DEVRİMİN GÜNCELLİĞİ ÜZERİNE – M. SİNAN MERT

Yol, Bahar 2018

 

Sağ popülizmin birçok ülkede neo-faşist bir görünüm kazandığı, 2008 krizine ve kemer sıkma politikalarına karşı ortaya çıkan meydan direnişlerinin ve halk hareketlerinin geri çekilmekte olduğu, özellikle Türkiye’de faşizmin kurumsallaşma noktasında büyük mevziler elde ettiği bir dönemde devrim üzerine yazmak ne kadar gerçekçi? Bu meşru bir sorudur. Böylesi bir soru iki yönlü cevaplanabilir. İlk cevapta genel anlamda devrimcinin görevinin her hal ve şartta, eylemiyle ve sözüyle devrimi anımsatmak olduğu söylenebilir. İkinci daha konjonktürel olan cevapta ise bu yaşananların devrimin güncelliğinden kaynaklı olduğu ve dünyanın içine girdiği yolun aslında -devrimci aktörlerin rollerini oynayabilmeleri koşuluyla- devrim seçeneğini güçlendireceği öngörüsü ifade edilebilir. Sağ popülizmin ve neo-faşizmin yükselişi, kapitalizmin kitlelerde yarattığı öfkenin ve değişim arzusunun yükselişinin devrimci aktörlerin örgütsel ve ideolojik kriziyle eş zamanlı yaşanmasının bir ürünüdür. Ezilenler değişimi arzulamaktadır, egemenler istikrarlı bir biçimde yönetememektedir, ezilenler adına hareket eden politik aktörler kurucu bir rol oynayamamaktadır. İçinden geçtiğimiz dönemin öne çıkan yanları bunlardır. Dolayısıyla günümüzde devrim sorununu konuşurken esas meselemiz devrimci politik aktörün ideolojik ve politik krizinden çıkışının yolunu arayıp bulmak olmalıdır.

2017 yılı Ekim Devrimi’nin 100. yılı olması münasebetiyle Devrim’in yeniden gündem edildiği bir sene oldu. Ancak bu konu edilmelerin çok azında Devrim, tarihin bir konusu olmaktan farklı bir biçimde ele alınabildi. Tüm dünya toplumlarını o veya bu seviyede etkilemiş devasa bir tarihsel olgu karşısındaydık ve onu anıyorduk. Tartışmacıların büyük bir kısmı öyle yapmanın eksik olduğunu bilse de Ekim Devrimi’ni bir kez daha onaylamanın ötesine geçemediler ve “devrimin hala yolumuzu aydınlattığı” vurgusunu yapmakla yetindiler. Bugün geçmişin deneyiminin ne ölçüde önümüzü aydınlattığı ne ölçüde de sırtımıza yük olduğu konusunda çok daha net ifadeler ortaya koymak durumundayız. Açıkçası bu yazıda bu zorlu görevi başarma iddiasında olmadığımı baştan belirtmeliyim. Bu, tartışmayı hep birlikte derinleştirerek ve hepimizin yarattığı mücadele deneyimlerini çok daha kapsamlı bir şekilde değerlendirerek altından kolektif bir biçimde kalkabileceğimiz bir yük. Ancak yaşananlar yaklaşmakta olan büyük bir altüst oluşun habercisiyseler bu konuda artık kaybedecek daha fazla zamanımız kalmadı demektir.

