EKİM DEVRİMİ’NDEN GÜNÜMÜZE – MEHMET YILMAZER

Yol, Bahar 2018

 

Ekim Devrimi’nin 100. yılında sadece onun tarihinden söz etmek yeterli olmaz. “Dünyayı sarsan” bir devrim 70 yıl sonra yine dünyayı sarsan bir şekilde son buldu. İnsanlık 20.yüzyıla Ekim Devrimi ile girmişti; aynı yüzyılı onun yıkılışı ile kapadı. 21. yüzyılda henüz dünyayı sarsan yeni devrimler yaşamadık.

Devrimler çağı kapandı mı? Eğer kapandıysa Ekim Devrimi’ne dönüp bakmanın bir anlamı olmazdı. Ancak bu konuda derin tahlillere bile gerek yok. Kapitalizmin Berlin Duvarı yıkıldıktan sonra yarattığı neoliberal dünya düzeni, devrimler için birikim yaratmaya çoktan başladı. Hatta gezegenimiz sadece bir sosyal devrimler sorunuyla değil, ekolojik bir yıkım sorunuyla da karşı karşıyadır.

Kapitalizm sonsuza kadar sürmeyecek! Sorun yeni devrimlerin nasıl ve hangi yollardan yürüyerek gerçekleşeceğindedir. 21. yüzyıl devrimcileri Ekim Devrimi’nin yıkılışı ile Marksizm’de açılan gedikleri onarmak; sadece onarmak değil, teoriyi daha da yetkinleştirmekle yükümlüdür. Bir geçiş döneminde olduğumuz yeterince açıktır. Elimizde hazır “formüllerden” hemen hiçbirisi kalmadı.  Zaten Marksizm hazır formül üretme alanı değildi; ancak uzun süre böyle kavrandı. Aydınlanma nasıl Tanrı’nın yerine “Aklı” geçirdi ise, sosyalistlerin büyük bir çoğunluğu da “Bilimsel Sosyalizmi” geçirdi. Ancak Bilim sadece formül üretme alanı değildi, tam tersine olaylarla çelişen formülleri yoğun bir çalışma ve cesaretle değiştirmek demekti. Fakat devrimciler, özellikle Ekim Devrimi sonrasında pratik mücadele kadar yaratılan formüllerle de dövüşmek zorunda kaldı.

Yıllar aktıkça, Ekim Devrimi 1940’lar sonrası bir dünya sistemine dönüşme yoluna girince formüller katılaştı, Marksizm zamanla canlı ruhunu yitirmeye başladı. Sosyalist mücadele II. Enternasyonalin çöküş yıllarında benzer bir durumla karşılaşmıştı. “Uzun barışçıl yıllar”dan sonra olaylar bir Emperyalist paylaşım savaşına doğru yönelince mücadelenin teorik ve pratik bayrağını taşıyan II. Enternasyonal çöktü. Ancak o günlerin devrimcileri bugünden çok şanslıydılar. Çok geçmeden kapıya Ekim Devrimi dayandı. Çöküşün teorik ve pratik sorunlarını hızla süpürdü.

Sosyalist sistemin yıkılışı o günlerle benzerlikler taşısa da, esasında büyük farklılıklar içermektedir. Hem çöküşün büyüklüğü hem de derinliği açısından…

Sosyalizmin yıkılışı pek çok başka dersin yanında çok önemli bir gerçekliği önümüze koydu. Teori ve pratik ilişkisinin nasıl büyük ve derin kopmalar yaşayabileceğini gösterdi. Bilimsel gelişmeler tarihinde bunun oldukça fazla örneği vardır. Ancak sosyal mücadeleler alanında örnekler aynı zamanda insanlık için pratik yaşamda büyük acılar anlamına gelmektedir. İnsanlık tarihinde düşünce ve pratiğin kopması defalarca gerçekleşmişti, ancak en büyüğü Avrupa Ortaçağı olarak adlandırılan dönemde yaşanmıştır.

İnsanlık Antik Yunanla birlikte soyut düşünme yeteneği kazanmadan önce pratik düşünürdü. Elbette Sümerlerle başlayan uygarlık ilk soyut kavramlarını yarattı. Tapınaklar, tanrılar, para ve hatta kanunlar ilk soyutlamalardır. Ancak bunlar hiçbir zaman kendi başına hareket edecek seviyeye yükselemedi; pratikle bağı çok güçlü ve sürekliydi. Antik Yunanla birlikte soyut düşünce gelişince, düşünce kendi içinde hareket etme, bir anlamda pratikten kopma özgürlüğü ve imkânına kavuştu.

Bu özgürlüğünü en uzun ve güçlü bir şekilde Avrupa Ortaçağında kullandı. Düşünce, Tanrı’nın yüce katlarında dolaşırken yeryüzünde pratik farklı akıyordu. Bu büyük kopma aydınlanma sancısı ile aşıldı. Böylece düşünce yeryüzüne indi, hatta Tanrı’yı tahtından ederek yerine aklı koydu.

Avrupa Ortaçağı ölçüsünde büyük olmasa da benzer bir kopuş Sosyalizmin kuruluş yıllarından sonra yaşanmaya başlandı. Sosyalizm düşüncesi zenginliğini ve canlılığını yitirerek gittikçe katılaştı. Bunun en belirgin göstergesi ustalardan “alıntı savaşları”dır. Olaylar kalıplara uymadığında kalıplar değil olaylar feda edildi. Böylece katman katman formül yığınları biriktikçe pratik gelişimden kopuldu.

“Kapitalizmden sosyalizme geçiş çağı”ndaydık; 1990’larda yaşanan restorasyonu -geriye dönüşü- nasıl açıklayacağız? Nasıl ki, Avrupa Ortaçağında yaşanan kopuşun en önemli sonucu “Tanrının ölümü” olduysa; Sosyalizmdeki kopuşun sonucu da sosyalizme geçiş çağının ölümü oldu.

Bu büyük sonuçtan kurtulmak için genellikle seçilen bir yol vardır: “Yıkılan sosyalizm değil, reel sosyalizmdir” tespitiyle işin içinden çıkmak! Keşke bu “reel” kavramı bizi bu zorlu sorundan kurtarabilse… Komünist Manifesto ile başlayan bir tarihsel süreçte insanlık yeni bir gelecek tasarladı. Ancak pratikte ulaşılan tasarlanana, teoride öngörülene uymayınca, teoriye bakmak yerine bir kere daha pratik feda edildi. “Reel”, gerçek, pratikte yaşanan demektir; ancak bu “gerçek” rastlantı sonucu ortaya çıkmaz, insanın teorik öngörüsüyle yürüttüğü pratik mücadele sonunda ortaya çıkar.  Tasarlananla varılan gerçekliğin farklı olması “düş kırıklığı” yaratabilir; ancak yaşam böyle yürüyor. Bir inşaat projesinde bile uygulama bazı noktalarda projeden “sapar”. Hele toplumsal projeler için bu bir anlamda kaçınılmaz olarak böyledir. Yaşamın kendisi demek olan teori ve pratik arasındaki bağları irdelenmek yerine pratik olgular “reel” kavramı içinde küçümsenmektedir. İnsan bir kez “Akla” kavuşunca defalarca pratiği küçümsedi. Uydurulan “reel” kavramı bundan başka bir anlama gelmiyor.

