Latife Fegan ile söyleşi | “Kıvılcımlı’yı dünya Marksistlerine ulaştıramadık

MUZAFFER KAYA

Hikmet Kıvılcımlı’nın 49. ölüm yıldönümü vesilesiyle yoldaşı ve yakın çalışma arkadaşı Latife Fegan’la bir söyleşi gerçekleştirdik. Latife Fegan ve eşi Fuat Fegan 1966 yılından itibaren Kıvılcımlı’nın kitaplarının yayına hazırlanmasında görev aldılar. Latife Fegan ayrıca İşsizlik ve Pahalılıkla Mücadele Derneği’nin (İPSD) ilk başkanıdır. Fegan çifti, ölümünden önce Kıvılcımlı’nın kendilerine emanet ettiği arşivinin yurt dışına çıkarılmasını, korunmasını ve el yazmalarının kitaplaştırılmasını sağladılar. Kıvılcımlı’nın arşivinin bugün Uluslararası Sosyal Tarih Enstitüsü’nde güvence altına alınmış olması ve ulaşılabilir hale gelmesi onların olağanüstü gayretleri sayesinde mümkün olabildi. Uzun yıllardır İsveç’te yaşayan Latife Fegan’ın anılarını anlattığı “Yazmasam Olmazdı” isimli kitabı kasım ayında Belge Yayınları’ndan çıkacak.   

Kıvılcımlı’ya geçmeden önce sol hareketle tanışma hikâyenizi anlatır mısınız?

Ben 68 kuşağından bir önceki kuşağım. Bilirsiniz, 68 kuşağı genelde 47 doğumludur, Tomris Uyar’ın da 47’liler diye bir kitabı vardır hatta. Ben 41 doğumluyum, Ticaret Lisesi’ni 1960 yılında, yani 27 Mayıs döneminde bitirdim. Okulda ilgimi ülke sorunlarına çeken bir öğretmenimiz vardı. Ama ülke hakkında açık konuşamadığı için Türkiye’ye Patagonya derdi. Biz o hocadan Patagonya hikâyeleri dinlerdik.

Bir de ben o karanlık 1950’li yılları dünya klasiklerini okuyarak geçirmiştim. Zaten çıkacak olan kitabımda da yazdım. İlginçtir, bizim mahallemizde bir terzi vardı. Sonradan terzilerin sosyalist harekette bir yeri olduğunu da okumuştum. Sanırım Demir Küçükaydın da bahsetti bundan. O zamanın devrimcileri bu terzilerde buluşurlarmış. Bizim terzi de muhtemelen o kuşaktan bir insandı ve terzi atölyesinin arkasında bir kütüphanesi vardı. Buradan gençlere kitap verirdi. Muhtemelen Nazım’ı gizli gizli okuyan kuşaktan birisiydi. Ben o yıllarda haftalık harçlığımın tamamını o terziye vererek dünya klasiklerini okudum. Böylece bir kültürel birikim oluştu. 1960’a geldiğimizde bu bahsettiğim hoca, ilgimi dünya sorunlarına çekmeye başlamıştı.

27 Mayıs olmadan önce de liselerde İnkılap Tarihi dersini subay hocalar okuturdu. Ben bir gün subay öğretmene “Memlekette neler oluyor?” diye soruverdim. Memlekette pek çok huzursuzluk vardı. Babam Cumhuriyet Halk Partiliydi. Radyo ve gazete takip ederdi, Akşam gazetesi gelirdi eve. Ben de muhtemelen ondan etkilenerek hocaya bu soruyu sordum. Hoca bana yan gözle bir bakıp soruyu atlattı. Ama ben sonrasında sınava bile girmeden dersi en yüksek notla geçtim. Adamın ilgisini çekti galiba. Sonra lise biterken 27 Mayıs gerçekleşti. Bir muhasebe bürosunda çalışmaya başlamıştım. Orada üniversitede okuyan bir çalışan daha vardı, bana gizli gizli neler olup bittiğini anlatıyordu. O da olayların içindeydi, mesela Beyazıt’ta Turan Emeksiz’in öldürüldüğü olayın içindeymiş. Fuat Fegan da oradaymış mesela.

Liseden sonra ben bir aydın çevrenin işine düştüm. Siz bilmezsiniz, yazları Yenikapı kahvelerinde, kışları ise Beyoğlu’nda Baylan Pastanesi’nde geçirirdik. Aydınlar, entelektüeller burada buluşurdu. Hiçbirimiz henüz sosyalist değiliz ancak sürekli ülkeye dair bir şeyler konuşurduk. Sonra Yön dergisi girdi gündemimize. Ben hiçbir zaman Yöncü olmadım ama benim sosyalizme açılış kapım Yön dergisindeki tartışmalardır. Sosyalizme uyanışım böyle oldu ama dediğim gibi bunun arka planı da vardı.

Fuat Fegan ile o dönemde tanıştım. Benden birkaç yaş büyüktü. Türkiye’ye okumaya gelmiş Kıbrıslı bir gençti. O benden daha önce sosyalist olmuştu. Sosyoloji okuyordu, Oya Baydar’ın öğrencisiydi. Kıbrıs’ta AKEL Partisi’ni bilirsiniz, pro-Sovyetik bir komünist parti idi. Fuat eğitimini orada almıştı. Benden bir adım daha öndeydi. Karşılaşmamız benim içim Marksizm’e bir adım daha yaklaşmanın vesilesi oldu. Ondan sonra da Kıvılcımlı’yı tanıdık.