20. yüzyılın büyük devrimleri 1917 ile 1949 arasına sığdı. Küba, Nikaragua ve İran devrimlerinin bu dönemin dışında kalması bu genel doğruyu çok zayıflatmaz. İnsanlık tarihinde devrimler açısından hiç kuşku yok ki en bereketli dönemdir. Bu devrimci konjonktürün oluşmasında yarattıkları büyük altüst oluşla iki dünya savaşının büyük payı bulunmaktadır. Küresel kapitalist sistemin kendi içinde rakip ülkeler arasında büyük bir saflaşma yaratması, gerilimlerin dünya savaşları üretmesi devrimlerin ortaya çıkmasını hızlandırdı. İngiltere’nin küresel hegemon rolünü giderek kaybetmesi 20. Yüzyılın bir olgusuydu, süreç 1956 Süveyş Krizi sonrasında gerçek anlamda sonuçlarına ulaştı ve ABD bugün sallanan tahtına yerleşti. “ Pekin, son 500 yıl zarfında ‘genç ve yükselen’ süper güçler ile ‘yaşlanan dünya devleri arasındaki ilişkilere dair tarihçilere bir araştırma yaptırdı. Sonuç iç karartıcı çıktı. Tarihçilerce ele alınan 16 vakadan 12’si katliamla sonuçlanmıştı”(İsaev, 2018) Bugün her gün yaşanan gelişmeler ABD’nin tahtının giderek daha büyük bir hızla sallandığının ispatına dönüşüyor. ABD’nin son savunma belgesinde Çin ve Rusya’yı baş tehdit olarak altını defalarca çizmesi bir rastlantı değil. Trump yönetiminde bir ABD’nin Çin’in yükselişi karşısında Thucydides Kapanı’na düşmesinin önünde hiçbir engel yok (Allison,2017) . Suriye sahnesinde yaşananlar, ABD’nin Çin’i sarmalama çabasının neredeyse hiçbir adımının çalışmaması, oluşan telaşın ABD devletinin içinde de büyük bir karmaşaya dönüşmüş olması gelişmeleri daha da ivmelendiriyor. İçinden geçtiğimiz süreç giderek eski dengenin çözüldüğü, yeni dengelerin ise oluşmakta zorlandığı bir nitelik kazanıyor. Böylesi geçiş dönemleri devrimleri çağırır. “Eşit olmayan ekonomik gelişme ikinci planda kalıyorsa da uluslar arası devletler sistemindeki gelişmeler (özellikle savaşlardaki yenilgiler ya da işgal tehdidi ve sömürgeci denetim üzerindeki mücadele) neredeyse tüm devrimci krizlerin patlak vermesine doğrudan katkıda bulunur. Çünkü bu gelişmeler kurulu siyasal otoritelerin ve devlet denetimlerinin temelinin oyulmasına yardım eder; böylece de temel çatışmaların ve yapısal dönüşümlerin önünü açar.”(Skocpol, 2004; 619) Fransız Devrimi, pre-kapitalist devletin, imparatorlukların çözülüp yerine merkezi-ulus-kapitalist devlete dönüştüğü çağda gerçekleşti. Egemen sınıfların bu dönüşümü sağlıklı bir biçimde gerçekleştiremedikleri Rusya ve Çin’de komünist partiler aracılığıyla dönüşümün rotası bambaşka bir noktaya çevrilebildi. Ulusal ya da küresel sistemin kendisini yeniden üretmekte olduğu siyasi mimarinin bir başka forma dönüştüğü momentler devrimci dönüşümü de imkân dâhiline sokmaktadır.

Lenin’in Emperyalizm kitabının bu açıdan en önemli boyutu Kautsky’nin Ultra-Emperyalizm tezine karşı yürüttüğü polemiktir. Emperyalist ülkeler arasında yaşanan çatışmanın geçici bir durum olduğunu düşünen Kautsky karşısında Lenin, bu çatışmanın devrimin zeminini yaratmakta olduğunu görüyordu. Bugün de benzer biçimde bu olağanüstü gidişin birçok bölgede devrim potansiyelini yükselteceğini öngörmek için kâhin olmak gerekmiyor.  Bu potansiyellerden yararlanabilmek ise ancak kendini yenileyebilmiş, bakışını keskinleştirebilmiş, mücadele içinde sınanmış ve bir karşı hegemonya yaratabilmiş devrimci aktörler için mümkün olabilir. Bu zorlu görevi başarabilmek için sadece ideolojik dönüşümün de yeterli olamayacağı açıktır. Solun süreçte rol oynayabilmesi demokrasi-sonrası dünyanın koşullarına uygun örgütlenme ve mücadele biçimleri geliştirebilmesine bağlıdır. Sürecin politika yapma koşullarını kalıcı olarak kavrayamayan, kendisini bu yeni duruma uygun bir biçimde reorganize edemeyen hiçbir gücün söz hakkının olamayacağı bir döneme girdik.