Marks’ın Paris Komünü ayaklanması öncesi ve sonrası tavrı iyi bilinir. Hazırlıksız bir ayaklanma olasılığına karşı eleştirel tavır alır, ancak ayaklanma bir kez patlayınca “gökyüzüne şaha kalkan” Komünarları destekler. Daha da öteye Komün deneyinden işçi sınıfı iktidarı ile ilgili önemli dersler çıkartır. Bu konuda Lenin’de de çok çarpıcı bir örnek vardır. Rus devriminin lideri “Ne Yapmalı?” günlerinde, yani mücadele için temel hazırlık yıllarında “devrimci teori olmadan devrimci pratik olmaz” şiarıyla yola çıkmıştı. Şubat devrimi sonrası “burjuva devriminin” durumu üzerine tartışmalar yoğunlaştığında 1917 Nisanında “Taktik Üzerine Mektuplar”ında Parti stratejisiyle çeliştiğini ileri sürenlere Faust’tan alıntı yaparak şöyle cevap verir: “Teori gridir dostum, yaşamın sonsuz ağacı ise yeşildir.”

Devrimciler burjuva pragmatizmini reddederler, ancak teorik öngörüler ile pratik veya prensip sağlamlığı ile taktik esneklik arasındaki ilişkiyi kurabilmek onların en zorlu görevidir. Bu görev bir “reel” kavramı ile aşılamayacağı gibi, teori ve pratiğin bağını koparmakla skolastiğin yolunu açar.

Ekim Devrimi’nin başarısına ve yetmiş yıl sonra yıkılışına bakarken, yöntem olarak teori ile pratiğin ilişkisini irdelemek temel yaklaşım olmalıdır. Düşünce ve pratiğin kopmasının sancılı bir yolla onarılabileceğini insanlık tarihindeki örneklerden biliyoruz. Bu bir akademik araştırmayla veya bir makaleyle bitecek bir iş değildir. Yaşadığımız dönemin özelliklerini de kavrayarak bir sentez yaratmak gerekiyor.

 

Ekim Devrimi Nasıl Başarılı Oldu?

Ekim Devrimi kendinden sonraki pek çok mücadeleye örnek olsa da onun koşulları çok özgündür. Savaş koşulları bu özgünlüğün belki de en önemlisidir. Fakat Rusya’da kapitalizmin gelişmesi onun esas biricik yönünü oluşturuyor. Serflik ilişkilerinin olduğu geniş bir tarım ülkesinde kapitalizm kısa sürede çok hızlı gelişmiştir. İşçi sınıfı büyük nicelikler halinde iki kente Petesburg ve Moskova’ya yığılmıştır. Üstelik adeta bir ordu yığınağı gibi belli bölgelerde yoğunlaşmıştır. Öte yandan Lenin’in III. Enternasyonalde Alman komünistleri ile tartışırken söylediği gibi Çarlık çürümüş ve bu nedenle siyasi olarak çok önemli hatalar yaparak adeta devrimin yolunu döşemiştir.

Bu şartların içinden Rus devrimcilerinin mücadeleye teorik ve pratik hazırlanışları elbette ders çıkartılması gereken en önemli yöndür. Bunları bir kaç noktada toplamak mümkündür.

İlki, Rus devrimcilerinin orijinalliği kendilerinden sonra bir modele dönüşecek Partinin inşasıdır. Oysa o yıllarda II. Enternasyonal’in lideri konumundaki Alman Sosyal Demokrat Partisinin mücadelesi kıta Avrupa’sında öne çıkmıştı. Buna rağmen Lenin, Alman Sosyal Demokratlarının mücadelesinden yararlansa da, tamamen Rusya’ya özgü bir örgütlenme biçimi yaratmıştır.

İkincisi, Rus Devrimcileri Paris Komününün derslerini iyi kavramış, özellikle iktidar, devletin parçalanması konularında Marks’ın çıkardığı sonuçları içselleştirmişlerdir. Bu konuda II. Enternasyonal içinde yoğun tartışmalar olmuştur. Lenin, devlet ve devrim konusundaki temel görüşlerini Komün derslerinden çıkartmıştır.

Üçüncü ders, 1905 devriminden çıkartılanlardır. Lenin’in dediği gibi devrim Bolşevikleri “hazırlıksız yakalamıştır.” Öncülük edemeyip devrimin büyük çekim gücü içinde davranmışlardır. Devrim ve kitle ilişkisi 1905’ten Lenin’in çıkarttığı en önemli derstir. Kitleler “kahramanları” değil, kendisi ile sıkı bağları olan örgütlenmeleri dikkate almışlardır. 1905 devrimi Bolşeviklerin devrim stratejilerinin daha yetkinleşmesinde büyük rol oynamıştır. Lenin bu dersleri “ Demokratik Devrimde Sosyal Demokratların İki Taktiği” kitabında toplamıştır. Menşeviklerin burjuva devrimin ufkunu aşamayışları, demokratik devrim ve sosyalist devrimin bağlarını kuramayışları Partideki ayrılığı bir tüzük maddesinde daha öteye stratejik bir zemine taşımıştır. Bolşevikler 1905 devrimi olaylarından stratejik sonuçlar çıkartarak adeta Ekim Devrimi’ne hazırlık yapıyorlardı.

Dördüncü ders, Bolşeviklerin mücadele yıllarında belki de attığı en önemli teorik adım I. ve II. Enternasyonallerin stratejik bakış açısı olan “Kıtada Devrim” yaklaşımından “tek ülkede devrim” stratejik yaklaşımına geçişidir. Lenin 1915 yılında “Avrupa Birleşik Devletleri Sloganı Üzerine” makalesinde ilk kez bu konuya değinmiştir. Kapitalizmin “eşitsiz gelişimi” gerçeğini temel alarak Kıtada Topyekûn Devrim stratejik yaklaşımından tek ülkede devrime önemli bir stratejik geçiş yapmıştır. Bu yıllar aynı zamanda II. Enternasyonalin çöküş yıllarıdır. Bolşevikler bu büyük çöküşün altında kalmamış, tam tersine tarihin sayfalarına gömülecek olan II. Enternasyonalden Zimmerwald Konferansı ile kopuş yapmış, III. Enternasyonalin kuruluşu için harekete geçmiştir.

