlerde değil kırlarda da olduğunu anlatmak için yola çıktıklarını söylediler. Hemen arkasından İşçilerin Birleşik Merkezi’nin öncülüğünde 100 çeşitli örgüt Sosyal Birlik Yuvarlak Masası bayrağı altında ortak eylem kararı aldılar. “Süper Pazartesi” günü ülkenin en büyük protestosunu gerçekleştireceklerini açıkladılar. Kentlerde kendi kendine herkese açık ve 200 tane kent konseyi kurulmuş ve 10000 kişi sürekli halde ne yapacaklarını tartışmaya başladı. Her şey planlı ve örgütlü gelişiyordu. Süper Pazartesi günü saat 12:00’de tüm bu güçler kongre binasına yürüyüşe geçtiler, saat 17:00’de taleplerini açıkladılar: Pinochet’den kalma faşist anayasa değişecek; 675 dolarlık asgari ücret ve ona eşit emeklilik maaşı; emekliler ve öğrenciler için ücretsiz taşımacılık; polis ve istihbarat reformu; ölen ve yaralananların sorumlularının bulunması; eşitsizliği giderici sosyal reformlar yapılması. Bu baskı karşısında Pinera yeni anayasa yazılmasını kabul etti, Meclis’te görüşülecek, dedi.

Ama halk buna da karşı çıktı. 2 milyonun üstünde insan sokakta, genel grev yapıldı ve hayat durdu. Bunun sonucunda alınan karara göre nisan ayında yeni anayasa konusunda referandum yapılacak. Halklara “Meclisten bir heyet mi yoksa halk temsilcileri ile mi yazılsın?” diye sorulacak. Ekim 2020’de anayasayı yazacak vatandaşların seçimi yapılacak ve 9 ay içinde de yeni anayasa yazılıp halk oylamasına sunulacaktır. Ama bu kararlara rağmen sokaklardaki canlılık her gün devam ediyor. Belirli kent merkezleri hala 24 saat halk denetimindedir.   

Ekvador’dan sonra neoliberalizmin bu “cennet” ülkesindeki olaylar sol güçler için bir umut oldu. Şili kıtaya “örnek” gösterilen bir ülke olduğu için tüm Latin Amerika halkları tarafından ilgi ile izlenir. Örneğin 2011 yılında eğitimin özelleştirilmesine karşı çıkan öğrenci olayları buradan tüm kıtaya yayılmıştı. Şimdi de neoliberal politikalara karşı protestolar kıtaya yayılma potansiyeli taşımaktadır. Kıtada yeniden bir pembe dalga mı başlayacaktır?

2.Bölgedeki seçimler ve sonuçları

Uruguay, Arjantin ve Bolivya’da başkanlık ve parlamento, Kolombiya’da ise yerel seçimlere, sol umutların yüksek olduğu havada girildi. Çoğu yerde günlük protestolar yaşanıyor ve siyasi açıdan büyük bir canlılık, çalkantı vardı.

Arjantin’de ikinci tur seçimlerinin bölgeye damga vurması bekleniyordu çünkü neoliberal politikalar ile ülke ilan edilmemiş bir iflastaydı. Devlet kasasında 50 milyon dolarla, 250 milyar dolarlık dış borç ve %55 enflasyon altında ne yapacağını bilemeyen bir ülke haline gelmişti. 2018 yaz aylarında IMF ile 57 milyar dolarlık kredi anlaşması ile dünya borç rekoru kırılmıştı. Para birimi sürekli değer kaybederek tek 1 dolar 60 pesoya eşitlendi. Bir ailenin geçimi için ayda 500 dolara ihtiyaç vardı ve ailelerin ancak %35,4’ü bu kadar kazanıyordu. Kıtanın bir numaralı tarım ülkesinin halkı hayatlarında ilk kez açlık ile karşı karşıyaydılar. (rakamlar Pepe Escobar, 31 Ekim 2019, globaltimes.org) Macri seçilirse yeni özelleştirmeler, işten çıkartmalar, büyük sosyal kesintiler yapacak, ücretler dondurulacak hatta azaltılacaktır. Ülkeyi bu duruma getiren neoliberal Macri’nin tekrar seçilmesine kimse şans vermiyordu. 

Ve sonuçta beklendiği gibi IMF anlaşmasına uymayacağını, onunla tekrar masaya oturulacağını söyleyen Fernandez ve yardımcısı Christina Kirschner seçimleri %8 fark ile kazandılar yani neoliberal politikalar yenildi. Fernandez/Kirschner ekibi seçim öncesi halktan yana ya da dünyanın bildiği Peronist ilerici popülist politikalar uygulama vaadlerini verdiler.     

%8’lik fark yukarıda anlattığımız ekonomik felaket tablosu, halkların protestoları, öfkesini yansıtmıyor ve hayal kırıklığı, umutsuzluk yaratıyor. Farkın neden az olduğunu biraz açmak yerinde olacaktır.

Birincisi, Macri’nin koalisyon ortağı olan parti çoğu kez onu frenlemiş; halk hoşnutsuzluğunun dikkate alınması gerektiğini sürekli vurgulamış ve sosyal harcamalar ve sübvansiyonların kesilmesine fren yapmıştır. Yani sağ kendi içinde birlik değildi ve bu halkları etkiledi. Diğer sağ güçlerin kentlerdeki tabanı Macri’ye oy vermeyi sürdürdü. Asıl destekçileri de tarım tekelleri idi. Orta sınıf halkların yüksek dış borcun ve dış yaptırım eksikliğinin IMF’yi bir mecburiyet gibi gördüğü düşünülebilir. Belki asıl neden, o çok çalkantılı 2008 yıllarından sonra iktidar olan pembe dalga temsilcisi Kirschner döneminden halkların çıkardığı sonuçtur. 

Hatırlardadır, 2000 başlarında Arjantin’de halklar kıtanın gelmiş geçmiş en büyük ayaklanması içindeydi ve sonuçta Kirchner büyük bir oy farkı ile iktidar olmuştu. Sol popülist bir ekonomi politika ile ülkeyi yönetti ve dış kredi kurumlarına borçları ödemeyerek tarih yazdı. Halk onun döneminde epey hak elde etti. Ama sonra ham madde fiyatları düştü vs. ve ekonomi yeniden bir dar boğaza girdi. Sonuçta 2015 yılında Macri neoliberal politikaları ile seçimleri kazandı. Yani son seçimlerde halkın bir kısmı Peronist ilerici popülist yönetimin gene tıkanacağı korkusu ile IMF reçetelerinin ülkeyi nihai olarak krizden çıkarabileceği umudunu taşımış olabilirler. Halkın bir kısmı birinci IMF reddi deneyinden sonra istikrarlı bir başarı olmadığından sanki onu bir kader olarak görmüştür.

Yeni iktidar döneminde Fernandez/Kirchner sol iktidar geçmiş deneylerinden mutlak dersler çıkartmışlardır. Onun ışığında başka bir sol çizgi çizebilirler. Fernandez sözünü verdiği pempe uygulamaları hatta gerekli olan daha da sol politikaları gerçekleştirebilecek midir? Arjantin seçim sonuçları bunu uygulamada zorluk çekebileceğine işaret etmiyor mu? 

Ayrıca eskisinden farklı olarak kıtada şimdi bir pembe dalga iktidarları yoktur. En önemli ülke Brezilya’da Lula iktidarda değildir. Şimdiki faşist lider Bolsonaro daha seçimler öncesi Fernandez seçilirse Arjantin ile sınırları kapatabileceğini, onu gerici kıta örgütlenmelerinden atacağı tehdidini yaptı. Venezuela gibi sol iktidarlar müthiş bir baskı altındalar. Fernandez destek arayışları içinde ilk dış ziyaretini o zaman iktidardan olan Bolivya lideri Morales’e yaptı. Onun çizgisini izleyeceği izlenimini verdi. Ama Bolivya’da şimdi darbeci bir iktidar var. Fernandez arkasından Meksika lideri AMLO’nun konuğu oldu. Belli ki kendine ilerici bir dış destek arayışı içindedir. Kıtadaki belirsiz dengede Fernandez/Kirschner ekibinin nasıl bir sol hat çizeceği dikkatle izlenmelidir. 

Arjantin’in güneyinde 2.7 milyon seçmenli Uruguay, başka dengede küçük bir ülkedir. Arjantin ile aynı gün devlet başkanlığı ve meclis seçimleri yapıldı. Uruguay 14 yıldır Geniş Cephe sol koalisyon ve karşısında parçalı bir sağ muhalefet ile yönetiliyor. Özel sektör ve dış yatırımlara dayalı bir ekonomisi var. Ne neoliberal ne de sosyalist diyebileceğimiz politik bir hat çiziyor. Arjantin ve Brezilya ile karşılaştırıldığında sol bir ülke. 14 yıldır istikrarlı bir ekonomik büyüme sağlamış; işsizlik oranlarının azaldığı; yolsuzluk, yoksulluk ve gelir dağılımı bozukluğunun pek olmadığı istikrarlı bir ülke. Latin Amerika’nın İsviçre’si denir. Sakin bir ülkedir. Seçimler öncesi sağ ve sol partiler arasında yapılan anlaşma bize pek ilginç geldi. Seçimler sırasında fake news yani halka yanlış haber vermeme anlaşması imzalayarak halklara gerçekler anlatılarak demokratik bir seçim yapılmasında anlaşmışlar.

Uruguaylıların komşu ülkelere baktıklarında hayatlarından memnun oldukları düşünülebilir ama kamuoyu araştırmaları solun kaybetme riski olduğuna işaret ediyordu. Çünkü ülkede kalkınmada bir sınıra varılmıştır. Büyüme hızı artmıyor. Çevre kirliliği başlamış. Sular kirlenmiş. Halklar ekonomide bir değişiklik, ilerleme istemeye başlamış. Başka bir üretim modelinin gerekliliği düşünülüyor. Bir de kriminal olaylar başlamış, polislerin giremediği kırmızı alanlar oluşmuş ve Geniş Cephe buralara bir çözüm getirememiş. Bu ortamda sağ güçler artık 14 yıllık bu durağan ekonomi kısır döngüsünden kurtulmanın gerektiğini savunarak halk içinde sempati toplamışlar.