Özellikle ülkemiz açısından bakıldığında ise faşizmin kurumsallaşması her ne kadar kısa vadede koyu bir karanlık anlamına gelse de doğru değerlendirildiğinde başka kapılar da açılmaktadır. Faşizmin bir “olağanüstü” devlet biçimi olması, finans kapital tarafından her zaman birinci tercih olmaması aslında faşizmin sanıldığının aksine parlamenter demokrasiye göre çok daha kırılgan olmasından kaynaklanmaktadır. Faşizm her türlü toplumsal çelişkiyi büyük oranda zor ile yönetmeye kalkışır. Yaratılan tek adam rejimi sistem içerisinde her noktada gerilimler yaratır. Denge denetleme mekanizmalarının ortadan kalkması devletin büyük hatalar yapabilmesini mümkün kılar. Finans kapital açısından en kötüsü de faşizm her çözüldüğünde bir devrimci durum yaratır. Faşizm tek adamı merkeze koyan yapısıyla devleti de istikrarsızlaştırır, kurumlaşmayı çözer. Dolayısıyla tek adamda simgelenen faşizmin çözülmesi, faşizme kurumsal olarak direnmiş örgütleri iktidarla burun buruna getirir. Faşizmler ve diktatörlükler, kısa vadede devrimci hareketleri ezebilirler fakat kendi zaafları dolayısıyla devrimler karşısında parlamenter demokrasilere göre çok daha kırılgandırlar. Parlamenter demokrasiler, rakiplerini pasif devrimler aracılığı ile içerme kapasitesine sahiptirler, temsil mekanizmaları birer kapsama aracına rahatlıkla dönüşebilirler, oysa faşizm içermez, karşıtlaştırır ve düşmanını kemikleştirir.

“Faşist rejimlerin verdikleri sözleri tutmak için artan bir momentum görüntüsü-kalıcı devrim- yaratmaları gerekiyordu. Bu pervasız ve baş döndüren hareket olmadan ayakta kalmaları imkânsızdı. Gitgide daha da cüretkârlaşan meydan okumaların durmadan yükselen sarmalı olmaksızın faşist rejimler cansız bir otoriterizme benzeyen bir şeye dönüşme riskiyle karşılaşıyorlardı. Ardından da kendi kendilerini yok etmeleriyle sonuçlanacak bir kriz dönemine giriyorlardı”(Paxton, 2014: 250)

Saray rejimi, bu açıdan Türkiye’yi devrim açısından ayrıcalıklı bir konuma taşıyor. Saray faşizmi gerçek anlamda kapsamlı bir biçimde kurumsallaşma anlamında önemli bir mesafe kat etti. AKP, iktidarı esnasında faşistleşen bir parti olarak siyaset literatürü açısından önemli bir örnek oluşturuyor. Avrupa Birliği üyeliği, askeri vesayetin kaldırılması, demokratikleşme vaat ederek iktidara gelen AKP, hem devlet içindeki iktidarlaşma mücadelesi hem de Ortadoğu’da Arap Baharı sonrasında yaşanan gelişmelerle faşistleşti. Özellikle Rojava’da yaşanan gelişmeleri boğmak ve Suriye ganimetinden pay almak güdüsü egemen sınıfın neredeyse tüm fraksiyonlarını bir araya getirebilmiş görünüyor. Ortaya çıkan rejimin henüz tam anlamıyla istikrar kazanamadığı söylenebilecek olsa da bu konuda kimi mesafeler kat ettiği de açıktır. Türkiye’nin yıllar sonra Batı ittifakı ile derinleşme potansiyeli içeren bir kriz yaşaması, Rusya ve ABD arasında salınma halinin orta vadede iki tarafla da sorun yaratma potansiyeli, kendi gücünü dev aynasında görerek kapasitesini aşan hedeflere yönelmekten çekinmemesi bu yapının istikrar kazanmasını da kendisini güvende hissetmesini de zorlaştırıyor. Bizler açısından ise devrim açısından ayrıcalıklı konumda olmaktan yararlanabilmek ancak faşizm koşullarında mücadele edebilecek bir aygıt yaratmakla, mücadele karakteri olarak sertleşmekle, kısa vadede normalleşme beklememekle mümkün. “Köprüden önceki son çıkış” çoktan geçildi. Türkiye’de artık devrimsiz bir “demokrasiye dönüş” ihtimal dışıdır. AKP’nin seçimleri kaybetmesi yoluyla “normalleşme” olabileceğini düşünmek için elimizde hiçbir veri yok.