Bu kopuş “kıtada devrim” sorununa yeni bir yaklaşım getiriyordu; aynı zamanda sosyalistlerin bir emperyalist savaşa karşı tavrını inşa ediyordu. Bu iki çok önemli konuda doğru noktada duramayan sosyalistler ardından gelen yıllarda acı yenilgiler aldılar. Koca II. Enternasyonal, içinden çürümüş bir ağaç gibi devrilirken, henüz cılız da olsa bir yenisi 1915’de Zimmerwald’da şekilleniyordu. Bir bakıma 1917 Ekim Devrimi’nin hazırlıkları burada başlamıştı.

Beşinci ders, Bolşeviklerin Şubat devriminden çıkarttıkları derslerdir. Şubat ve Ekim arası inanılmaz hareketli ve eşsiz günlerdeki taktik adımlara girmeden stratejik büyük adımı öne çıkartmak konumuz açısından uygun olur. Bu kısa sekiz dokuz aylık dönemde ikili iktidar deneyimi, barışçıl geçişe imkân tanıma, temmuzda erken ayaklanma tuzağına karşı Bolşeviklerin soğukkanlı taktikleri başarıya giden yolda önemli rol oynamıştır. Ancak yaşamsal önemde olan, Şubat devriminde burjuvazinin rolünün Bolşevikler tarafından doğru tespit edilmesidir.  Nisan’a gelindiğinde burjuva devriminin artık Rusya’da atacağı bir adımın kalmadığının Bolşevik partisi içinde yoğun tartışmalarla karara bağlanması ve sosyalist devrime hazırlık yapılması kararı, tarihi öneme sahip bir stratejik dönüm noktasıdır. Lenin’in ünlü “Nisan tezleri” adeta Ekim Devrimi’nin kaderini belirleyen teorik-stratejik bir hazırlıktır.

“Dünyayı sarsan on gün”e gelebilmek için Lenin’in, Nisan tezleri ile önce yoldaşlarını köklü bir şekilde sarsması gerekmiştir. Burjuva demokratik devriminin nasıl olup da Şubat sonrası bir kaç ayda tamamlandığını kavrayıp kavramamak devrimin geleceği için yaşamsal önemde olan bir bilinç sıçramasıydı. Elbette Rus burjuva devrimi sadece Şubat sonrası bir kaç ayda tükenmemişti. Aslında bu süreç 1905 devrimi yıllarında başlamıştı ancak Rus burjuvazisinin soluğunun tükenişi en keskin bir şekilde Şubat 1917 sonrası açıklık kazanmıştır. Elbette bu açıklık bir bakıma sadece Bolşevikler için geçerliydi. Bu keskin öngörü ile Bolşevikler kitleleri Ekim Devrimi’ne hazırlarken, diğer siyasal parti ve gruplar hala Kerenski’den beklenti içindeydiler. Nisan’daki bu tarihsel stratejik dönüş Ekim’i hazırlamıştır.

Bu dersleri çok kısa bir şekilde, Türkiye devrimci hareketinin strateji tartışmaları yaptığı yıllarla karşılaştırırsak köklü bir farkla karşılaşırız. Devrimci hareket genel olarak ülkenin orijinal yanlarına göre strateji ve parti inşa etmek yerine; daha çok o gün aktüel olan diğer dünya deneylerinin kopya edilmesiyle uğraştı. Çıkıştaki bu önemli stratejik hata Devrimci hareketi 12 Eylül faşizmine kadar izledi.

 

Yıkılışın Nedenleri

Devrim süreciyle sonrası, yani kuruluş ve düzenin sürdürülmesi dönemleri çok farklı özellikler taşır. Ekim Devrimi’nden günümüzde bir devrim imkânına baktığımızda yıkılışın nedenleri doğrudan konunun içine girmez. Ancak yetmiş yıllık bir süreden sonra bir yıkılış yaşanması dünyada devrimci mücadele sürecini doğrudan etkiler. Yıkılışın nedenleri yeterince aydınlatılmaz, bir alın yazısı olup olmadığı çözümlenemez ise mücadeleye yeniden hazırlık inmelenir.

Berlin Duvarının yıkılışından beri bu konu etkisini sürekli göstermektedir. Dönemin en tipik siyasal ürünü olan postmodernizmin insanlığa geleceği tasarlamaktan vazgeçmesini salık vermesi ve sadece “anı” yaşamayı öne çıkartması yıkılışın şok dalgalarının insanlığın bilincinde yarattığı izlerdir. Yine “başka bir dünya mümkün” sloganı ardından giderken yeni düzenin iktidarı almadan, mevcut devleti tasfiye etmeden yaratılabileceğini ilerine sürmenin de yıkılışın şok dalgalarının altında kalan bir bilinç seviyesi olduğu bilinmelidir.

Başarmak için önce “yenildiğimiz yere gitmek” zorundayız. Sosyalizm neredeyse bir dünya sistemine doğru büyürken neden yıkıldı?

“Sovyetler Birliği’ndeki dramatik değişimin asıl nedeni sosyalist pratiğin hata ve eksiklikleri değil, Gorbaçov’un başını çektiği bir grup yetkilinin Marksizm ve sosyalizmin temel ilkelerini terk etmesi ve ‘hümanist’ demokratik sosyalist çizgiyi uygulamaya girişmeleridir.” (Geleceğin Sosyalizmi, Edit. Zeng Zhisheng, s.79)

Pekin Renmin Üniversitesi bünyesindeki “Marksizm Araştırmaları Bölümü” öğretim görevlilerinin yaptığı bir çalışmada yapılan bu tespit sorunu ortadan kaldırmakta, yerine “bir grup yetkilinin” hatalı tercihini koymaktadır. Bu tespit Çin’den yapılınca ayrı bir anlam kazanıyor. Ancak soruna cevap olabiliyor mu? Koca bir sistem “bir grup yetkilinin” “sosyalizmin temel ilkelerini” terk etmesi ile nasıl yıkılabiliyor? Bu sistemin kendini koruyup güçlendirecek, yenileyecek başka mekanizmaları yok mu? Varsa bir grup yetkili nasıl ortaya çıkıp sistemi uçuruma götürebiliyor? Bu sorular sorulduğunda ister istemez bu “bir grup yetkilinin” ortaya çıkış nedenleri, büyük bir gücü ellerinde nasıl toplayabildikleri açıklanması gereken sorunlar olarak önümüze sıralanır. Buralara girilince de, konu kişilerden çıkıp, sistemin işleyiş özelliklerine gelir.