Belki olayı şöyle koymak daha doğru olacaktır. Uruguaylılar eski bir gerilla olan Pepe Mujica ve arkadaşlarının döneminin eskidiğine inanıyor. Bu grup şimdi seksenli yaşlarına gelip aktif politikadan çekilmişler. Partiye iki genç sol nesil girmiştir. Geniş Cephe içindeki genç sol nesil başka bir yol istiyor. Çevre sorunları onlar için öncelik taşıyor. Başka bir deyişle iktidardaki sol cephe içindeki farklı görüşler çatallanmıştır. Şimdiye kadarki ılımlı sol ile gençlerin daha radikal bir sol görüş ayrılığı ülkeyi bir sol yol ayrımı noktasına getirmiş gözüküyor. Kıta ile karşılaştırıldığında cennet sayılabilecek ülke seçim öncesi bir belirsizlik içindeydi. 

27 Ekim’de yapılan seçimlerde Solun Geniş Cephesi adayı Martinez oyların %39.2’sini alırken sağın Ulusal Parti adayı Lacalle Pou %28.6 aldı. Hiçbir aday %50 barajını aşamadığı için ikinci tura kalındı. İkinci tur öncesi sağ parti adayları aralarında Pou’yu destekleme kararı alırken sol Martinez de halkı 14 yılı riske atmama çağrısı yaptı. Bölgedeki kaosu göstererek, ülke bu duruma sürüklenmemeli, dedi.  Ama sonuçta ikinci turu çok az bir farkla sağ güçlerin adayı Lacalle Pou kazandı.

Ülke neoliberal politikalara adım atacak. Fakat bunun diğer ülke uygulamaları kadar vahşi olmayacağı tahmin ediliyor. Çünkü halkın bir sosyal adalet alışkanlığı var ve bu sağ güçleri muhalefette iken bile hep temkinki olmaya zorlamış. Pou solun çözemediği krimanal olaylara el atacaktır. Hatta ilk uygulamasında polisi buraya sokacağını söyledi. Bütçe açığı azaltılacak ama vergiler arttırılmayacaktır. Uruguay tıkanmış ekonomik dengesini şimdi daha dışa açık neoliberal politikalarla çözme yoluna çıkıyor. 

Uruguay küçük bir ülke olsa bile elbette kıtada sol politik çizgide belirli işlevi vardı. Sol güçler için kıta açısından bir mevzi kaybıdır. Arjantin’de sola kayan denge Uruguay ile biraz daha sağa kaymış gözüküyor.

Sol güçlerin Uruguay burukluğuna Kolombiya seçimleri bir umut ışığı yaktı. Hele kasım sonunda bu ülkede yaşananlar sol adına tam bir milli piyango oldu. Ülkenin bir devrim eşiğinde olup olmadığı tartışılıyor. 

Arjantin ve Uruguay seçimleriyle aynı tarihlerde Kolombiya’da valiler, belediye başkanları, meclisleri ve muhtar seçimleri yapıldı. Seçimlerin en önemli belirleyicisi 2016 yılında FARC gerilla grubu ile imzalanan barış anlaşması oldu. Bu nedenle eskisine göre daha barış içinde, daha az bir baskının olduğu bir seçim gerçekleşti.

Genelde iktidar, kent ve belediye başkanlıklarını elinde tutmaya çalışır; zengin tanıdık aile adayları bu mevkilere oturtulur, paramiliter güçlerle sol ve sosyal demokrat partilerin seçimlere katılması engellenir hatta öldürülürlerdi. Onlar da seçimlere girmeyi göze alamazlardı. Ama bu seçimlerde öyle olmadı ve farklı özellikli birçok yeni sol örgütlenmeler seçimlere katıldı. Bu kez özellikle kıyı kentlerinden birçok ilerici kooperatifler vesaire de katıldılar. Eskisinden farklı olarak barış ortamında iktidar partisi dışında kazanma umudu doğmuştu.

Ama gene de adaylar seçim alanlarında can yelekleri ve iktidar eğer isterse verdiği korumalar ile dolaştılar. Çoğu tehdit altında seçimlere katıldı. 200’e yakın sosyal lider öldürüldü. Ayrıca seçim sırasında birçok yolsuzluk ortaya çıktı. Bazı alanlarda seçmenlerin ya da gözlemcilerin bilgisayarda yok olduğu ya da silindiği görüldü, önceden işaretli oy pusulaları, bir seçim sandık alanında oy satın almak için kullanılacağı düşünülen 118 bin ABD doları bulundu. 

Seçim sonuçları ilginçti. Başkent ve sekiz başka kentte valilikleri sol parti adayları kazandı. Seçilen başkent Bogota Valisi eş cinsel olduğunu çekinmeden açıkladı. Yeni seçilen sol adaylar en büyük sorunun gelir dağılımı eşitsizliği ve yoksulluk olduğunu ve hedeflerinin bununla mücadele olacağını açıkladılar. Valilerin devlet başkanından sonra ikinci güçlü kişi olduğu düşünülürse bu Kolombiya için çok önemli bir gelişmedir. Sahil bölgelerinde de yeni kurulan birçok sol parti ya da grup adayları meclislere girdiler.

Yerel seçim sonuçları şimdiye kadar ülkenin içinde bulunduğu savaş koşulları nedeniyle daha çok geleneksel parti adayları yerine şimdi daha çok soldan adayların kazandığını gösteriyor. İkinci olarak da halk şimdiye kadar tercihini daha çok kriminal olaylar, savaş unsurlarına göre belirliyordu ama şimdi kentin özel ve özellikle ekonomik sorunları öne çıkmıştır. Kırlarda da barış anlaşmasınca belirlenen toprak reformu ve köylüye verilmesinde anlaşılan krediler seçim sonuçlarına etki yaptı. İktidar bu sözünü yerine getirmediğinden de oralarda da çok sayıda sandalye kaybetti. 

Sonuçta Kolombiya’da ülke başında eskinin gerici iktidarı duruyor ama yıllardır ilk kez yerellerde oy, iktidar partisi dışına gitmiştir. Bunlar arasında yeniden yasallaşan FARC adayları, Yeşil Parti, indigenous ve Afrika kökenli halk grupları ve ilerici yerel örgütler sayılabilir. Bu ülke için çok büyük bir değişikliktir.

Seçimin hemen ardından, telaşa düşmüş olsa gerek, Devlet Başkanı Ivan Duque, ekonomik “büyük paket” dediği reformları açıkladı. Emeklilik yaşı yükseltiliyor, gençlerin asgari ücreti düşürülüyor, sosyal harcamalar kısılıyor, işçilerin emeklilik ödentileri arttırılıyordu. Yeni bir vergi reformu getiriliyordu. Bütün bunlar hayat pahalılığının tavan yaptığı, 12.7 milyon Kolombiyalının günde 2 doların altında yaşadığı, gelir dağılımın korkunç derecede eşitsiz olduğu ülke için bardağı taşıran son damla oldu. Bir milyon üstünde kent halkı sokaklara döküldü. “Direniş direniş!”, “Artık yolsuz iktidar istemiyoruz!”, “Bu iktidar gitmeli!” sloganları ortalığı kapladı. Yollar kapatıldı, tencereler çalındı, yer yer kırma dökme yaşandı. 22 Kasım günü işçi sendikları genel grev çağrısı yaptı ve hemen arkasından bir genel grev günü daha ilan edildi. Ülke tarihinde görülmemiş bir ayaklanma içine girildi. İşçiler, öğrenciler, feministler ve halk kesimleri sokaklardaydı. Sonra kırlardan ünlü Minga denilen indigenous halkları, aynı Ekvador ve Şili’de olduğu gibi kentlere doğru yürüyüşe geçtiler.

Duque, protestolara karşı sokağa çıkma yasağı ilan etti. Polis, ordu ve özellikle FARC gerillalarına karşı eğitilmiş paramiliter ESMAD güçlerinin kullanılması öfkeyi bastırmadı aksine arttırdı. Olaylar sürekli hale geldi. Askerler ve tanklar karşısında protestolar giderek arttı.

İşçiler, öğrenciler ve köylüler Ulusal Grev Komitesi kurdular. Somut taleplerini belirlediler ve Duque’ye sundular. Buna göre vergi reformu ile ilgili yasa ve kararnamalerin iptali, emeklilik sistemi değişikliği, emek haklarındaki kayıpların iptali, ulusal polis ESMAD’ın dağıtılması, protestolar sırasında öldürülen 3 kişinin katillerinin bulunup cezalandırılmasını istiyorlardı. Ayrıca işçiler sosyal güvenlik sistemi hatta tüm kamu malları özelleştirilmelerinin durdurulması ve fracking (kayalardan yakıt çıkarımı) yasaklanmasını istiyorlar. Öğrenciler eğitimde varılan anlaşmaya uyulmasını dayatıyorlar. 2016 yılında FARC ile imzalanan anlaşmaya uyulması her kesimin baş talebi oldu. Duque iktidarı bu anlaşmayı çiğnemek ve sözünde durmamakla suçlanıyor.

Tüm baskılara rağmen Duque grev komitesi ile direkt görüşmeyi kabul etmedi ve 26 Kasım’da “büyük ulusal uzlaşma toplantısı” düzenledi. Bakanlık yetkileri ve işveren çevreleri ile bir toplantı yapıldı ve grevcilerin değişiklik istekleri reddedildi. Aktivistler de yeniden protesto çağrısı yaptılar. Yazıyı kaleme aldığımız sıralarda da gösteriler tüm şiddeti ile devam etmekteydi. Çoğu kent ana yolları protestocular tarafından işgal altındadır. Feministler, savaş karşıtı gençler, indigenous, siyahi ve köylü halklar hepsi devlet şiddetine karşı alanlarını koruma mücadelesi veriyorlar. 14 günde üç genel grev yapıldı.