Yazıyı güncel politik durum değerlendirmesine boğmadan, kapsam açısından hızlıca ilerlemek gerekiyor. Şu veya bu sebeple Faşizm çözüldüğünde ise Menşevik-Bolşevik ikileminin ortaya çıkması kaçınılmazdır. Devrim “imkânsız” olduğundan burjuvazinin “demokratik kanadı” ile ittifak yaparak parlamenter demokrasiyi restore etmek mi yoksa devletin çözülmüş olmasından yararlanarak iktidara uzanmak mı? Bu soruya doğru cevabı verebilecek olgunluk ve kapasitede bir politik aktörün bulunmadığı yerde devrim mümkün değildir. İçinde bulunduğumuz özel konjonktürde doğru cevabın somut karşılığı sosyalistlerin CHP’den beklenti içinde olmak yerine demokrasi ve devrim taleplerini bir arada ifade etmeyi başarabilecekleri bir mücadeleyi örebilmelidir. 7 Haziran’dan bu yana yaşanan gelişmeler CHP’nin ancak çözülebildiği oranda anti-faşist mücadeleye katkı sunabileceğini ortaya koydu. Afrin operasyonu çerçevesinde iktidar cenahından bu partiye yönelik salvolar, Saray’ın niyetinin de CHP’nin çözülmesi yönünde olduğunu gösteriyor.

Kısacası, küresel güç dengelerinde kaymanın yarattığı hesaplaşma iklimiyle faşizmin kırılganlığının birlikte yarattığı koşullar ülkemizde devrim olasılığını arttırmaktadır. İçinden geçtiğimiz karanlık dönem bunun tam tersini düşündürmek amacıyla yönetiliyor olsa da bu gerçeği bir saniye bile akıldan çıkarmamalıyız.

 