Ben gençlik hareketinden gelmedim. Gençlik hareketi başladığında benim okul yıllarım bitmişti. Liseden sonra İktisadi İdari İlimler Akademisi’ne yazılmıştım ama mesleğimi sevmediğim için okulu bitiremedim. Babam beni evin en yakınındaki Ticaret Lisesi’ne yazdırarak mesleki kaderimi belirlemiş oldu. Ama ben bu mesleki kadere hiçbir zaman teslim olmadım. Onu bir yaşama aracı olarak kullandım ama diğer ilgi alanlarım hayatımda her zaman daha ağır bastı. Ama o meslek de bana mesela İsveç yıllarımda önemli bir kapı açtı. Modern kapitalizm muhasebeye daha çok önem veriyor. İsveç’te bir süre öğretmenlik yaptıktan sonra bir muhasebe bürosunda çalıştım. Bu bana bir göçmen olarak güçlü bir statü ve yaşam olanakları sundu.

Daha önce yayımlanmış bir yazınızda Kıvılcımlı ile İsmet Demir aracılığı ile 1966 yılında tanıştığınızı belirtiyorsunuz. O dönem TİP ve MDD gibi çok daha popüler hareketler varken neden Kıvılcımlı’yı seçtiniz?

Kıvılcımlı’nın yanına onu okuyup seçerek gitmemiştik. İsmet Demir bizi önce Yapı-İş Sendikası (YİS) için düşündü. Cağaloğlu’nda, şimdi yerinde olmayan, Nuriosmaniye Caddesi’nin tam köşesinde bir binaya götürdü. YİS’in genel merkezi oradaydı. İsmet Demir de o zaman sendikanın başkanıydı. Petrol boru hattı grevini yapmıştı ki, efsanevi bir olaydı o zaman. Biz de onunla birlikte çalışma fikriyle heyecanlanmıştık. Ancak Fuat, Kıbrıslı olduğu için İngiliz uyrukluydu ve Türkiye’de bulunması izne bağlıydı. O zamanlar bu tür sorunlar devrimci hareketin gündemine hiç girmemişti. Göçmenlik, yabancılık, vize sorunu vesire. Benimle evlenmiş olması bile yetmedi, hala izin alması gerekiyordu oturum için. O engelinden dolayı aktif politikaya katılması mümkün değildi. Ben İşçi Partisi’ni (TİP) dışarıdan takip ediyordum, hatta 1965’te ilk oyumu TİP’e vermiştim. O zamanki erkek arkadaşımın yanından ayrılarak pazar günü oy vermeye gittiğimi hatırlıyorum, çocukcağız da çok şaşırmıştı (gülüyor).

Doktorla tanıştıktan sonra, Doktor da ben de İşçi Partisi’ne üyelik başvurusu yaptık ama Behice Boran’ın kararıyla ikimiz de reddedildik. Kıvılcımlı’yı Deniz Gezmiş’in de önerdiği söylenir. O sanırım Üsküdar’dan başvurmuştu. Ben de Küçükçekmece’de oturuyordum, Bakırköy şubesinden başvurmuştum. Benim o zamanlar Kıvılcımlı çevresinde olduğum biliniyordu. Sanırım 1967 yılıydı.

Kıvılcımlı ile tanışmamıza İsmet Demir öncülük etmişti. Alıp Fuat Fegan’ı götürüyor Kıvılcımlı’ya. Kıvılcımlı’nın Cağaloğlu’nda bir yazıhanesi/muayenehanesi vardı. O zamanlar Kıvılcımlı’nın kitaplarının yayına hazırlanması için bir sekretere ihtiyacı vardı. Biz tanıştığımızda Tarih, Devrim, Sosyalizm ve Türkiye’de Kapitalizmin Gelişimi kitapları çıkmıştı. Ondan sonraki tüm kitaplarda Fuat’ın teknik emeği vardır.

İsmet Demir bizdeki yeteneği görünce aklına bu sekreterlik işi geliyor. O zamanlar, kadınların kaderi olduğu üzere ben çalışıp evi geçindiriyordum. Geçimi de biz sağlıyoruz, devrimi de biz yapacağız (gülüyor). Tabii Fuat’ın vakti var. Üniversiteyi de fazlasıyla uzatmıştı ve bitirmeye çalışıyordu. Bir ayağı da Kıbrıs’ta idi. Türkiye’de okuyan Kıbrıslı devrimci öğrenciler grubu vardı ve Fuat onların lideri konumundaydı. Denktaş da yakından takip ettirirdi Fuat’ı. O sıralar AKEL’in Türk ve Yunan liderleri bir arabada kurşunlanıp öldürülmüştü. O öldürülen Türk arkadaşın yerine Fuat’ı koymayı düşünmüştü AKEL. Fuat’ın kafasında ya Kıbrıs’a dönüp AKEL’de hizmet vermek ya da Türkiye’de kalma ikilemi vardı. Ben de kaderimi onunkiyle birleştirmiştim ve onun tercih ettiği yolda birlikte yürüyecektik.