Yukarıda yazdığımız gibi FARC ile yapılan 2016 barış anlaşmasının yarattığı ortam her ne kadar Duque tarafından tam olarak uygulanmasa da halkta yıllardır birikmiş, iç savaş nedeniyle öne çıkarılamamış neoliberal uygulamalara öfkenin yaygınlığını ortaya çıkarmış oldu. Hatta seçim zaferi sarhoşluğundan sol güçlerin bu kitle protestolarının içine giremediği yorumları bile yapılıyor. Zaten barış süreci sol eleştirileri pasifleştirmek için de devreye sokulmuştu. Çünkü neoliberal politikaların kentlerde başlattığı soyguna öfkenin kırdan FARC gerillaları ile birleşmesini uzun bir barış süreci ile engellemeyi amaçladılar. Şimdi hepsi ellerinde patladı. Kitleler kendileri kaderlerini ellerine alma dönemine girdiler.  

Kolombiya, Bolsonaro Brezilya’sı ile kıtanın en ABD uydusu, en gerici, baskıcı ve militer iktidarıdır. Latin Amerika ülkelerini sömürgeleştirmede ABD politikası olan “uyuşturucu ile mücadelenin” yürütme merkezidir. Venezuela ve Bolivya iktidarlarına saldırı, denetim, gözetleme buradan yapılır. Hatta ABD onu NATO üyesi yapmaya böylece de zaten var olan oradaki askeri üslerine AB desteğini sağlama mücadelesi bile verdi. Ülkedeki son olaylar ABD ve kıta gericiliği açısından büyük kayıp olacaktır. Ülkedeki çeteleri, paramiliter silahlı güçleri ile kitlelere karşı büyük bir direnç gösterecekleri kesindir. Kolombiya gelişmeleri kıta sağ sol dengesini çok değiştirme potansiyeli taşıyor.   

Çalkantılı bir ülkeye daha kısaca bakalım: Peru.  Burası da inanılmayacak yolsuzlukların yaşandığı bir Latin Amerika ülkesidir. Trajikomik olaylar yaşanıyor. Neredeyse tüm devlet başkanları, bakanlar ve devlet personeli yolsuzluk yapmış. Brezilya’nın ünlü inşaat şirketi Odebrecht altyapı projeleri, yollar, köprüler, baraj ihalelerini almak ve kim bilir ne fırıldaklar döndürmek için her gelen devlet başkanına, üst düzey devlet yetkilisine rüşvet yedirmiş. 2016 yılında bunlar ortaya çıkınca da halklar sokaklara dökülürler ve yolsuzların cezalandırılması talebi ile ayaklanırlar. Seçimler yapılır. Yeni meclis ve tüm yolsuzlukları ortaya çıkarmak üzere Martin Vizcarra, başkan seçilir. Ama aradan iki yıla yakın zaman geçmesine rağmen rüşvet soruşturmaları sonuçlanmaz. Onun üzerine Devlet Başkanı Vizcarra, yeni bir başsavcı seçilmesini ister ama meclis bunu yapmaz. Çünkü hepsi de rüşvete bir şekilde bulaşmışlardır. Sonunda Vizcarra, halkın yeniden sokaklara dökülmesi karşısında 2019 Ekim ayı başında meclisi feshedip yeni seçim kararı verdi. Ama meclis tersinden karar alıp Devlet Başkanı’nı görevden alıp Başkan Yardımcısı’nı başkan olarak seçti. Kılıçlar çekildi. Devreye ordu girdi ve Vizcarra yanında yer aldı. O zaman da yeni seçilen Başkan geri adım atıp istifa etti. İşte ülke bu durumda bir belirsizlik içinde yüzmekte. Vizcarra, ocak sonunda seçimleri yapacaktır.   

Peru’da dengeler değişecektir. Halkın son ayaklanmalarına bakılırsa yolsuzlukların peşini bırakmayacaklar. Komşuları Şili ve Ekvador ve son olarak Kolombiya’dan da etkilenecekleri düşünülürse, Peru neoliberal yozlaşmayı temizleyecek bir ülke olarak değerlendirilebilir.  

Şimdiye kadar yazdıklarımızı toparlarsak: Arjantin’de sol çizginin geçmişten de birikmiş zorlu bir yolu var. Uruguay umudu şimdilik sönmüş gözüküyor. Ekvador rölantide gidiyor. Ama eskinin Correa sol çizgisinin meyvesini yemiş halkların kolay kolay pes edeceği düşünülmemelidir. IMF anlaşmasının iptalinde kararlı görünüyor ve taleplerinin yerine getirilmesini öfkeyle bekliyorlar. Neoliberalizmin “cennet” ülkesi Şili’de hiçbir şey kesinlikle eskisi gibi kalmayacaktır. Yeni bir anayasa ile Pinera’nın istifası ülkeyi sol çizgiye oturtabilir. Kolombiya da aynı sol potansiyeli taşıyor. Bu durum bölgede faşist Bolsonaro Brezilya’sının giderek yalnızlaştığını gösteriyor. Ama onun da son uygulamaları ile halkın ancak %20 desteğine sahip olduğu unutulmamalıdır.

Kıtanın tam ortasında Bolivya dengenin belirleyicisi konumdadır. Kolombiya sol için bir milli piyango ise Bolivya, sağ güçlerin attığı “faullü” bir goldür. Trump iktidarının Venezuela, Nikaragua ve Küba’yı ablukaya alıp onları “Tiranlar troikası” ilan ederken neden Bolivya’yı içlerine almadığı bizi hep düşündürmüştür. Bunu Evo Morales iktidarının başarılı ekonomi politikalarına ve kitlelerin desteği ile yorumlamıştık. ABD’nin devirme mücadelesi hiç bitmedi ve Morales bunu sık sık ortaya çıkarıyordu. 20 Ekim seçimleri sonrası yaşanan olaylar ise ülkede neoliberal güçlerin başka tür bir hazırlık içinde olduklarını ortaya çıkardı. Ülkenin doğu kesiminde yaşayan eski İspanyol sömürge “çocukları” Venezuela Guaido’sundan daha “becerikli” çıktılar.

Morales seçim sırasında ülkenin bir darbe içinde olduğunu açıkladı durdu ama kanımızca üstesinden gelinebileceğini düşündü. Uyarıları yaptı ama devreye ne ordu ne de polisi soktu, belki de halkı buna uyanık tutmaya çalıştı. Ve 10 Kasım günü yeni seçimlerden tam 20 gün sonra da ordunun “başına tuttuğu silah” tehdidi altında istifasını yazdı. Bolivya, Doğu Avrupa’da gördüğümüz renkli devrimlerin Latin Amerika’daki devamıdır. 

Anayasa’ya göre Morales’in yerini yine MAS üyesi olan Meclis Başkanı’nın alması gerekiyordu. Tehditlerle kaçmaya zorlandı. Meclis çoğunluğu MAS elindeydi, o nedenle çoğu üye meclis toplantı kapısında polis zoru ile alıkonuldu. Üç gün süren bu hazırlıklar sonunda muhalefet adayı İkinci Meclis Başkanı Jeanine Anez kendisini başkan ilan etti. Bir süre sonra da yanına 5 bakan seçti. Yeni bir seçim kurulu seçilecek; o da 48 saat içinde seçim tarihini açıklayacak. Mart sonlarında yapılması planlanıyor. Tek aday %50 çoğunluğu alamaz ise ikinci tur seçim yapılacaktır.

Tüm partiler seçime katılabilecektir. İçişleri Bakanı, Morales’i bir terörist olarak ilan edip tutuklanıp cezaevine konulması kararını verdi. Oysa Anayasa’ya göre, yardımcısı Alen Garcia’nın başkan olarak; Morales’in de onun yardımcısı olarak seçilme hakkı vardır. Ama bu elbette engellenecek ve seçimlere sağın beyaz lideri Carlos Mensa ve faşist, milyoner iş adamı L. Fernando Camacho aday olabilirler. Onların seçilmesi için her türlü oyunun oynanacağı kesindir.

Yeni iktidarın neoliberal ekonomi politika uygulayacağından şüphe yoktur. Finans ve ekonomi bakanı olarak atanan J. Luis Parada, eskiden beri Morales ekonomi politikasına karşıydı. “Özel yatırım 14 yıldır engelleniyordu. Ulusal ekonomimizi özel yatırıma açmak için uygulamalara başlayacağız.” (pagina12.com, 15 Kasım 2019, Gustavo Veiga) Ekonomi artık özel sermayeye açılacaktır. Zaten darbenin iç ve dış destekçilerinin gözü ülkenin yakınlarda keşfedilen zengin lityum madenlerindedir. Yeni teknolojik elektrikli araba ve bunların bataryalarının yapılmasında çok ihtiyaç duyulan bu madenin çıkarımı için Morales çalışmalara başlamıştı. Çin’e de izin vermişti. Çin ve ABD arasındaki ticaret savaşını düşünürsek Çin’in devre dışı bırakılması olasıdır. Özellikle ABD’den bir takım şirketlerin bu çok değerli madene yatırımlar yapması gerçekleşecektir. Darbe iktidarı Morales’in ekonomi politikalarından neoliberal politikalara geçiş yapacaktır. 

ABD’nin Morales düşmanlığının baş nedeni onun özellikle indigenous halklarına kazandırdığı haklardır. Yoksulluk, işsizlik ve eğitim, sağlık vs. gibi sosyal haklar eskinin insan olarak bile sayılmayan halklarına verilmiştir. Birleşmiş Milletler Örgütü bile Bolivya’yı kıtanın sürekli kalkınan en istikrarlı ülkesi olarak kabul ediyordu. Darbe iktidarı halkların 14 yıllık kazanımlarını geri alma uğraşı verecektir. 