Gorbaçov ve ekibi yerine bir başkası olsaydı yıkılış olmadan sistem kendini yenileyebilir miydi? Bu soruya nasıl cevap verilirse verilsin sonuç spekülasyondan öteye gidemez. Fakat konuya bir başka açıdan bakıldığında bazı önemli sonuçlar çıkartılabilir. Çin Komünist Parti yönetimi süreci kendi anlayışına göre yönetmiş, siyasal sistem bir yıkıma uğramadan Çin Halk Cumhuriyeti bir reform sürecine girmiştir. Ancak olanlara baktığımızda Çin’de pek çok alanda kapitalizme geri dönüş yaşandığı görülüyor. Küba’da da Çin ölçüsünde değilse de, bazı kapitalist uygulamalara geri dönüşler yaşanıyor.

Bir olgu her yerde karşımıza çıkıyor. Sosyalist dünyada ister sistem yıkılsın, isterse siyasal yapı olarak korunsun, tıkanmanın aşılması için belli ölçülerde kapitalizme geri dönüş yaşanıyor. Bunun bir cevabı olması gerekir. Çin, Sovyetlerden farklı olarak tıkanma sürecini aşmak için kapitalist uygulamalara geri dönüşü Parti iradesiyle yürütüyor. Fakat sonuç olarak sosyalist bir ülkede kırk yıllık bir iktidar sürecinden sonra da olsa, kapitalizm ekonomi ve sosyal yaşamın içine güçlü bir şekilde geri dönüyor. Çin örneğinde bu geriye dönüş nasıl sonuçlanacaktır? Henüz bilmiyoruz. Siyasal iktidar tıkanmayı bu geri dönüşle aşarak daha yetkin bir sosyalist topluma mı geçecektir? Bu geçiş sürecinde siyasal iradeyi de yitirip kapitalizme tümüyle geri mi dönülecektir? Bu sorunun cevabı sadece Çin’in değil, insanlığın geleceği için de büyük önem taşıyor.

Sosyalist ülkelerin yaşadığı bir gerçek vardır. Sistemin tıkanışı ya topyekûn kapitalizme geri dönüşü getirmiştir ya da siyasal iktidar korunsa da ekonomi ve sosyal yaşamda güçlü bir şekilde kapitalizme geri dönüş yaşanmaktadır. Bu geri dönüşün nedenleri ortaya konulamadıkça sosyalist bir geleceği tasarlamak, insanları ikna etmek ve yetkin adımlar atmak mümkün olmayacaktır. Bugün dünyadaki yoksul ve zengin kutuplaşması tarihinde hiç olmadık zirvelere tırmanmasına rağmen, insanlık hala “başka bir dünya mümkün” parolasından öteye “nasıl bir dünya?” hedefine geçememiştir.

Sosyalist sistemin yıkılışını basit bir nedene indirgemek elbette hata olur. Fakat yıkılış için onlarca nedeni alt alta sıralamak da anlamlı olmaz. Örneğin geri ülkede sosyalizmin inşasının yarattığı zorluklar; soğuk savaş dengelerinde emperyalizmin zorlamasıyla kaynakları silahlanmaya harcamak durumunda kalmak inşa sürecini bozan etkenlerden sayılabilir.

Genellikle tartışmalarda, devasa bir “bürokrasi”nin ortaya çıkması, küçük meta üretimin bozucu etkileri veya “kara ekonomi” yıkılış için neden olarak sayılabiliyor. Ancak bütün bunlar farklı nedenlerle tıkanan, işlemeyen sosyalist bir düzende ortaya çıkan sonuçlardır. Bunları da içine alan farklı bir derinlik olmalıdır.

Sosyalist sisteme bakıldığında üretim sisteminin bir müddet hız aldıktan sonra tıkanma yaşamaya başladığı açıkça görülebiliyor. Sovyetlerde bu tıkanma 1960’lı yıllara denk düşer. Ancak o yıllarda çeşitli tartışmalar yapılmasına ve çıkış yolları aranmasına rağmen sosyalizmin varsayılan temel kalıpları dışına çıkılma endişesiyle, işlemeyen sistem yürütülmeye çalışılmıştır. Sonuçta hastalık derinleşmiş, sistem kireçlenmiştir. Burada ortaya çıkan pek çok semptomun arasında kaybolmamak için sistemin tıkanışının temelinde yatanı seçebilmek gerekiyor. Marksizm’in temel tezlerinden olaya bakıldığında üretim araçları ile üretim ilişkilerinin durumundan yola çıkmak en doğrusudur.

Sosyalizmde, kapitalizmin yıkılışını getiren üretim araçları ve üretim ilişkileri arasındaki çelişkinin ortadan kalkacağı öngörüsü, sosyalist inşa sürecinde büyük bir sınavdan geçmiştir. Bu öngörü 90’lı yıllarda gördüğümüz gibi sınavı geçememiştir. Bir tarih belirlemek zor olsa da, Sovyetler Birliği için 1960’lı yıllarda sosyalist inşanın temel varsayımları ile pratik yaşamda gerçekleşenler arasındaki açı artmaya başlamıştı. Ardından gelen yıllarda bu açı hiç kapanmadan sürekli büyüdü. 1960’larda Kruşçef yıllarında merkezi planlamanın yetkilerinin bir kısmının bölgelere devredilmesi tartışıldı, ancak bir değişime gidilmedi. Brejnev’in yönetime gelmesiyle 1930’larda şekillenen kalıplar değişmeden 90’lı yıllara kadar geldi. Bu katılaşma yıkılışı hazırlamıştır.

“Yaşanan deneyler üretim araçlarında özel mülkiyetin varlığının sürmesinin üretici güçlerin gelişimini durdurmadığını göstermektedir; aynı şekilde üretim araçları üzerinde toplumsal mülkiyetin üretici güçlerin gelişimini hızlandırdığı kanıtlanmamıştır. Aksine, bu iki mülkiyet şekli arasında bir karşılaştırma yapıldığında özel mülkiyetin avantajları ortaya çıkmaktadır.”, “Pratik deneyler sosyalist ülkelerde ortaya çıkan ekonomik krizlerin, kapitalist ülkelerde olduğundan çok daha geniş çaplı olumsuz etkiler yarattığını göstermiştir. Pratik deneylere bakıldığında, kapitalist üretimin anarşik yapısı krizlere yol açmakla birlikte, bu krizlerin asıl nedeni pazar ekonomisi değildir; aksine bu krizlerin nedeni ekonomideki aşırı merkezileşmedir.”(a.y, Edit. Zeng Zhisheng, s.59)

Polonya Birleşik İşçi Partisi yönetiminden akademisyen Adam Schaff’ın sosyalizmin deneyleriyle ilgili bu görüşleri bazı can alıcı noktalara değinse de, fazlaca yüzeysel kalıyor. “Toplumsal mülkiyetin üretici güçlerin gelişimini hızlandırdığı kanıtlanmamıştır” tespiti sürecin sadece bir dönemini anlatıyor. Sosyalizmin kuruluş yıllarından 60’lara kadar toplumsal mülkiyet üretici güçlerin gelişimine büyük bir hız kazandırmıştır. 1930’lu yılların ikinci yarısında başlayan işçiler arasındaki Stehanof Hareketi üretimde büyük sıçramalar yaratmıştır. Sonra sönümlense de, üretimdeki hız 60’lı yıllara kadar devam etmiştir. Özellikle 70’li yıllarda çok açık hale gelen üretim ve toplumsal yaşamdaki kireçlenmenin nedenlerine bakınca üretim ilişkilerinin üretici güçleri nasıl engellediği görülebilir.