Biz tam bu aşamada iken karşımıza Kıvılcımlı çıktı. Kıvılcımlı’nın teorisyenliği Fuat’ı etkilemişti. Kendisi de yasal engeller yüzünden pratikten uzakta kaldığı için ister istemez teorik konulara daha yakındı. Doktor’la tanıştıktan sonra Tarih, Devrim Sosyalizm kitabını hemen okuduk. Türkiye’de Kapitalizmin Gelişimi kitabını da Fuat hemen okudu, ben biraz daha geç okudum. Sonra Fuat ikna oldu ve kendisini Kıvılcımlı’ya adadı. AKEL’in önerisini de reddetti. Hatta o sıralar Londra’da bir toplantıya çağırmışlardı ama gitmeyip Türkiye’de kaldı.

Peki Tarih, Devrim, Sosyalizm’i okuyunca hemen ikna oldunuz mu? Çünkü kitabın bazı kısımları klasik Marksist kabullere uymuyor.

Ben o zamanlar klasik Marksizm’i çok iyi bilmiyordum zaten. Çıkan pek çok kitabı hemen okuyordum ama o döneme kadar tam olarak hangi kitapları okuduğumu hatırlamıyorum. Ama Kıvılcımlı’nın yazdıklarının Türkiye’ye has olması bizde başka bir ilgi uyandırdı. Başka bir gözle bakar olduk. Fuat İngilizce okuyabildiği için Marksist literatürü benden daha iyi biliyordu ve belki o kıyaslamayı daha iyi yaptı kafasında. Benim anlamakta zorlandığım şeyleri Fuat’la uzun uzun tartıştığımızı hatırlıyorum. Yahut Fuat’ın “Senin kafan Skolastik okul bilgisine alışık olduğu için …” falan dediğini hatırlıyorum, demek ki itiraz ediyormuşum (gülüyor).

Kıvılcımlı ile tanıştığınızda sizde nasıl bir izlenim bıraktı? Mizacı nasıldı?

Kıvılcımlı’nın yanına gidip gelen, evindeki toplantılara katılan genç bir arkadaş bana “Ya Latife abla adam Sfenks gibi oturuyor orada” demişti (gülüyor). Gerçekten de öyleydi. Kıvılcımlı çok sosyal bir insan değildi, çok sempatik bir insan değildi. Mihri Belli’nin gençler arasında yaygın olmasının bir nedeni de daha sosyal bir insan olmasıdır. Yani özeli de konuşabilmesi; mesela yanındaki gençlere “Nasılsın? Eşin, ailen nasıl?” gibi sorular sorardı Belli, sohbete daha bir açıktı. 15 yıl İsveç’te kaldılar, görüştüğümüzde sohbet eder, geçmişini anlatırdı. Hikâyelerini defalarca dinlediğimiz olurdu. Kıvılcımlı öyle sohbet etmezdi. Her sözünü, ama her durumda, ölçerek biçerek ederdi. O yüzden de karşısında elleriniz birleşik biçimde otururdunuz (gülüyor). İnsanı rahatlatmaz, rahat bir sohbet havası yaratmazdı. Aynı evde birlikte altı ay kaldığımız bir dönem oldu. Sadece bazı akşamlar, ben işten geldiğim zaman ıhlamur hazırlayıp odasına götürdüğümde, Fuat da gelirdi, günlük konulara ilişkin biraz konuşurduk. Hatta bazen hapishane anılarını anlattığı da olurdu. Bir anısını defterime yazmıştım, Amsterdam’daki arşivde duruyor.

Yani çok fazla konuşan birisi değildi, ketum bir insandı. Sohbet başlatmakta hep zorluk çekerdim. Ama bir soru sorduğumuzda cevaplardı tabii, “çocuğum” diyerek cevaplardı sorularımızı (gülüyor). Bir devrimci liderle öğrencisi arasındaki diyalog biçimindeydi konuşmalarımız. Bana “Proleter kızım” diye hitap ederdi, çünkü devrimci bir kadının proleter olması gerekirdi (gülüyor).

Çok disiplinli olduğu, düzenli spor yaptığı söylenir.

Sporla ilgili ayrıntıları bilmiyorum ama disiplinliydi. Kahvaltıdan sonra masaya oturur, akşama kadar da oradan kalkmazdı. Birlikte oturduğumuz dönem, Fuat her zaman salonda takır takır daktilo ile çalışır, Kıvılcımlı da odasında masası başında olurdu. Ben işten dönünce bazen sorardım; “Ne yapıyorsunuz ya bütün gün?” “Ya işte böyle çalışıyoruz” derlerdi. Sadece Fuat, kafasına bir soru takıldığı zaman kapısını çalar, Kıvılcımlı’ya danışır, sonra çalışmaya dönerlerdi. Emine Hanım da böyle anlatırdı, Doktor tüm gün odasında çalışırken Emine Hanım evin başka bir köşesinde vakit geçirirmiş.

Emine Hanım, Doktor’u ziyarete gelen insanlara yemek ikram etmeyi çok severdi. O eve girip çıkmış insanların çoğu Emine Hanım’ın yemeğini yemiştir. O yemeklerde biraz sohbet olurdu, çünkü kalabalığız ya, Doktor bazen biraz açılır, espri yaptığı olurdu.