Bütün bu süreçte Bolivya sokakları çok hareketliydi. İlk önce Morales’i istifaya zorlamak için beyaz gerici halklar büyük protestolara başladılar. Devlet daireleri, Morales yakınlarının evleri dahil birçok yeri yakıp yıktılar. Indigenous halklara saldırdılar, dövdüler, onları boyamak, saçlarını kesmek gibi komik duruma düşürdüler, şiddet uyguladılar.  Yer yer silahlı ve paramiliter güçleri kullandılar.

Bu baskılar sonucu yerli kültürü taşıyan, insancıl Morales “Bolivyalı kardeşlerime zarar gelmesini istemem.”diyerek istifa etti. Ancak o Meksika’ya iltica ettikten sonra olaylar başka şekil aldı. Indigenous halklar darbeye karşı olduklarını ve liderlerini geri istediklerini sokaklara çıkarak dile getirmeye başladılar. La Paz sokaklarını işgal ettiler. Moralesçi işçi ve köylü sendikaları yer altında da savaşmaya hazır olduklarını açıkladılar. Bolivya kırsalından gruplar La Paz’a doğru yürüyüşe geçtiler ama yolları ordu güçlerince kesildi ve saldırıldı. Katliamlar yaşandı. Darbe iktidarı orduya saldırıda dokunulmazlık hakkı tanıdı. O nedenle onlar da katliamlar yapmaktan çekinmediler. Ancak uluslararası alanda tepki çekince bu hakkı geri çekildi. 

Yazıyı kaleme aldığımız sıralarda Arjantin’den giden insan hakları savunucuları darbe iktidarının indigenous halklarına karşı kullandığı şiddeti gözler önüne serdi. Şimdiye kadar 36 kişi ölmüş,  binlerce yaralı ve tutuklu vardır. Erkek, kadın, çocuk, yaşlı kimsenin can güvenliği kalmamıştır. Sistemli bir şekilde insan hakları çiğnenmektedir. Bazı insanlar kaybedilmekte, ulu orta işkenceler, tecavüzler ve cinsel saldırılarla bir terör havası estiriliyor. Ayrıca ordu, polis dışında bazı terör grupları da saldırılara destek vermektedir. 

Morales’in “suç dosyası” oldukça kabarıktır. İnsan haklarının dünyadaki baş savunucularındandı.  Dünyamızda çevre kirliliği ile ciddi anlamda mücadele eden ilk devlet başkanıdır. Dünyamızı toprak ana olarak ilan edip onun korunmasının önemini tüm dünyaya duyurmaya çalıştı. Suyun hava gibi bedava olmasının bir insan hakkı olduğunu BM’ye kabul ettirmeye çalıştı. Kristof Kolomb kıtayı keşfettiğinde burada yaşayan halklar ve sonra esir olarak getirilen Afrika kökenli halklar hala ABD dahil tüm kıtada ikinci insan olarak sürekli aşağılanıyorlardı. Morales buna da el attı. Ülkesinde beyazların aşağılaması altında olan bu halklara da eşitlik sağladı. Ülkesini çok uluslu ilan etti. Bu da tüm kıta indigenous halklarında kendilerine güven ve direnç başlattı. Kıta çapında yerli halk ayaklanmaları, protestoları, hak mücadeleleri giderek arttı. Koko yaprağını ABD’nin “düşman” ilan edip onun ticaretini yapmasına karşı savaş açtı ve bu bitkinin yararlarını tüm dünyaya anlatmaya, onu sanayi ürünü haline getirmeye uğraştı. Morales Venezuela, Küba, Nikaragua gibi sol iktidarlarla hep el ele emperyalizmi korkusuzca eleştirmekten, iki yüzlülüğünü tüm dünyaya göstermekten hiçbir gün geri adım atmadı. 

Morales şimdi Meksika’da sürgün hayatı yaşıyor ama son röportajında halkına karşı saldırılardan ne kadar üzüntü duyduğunu anlattı. O insan aşığı bir insandır. İktidarda gözü olmadığını, eğer halkının iyiliği için isterlerse ülkesine dönüp ömür boyu cezaevinde kalmaya hazır olduğunu açıkladı.

Bolivya indigenous halkları liderlerini kaybetmek istemeyecek ve yasa dışı iktidarın ellerinden alacağı her hakkı sonuna kadar savunacaklardır. Yani ülke çok karışık, kanlı bir döneme giriyor. Darbecilerin yasaları çiğneyerek, polis ve ordu baskısı, dışarıdan ABD ve AB ülkeleri desteği ile seçimleri kazanması olasıdır. Kimilerine göre Güney Afrika gibi bir apartheid yönetimi kurulabilir. Beyaz halk indigenousları bir türlü kabul edememiştir. Ya da bir katliam yapabilirler. Ülke Libya gibi bir iç savaşa girebilir. Ama indigenousların direnişini küçümsememek gerekir. Onlar geçmişte Su ve Gaz Savaşları yaparak gerici iktidarı devirip Morales’i iktidara getirmişlerdi.

Son Meksika ve Arjantin seçimleri ve Şili, Ekvador ve Haiti’deki neoliberal politikalara karşı ayaklanmalarla kıtada devrimci ilerici güçlerden yana gelişen kıta dengesi Bolivya darbesi ile birden sağdan yana değişiverdi. Ama Kolombiya’da olası bir iktidar değişimi bu kaybı fazlası ile telafi edebilir. Henüz son nokta konulmadı. ABD’nin ellerini bağlayıp beklemeyeceği açıktır. Tam bu yazı sırasında Dış İşleri Bakanı Mike Pompeo, Latin Amerika ülkelerine müdahale edeceklerini, ittifak içinde oldukları ülkeleri destekleyeceklerini, protestoların ayaklanmalara dönmesine izin vermeyeceklerini açıkladı. Yani dengeyi aleyhlerine değiştirebilecek her türlü olaya sivil ya da askeri olarak müdahale edebilirler. Bu ülkeleri de Orta Amerika’daki küçük ülkeler sanıyor olmalılar. Ya da başka çareleri olmadığından öyle olarak görmek zorundalar. Gerçekler inatçıdır.

3.Orta Amerika

Orta Amerika’daki gelişmeler de kıta dengesi açısından önemlidir. Bölge bilindiği gibi yıllardır ABD’nin arka bahçesi olarak anılır. Buraları sanki ABD toprağı, kendi bahçesidir, istediğini “eker” istediğini “biçer”. Son zamanlarda dünyada aldığı çeşitli yenilgiler düşünülürse bölge artık ön bahçesi değerine yükselmiş olup yenilgiye karşı kanının son damlasına kadar savaşacağı bir yer haline gelmiştir.  

Güneyinde Meksika’daki son seçimler ve solcu bir lider olan AMLO’ nın başa geçmesini yazdık. Onun güneyinde ise küçük küçük ülkeler Guatemala, El Salvador, Nikaragua, Haiti, Honduras, Panama ve ABD’nin özel statülü bir eyaleti olan Porto Riko bulunur. Nikarauga’yı bunların arasından çıkarırsak hepsi ABD sömürgesi olarak onun tarafından oturtulan devlet başkanları ile yönetilen nam-ı diğer “Muz Cumhuriyetleri”dir. Halk protestoları ve arkasından askeri diktatörlükler ve ona karşı savaşlar bu ülkelerin genel kaderi olmuştur. Halklar varlarını yoklarını ABD ve Kanada ÇUŞ’lerine verirler, onlar tarafından soyulup soğana çevrilerek yoksulluk içinde yüzerler. Bu kaderi tersine çevirmek için onun devasa askeri gücü karşısında gerilla savaşları yaşandı ama Nikaragua dışında hepsi bastırıldı. Yoksulluk, açlık, işsizliğin, hiçbir sağlık hizmetinin olmadığı bu “cehennem hayatı” yaşanan ülkelerde çeteleşme, uyuşturucu gibi her türden kaçakçılık ayakta kalabilmenin tek yolu oldu. Protestolar, seçimler, gerilla savaşları bir sonuç vermez. Ya çete ya da göçten başka pek seçenek yoktur. 

En güncel olanlardan bir örnek Honduras. Halktan yana politikacı olan Zeleya, 2009 yılında toprak reformu için anayasayı değiştirme vaatleri ile seçildi. Ama hemen bir darbe ile iktidardan alındı ve o günden beri Hernandez, devlet başkanlığı yapıyor. Kardeşi uyuşturucu ticaretinden elde ettiği gelirle onu destekliyor. ABD mahkemesi bile Hernandez ve kardeşinin ulusal polis yardımı ile 200 bin kilogram uyuşturucuyu ABD’ye taşıdığını belgeledi. Honduras ve Kolombiya’da kokain laboratuvarlarının olduğu kanıtlandı. Kriminal ağın bir ucunda Meksika’nın ünlü çete reisi El Chapo vardır. O da geçenlerde Hernandez’e 2013 seçimlerinde 1 milyon dolar rüşvet verdiğini itiraf etti. Honduras dünyanın en yolsuz iktidarı olarak ün salmıştır. 2013 yılından beri halk sokaklarda ve onu başlarından atmaya çalışıyorlar ama çeteler ve ABD varlığı o kadar güçlü ki koltuğunda hala oturuyor.

Bölgenin diğer yoksul ülkesi Haiti’de halk açlık, hastalıklar, kötü beslenme ve yokluklar denizinde yüzer. Çoğu okuma yazma bilmezler ve çocukların 5 tanesinden ancak biri okula gidebilir. Her 4 haneden ancak bir tanesinin evinde temiz, sağlıklı çeşme suyu akar. Elektrik de her yerde yoktur. Çalışılacak bir işin zaten olmadığı ülkede kronik açlık yaşanır.   