70’li yıllar Sovyet ekonomisinde özel bir döneme işaret eder. O zamanki adıyla “bilimsel teknik devrimle” üretimde köklü bir değişim kapıya dayanmıştır. Sadece Sovyetler değil, bütün kapitalist merkezler de bu değişim sancısı içine girmişlerdir. Ancak Sovyetler bütün denemelerine rağmen bu geçişi yapamamıştır. Üretici güçlerdeki gelişme üretim ilişkilerinin zincirlerini aşamamıştır.

Kapitalizmde üretici güçleri, insan ve teknik; üretim ilişkilerini ise, pazar ve özel mülkiyet olarak özetleyebiliriz. Sosyalizmde de insan ve teknik üretici güçtür. Üretim ilişkileri ise merkezi planlama ve devlet mülkiyeti olarak değişmiştir. Kapitalizmde üretici güçlerin gelişmesinin başlıca iki motoru olmuştur. Kapitalistler arası rekabet ve kapitalistlerle işçi sınıf arasındaki mücadele, teknik yenilenmeyi ve üretim tarzı değişimini zorlamıştır. Sosyalizmde üretici güçlerin gelişimi neredeyse bütünüyle merkezi planlamaya kalmıştır. Bunun yanına Stehanof Hareketi gibi bilinçli işçi hareketini de ilave edebiliriz. Ancak bu hareket Sovyet tarihinde bir kez daha tekrarlanmamıştır. Tersine gündelik yaşamda iş disiplini büyük bozulmalara uğramıştır.

Kapitalizmde üretici güçlerin gelişimi toplumsal yapıda var olan zorlayıcı güçler tarafından tetiklenirken; sosyalizmde böyle dışarıdan gelen bir zor yoktur. Üretici güçlerin gelişimi esas olarak merkezi planlama eliyle yürümüştür. Aynı zamanda işyeri komitelerindeki tartışmalardan ortaya çıkan önerilerin de, sürece çok zayıf bir etkisi olmuştur. Sonuç olarak sosyalizmde üretici güçlerin geliştirilmesi ve uygulanması tamamıyla bilinçli insan davranışına kalmıştır. Kısa sayılamayacak Sovyet deneyi bize böyle bir bilincin yaratılmasının ve pratiğe geçirilmesinin alışkanlıklarla büyük ve uzun bir savaş gerektirdiğini gösterdi. Kapitalizmdeki iflas ve işsizlik tehdidi gibi zor araçlarının yerini sadece bilincin almasıyla, disiplin ve yaratıcılığın ortaya çıkabileceğini düşünmenin büyük bir yanılgı olduğunu yaşananlar göstermiştir.

Merkezi planlama bir dönem sonra, üretim sürecinde başlıca üç deformasyon yaratmıştır. Planlama üretimde verimliliği yeterince kontrol edemeyince Sovyet ekonomisinde Gorbaçov yıllarına gelindiğinde tüm işletmelerin sadece yarısı toplumsal artı değer üretir durumdayken, diğer yarısı sübvansiyonla yani suni teneffüsle yaşar durumdaydı. Bu gerçekliği gündelik iş yaşamına tercüme ettiğimizde bir işçi artı değer üretirken, diğeri onun yarattığı ile yaşıyordu. Bu durum zamanla çalışma disiplinini ve ahlakını bozmuştur. Bu bozulmaya devlet mülkiyetinin de engelleyici değil, güçlendirici bir etkisi olmuştur. İşçi sınıfı bir türlü kendisini üretim araçlarının sahibi gibi hissetmemiştir.

İkinci deformasyon, merkezi planlama kendi iç çıkarları açısından dev işletmeler yaratarak, planlamanın zorluklarını aşma eğilimi göstermiştir. Bu durum hızlı teknik yenilik yapamayan hantal işletmeler yaratmıştır. Sovyetlerde 60’lar sonrası bir teknik yeniliğin pratiğe geçirilmesi yılları alan, süründürülen süreçlere dönüşmüştür.

Üçüncü bozulma, merkezi planlama sadece üretim kotalarının yerine getirilmesi ile ilgilendiği için, üretilenlerin ne ölçüde tüketildiği ile ilgilenmemiştir. Üretim ve tüketim devresinin bütünlüğü kopunca, hemen hemen Sovyet üretiminin dörtte biri tüketilmeden çöpe gider hale gelmiştir. Merkezi planlama kapitalizmin pazar anarşisinin yarattığı israfı engelleyecekken kendisi de israfa yol açmıştır.

Bütün bunlardan planlamanın gereksizliği ve imkânsızlığı çıkmaz. Planlama teknik-hesaplama olarak sorun değildir. Ancak sosyalizmin inşasında merkezi planlamanın sınırlarının olması gerektiği ortaya çıkmıştır. Stratejik sektörlerden başlayan bir planlama süreç içinde kendi alanını belirleyecektir. Sosyalist ülkelerde olduğu gibi berber ve restoranlara kadar planlama yapıldığında tıkanma kaçınılmaz oluyor.

Yaşananlar önümüze başlıca hangi dersleri koymaktadır?

İlki, Sosyalizmde üretici güçler ile üretim ilişkilerinin “uyumlu” olacağı öngörüsü pratik tarafından doğrulanmamıştır. Ne merkezi planlamanın ne de toplumsal mülkiyetin kendiliğinden bir büyüsü yoktur. Ayrıca sosyalist bir düzen inşa edilirken sonsuza kadar geçerli formüller de yoktur. Yaşanan sosyalizm deneyinde olaylar başka şeyi zorlarken, düşünce kendi yarattığı kalıpların içinde kalarak pratikten koptu. Sosyalizmin inşasında ve sürdürülmesinde çelişkilerden kurtulmak ve uyum yaratmak gibi bir hayal kurmak yeni yıkımlar getirir. Uyum değil, çelişkileri çözümlemek ve yeni çelişkilere doğru yola çıkmak yaşamın kendisidir. En güzel hayaller tasarlansa da yaşamdan kopunca ortalık cehenneme dönüyor.