Biz bir keresinde Marmara Adası’na tatile bile gitmiştik Doktor ve Emine Hanım’la. Orada bile aynı havadaydı, biz de onun havasına girmiştik. Restoranda otururken ben bir espri yapmak istiyorum Fuat ters ters bana bakıyor (gülüyor). Emine Hanım’ın sesi çıkmıyor zaten. Böyle bir tatil geçirdik. Mesela içki içmezdi, sarhoş olmak istemezdi. Çok kontrollü bir insandı. Eski sosyalistlerden bahsederken onların içkili sofralarını eleştirirdi.

Hatipliği nasıldı Kıvılcımlı’nın?

İyi konuşurdu ama meydanlarda kitleleri hareketlendiren birisi değildi bence. Panellerde çok ikna edici, güven verici bir konuşmacıydı. Ama ajitasyon yapmazdı.

Siz tanıştığınızda bir örgüt yapısı var mıydı yoksa tek bir kişi ile mi tanıştınız?

Biz Kıvılcımlı’nın “tek kişilik” örgütü ile tanıştık. Ben gençlik örgütlerinde bulunmamıştım, TİP üyesi de olmamıştım ama Kıvılcımlı ile birlikte bulunmak örgütlü olma hissi veriyordu. Nasıl bir örgüt olduğunu tam bilemesek de biz kendimizi Kıvıcımlı’nın örgütünden sayıyorduk. Ben illegal bir örgüt yapısı sezmedim. İsmet İnönü için derler ya “kafasında kırk tilki vardır, hepsini beceriyle yönetir” diye. Kıvılcımlı da benzer durumdaydı. Bir YİS vardı, işçi hareketine yönelik, orada İsmet Demir ve Suat Şükrü Kundakçı ile beraberdi. Bir de Sadık Göksu gibi dışarıya saldığı, dışarıda Kıvılcımlı hakkında konuşan insanlar vardı. Sadık Göksu, Kıvılcımlı için dışarıda gerçekten iyi çalışırdı. Çok çeşitli çevrelerden insanları İPSD’nin kuruluşuna o getirmişti. Ondan sonra Sosyalist Gazetesi’nde Orhan Müstecaplı vardı, teknik işlerini ona yaptırırdı. Yine Kıvılcımlı çevresinin daimi avukatı Nizamettin Üstündağ’ın da adını anmak gerekir. Kitap ve çeviri işlerine Fuat ve ben yardım ederdik. Eski el yazısı kitaplarını o okur, biz yeni yazıya geçirirdik. O dönem Kıvılcımlı’nın harıl harıl kitapları çıkıyor, Sosyalist gazetesi var, TİP ile tartışmalar… Yani öyle bir dönem ki oturup sohbetler edecek zamanımız da yoktu aslında. Ben yorgun argın işten gelirdim, ıhlamur faslından sonra masanın iki ucuna otururduk, en az iki saat daha o söylerdi, biz yazardık. Böyle aktarılmıştır o kitaplar yeni yazıya.

Bu saydıklarım dışında bir örgüt yapısı hatırlamıyorum ben. Sonra bir kitle örgütü olarak İPSD kuruldu.

Siz İPSD’nin ilk başkanısınız. Böyle bir dernek kurma fikri nasıl çıktı ortaya? Kuruluş sürecini hatırlıyor musunuz?

Kıvılcımlı hareketinin bir kitle örgütüne ihtiyacı olduğu düşünülmüştü. Gençlik, gençlik örgütlerinde, işçiler sendikalarda örgütlüydü. Onun dışında halkın örgütlenmesi diye bir sorun vardı. Biz o sıralarda Zeytinburnu, Gaziosmanpaşa gibi yerlerde çalışarak bir taban oluşturmuştuk. Bir parti kurmak öncelik değildi ama bir örgütlenmenin adımları atıldı. Tamamen halkın ihtiyaçlarına yönelikti. İlk büyük eylemi de “Ekmek ve İş” adını taşır. Ben de daha çok oralarda çalışırdım ve oralara bir kitle örgütüyle gitme amacı derneğin arkasındaki fikirdi. Bu tarz bir örgüt de yoktu başka. MDD’cilerin bir örgütü vardı ama o aydın örgütlenmesiydi.

İPSD’nin kuruluş toplantısına başka çevrelerden katılanlar da vardı. Çoğunu oraya Sadık Göksu toplamıştır. Kuruluş toplantısında Kıvılcımlı taraftarları başkanlık için Kıvılcımlı’yı aday göstermişlerdi. Ancak MDDcilerden -Şevki Akşit ve Vecdi Özgüner vardı mesela- ve başkalarından itirazlar geldi. Eski bir komünistin lider olması bu örgütün kendisini bir halk örgütü olarak sunmasını zorlaştırır ve Kıvılcımlı’nın partileşmeye giden yolda kurduğu bir örgüt olarak görülebilirdi. Derneğin kurulması neredeyse tehlikeye girmişti ki Doktor bir manevra yaptı ve başkan olarak beni önerdi. Doktorun kendisi de başkan olmayı istemiyordu sanırım. İsteseydi ağırlık koyarak bunu gerçekleştirebilirdi. Ama dernek fikri bizden çıktığı ve bütün çalışmaları biz yürüttüğümüz için bizim çevreden birinin başkan olması da doğaldı.