Halklar 2000 başlarındaki seçimlerde IMF reçeteleri, neoliberal politikaları reddedeceğini açıklayan ilerici lider Aristide’yi başkan seçti. Hemen ABD komşusu Dominik Cumhuriyeti’nde paramiliter özel güç, ölüm mangaları yetiştirdi. Aristide destekçilerini öldürüp terörize etmeye başladılar. 2004 yılında da bu mangalar Başkanlık Sarayı’na girip Aristede ve ailesini yurt dışına gitmeye “ikna” ettiler. Fransız, Kanada ve Şili askerleri Haiti’yi işgal ettiler.

2016 yılında halkları savunan bir aday çıkma cesaretini gösteremediğinden seçimlere katılma oranı %18 oldu. Gerisi boykot etti. ABD uşağı Jovenel Moise de kazandı. Halk ayaklandı; araçlar, polis istasyonları yakıldı. İş yerlerine saldırıldı. Devlet daireleri ve okullar kapandı. O günden beri hemen hemen her gün protesto yaşanıyor. Onlarca insan öldü, yüzlercesi yaralandı, bir o kadarı da tutuklandı. Bunlar yetmez gibi bir de 2010 yılında ülkeyi deprem vurdu ve 300 bin kişi öldü. O günden beri yaralar bir türlü sarılamadı. Hatta Moise uluslararası deprem yardımlarını cebine indirdi. Venezuela’nın Karayip yoksul halkları ile dayanışma çerçevesinde sürekli yolladığı petroller, halk yakıtsızlıktan yemek pişiremez olsa bile, satılıp Moise’nin banka hesabına yatıyor. Haitililer de müthiş bir ekonomik kriz yaşamaktan bıkmış, artık her gün sokakta. Şubat ayında birçok insan öldü. Halklar Moise’nin evini bile kuşattılar. Yazıyı yazdığımız sırada hala protestolar durulmamıştı ve durulacağı da yoktur. Ve basın yazmaz. 

Guatemala, 17 milyon nüfuslu küçük ama dünyanın en tehlikeli ülkelerinden bir tanesidir. Ülkedeki yolsuzluklar BM kurumları tarafından bile incelemeye alındı, komisyonlar kuruldu. Ancak Eski Başkan Jimmy Morales bu komisyonu bile dağıttı. Halkın %60’ı yoksulluk, açlık içinde yaşıyor. Dünyanın gelir dağılımında en eşitsiz, kötü beslenme ve bakımsızlık nedeniyle çocuk ölümlerinin en yüksek olduğu ülkedir. Tarım ülkesi ama iklim değişikliği nedeniyle artık insanlar karınlarını bile doyuramaz hale gelmişler. Aç yatar aç kalkar, iş bulamazlar.     

Akıl alır gibi değil, Haziran 2019 seçimlerinde, bir sürü başkan adayı arasından 5 tanesi öldürüldü. Tehditler, baskılar, öldürmeler artık devlet tepelerine kadar çıkmıştır. Bu yoksulluk, çürümüşlük, adaletsizlik içinden doğan çeteler terör estirirler ve insanlar da ülkeden kaçma yollarını ararlar.  Cinayet oranında dünya liderliğine aday ülkelerinden biridir.

Genel Orta Amerika tablosu kısaca şöyle çizilebilir: devlet başkanları tarafından tepeden yönetilen yolsuzluk ve uyuşturucu çeteleri; altta da yoksulluk, işsizlik; sağlık, eğitim vs. gibi sosyal hakları, hiçbir şeyleri olmayan insan kitleleri. Seçimlerle ya da protestolarla bir şey değişmez. Halktan yana biri çıkmaya cesaret edip seçilse bile ABD darbe ya da oradaki çeteleri ya da silahlı militer güçleri ile kendi adayını iktidara oturtacaktır. Bu uğurda kanlar dökülecektir. Adalet zaten aranacak bir şey değildir. Her şey kokuşmuştur. Orta Amerika ülkeleri uyuşturucu ticareti yapan kriminal çetelerin elinde yolsuzluk, şiddet, insan ticareti, kadın şiddeti, çocuk organlarının satılması ve aklınıza gelen en kötü şeyler bu ülke halklarının yaşadığı ortamdır. 

4.Varılabilecek son konak çeteleşme

Bu küçük Orta Amerika ülke çetelerinin merkezi kuzeylerindeki Meksika’dır. Yılda 29 bin, yani günde 80 kişi çete kurbanıdır. Birkaç gün önce basında sayının 100 olduğu söylendi. AMLO kriminal olayları azaltma sözü ile iktidara geldi ama hemen işin zorluğunu gördü. Dünyaca ünlü çete lideri Guzman’ın oğlu güvenlik güçlerince yakalandı ama çete elemanlarının açtığı savaş sonrası savcı tarafından serbest bırakıldı. AMLO polisi de korumak gerektiğini söyleyerek kolluk kuvvetinin çete karşısındaki aciliyetine parmak bastı. Ayrıca “Kriminal kişiler bu işe girmekten başka çaresi olmayan çaresiz insanlardır, onları da korumak gerekir.” dedi.  Eski Başkan Filipe Caldreon da  2006’da uyuşturucu çetelerinin üstüne orduyu yollayarak savaş açmış ama o günden beri çete öldürmeleri 3 kat artarak 200 bin can almış.   

Çetelerle savaş kolay bir şey değildir. Kendilerini tehlikede gördüklerinde her yere hatta askeri alanlara saldırıyor, subayları bile öldürüyorlar. Geçenlerde AMLO’ya göz dağı vermek için hapishaneye saldırıp 49 tutukluyu serbest bıraktılar. Çeteler ya da diğer adları ile bu suç kartelleri böyle devlete karşı “başarılı” olunca kendilerine katılan çaresiz insan sayısı da artıyor. On yılda çete sayısı 6’dan 37’ye çıkmış. Bütçelerinin yılda 29 milyar olduğu tahmin ediliyor. (rakam ve bilgiler englishaljazera.com, 2 Kasım 2019, Nicola Morfini)

Adalet sistemi de bu konuda bir işe yaramıyor. Korkudan, cinayetlerin ancak %10’u şikayet ediliyor. Örneğin bir hakim bir operasyonda 2.5 ton uyuşturucu ve çok sayıda silah ile ele geçirilmiş 24 çete üyesini, “yanlış tutuklandıkları” gerekçesi ile serbest bırakıyor. Serbest bırakmayıp istifa da etse sonuç değişmeyecek, canından olacaktır. Çeteler devletten daha güçlüdür, devletin onları koruma gücü yoktur.

Meksika iktidarı çetelerle nasıl savaşılması gerektiğini tartışıyor. İki tercih, saldırmak ya da barış anlaşması yapmak da sorunlarla dolu. Uyuşturucu çeteleri ile mücadele değişik bir iç savaş. Ülkenin her yerinde, kentlerde ormanlarda, kırlarda, çöllerde her yerde hücreler halindeler. Üyeleri hızla atomize oluyor sonra yeniden örgütleniyorlar. Sınır çizgisi olmadığından farklı bir savaş.   

Orta Amerika ülke liderleri de bu çetelerin bir uydusu, bir koludurlar. Halklar da canlarını korumak, yaşamak için topraklarından kaçmak, göçmek zorunda kalırlar. Çoğu için ABD’ye sığınmaktan başka yol yoktur. O nedenle görüyoruz, son günlerde kitleler halinde ABD sınırına dayandılar.

Trump duvar örmeye çalıştı. Sığınma talebini reddetme gerekçesi için bir hileye başvurdu. Hiç utanmazca bu ülkeleri istikrarlı, şiddetin olmadığı, güvenli ülkeler olduğunu belgeleyen bir anlaşma imzalamaya zorladı. En başta Meksika; arkasından 26 Temmuz’da Guatemala, El Salvador; ekim ortasında da Honduras ile bu anlaşmalar imzalandı. Panama ile de yakında imzalanacaktır. Uyuşturucu çetelerinin devleti bile yönettiği, astığı astık kestiği kestik ülkeler güvenlikli ülkeler oluverdiler. Anlaşma, söz konusu ülkelerden ABD’ye sığınmayı yasal olarak imkansız hale getirmektedir. ABD’ye gelmeden önce geçtikleri bu “güvenli” ülkelerden birine sığınma müracatı yapmak zorunda olarak ABD’den yasal sığınma istemeleri olanaksız hale geliyor. BM Göçmenler Yüksek Komisyonu UNHCR bu anlaşmalarla ABD’nin uluslararası iltica yasasını çiğnediğini belirleyip hukuksuz buldu. Ama ne yazar!

Bu ülkelerin çürüme, çeteleşme sorunu nasıl çözülecektir? Birden olacak iş değildir. Sorun ilerici, halktan yana iktidarların başa geçmesi ve onların iş alanları, eğitim vs. gibi sosyal haklar getirmeleri sonucu halkın çete dışında bir yaşam olanağı bulabilmesi ile çözülebilir. AMLO böyle bir girişime başladı. Meksika söz konusu ülkelerde iş alanları açmada yardım fonu oluşturdu. ABD’yi de bu fona yardım yapmaya zorladı. Bunun iyi niyetli ufak bir girişim olduğu söylenebilir. ABD’nin baskısı, sömürüsü ve onun uyuşturucu vs. “ihtiyacı” sonlandırılmadan bu ülkelerin normal demokratik ülke olmaları olanaksız görünüyor.

Konumuz neoliberalizmin Latin Amerika kıtasındaki durumu ve geri düşmekte olup olmadığıdır. Orta Amerika ülkelerindeki çeteleşme neoliberal politikaların vardığı, varacağı en son konaktır. Küçücük ülkelerin karşı çıkışlarını ABD tepeden bastırabiliyor. Belki Meksika’da başlayan neoliberal politikalara karşı duruş, dalga dalga kıtanın güneyinden gelebilecek ilerici iktidarlar ile birleşirse çetelere karşı savaş kazanılabilir. Neoliberalizmin halkları yozlaştırması ancak böyle son bulabilir.  