İkinci ders, merkezi planlamanın sınırları olduğunu bilmek, üretimin ve toplumsal yapının gelişmesiyle bağlantılı olarak bu sınırları sürekli kontrol etmektir. Ancak böyle tıkanmaya ve israfa yol açmayan bir planlı ekonomi yaratılabilir. Sosyalizmin ilk dönemindeki kuruluş deneylerinde özellikle küçük meta üretiminin varlığı, kapitalist ilişkileri sürekli yeniden üreten bir ortam olduğu için, hızla tasfiye edilmesi gereken ilk adımlardan kabul edildi. Kentlerdeki küçük üreticiler ve özellikle kırlarda küçük toprak sahiplerinin hızlı tasfiyesi yürümeyen devlet işletmeleri yarattı. Bu hantallık sosyalizmin kuruluş sürecini sürekli deforme etmiştir. Deneylerin gösterdiği gibi bir proletarya iktidarı finans sistemini ve stratejik sanayi sektörlerini elinde tuttuğunda sürekli kendi temellerini güçlendirebilir. Merkezi planlama içinde yer alacak olan ekonominin bu çekirdeği dışındakiler bir anlamda “serbest” olacaklardır. Sosyalizmin inşası bu sektörleri zamanla içerecek bir yol izleyecektir.

Üçüncüsü, toplumsal mülkiyet, sosyalizmin inşa ve diğer aşamalarında sabit bir kalıp değil, sürekli değişken bir yapı olmak zorundadır. Bugüne kadar yaşanan deneylerde, ne Sovyetlerde olduğu gibi devlet mülkiyeti, ne Çin’de olduğu gibi komün mülkiyeti, ne de Yugoslavya’da olduğu gibi grup mülkiyeti bir çözüm olmuştur. Bu deneylerden elimize hazır bir formül kalmamıştır. Bu mülkiyet biçimlerinin olumlu ve olumsuz yanları belli ölçüde ortaya çıkmıştır. Mülkiyet biçiminin pratikte uygulaması, gelişen koşulara göre esnek olmak zorundadır.

Son ve belki de en önemli ders, ileri gidişin düz bir çizgi biçiminde değil restorasyonlarla birlikte olduğunun ortaya çıkmasıdır. Aslında kapitalizm de, feodalizmin içinden böyle gelişip serpilmişti. Ancak sosyalizmin ilk kurucu kuşağı onu, proletarya iktidarıyla sürekli ilerleyen bir toplumsal bir yapı olarak tasarladı. Bu anlamda Sovyetlerde Lenin’in son yıllarında yaşanan NEP, geçici bir “sapma”, “savaş komünizmi” uygulamalarının yarattığı bir sonuç olarak algılandı. Sosyalizm, kapitalizmin krizlerini yaşamayacağı için yükselen doğru bir çizgi gibi gelişebilirdi. Fakat pratiğin dili farklı oldu. Sosyalizmi inşa ederken NEP’ler olmaması gereken istisnalar değil, sosyal gelişimin bir anlamda kaçınılmaz ara duraklarıdır. Çünkü hiçbir tasarım yaşamın kendisinin yerine geçemez. Yine hiçbir gelişme sürtünme güçleri olmadan boşlukta ilerleyemez. Her NEP, bir tıkanmanın aşılması için geri adım, durumu kontrol etmek için güçlerin yeniden düzenlemesidir.

Sovyet deneyi 1960’lı yıllarda bir yeni düzenlemeyi gerektiriyordu. Merkezi planlama tıkanmış, verimlilik düşmüş, en önemlisi gündelik çalışma ortamı bozulmuştu. Yeni bir “NEP” gerekiyordu. Ancak böyle bir adım sosyalizmden sapma, hatta ihanet olarak kavrandığı için uzun tartışmalardan sonra kalıpların korunmasına karar verildi. Bunun bedeli 1990’lı yıllarda topyekûn yıkılış olarak ödendi.

 

Restorasyonlar Alınyazısı mıdır?

İnsanlık sosyalist sistemin yıkılışı gibi bir deney yaşamadı. 20. yüzyılın ortalarında başlayan “kapitalizmden sosyalizme geçiş çağı” yüzyılın sonunda geriye döndü. Oysa tarihte kapitalizmden feodalizme bir geri dönüş yoktur. Antik çağlarda Kent medeniyetlerinden derebeyliklere geçiş ve geri dönüşler binlerce yıl sürmüştür. Avrupa orta çağı bu dönüşlerin sonu olmuş, onun içinden modern dünyaya bir çıkış yaşanmıştır.

Kapitalizm geçici restorasyonlar yaşasa da, 17.yüzyıldan sonra kapitalizmin geliştiği alanlarda bir topyekûn geri dönüş yaşanmamıştır. Kapitalizmden sosyalizme geçiş sürecinde, Ekim Devrimi’ni başlangıç alırsak, yüzyıllık bir deney vardır. Yüzyılın 70. yılında sosyalist sistem yıkılmış, kapitalizme geri dönüş yaşanmaktadır. Bu tarihsel sürece baktığımızda geçici geri dönüşlerin kaçınılmaz olduğu sonucunu çıkartmak mümkündür. Böyle geçici geri dönüşler hemen her sosyalist ülkenin kendi tarihinde vardır. En ünlüleri Sovyetler’de NEP, Çin’de 1970’lerdeki “reformlar”dır.

Ancak geriye dönüşün yıkılışa dönüşmesi bir alın yazısı mıdır? Sovyet deneyinden tarihsel olarak bu konuda nasıl bir ders çıkartılabilir? Bu konu sosyalistler arasında sürekli tartışılmaktadır, tartışılmaya da devam edecektir. Çünkü geleceğe yönelik stratejilerin bir bölümü bu tartışmaların içinden çıkacaktır.

Bu soruya cevap verebilmek için önce feodalizmden kapitalizme geçişe, geriye dönüşler açısından bakmak gerekiyor. Feodalizm esas olarak toprak üzerine dayanan bir ekonomiydi ve yeni fetihlerle yaşayabiliyordu. Fethedilecek toprak kalmayınca ya da imparatorluklar burun buruna gelince sistem çökmeye başladı. Kapitalizm de işgaller yaptı, ancak onun esas işgali meta ve sermaye ihracıyla yapılandı. Üretim kapitalizmle birlikte topraktan kente geçti. Tarım bile sanayi makinelerinin işgaline uğradı. Üretim sistemi olarak feodalizme, toprağa geri dönüş imkânsızdı. Siyasal olarak kapitalizmin üzerine oturtulmuş krallık ve monarşiler süsten başka bir anlama gelmedi. Kapitalizmin ilk geliştiği ve güneş batmayan imparatorluğu İngiltere’nin, hala “Birleşik Krallık” olması ironiktir.