Bir de sizin Vedat Türkali ismiyle bildiğiniz Abdülkadir Pirhasan da oradaydı. Abdülkadir Bey ile Doktor arasında ilginç bir dostluk vardır. O kendisini Kıvılcımlıcı olarak anmaz ancak Kıvılcımlı’ya hep destek vermiştir. Bir Gün Tek Başına romanındaki karakterlerden biri de aslında Kıvılcımlı’dır. Kıvılcımlı Abdülkadir Bey’e “yüzbaşı” derdi, Abdülkadir Bey de Kıvılcımlı’ya “doktorcuğum” derdi. Onu derneğe katılmaya ikna etmek için Fuat’la ben gitmiştik. Sonra toplantıda yanıma gelip “Sen beni buraya kitle örgütü kurmaya getirdin ama Doktor’u başkan yapıyorsunuz” dedi. Belki o da Doktor’un kulağına beni fısıldamış olabilir. Sonra birden Doktor beni aday gösterince kriz çözülmüş oldu.

İPSD’nin çeşitli şehirlerde şubeler kurduğunu biliyoruz. Örgütlenme sürecini anlatır mısınız?

O zamanlar pahalılık, işsizlikti halkın sorunları ve bizim bununla ilgili çalışma biçimimiz insanların ilgisini çekmişti. Yalnız gençlik hareketi hem Doktor’a hem de İPSD’ye de mesafeli duruyordu. Emperyalizm ve işbirlikçileri demek varken “ekmek ve iş” diye eylem yapıyoruz (gülüyor). Fakat “iş ve ekmek” yürüyüşümüz oldukça iyi bir eylem olmuştu ve sonrasında Dev-Genç’in ve özellikle Deniz Gezmiş’in ilgisini çekmeye başlamıştı. Saraçhane’den Beyazıt’a yürümüştük. Benim konuşmamı Kıvılcımlı yazmıştı. Çok çetrefilli bir dille yazmıştı ama ben o metni biraz elden geçirip heyecanla okudum. Ardından gazeteciler başıma toplandılar. Doktor da arkamda sıkıntı içinde, çünkü o demeç vermek istiyordu. Aradan nasıl çekildiğimi bir ben bilirim bir de Allah (gülüyor). Sonra gazetecileri ona devrettim, o konuştu. O zamanlar bana biraz Kıvılcımlı’nın gölgesindeki başkan gözüyle de bakılıyordu. Tabii ki öyleydi. Örgüt onun örgütü zaten. O zamanlar gelenek de öyleydi. Arkanızda bir lider varken, hele de bir kadın olarak bağımsız davranma şansınız yok.

Yönetim Kurulu toplantıları benim kâbusum olurdu, yaklaşık 20 kişiydik. MDD’ciler ile bizim grup arasında hemen her konu, her ayrıntı üzerinden tartışma çıkardı. Yapılacak bir eylem, eylemin biçimi, gazetede çıkacak bir yazı, her şey tartışma konusu oluyordu. Herkes arkadaşının sözü bitince el kaldırır “Arkadaşın sözüne katılıyorum” der ve aynı şeyleri bir daha anlatırdı (gülüyor).

Bir de isim tartışması olmuştu. Doktor, Pahalılık ve İşsizlikle Mücadele Derneği olmasını, kısaltmasının da PİM olmasını önermişti. Fabrikayı, işçiyi çağrıştırdığı için PİM kısaltmasını önermişti sanırım. Ama tartışmaların sonunda İPSD’de karar kılındı. O nedenle sanırım, Kıvılcımlı’dan sonra kurulan dernekler PİM kısa adıyla kurulmuş.

Peki Kıvılcımlı’cı ve MDD’ciler dışındaki üyeler, mesela bağımsız aydınlar bu toplantılara katılır mıydı?

Onlar toplantılara pek katılmazdı. Sadece sonradan başkan olan Prof. İsmet Sungurbey, üniversiteden aydın olarak katılırdı. İsmet Sungurbey başkan olduktan sonra, Mahir Kaynak da derneğe katılmıştı. Onu da Sadık Göksu getirmişti. Sonradan özeleştirisini vermiş, İdris Küçükömer’in asistanı olmasına güvendiğini söylemişti.

Sizin dışınızda yönetim kurulu erkeklerden mi oluşuyordu?

Yönetimdekilerin hepsi pos bıyıklı erkekti. Bir kere başımda, o zamanlar modaydı, Simone de Beauvoir’un taktığı bone gibi bir şey vardı. Feminist değildim, o zamanlar Türkiye solu içinde böyle bir şeyin koşulu da yoktu ama Beauvoir okumuştum. Bir gün toplantıya bu bone ile katılmıştım. Bir işçi arkadaş “Sayın başkan, başındakini çıkarsan ne kadar iyi olacak dedi”. “Niye?” dedim. “Batılı” olduğu için rahatsız olmuş. Eşarp olsa rahatsız olmayacaktı belki.

Peki Doktor da katılır mıydı İPSD’nin toplantılarına?

Evet katılırdı. Zaten benim aracılığımla da haberdardı ne olup bittiğinden. Sürekli rapor veriyordum tabii.

Kazlıçeşme ve Taşlıtarla’daki taban çalışmalarına bizzat katıldınız mı?