İsterseniz ufak bir öfke patlaması olarak bir ekleme yapalım. Bu kadar yolsuzluk, yoksulluk ve eziyet var ve Batı basını bunları yazmaz, hiç yok gibi davranır. Ama Venezuela’daki halkların yoksulluğu, göçü, Maduro’nun demokratik olmadığı yalanları, yalan haberleri yazılır çizilir.  Oysa şu Orta Amerika iktidarlarındaki hiçbir liderin Maduro’nun eline su dökmesi imkansızdır. Hiçbir Venezuelalı, Orta Amerika halklarının acılarını yaşamaz. Küba ile ilgili bir şey söylemeye zaten gerek yok.

III. BÖLÜM

1.Pembe dalga ve sol eleştirisi

Neoliberal politikalar Orta Amerika’da ölmüş, Güney’de de can çekişiyor! Ölünün gömülmesi Güney Amerika halklarının mücadelesine kalmıştır. Öyleyse güneydeki ülkelere devrimci bir gözle bakıp yanıttan çok soru sormaya çalışalım. Kesin bir yanıt vermek bizi aşar ama oradaki halk hareketlerinden bir takım gözlemler sergilenebilir.  

Güney Amerika halkları ne istiyorlar? İstedikleri açık, böyle yaşamak istemiyorlar. Güzel, harika! Şilili gençlerin söylediği gibi “Yaşanmaya değer bir hayat!”peşindeler. Peki bu nasıl olacak? Bu bir sistem sorunudur. Yaşadıkları neoliberalizmdi; demek ki onu istemiyorlar. Peki o halde bir zamanlar iktidara gelen pembe dalganın mı geri gelmesini istiyorlar? Yani sosyal demokrasiden biraz daha sola kaymış ilerici, halkçı, popülist bir yönetim mi? O da Arjantin ve Brezilya’da denendi. Ekvador’da Correa sosyalizme doğru bir yol tutturmaya çalıştı. Ama sonra yerine neoliberal güçler seçildiler.

Yıllardır Che’lerin Castro’ların Küba’sı var. Sosyalizm yolunda yıllardır dimdik duruyor. Yeni dönemde Chavez’in Venezuela’da 21.yüzyıl sosyalizmi var. Sonra Bolivya’nın lideri Evo Morales’in Yerli Halklar Sosyalizmi var. Şu anda bir darbe olsa da seçim sonuçları aslında indegenous halk kitlelerinin onu istediğini ve savunacağını gösteriyor. Nikaragua’nın yine bu yollardan biri gibi görünen Sandinista yönetimi var. Kıtanın neoliberalizme hayır diyen halkları şimdi ne istiyor? Pembe dalga gibi sol popülizmi mi yoksa Küba, Venezuela, Bolivya ve Nikaragua gibi her ülkenin kendi koşullarına göre bir sosyalizm yolunu mu? 

Bu sorulara tek yanıt: Neoliberalizm istenmiyor. Yaşamaya değer bir hayat isteniyor. Nasıl olacak? Soru işareti. Yani ne açık açık yine pembe dalga diyebiliyorlar ne de kırmızıya doğru giden bir sistem. Pembeden pek memnun kalmadılar ama kırmızı da pek öyle yaşanmak istenecek gibi gözükmüyor. Oranın halkları da neoliberal ABD ve genel Batı güçlerinin baskısı altında güllük gülistanlık yaşamıyorlar. Macrilerden, Bolsonarolardan kurtulalım derken emperyalizmin başka şekilde baskı ve kan kusturması altında yaşamak doğrusu pek tercih edilesi de görünmüyor. Zaten ABD’nin onları her gün karalamasındaki amaç da bu değil mi? Şimdi halklar bu korkudan sıyrılma sürecine mi girecekler?    

Latin Amerika böyle bir geçiş döneminde. Yeni durumu anlamak için başka bir takım tespitler yapmak gerekiyor.

İlk başta pembe dalga denilen Lula, Kirchner ve Correa döneminin neden bir ufuk olamadığını açmaya çalışalım. Neden devrildiler? Yanlış neredeydi? Bu konuda yığınla değerlendirme yapıldı ve biz tek tek ülkelerin ekonomi politik ayrıntılarına girmeden genel kaba bir takım tespitlerle yetineceğiz.

İlk olarak Lula’nın yolsuzluk suçlamaları ile tutuklandığı ve Kirchner’in de aynı türden zanlar altından kurtulduğunu hatırlayalım. Kişisel olarak Lula’nın böyle bir yolsuzluk yaptığına biz inanmıyoruz. Kendisi de zaten kabul etmiyor hatta son mahkemeden savcının kendisini serbest bırakma önerisini reddederek, tamamen aklanmadan hücresinden çıkmayacağını açıkladı. İçeride kalan Lula dışarıda olacak Lula’dan daha tehlikeli olacağından da serbest bıraktılar. 

Kapitalizmde hileler, yolsuzluklar, rüşvetler yapmak, yani insanları satın almak, rüşvet vermek çok olağandır. Herkes alışır ve rüşvet mübahlaşır. Lula, Kirschner gibi kişileri yolsuzlukla suçlayacak belgeler düzenlemek, onların rüşvet aldığı yalanını gene rüşvetlerle, sahte belgelerle yaratmak kolaydır. Bu kişiler neoliberalizmin rüşvet kurbanıdır. Böyle yolsuzluk suçlamaları ile halkı kandırdılar. Yani onların bir takım politik, ekonomik yetmezlikleri ve yanlışlıkları sağ güçler tarafından bu şekilde sömürüldü, halklar kandırıldı. Zaten mesele onları kandırmak değil mi?

Birinci ders burjuvazi kar için, para için tüm hileleri yapar. Yapamadığı durumda Orta Amerika’daki gibi çeteleşir.

İkinci olarak belki bu liderler yolsuzluğa bulaşmamışlardır ama iktidarları döneminde birlikte çalıştıkları herkesin süt beyazı olduğunu söyleyebilmek zordur. Gerek parti kadroları gerekse devlet memurları içinde böyle yolsuzluklar yapılmıştır. Venezuela devlet kadroları içinde bile böyle yolsuzluklara rastlanıyor. Eski Sovyetler Birliği lideri Gorbaçov’un hiç unutmadığımız bir lafı vardır. İnsanların binlerce yıl içine işlemiş özel mülkiyet sevdasını oradan çekip çıkartmak uzun bir sürecin işidir. Sonuçta pembe liderler suçsuz olsa bile parti ve devlet kadrolarında böyle yolsuzluklar yapılmadığı söylenemez. Küçük ya da büyük miktarlarla yozlaşma bu partilerin içine de girmiştir.

Pembe politikacılar sağ ile koalisyon yaparak ya da onlara belirli sandalyeler vererek iktidara oturdular. Ekonomik güçlerinden korktukları için tavizler verdiler. Halk çıkarına yapılması gereken ekonomik uygulamalarda canlarını acıtmaktan çekindiler. Onların zenginliklerine el koymaya kalksalar bir takım kıtlıklar vs. olabilirdi. Canlarını acıtmayı hep ileri tarihlere attılar. Aynı şey Venezuela’da sık sık yaşanıyor. Örneğin halk yumurta bulamaz iken bazı depolarda yumurtalar çürüyor ve imha ediliyor. Burada rüşvet yok, rüşvetsizlik var. Bu korkular ilerici iktidarları sürekli olarak halkın gelecek çıkarı için gerekli asıl sol politik uygulamalardan alıkoydu. Pembe dalga politikacıları genelde bu korkular ile popülist ve günlük ekonomi politikalar uygulayabildiler.   

Bir örnek: Lula ve Kirschner toprak reformu yapma sözü ile geldiler. Hele Lula, Brezilya Topraksız Köylü Hareketi ile can ciğerdi. Ama reformu yapamadı. Ekonomi içindeki gücü buna yetmedi. Toprak ağaları daha güçlüydü. Bazı topraklar dünya gıda tekellerine satılmış ya da kiralanmış olduğundan uluslararası destekleri de vardı. Reforma karşı büyük baskılar yapıldı. Brezilya’da Bolsonaro sonuçta bu toprak ağları ve uluslararası toprak tekellerine verdiği sözlerle seçildi. Anlattık, Meksika lideri AMLO ülkesini çetelerden temizleme vaadi ile geldi. Ama yapamıyor ve bunu itiraf ediyor. Çok güçlüler diyor. Bu bir iç savaş desek değil. Değil desek gene değil. Özel bir durum. Pembe dalga iktidarları kim bilir ne tür baskılar altında, ne tür tercihler yapmak zorunda kaldılar. Belki tek suçları bunları halklara anlatmamak, anlatamamaktır. Anlatarak ne kadar anlaşılabilirlerdi, belli değildir.

Her burjuvazi ile pazarlıkta mutlaka bir halk kitlesi karşımıza alınmaktadır. Her verilen taviz mutlak bir halk kesimini burjuvaziye teslim etmek anlamına gelebilir. Lula da bu dönemde topraksız köylüleri kent yoksullarına tercih etmiş görünüyor.

Buradan pembe dalganın diğer yanlışına geçebiliriz. Halkları arkalarında örgütleyemediler. Eğer o olsa o zaman bu burjuva döküntülerine ve güçlerine tavizler vermek zorunda kalmazlardı.

Yollar tıkanıyor. Bu liderler halk gücü yaratmak zorunda olduklarını bilmiyorlar mıydı? Lula, yılların sendikacısıdır. Kirschner, Peronist bir gelenekten geliyor. İkisinin de halkla bağların önemini bilmemelerine imkan yoktur. Correa çıktığı yolu “vatandaş sosyalizmi” ilan etti. Ama iktidarda iken halktan kopuşlar yaşandı. Bunun çeşitli nedenleri vardır. Örneğin şimdi aşağıda anlatacağımız ekonominin karşısındaki sorunlar halklara nasıl anlatılacak, onlar nasıl bu konuda bilinçlendirilecektir? Hiç kolay olmayan bilinmezlikler içinde yüzmek zorunda kalınan anlar olabiliyor.   