Kapitalizmin üretim gücü toprakla sınırlı değildir. Onun çelişkileri feodalizmden çok farklı boyutlara çıkmıştır. Fakat bugüne kadar yaşanan Sosyalizm ile Kapitalizmin üretim temeli aynı sisteme dayandı. Kentler ve fabrikalar üretim sisteminin temelini meydana getirdi. Öte yandan, kapitalizm yeni bir üretim ve toplum biçimi olarak dünyada yaygınlaşırken, feodalizm tarihsel olarak dünya sahnesini terk ediyordu. Bu terk ediş elbette bir anda olmadı, üç yüz yıl kadar sürdü. Ulusal kurtuluş savaşlarının yoğunlaştığı 20. yüzyılın ortaları, feodalizmin tarih sahnesinden çekilişinin son perdesi olarak kabul edilebilir.

20.yüzyılda yaşanmaya başlayan kapitalizmden sosyalizme geçiş yıllarında, zaman ilerledikçe ortaya çıktığı gibi, kapitalizm henüz tarih sahnesini terk etmiyordu. Tam tersine kendini yok etme potansiyeline sahip sosyalizmi boğmak için tüm gücünü kullanma yeteneğini henüz kaybetmemişti.

Bunun sonucu olarak 1970’li yılların sonlarına doğru “barış içinde birlikte yaşama” teorileri gelişmeye başladı. Ancak bu teorinin sahibi Kapitalizm değil, Sosyalizmdi. Kapitalizmin “birlikte yaşamak” gibi bir niyeti yoktu. Bugünden “soğuk savaş” yıllarına baktığımızda o yıllardakinden farklı şeyler görüyoruz. İki sistemin dünya ölçüsünde (soğuk) savaşı, birbiriyle hemen her konuda rekabeti, o günlerde bir çağ dönümü olarak görülenin gerçekliği anlatmadığını ortaya koymuştur. Sanıldığı ve beklendiği gibi kapitalizm tarih sahnesinden henüz çekilmiyordu; çekilmediği gibi geleceğin bir filizi olan sosyalist sistemi yıkıma uğratmak için her şeyi göze alıyordu.

Böyle bir durumda bile sosyalizmin yıkılışı ve geriye dönüşü alın yazısı değildir.  Kapitalist sistem büyük bir krizle topyekûn bir çöküşe uğramayacaktır. Eşitsiz gelişim gerçekliği bunun topyekûn gerçekleşmeyeceği bize söylüyor. Kapitalizmin bugünün dünyasında iki yüzü vardır. Bir cennet yüzü, gelişmiş ülkeler; bir de cehennem yüzü geri ülkelerdir. Bu kırılgan yapı önemli krizler sırasında bazı noktalarından çökebilir.

Yaşananlar kapitalizmden sosyalizme geçiş çağının gelgitli, inişli çıkışlı olacağını gösteriyor.  Hem kapitalist merkezlerle dünyanın geri kalan yoksulluk denizi arasındaki çelişkilerden; hem de kapitalist merkezlerin arasındaki rekabetten dolayı dünya sisteminde yeni çökmeler ve devrimler mümkündür. Ancak kapitalizm bir sistem olarak tarih sahnesinden çekilme noktasına gelmediği sürece sosyalizmden geri dönüşler alın yazısı değildir, fakat mümkündür. Küçücük Küba’nın hala ayakta olması; Çin’de henüz son sözlerin söylenmemiş olması elimizdeki somut kanıtlardır.

Kapitalist anayurtların gücü ve zenginliği hatalı bilinç yaratabiliyor. Bir dünya sistemi olarak kapitalizmin kırılganlığının en güçlü kanıtı dünyanın üçte ikisinde yarattığı yıkım ve yoksulluktur. Dünyada Kapitalizmin yarattığı cehennem, cennet adacıklarından çok büyüktür. Böyle bir dünyada “kapitalizmden sosyalizme geçiş çağı”, sosyalist devrimlerin, aynı zamanda geriye dönüşlerin iç içe yaşandığı bir yoldan yürünerek gerçekleşecektir. Büyük dönüm noktası, yani kapitalizmin tarih sahnesinden çekilme aşaması gelip çattığında, geriye dönüşlerin yolu kapanacaktır.

 

Yıkılış Ne Anlama Geldi?

Duvarın çöküşünden önce “elveda proletarya” ve benzeri söylemler zaten vardı; çöküşten sonra doğal olarak bunlar arttı. Benzeri yorumların en çarpıcı olanı F. Fukuyama tarafından yapılan “tarihin sonu”nun geldiği tespitiydi. “Liberal Demokrasi” insanlığın gelişimindeki en son aşamaydı; bundan sonra tarih henüz ona ulaşamamış ülkelerin o yönde ilerlemesi yönünde akacaktı. Bir on yıl geçtikten sonra bizzat yazar tarafından tespitin yanlışlığı itiraf edildi.

“Liberal demokrasi” son durak değilse, insanlığı nasıl bir gelecek bekliyordu? Bu sorunun cevabı sadece teorik değil, güçlü pratik siyasal bir akım olarak henüz verilemedi. Elbette insanlığın gelişiminde bir “son durak” yoktur; söz konusu olan kapitalizm sonrasının ön görülmesidir. Yaşadığımız dönemde, özellikle 2008 krizi sonrası kapitalizmin yürümediği, neoliberalizm ve küreselleşmeden beklenenlerin tam bir düş kırıklığı ile sonuçlandığı gittikçe genel kanı haline geliyor. Bu tabloyu Latin Amerika’da yükselen “21. yüzyıl Sosyalizmi” ile tamamlarsak, dünyanın yeni devrimler dönemine doğru ilerlediği söylenmelidir. Bu gidişin niteliğini ortaya koyabilmek için 1990’da noktalanan döneme geri dönüp bakmak gerekiyor.

Sosyalist sistemin yıkılışı 1848’lerde başlayan bir devrimci dalganın kapanışıdır. Yüz elli yıla yakın bu dönemde Paris Komünüyle başlayan işçi sınıfının iktidar girişimleri sonraları 1917 Ekim Devrimi’yle devam etmiş, sosyalizm dünyanın üçte birine yaygınlaşmıştır. İniş ve çıkışlarla devam eden bu süreç esas olarak işçi sınıfı ve halklar için kazanımların yükseldiği bir tarihsel dönem olmuştur. Bu döneme Ekim Devrimi dışında, iki emperyalist dünya savaşı ve onlarca ulusal kurtuluş savaşı, Çin, Küba, Vietnam devrimleri sığmıştır. Detaylara bakıldığında dünyadaki devrimci sürecin 1970’lerin sonlarına doğru durulmaya başladığı görülebilir. Nikaragua Devrimi ve İran’daki Molla devrimi son büyük olaylar olmuştur. Durulma, tıkanma ve yıkılış on yıl sürmüştür.