Evet. Benim zamanımda, 1968’deki 30 Kasım mitinginden önce galiba 15 Kasım’da İstanbul’daki ilk şubemiz olan Gaziosmanpaşa şubesini kurmuştuk. Mitinge oradan katılım olmasını da sağlamıştık. Daha sonra 1970’li yıllarda Zeytinburnu’nda serpilecek olan örgütlenmenin ilk nüvelerini oluşturduğumuzu söyleyebilirim.

Öğrenci hareketinin Kıvılcımlı’ya mesafeli olduğunu söylemiştiniz. Ancak 1970’te temas biraz artıyor gibi.

1970 yılı çok hareketli tabii. MDD’den biraz umut kesilmeye başlanmış, işçi sınıfının ağırlığı meselesi pusulayı yavaş yavaş Doktor’a doğru döndürmüştü. Ergun Aydınoğlu da yazıyor ya kitabında, 1969’un ortalarından itibaren Kıvılcımlı’ya bir yöneliş var. Ardı ardına seminerler düzenleniyor, kitapları harıl harıl okunuyor, Doktor sürekli kitaplar çıkarıyor. Ama ben gençlik hareketinden gelmediğim için o sürecin nasıl geliştiğini detaylı bilmiyorum.

Kıvılcımlı’nın gençlik önderleri ile görüştüğüne hiç tanık oldunuz mu?

Hayır. Kıvılcımlı o konuda çok dikkatliydi. Evine gidip gelenleri birbiriyle karşılaştırmazdı. Bir keresinde biz Göztepe’deki evinde “Devrim Nedir?” broşürü üzerinde çalışırken zil çaldı. Gidip baktı, kapıda Mihri Belli. Belli’yi geri gönderdi. Kendisiyle özel olarak görüşmeye gelen insanları başka insanlarla karşılaştırmazdı.

Her alanı büyük bir ustalıkla birbirine bulaştırmadan idare ederdi. O nedenle gençlik önderleriyle görüşmelerine tanık olmam mümkün değildi. Muhtemelen o görüşmeleri de teker teker yapıyordu. Yani birbirlerine temas ettirmeden. Solda yaşadığı deneyimlerden dolayı çok dikkatliydi, prensibi öyleydi. Fuat da biraz öyle birisiydi, birbirlerine çok uyuyorlardı o manada. 

Peki devletin baskısını veya polis takibini hisseder miydiniz? Yoksa bu daha çok 12 Mart’tan sonra mı başladı?

12 Mart’tan sonra daha çok oldu bu. Öncesinde ben hissetmedim. Ama İPSD mitinginden sonra, sanırım Hürriyet gazetesinde mitingin haberiyle birlikte Kıvılcımlı ile yan yan bir fotoğrafımız çıktı. Kıvılcımlı ile fotoğrafım basıldıktan bir gün sonra beni çalıştığım şirketten kovdular. Sahipleri Yahudi idi, korktular bir komünisti çalıştırmaktan, hemen ertesi gün işten çıkarıldım.

Doktor’un 1960’ların sonundan itibaren dile getirdiği “reorganizasyon” kavramı size ne ifade ediyordu? TKP’nin mi yoksa Vatan Partisi’nin mi reorganizasyonu?

Vatan Partisi’ni yeniden kurmaktan bahsettiğini hiç hatırlamıyorum. Bizim Fuat ile sonradan konuştuğumuzda hemfikir olduğumuz şey, Doktor’un reorganizasyon derken TKP’den bahsediyor olduğuydu. Alttan gelen bir partileşme fikri vardı bence de. Ancak Doktor meseleleri önce aklında olgunlaştırır, sonra adım adım hangi insanlarla yürüteceğini seçerdi. Beni hep legal alanın çalışma insanı olarak gördüğü için illegal konuları benimle hiç paylaşmazdı. Fuat’a verdiği iş de ona gayet uygundu. O dönem daktilo kullanacak insan bulmak bile zordu.

Peki 12 Mart Muhtırası sonrasında Doktor’un yurtdışına çıkış hazırlıklarına tanık oldunuz mu?

Bir gece geldiğimizde evde iki tane çuval vardı. Fuat hemen telefon açıp sordu. Doktor “Bunlar size emanettir, koruyacaksınız” dedi. İçine baktık, Kıvılcımlı’nın el yazmaları ile doluydu. Kıvılcımlı’nın da evini terk edip Cağaloğlu’nda bir otele yerleştiğini duymuştuk. 12 Mart sonrasıydı ancak henüz sıkıyönetim gelmemişti. Sonra Kıvılcımlı’ya yeni bir ev arayışı içinde de olduk.

Denizlerin bildirisinin radyoda okunduğu gün bizim evdeydi. Kıvılcımlı rahatsız ve tedirgindi. Sürekli “Bu iş burada kalmaz” deyip ne yapmak gerektiğine kafa yoruyordu. Orada ilk ve son defa üçümüzün bir şeyi birlikte planlayıp hareket ettiğimizi hatırlıyorum. O gece Kıvılcımlı’nın yurtdışına çıkmasına karar verildi. Yakında çıkacak olan kitabımda da anlatıyorum bunları. Sovyetlere gidip, TKP meselesini halledip bir yandan da tedavi olmayı düşünüyordu.