Hoşnutsuzlukta belirleyici olan pembe iktidarların ekonomi politikalarıdır. Genelde burjuva ekonomilerin bir açmazda olduğu, bütçelerin açık vermeye başladığı, dış borçların biriktiği, sosyal hakların kısıldığı, işsizliğin arttığı, halkların yaşayamaz hale geldiği dönemlerde sol güçler bir umut oluyor ve iktidarı alıyorlar. Hatırlayalım, Arjantin’de 2000 başlarında halklar her gün meydanlarda, fabrikalar işgal edilmiş, ana yollar kapatılmış, limana giden kamyonlar, marketler yağmalanmaya başlamış, banka duvarları her gece çekiçlerle dövülüyordu. Tarihinin en büyük isyanı yaşandı. Böyle bir ülke devralınca acil olarak halkların günlük ihtiyaçlarının karşılanması ön plana çıkıyor. Tek kaynak kamu işletmeleridir. Bu gelirleri çeşitli sosyal programlarla halklara dağıttılar. Yani doğal olarak pragmatizm öne çıktı. Sonra dünyada ham madde fiyatları düşünce halka dağıtılacak sosyal kaynak tükendi. Pembe iktidar dönemlerinde dış yatırım zaten gelmeye korktuğundan yeni iş yeri yaratılamamış oluyor. İşsizlik, sosyal harcamaların kesilmesi vs. ile tekrar eski ekonomik sıkıntılara dönülmeye başlandı. Devlet bütçeleri açık verdi. Sonuç neoliberal politikaların halklara reva gördüğünden farklı olmadı. O zaman halklar şöyle düşünüyor: Bari gene sağ güçler gelsin de dışarıdan yatırım ve yardım alalım.   

Şimdi burada can alıcı bir noktaya, gelecek sol iktidarların çok iyi düşünmeleri gereken konuya geliyoruz. 

Nasıl, nereye yatırım? Sosyal hakları geliştirmenin sınırsız hale gelmesi hangi tükenmeyen kaynaklardan finanse edilecektir? Birincisi bu. İkincisi de yeni yatırım için finansal kaynaklar nereden sağlanacak ve nerelere yatırım yapılacaktır? Bir de günümüzde iklim sorunu diye bir sorun ile karşı karşıyayız. Sol iktidarlar başa geçince ülkelerin kalkınma modeli günümüz iklim koşulları da dikkate alınarak nasıl olacaktır? Tüketim sorununa bakış açısı ne olacaktır? Çıkarım endüstrileriyle geçinen ülkeler doğanın verdiği zenginlikle geçinip gidiyorlar. Rantiye toplumlar aslında geri toplumlar olarak kalıyorlar. Bu kaynaklar tükenince ne olacaktır? Doğa tahrip oluyor. Sular kirleniyor. Çıkarım endüstrisine karşı olan Ekvador ilerici lideri Correa, Kanada petrol şirketini bu konuda BM’ye dava eden Correa bile, bir noktada indigenous halkların protestolarına rağmen genel halk çıkarı için, çıkarıma izin vermek zorunda kaldı. Bu gibi konular genelde önümüzde iktidar hedefi taşıyan sol güçlerin ana sorunlarındandır.

Artık biliyoruz; dünya, ham madde kaynakları, çevre ve iklim sorunları nedeniyle kapitalizmin bize önerdiği tüketim anlayışını sürdürmemize imkan vermiyor. İktidar olunca peki ne yapacağız? Sürdürülebilir bir ekonomik model olmalıdır. Bu model nasıl kurulacak, planlanacaktır? Halklar bu konularda bilinçli mi? Halkların, yıllardır kapitalizmin kendilerine boca ettiği yaşam biçimi modelini daha tadamadan vazgeçmeleri nasıl, hangi politikalarla yapılacaktır? Bu konu solun önünde duran, yanıtı henüz verilemeyen ya da teknik olarak verilse bile halklara nasıl anlatılacağı tam bilinmeyen bir konudur. Bolivya, Venezuela, Küba ve Correa’nın Ekvador’u hep bu yeni sürdürülebilir yatırım konusunda temkinli oldular.

Sonuç olarak pembe akım iktidarları ham madde fiyatlarının dünyada yüksek olduğu dönemlerde kaynakları halkların yaşam koşullarının iyileştirilmesine yatırdılar. Sonra düşmeye başlayınca da halkla bağlar zayıf olduğundan, bilinçleri geliştirilmemiş, olaylar anlatılmamış olduğundan ekonomik zorluklar başlayınca iktidarı tekrar neoliberal güçlere vermek zorunda kaldılar. En azından onlar büyüme, yeni yatırım diyorlardı. Hatta şimdi Arjantin’de bunca deneyden sonra halkların %40’a varan kısmı IMF ile bile gidilebileceğini, çünkü başka olanak kalmadığını düşünebiliyor. Ama pembe liderler halkların bilincinde gene de bir iz bıraktılar ve yeniden seçiliyor ya da Lula gibi seçilme potansiyeli taşıyorlar.

Bu kez iktidarda ne yapacakları pek bilinmiyor. IMF olmayacak ama başka nasıl bir ekonomik model olacağı belli değildir. Seçim öncesi yine eskisi gibi halka sosyal haklar sözü verdiler. Kaynakları nereden bulacaklar belli değildir. Bu da onların nasıl bir sol hat çizeceklerine bağlıdır. Hepsi soru işaretleri ile doludur.  

Ayrıca o dönemde kıta iktidarların 2/3 soldu. Şimdi ortalık karışık. ABD’nin bir karış kaybetmeye gücü yok, gözü dönmüş bir durumda.  Böyle bir baskı ortamında, sol iktidarların birbirleriyle dayanışmasında başarı ne kadar olacak göreceğiz. 

2.Hoşnutsuz halk kitleleri

Latin Amerika halklarının hoşnutsuzluğu yıllardır hemen hemen her gün orada burada, şu ya da bu nedenle sokaklarda görülüyordu. Seçim sonuçları, Şili, Ekvador, Haiti ve şimdi Kolombiya protestoları kıtada bir sol iktidarlar döneminin başlayacağının işaretlerini veriyor. Bolivya umudu daha sönmedi.

Ancak bu sol eğilimin, kitlelerde nasıl bir şey olduğunu biraz daha yakından incelemek yerinde olacaktır. Şimdi sokaklarda her kesimden halk kitleleri var ve genelde sağ, sol diye bir bölünme yok. Neoliberal politik uygulamalardan acı duyup karşı çıkanlar var. Din, kadın, işsizlik, sosyal hakların kısılması, kır politikaları onları sokaklara döküyor.

Latin Amerika’da en öndeki örgütlenme feminist harekettir. O da eskiden farklılaşıp büyük bir değişiklik yaşadı. Eskiden erkek egemen topluma, partriarkaya karşı erkekleri hedef tahtasına oturtuyorlardı. Şimdi yaşadıkları acıların ana kaynağını kapitalist sistem olarak görüyorlar. Kadın örgütlenmeleri Latin Amerika halk protestolarının en başında yürüyor.

Gençler de eskisi gibi sol eğitimden geçmemiş. Belki çoğu eski gençler gibi Lenin, Marks okumamış bile. Neoliberalizmin eğitimin özelleştirmesini yaşamış. Eğitim harcamalarının kısılması ve özelleştirilmesi gençlere bu politikalara karşı olmayı öğretti. Yoksulluk demek eğitimsizlik, eğitimsizlik yolsuzluk demektir. İklim değişikliği de ekonomik yapıyı, o güne kadarki yaşam biçiminin değişmesi gerektiğini gösterdi. Neoliberal politikalar kırlarda çıkarım endüstrilerinin talanını arttırdı. Eskinin kırdaki ağalık sistemine büyük ölçekli tarım da eklendi ve kırların talanı arttı. Bu gençlerin çoğu kırlardan kentlere iş bulmaya gelen yoksul kesimlerin çocukları. Emekliler de fonlarının özelleştirilmesi, neoliberal finans politikalarının yarattığı enflasyon ile geçinemez hale geldiler. İktidar karşıtı gösterilere katılmaya başladılar. Sağlık, eğitim harcamalarının azalması vs. eğitimli orta sınıfları da geçinemez, kredi kartları borçlarını ödeyemez hale getirdi. Geleceklerini emniyette görmemeye ve sisteme karşı protestoya başladılar. Doktor, sağlık personeli, öğretmen grevleri neoliberal politika uygulanan her Latin Amerika ülkesinde görülmeye başladı. Buna çeşitli aydınlar ve sanatçılar da destek vermeye, taraf olmaya başladılar. Yazıları, şarkıları, esprileri, oyunları ve filmleri ile dile getiriyorlar.

Eskiden işçi sınıfı sarı sendika yöneticilerince dizginlenirdi. Çalışanlar en azından bir işleri olduğundan kendilerini mutlu sayarlar, işsizler ordusuna katılma korkusu taşırlardı. Emek yasalarında çalışanlar aleyhine düzenlemeler; ücretlerine ve tazminat vs. gibi haklarına getirilen kısıtlamalar onları da grevlere ve sokaklardaki eylemlere destek vermeye yönlendirdi. Eskinin sarı sendika liderlerini dinlemez oldular. Bol bol grevler, genel grevler yaşanmaya başladı. Yeni AVM’ler, marka zincirleri ve kitlelerin tüketim gücünün azalması orta ve küçük esnafı da etkiledi. Onlar da sokakta yerlerini aldılar.  Bütün bu kesimler kendi bilgileri, eğitim özellikleri ile gösterilere bir değişiklik katıyorlar. Şimdi sokaklarda, meydanlarda protestolara çıkan, güvenlik kuvvetleri ile dövüşenler bu halk kitleleridir. Artık orta sınıflar dahil kimse geleceğinden emin olamıyor. Farklı kimlikler eskiden ayrışırken şimdi başka noktalardan birleşiyorlar.