Birinci büyük devrimler dalgası dönemi diyebileceğimiz 150 yıllık sürecin iki temel özelliği vardır. Burjuva devrimleri sonrasında I. Emperyalist savaş yıllarında başlayan bu dönemdeki proleter devrimlerinin bazıları yenilgi ile bitmiştir. En önemlileri Alman ve İtalyan devrimleridir. Ekim Devrimi bu yılların tek başarılı devrimi olmuştur. Bu yıllara ve devrimlere baktığımızda, devrimleri tetikleyen çelişkinin, feodalizmden kapitalizme geçilirken yaşanan tıkanmalardan hız aldığı görülebilir. Kapitalizmin güçleri bazı ülkelerde feodalizmi süpürmekte yeterli olmayınca sürece işçi sınıfı ve köylülük de katılmıştır. Bu anlamda proleter devrimleri sırf kapitalizmin çelişkilerinden değil, yeterince güçlü olarak feodalizmi temizleyemeyen kapitalizmin zaaflarından kaynak almıştır. Kırlarını iyi “temizleyen” İngiltere ve Amerika’da o yıllarda proleter devrimler “tehdidi” yaşanmaması anlamlıdır. Ardından gelen ulusal kurtuluş savaşları ve II. Emperyalist savaş yıllarında Doğu Avrupa’da yaşanan halk devrimlerinde de genellikle bu temel çelişki yaşanmıştır.

1848-1990 arası yılların devrim dalgasında bir diğer temel özellik sınıf mücadelesinin yapısındadır. Buharlı makinelerin üretime girmesiyle büyük fabrikaların ortaya çıkması, hem nüfusu kentlere çekmiş hem de işçi sınıfı kentlerin belli alanlarında yoğunlaşarak adeta mücadelede bir düzenli ordu konumu almıştır. Bununla birlikte güçlü işçi sınıfı partileri ve sendikalar ortaya çıkmış, yılların mücadelesi sonucunda özellikle kapitalist merkezlerde işçi sınıfı hem çalışma hem de yaşam koşullarında önemli haklar kazanmıştır. Tüm dünyada bu konuda hakların ilerlemesinde şüphesiz ki sosyalist sistemin varlığı büyük rol oynamıştır. O günlerin dünyasında iki sistemin savaşı sırasında ortaya bir de “Bağlantısızlar Bloku” çıkmış, o zamanın “üçüncü dünya ülkelerinin” en önemlilerini içeren bu blok dünya güçler dengesinde sosyalist sisteme daha yakın konumlanmıştır.

1990’lar sonrası küreselleşme yıllarının en çarpıcı özelliği 150 yılda kazanılan hakların büyük ölçüde kaybı olmuştur. Sosyalist sistem çökünce, dünya kapitalizmi “özgürlüğüne” kavuşmuş, pervasızca yeni bir soygun döneminin yolunu açmıştır.

21.yüzyılda yeni bir devrimler dönemi açılacaktır. Bunun her yönden işaretleri geliyor. 1990’lar sonrası önce anti-küresel hareketler dünyayı kapladı. Yine o yıllarda dünya sosyal formlarında durum ve gelecek tartışıldı. Bu süreçte en çarpıcı adımlar Latin Amerika’da Bolivar devrimleri ile atıldı. Dalga Avrupa’nın yoksullarına: Yunanistan, İspanya, Portekiz’e sıçradı. Aynı zamanda Amerika’daki “Occupy Wallstreet” tüm dünyada yankı uyandırdı. Üçüncü dünyadan, Arap isyanları dalgası dünya gündemine oturdu.

Günümüz devrimlerinin özellikleri ve stratejik kurgularının çözümlenmesi dönemin en zorlu ve temel görevidir. Şimdiden iki noktaya değinmek mümkündür. Yaklaşan devrimler artık sırf kapitalizmin çelişkilerinden hız alacaktır. Öte yandan, önceki dönemle karşılaştırıldığında devrimin güçleri büyük değişimlere uğramaktadır. İşçi sınıfı nicelik olarak sürekli artmaktadır; ancak yapısal çeşitlenme ve parçalanmasından dolayı sahada konumlanmasında büyük değişimler gerçekleşiyor. Aynı zamanda günümüz kapitalizminin üretici güçlerde yarattığı değişimler sınıf mücadelesine yeni özellikler katmaya adaydır. “Sanayi 4,0” büyük ve sürekli işsiz kitleler yaratıyor. Bunlar artık Marks-Engel dönemindeki gibi “yedek sanayi” ordusu değil, sürekli işsiz ve toplumdan dışlanmış bir büyük kitlelerdir. Bu nedenle yeni devrimci dönemde stratejide yerlerini almak zorundalar.

Ekim Devrimi’nin nasıl başarılı olduğuna değinirken onun kurmayının dönemin ve Rusya’nın orijinal özelliklerini güçlü bir şekilde kavrayışının önemine değindim. Günümüz dünyası bu anlamda devrimcilere büyük görevler yüklemektedir. 19. ve 20. yüzyılın mücadele koşulları radikal bir şekilde değişime uğramaktadır. Eski formüllerle bugün yürümek imkânsızdır. Dünyadaki muazzam yoksullar denizinde büyük devrimci dalgalar hala kabarmıyorsa bunun en temel nedeni 21. yüzyılın devrimlerinin stratejik kurgusunun hala kurulamamasında ve bir o kadar önemlisi ilk öngörülerle cesaretli ve yaratıcı adımlar atılamamasındadır.

Bir geçiş dönemindeyiz. Yeni bir devrimler döneminin yolları bu geçiş döneminde döşenecek. Sosyalizmin teorisi ile pratiği arasındaki kopma sistemin yıkılışını getirdi. Bu kopma sürecinde insanlığın geleceğinden vazgeçen pek çok teori ve siyasal görüş mantar biter gibi ortalığı kapladı. Ekim Devrimi’nin kurmayı o günün dünya sosyalist hareketinin savaş yıllarında çöküş sancısının içinden kendi teorik ve siyasal duruşunu sağlamlaştırarak çıkmış, devrimin yolunu döşeyebilmiştir. 1905 devrimi kendiliğinden patlak verip, Rus devrimcilerini hazırlıksız yakalamıştı; fakat Bolşevikler bütün bunlardan güçlü dersler çıkartarak Ekim Devrimi’ni büyük ölçüde kendi devrimci iradeleri ile başardılar. Bugünün sosyalistleri bir devrimler döneminin kapanışından; bugünün dünyasının yapısal sorunlarından güçlü dersler çıkartarak geleceğe yeni bir hazırlık yapmakla yükümlüdür.

Kapitalizm doğal ve sosyal dünyamızı yıkıma sürüklerken, hala “başka bir dünya mümkün” parolasında oyalanmak, geleceği kaçırmak sonucunu doğurabilir. Latin Amerika’da, Arap isyanlarında cesur adımlar atıldı. Onları bir stratejiye yükseltmek geri dönüş dalgalarının üstümüze gelmesini engelleyecektir.