Fuat AKEL’den yardım istemeyi önerdi. AKEL Sovyet sistemi içinde bir partiydi. Fuat’ın da iyi kontakları vardı. Fuat, AKEL’e gidip pasaport isteyecek ve Doktor’un Sovyetlere gitmesinin yolunu açacaktı. Doktor bu fikre ikna oldu ve o gece biz Fuat’ı Kıbrıs’a geçsin diye Ankara’ya yolcu ettik. Fuat 1970 baharında sınır dışı edildikten sonra, Türkiye’de illegal yaşamaya başlamıştı. Fakat bir kardeşi o sırada Ankara’da okuyordu. Onun arkadaşlarından birinin babası aracılığıyla Kıbrıs uçağına bindirildi. Kıbrıs uçağı o zamanlar Türkiye ile Kıbrıs arasında dolmuş gibi gidip gelirdi.

Fuat’ın gittiği gece, Kıvılcımlı bizde kaldı. Misafir odasını hazırladığımda başına bir şey gelirse pijamasıyla yakalanmamak için olsa gerek pardesüsü ile yatmıştı. Sabah kalktığımda evde yoktu. Ya gece ya da sabah erkenden Orhan Aksungur gelip almış.

Fuat, AKEL’e gittiğinde çok iyi karşılanıyor. Parti sekreteri elinden geleni yapıyor ama Sovyetlerden bir türlü yanıt gelmiyor. Fuat da Kıbrıs’ta beklemeye devam ediyor. O beklerken işte sandal hikâyesi… Kıvılcımlı ve yanındakiler Kıbrıs’a geliyorlar. Kayıktan inince polis yakalıyor bunları. Kıbrıs’ta Fuatların evine telefon ediyor Doktor. Tesadüf Fuat’ın babası açıyor telefonu. Adam “Kim konuşuyor?” diye soruyor, Doktor “Babasıyım” diye cevap veriyor! Fuat’ın babası çok korkuyor tabii ve polis olduğunu düşünerek telefonu kapatıyor. Bu olayı Fuat’a da endişelenmesin diye söylemiyorlar. Kıbrıs’ta Fuat’la buluşamayınca oradan Suriye’ye, oradan da Bulgaristan’a geçiyor ve hikâye devam ediyor.

Peki 12 Mart günlerinde ordu içinden bir sol kalkışma beklentisi içinde olduğuna dair bir sözünü hatırlıyor musunuz?

Orduya vurucu güç dediği doğrudur. Onun dışında sohbetlerinde bu konuda bir şey söylediğini hatırlamıyorum. Tabii ki bir ordu hayranlığı yoktu. Orduyu devrim için kullanabilir miyiz sorusu vardı. Milli Birlik Komitesi’ne gönderdiği öneriler de bununla ilgilidir. Sonuçta silahlı bir güç ya, silahlı gücü devrim için kullanmak… Ben bunda Marksizm’e aykırı bir şey görmüyorum. Bu konuda Doktor’un kendisinden bir şüphesi yok.

Peki İkinci Kuvayı Milliyecilik söylemi var bir de. Onu nasıl yorumlarsınız?

Doktor kendisinin de içinde yer aldığı Kurtuluş Savaşı’nı sahipleniyordu. Ama 27 Mayıs ve Yön Hareketinin Sınıfsal Eleştirisi kitabında devletçi geleneği nasıl eleştirdiğini de biliyoruz. Açıkçası bizim o dönemde, Kıvılcımlı ile bu kavramları tartıştığımızı hatırlamıyorum. Bizim de sorun ettiğimizi sanmıyorum.

Kuvayı Milliye ve benzeri vurguları taktiksel bir kaygıyla yapmış olabilir mi? Hareketin popülerleşmesini sağlamak için…

Bana da öyle geliyor. Öte yandan elbette Kıvılcımlı’da eleştirilecek şeyler de var. Seksist ve ırkçılık çağrıştıran ifadeler var mesela. “Sürtük Yahudi” diye başlayan bir makalesi vardı. Marks’ta da var böyle şeyler. O zamanlar ulusalcılık kavramı üzerine çok düşünülmüş değildi. Kürt hareketi yoktu.

Peki siz “İhtiyat Kuvvet: Milliyet (Şark)” kitabını ilk okuduğunuzda şaşırdınız mı?

Kitabın yeni yazıya aktarımı sırasında Fuat’la çok şaşırmıştık. “Ülkenin içinde bir sömürge varmış, Kürdistan diye bir yer varmış” demiştik. O zamanlar Türkiye solu içinde “Doğulu” arkadaşlarımız vardı ama bir Doğu sorununu açıkça tartıştığımızı hiç hatırlamıyorum. Bunlar varmış da nasıl bilmiyormuşuz demiştim. Ama Kıvılcımlı da bunları hiç konuşmazdı. Bir panelde “Sıkmıyor ki” ifadesini kullanmıştı. Ben oradayım o sırada. Kürt meselesi netameli bir mesele. O yüzden o ifadeyi kullandı. Keşke bizi çok daha önceden bilinçlendirseymiş.

Kadın Sosyal Sınıfımız kitabı biraz sizin zorunuzla çevrilmiş galiba?