Her konuda bir güvensizlik, korku var. İşini kaybedip yenisini bulamama korkusu, hayat pahalılığı, çocuklarını okutamama, üniversiteye yollayamama korkusu, kredi borcu korkusu, hasta olma korkusu, yaşlanma korkusu, tüm toplumda yaygınlaştı. Bugün bunları yapabilseler bile yarın yapamayacaklarından korkuyorlar. 

Sonuçta şöyle bir gerçeklikle karşı karşıyayız. Eskinin solcu gençleri ve aydınları düzenin gittiği bu yönü önceden görüyorlardı. Marks ve Lenin’leri okumuş ve düzenin teorisini, geleceğini anlamışlar; karşı çıkıyorlar ve kitleleri uyarmaya çalışıyorlardı. Hedef tahtasına emperyalizm ve onun temsilcilerini oturtuyorlardı. İktidarı değiştirmek, sistemi sosyalist yapma halkların çektiği acılara ilaç olacaktı. Acaba şimdi şöyle söyleyebilir miyiz? Marks ve Leninlerin, o gençlerin, öngördüğü günlerin içindeyiz. Kapitalist, emperyalist sistem doğası gereği kitleleri son durağına getirdi ve sistemi kilitlendi. Halklar da bunu günlük pratiklerinde yaşayarak öğreniyor ya da öğrendiler. Eski solcu genç ve aydınların yıllar önce öngördükleri nokta da yaşanıyor. Kitleler sanki bilinçleniyor. Halkların bilinçlenmesi okuyarak teoriden değil pratikten başlıyor ve sonra okumaya yöneliyor, kulaklarını gözlerini açıyorlar.

Medyaya da güven duymuyorlar. Kıta ülkeleri medyasının %90’ları sağ, neoliberal güçlerin denetiminde. Kitleler hangi medyanın hangi çıkar gurubundan olduğunu artık biliyor. Boykot ediliyor. Eskiden fake news, yalan yanlış haber diye bir kavram mı vardı? Eskisi gibi her şeye körü kürüne inanmıyor, şüphe duyuyorlar. Bir de sosyal medya doğdu. Bu hem gerçeklerin daha kolay görülmesine hem de hızlı bir şekilde örgütlenmeye, haberleşmeye, fikir paylaşımına ve oluşturulmasına yardım ediyor. Devletlerin bu kanalları zor durumda kesmesi ya da fake sosyal medya haberleri yayması boşuna değildir.

Ama eskinin sol örgütlenmelerinden gene bir farkları var. Acılarını dindirecek doğru ilacı bilmiyorlar. Hastalığı iyileştirecek değil sanki ağrıyı giderici ilacın peşindeler. Acıların kaynağı olan bu iktidarlar gidecek, neoliberal politikalar uygulanmayacak ama bu iyileşmeye yetecek midir?  Ayaklanan kitleler bunun bilincinde değil gibidir. Bunun bir düzen sorunu olduğunu, baştakilerin değişmesi ile düzelmeyeceğini, devletin tüm yapısının yenilenmesi gerekliliğini görmüyorlar. Ya da görüyorlar ama örnek bulamıyorlar. Var olan örnekler çekici değil. O ülkelerin sorunlarını anlamıyorlar. Bir örgütlenme içine girme gerekliliğini görmüyorlar. Ya da görüyor ama içine girebilecekleri bir sol örgütlenmeyi tanımıyor, ona ulaşamıyor, pratik içinde yüzmek, günlük işler içinde olmak baskın geliyor. Pratik daha kolay ve çekici.

Kitleler can havli ile sokaklarda, meydanlarda protestolar, yürüyüşler ve toplantılar yapıyor.  Onların protesto biçimleri ve eylemlerinde eskiden farklar da var. Eskiden protestolar, yürüyüşler bir bildiri ile önceden duyurulurdu. Onun için sahne kurulur, konuşmacılar belirlenir, konuşma hazırlanır ve duyup gelenler, ilgilenenler dinlerdi. Oysa şimdi kitleler genellikle kendiliğinden protestoya geçiyor. Birden toplanıyor, sokaklarda yürüyüş yapıyorlar. Sahne, konuşmacı yok. Halk herkese açık parti gibi meydanları işgal ediveriyor. İşten çıkanlar, oradan geçenler katılıyorlar ya da alkış vs. ile desteklerini gösteriyorlar. Herkes birbiri ile sohbet ediyor. Eğlenceli bile oluyor. Birkaç kişinin çıkıp ders verir gibi önceden hazırlanmış, sıkıcı, uzun, dinlenmeyen konuşmalar yapılmıyor. Çoğunlukla doğaçlama oluyor.  Balonlar, renkli süsler, maskeler, aklına gelenin yazıldığı pankartlar meydanları süslüyor. Danslar yapılıyor, şarkılar söyleniyor, içiliyor, şakalar yapılıyor, gülünüyor, eğleniliyor. Böyle bir örgütlülük oluşuyor. Halkın öfkesi yaratıcılık olarak ortaya çıkıyor. Eskinin o asker disiplinli, ciddi protestoları yok.

Var olan eski sol örgütler şunu söylüyorlar. “Bu kitleleri yönetmek imkansız.”  “Bu kitlelere liderlik yapmak olanaksız.” Zaten kitlelerin sağ mı sol mu olduğu belli değil. Şili’de örneğin elde tutulan çala kalem yazılmış pankartlarda “Soldan ya da sağdan değiliz. Biz tabandanız!” diye yazıyor.  Protestolarda dertlerini anlatıyor, yine kendileri gibi düşünen insanlarla yarenlik ediyorlar. Politik, teorik konuşmuyorlar. Bir lider yok. Bunlar Arjantin’de doğan horizontal yapılar. Yönetilmesi imkansız. Sorunlarını sahipleniyor, aralarında çözümler arıyorlar. Pasif seyirci değil aktif olarak protestocular.    

Şili’de, Ekvador’da görüyoruz sabah metroya zam yapıldığını öğrenen gençler birden metroları yakıyorlar. Kolombiya’da Duque, ekonomik paketini açıklar açıklamaz sokaktaydılar. Oradaki halklar da hemen katılıp destek veriyor. Sonra da öfke sönüp bitmiyor, aksine gelişiyor. Tüm ülkeyi sarıyor. Sosyal medyadan çağrılar, meclislerin kurulması, protestoların düzenlenmesi an meselesi oluyor.

Sonra cesaretler, kendi güçlerine, kendiliğinden örgütlenmesine güvenleri artıyor. Eylemler sıklaşıyor, şiddetleniyor; öfke, katılım artıyor. Tüm kent halkı sokaklara dökülüyor, barikatlar kuruluyor. Düzen kalmıyor. Güvenlik güçleri saldırıya geçiyor. Göz yaşartıcı bombalar, tazyikli sular hatta son durumlarda gerçek kurşunlar kullanılıyor. Müthiş çatışmalar yaşanıyor.  Protestolarda ölenlerin sayısı giderek artıyor. Yaralanmalar, tutuklanmalar, işkenceler yaygınlaşıyor. Sokağa çıkma yasakları, acil durumlar ilan ediliyor ama uyulmuyor, gene sokaktalar, gene çatışıyorlar. Baskılar onları yıldırmıyor. Korku duvarını aştılar. Şili, Haiti, Ekvador, Kolombiya ve darbe sonrası Bolivya bunun en son örnekleri. Önceleri zaten Arjantin, Brezilya da çokça yaşanmıştı.

Bu tür protestolar, ayaklanışlar iktidar güçleri için de yeni, çözülmesi gerekli bir sorundur. Tutuklayıp, sorumlu tutabilecekleri bir örgütlenme yok. Löse bir protesto gurubu var. Her gün bir şekilde karşılarına farklı kişiler çıkıyor. Protesto edenler her gün değişiyor. İşi olmayan bir yerlerden geliyor katılıyor. Sonra yok oluyor. Sorumlu bulunamıyor, zaten yok. Daha doğrusu iktidarın kendisi. Hem suçlu hem güçlü.

Bu sistem değişimine halklar nasıl örgütlenecekler? Kolektif, örgütlü bir davranış nasıl belirlenip devreye sokulacak? Halklar kendiliğinden sol ve ilerici oldular ama bu yetmez. Bir strateji ve taktik etrafında örgütlenmeleri gerekiyor. Ama bu halklara anlatılamıyor. Onları örgütleyemiyorlar.  Bildiriler yayınlanıyor, gerçekler anlatılmaya çalışılıyor ama örgütlemede büyük bir beceri yok çünkü sol kendisi de nasıl bir sistem bilemiyor. Ufuklar berrak değil. 

Sonuç

Kıta yeni bir dönem, neoliberalizmin gömüleceği günler içindedir. Kıtada farklı yönde gelişmeler yaşanıyor. Bolivya’da gerici darbenin yanında Şili’de, Ekvador’da, Haiti’de ve Kolombiya’da halklar ayaklanmış durumda. Arjantin’de sol kazanırken, Uruguay’da liberaller seçimleri kazanıyor. Bu farklı yöndeki gelişmelerin yarattığı karmaşanın altında bir temel gerçeklik yatıyor. Yeni faşizm bazı alanlarda yükselse de sağın Latin Amerika’da artık gideceği bir yol yok. Bu anlamda bir gelecek vadetmiyor.

Fakat 21. yüzyıl sosyalizminin hatalarından öğrendikleri takdirde, Latin Amerika solunun yürüyecekleri bir gelecek var. Latin kıtasında aynı zamanda solun kendisi ile de hesaplaşması yaşanıyor.