Evet, ‘Kadın Sosyal Sınıfımız’ yazısının o zamanlar yeni yazıya aktarılması benim ısrarlarım sonucu olmuştur. Duyunca böyle bir yazısı olduğunu, çevrilmesinde ısrarcı olmuştum. MDD ve TİP’le ateşli tartışmaların yürüdüğü bir dönemde ben kadın kitabını gündeme getirdim. Adeta benim dilimden kurtulmak için kitabın yeni yazıya çevirisini yaptı. İlk olarak 1978 yılında Kıvılcım Dergisi’nin ilk sayısında yayımlandı bu yazı. Bugünden baktığımda eleştirdiğim yanları da var o metnin. Doktor kültürel olarak kadının ikinci sınıf olduğu tespitinde bulunuyor ama bence Marksizm’in klasik kadın sorunu anlayışından kurtulamıyor. Geri üretim ilişkileri ve geri erkek kültürü ile açıklıyor kadınların eziliş nedenlerini ve kadınların kurtuluşunun ancak erkeklerle birlikte kapitalizme karşı mücadele ve sosyalizmde olduğu klasik görüşü tekrarlıyor. Sonuç olarak, Kıvılcımlı’da, bugün, Marksizm’in kapitalist sömürü ve baskı tahlili yanında cinsler arası iktidar ilişkilerini tahlil eden erkek egemen toplum teorisine sıcak bakar mıydı, kadınların bağımsız örgütlenme talebini kabul eder miydi sorularına olumlu yanıt verebileceğinin ipuçlarını göremiyorum. Fakat, Türkiye’ye ilişkin tarih ve toplum çözümlemeleri içinde, kadınların durumuna özel bir yer vermesi ve kadın ezilişinin çok boyutlu mekanizmalarıyla ilgili, daha sonra feminizmin tespitlerine yaklaşan tespitler yapmasının hakkını da vermek gerekir.

‘Marks’ın Özel Dünyası’ kitabında Marks’ın karısına olan aşkını büyük bir hayranlıkla anlatır Doktor. Böyle bir şeye gıpta eder gibi bir hali var aslında. Ama Emine Hanım’la ilişkisi maalesef öyle değildi. Bir kafa yoldaşlığı değildi. Kitabımda Fatma Nudiye Yalçı ve Emine Hanım meselesine de biraz değindim. Kıvılcımlı neden dava arkadaşı ve gönül yoldaşı olan Fatma Nudiye Yalçı’yı bırakıp Emine Hanım’la evlendi?

O sıralar gazetede bir haber okumuştum. Fatma Nudiye Yalçı Bulgaristan’da öldü diye. Haberlerde Kıvılcımlı ile bir bağlantısı olduğundan bahsedilmiyordu. Sadece Türkiye komünist hareketinin tanınmış simalarından biri diye geçiyordu. Gazeteyi götürüp Kıvılcımlı’ya “Kimdi bu kadın?” dedim. “Bana âşıktı zavallı” dedi. “Niye” dedim, “size âşık olmuş fena mı?”. “Burjuvaydı” dedi. Kadın burjuva gerçekten; birkaç dil biliyor, yetenekli, kendi ayakları üstünde duran bir kadın. Bir dönem birlikte olmuşlar belli ki. O zaman için ileri bir kadın. Solun entelektüel erkekleri böyle ileri kadınlar karşısında hep zayıftırlar, onlarla birlikte olmayı da başaramazlar. 1930’larda kadınla birlikte olmuşlar, yayınevini birlikte yürütmüşler. Fakat Doktor hapisten çıkınca, iyi aile kızı, fazla iddiaları olmayan, bankada işi olan ve ona bir ekonomik güvence sağlayacak olan Emine Hanım’ı tercih etmiş. Bana o cevabı verince, kızıp hiçbir şey söylemeden odadan çıkmıştım.

Doktor’un ölümünün üzerinden 49 yıl geçti. Bugünden baktığınızda Doktor’dan geleceğe kalan ne olacaktır sizce?

Bence Marksizm’e katkısı kalıcı olacaktır. Tarih öncesi toplumların hareket kanunları sanırım Marksizm’e büyük bir katkı. Ama henüz bunu dünya Marksistlerine ulaştıramadık. Pratik boyutuna gelince… Bence o açıdan Doktor, Leninizm’in klasik önermelerini uyguladı. Marksizm’in kimi zaafları Doktor’da da var. Bugün doktor her kapıyı açar diyemem. Yeni sosyal hareketlere nasıl ilgi duyardı bilmiyorum. Kadınlardaki potansiyele büyük bir önem veriyordu ama bağımsız bir kadın örgütlenmesine ya da feminist harekete sıcak bakar mıydı bilemiyorum. Kadın Sosyal Sınıfımız kitabının basılmayan bölümleri de var. Oralarda kadınların giyim kuşama ve makyaja ilgi duymasını eleştiriyor. Kadınların kendi bedenlerine sahip çıkma parolasına ne derdi, bilemiyorum. Olumlu bakacağını sanmıyorum. O yüzden her kapıyı açan bir anahtar gibi görmemek lazım. Ama Doktor bence dünya Marksistlerine Marks’ın incelemediği alanlarda bir kapı açıyor. Önemi ve katkısı burada bence. 1960’larda MDD’ye karşı işçi sınıfının önderliğini savunması çok orijinal bir şey değil, klasik Marksizm. O dönemde doğru parolaları öne çıkarması siyaseten tabii ki önemli. Ama Kıvılcımlı’dan ne kaldı dersek, bence asıl Tarih Tezi kaldı.