Marksizm ve Devrim

“Gelişmelerinin belli bir aşamasında toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine ya da bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler onların engelleri haline gelirler. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar. İktisadi temeldeki değişme, kocaman üst yapıyı büyük ya da az bir hızla alt eder.” (Marks, 1979:25) Marksizm’in en yüksek soyutlama seviyesine ulaştığı metinlerin başta geleni hiç kuşku yok ki Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı çalışmasındaki önsözdür. Marks, burada insanlık tarihinin tüm gelişimini yukarıda alıntılanan formüle sığdırmaya çalışır. Marksizm’in bilimsel bilgi üretimine katkısı açısından bu hipotezin muazzam tarihsel katkısı yadsınamaz. Politik gelişmelerin bir toplumun kendi ihtiyaçlarını üretme, bu üretimi gerçekleştirirken kendi içinde kurduğu ilişkiler cinsinden açıklanmaya çalışılması insanlığın bilincinde büyük bir sıçramaya yol açtı. Ancak devrimci siyasetin ideolojisi olarak Marksizm açısından ise tam tersini söylemek mümkündür.  Düşünceyi ve toplumsal eylemi maddi gerçekliklerden kopartan anlayışlara karşı çubuğun bükülmesi anlamında önemli bir rol oynadı. Devrimin üretici güçler cinsinden açıklanmaya çalışılması siyasi iktidarın öneminin kavranmasını zorlaştırır. Üretici güçlerin bir toplumun biriktirdiği teknik seviye olarak algılanması, yeterli ekonomik gelişme gösterememiş toplumlarda devrimin beklenmemesi gibi bir bilinç üretir. Böylesi toplumlarda devrimci hareketler, üretici güçleri geliştirmesi için burjuvaziyi desteklemeye sevk edilir. İktidarı ele geçiren işçi sınıfı partileri, üretici güçleri hızla geliştirmek için kendi toplumlarının geniş yığınları ile çelişkiye girerler. “İçerebildiği bütün üretici güçler gelişmeden önce, bir toplumsal oluşum asla yok olmaz.” 1917 Şubat Devrimi sonrasında Menşevikler ve sosyalist Devrimcilerin en önemli savları da aslında bu tespite dayanmaktaydı. Rusya’da işçi sınıfı iktidarı imkânsızdı çünkü kapitalizm “içerebildiği bütün üretici güçleri henüz geliştirememişti”. Lenin’in Nisan Tezleri ile savaş açtığı bakış açısı tam da buydu. Şubat’ta işçiler ele geçirdikleri iktidarı kendi elleriyle burjuvaziye teslim etmişlerdi, yapılması gereken iktidarın Geçici Hükümet’ten yeniden Sovyetlere geçmesinin sağlanmasıydı. Böylesi bir olasılık mevcutken iktidarın her ne gerekçe ile olursa olsun ele geçirilmekten imtina edilmesi bedeli çok ağır olacak bir hata olurdu. “‘Devrimimiz bir burjuva devrimidir, bu sebeple işçiler burjuvaziyi desteklemelidir’ diyor Menşevikler ve Sosyalist Devrimciler… tıpkı dün Plehanov’un dediği gibi. ‘Devrimimiz bir burjuva devrimidir’ diyoruz biz Marksistler, ‘bu sebeple işçiler burjuva siyasetçilerinin aldatmacalarına karşı halkın gözünü dört açmasını sağlamalı, laflara inanmamayı, tümüyle kendi gücüne, kendi örgütlülüğüne, kendi birliğine ve kendi silahlarına güvenmeyi öğrenmelidir’”. (Lenin, 2010: 12-13) Ekim Devrimi’nin en önemli mirası, devrimci Marksizm’e en önemli katkısı bu yaklaşımda gizlidir: Ezilenler, ellerine olanak geçtiğinde iktidarı ele geçirmekten bir saniye bile geri durmamalıdırlar.

Ekim Devrimi’nin erken geldiği ya da ancak Batı ülkelerinde devrimin eşliğinde ayakta kalabileceği düşüncesi bir tür fatalizm olarak hala sosyalist hareket içinde ifade edilebilmektedir: “Ben aslında burada Ekim Devrimi’nin kendisinin kendi yıkılışının sebebini de açıkladığını düşünüyorum…. Ekim Devrimi sadece ABD’de, Fransa’da, İtalya’da bir devrimle kendini sürdürebilirdi.” (Kürkçü, 2017: 77) Konuşmasının devamında “bu Ekim Devrimi yanlıştı anlamına gelmiyor” diye eklese de Kürkçü’nün yıkılış determinizminde ısrar etmesi yeterince problemlidir. Kürkçü muhtemelen “komünizmi inşa edemezdi, sistemi tam olarak kapitalist etkilerden koruyamazdı” demek istemektedir. Ancak yıkılma ile kaybedilen iktidardır. Özel mülkiyetin şu veya bu ölçekte var olmaya devam ettiği bir sistemle bir arada yaşamakla devrimle kazanılmış iktidarın kaybedilmesi arasındaki muazzam fark neden görülmemektedir? Çok daha zor koşullarda da olsa Küba Devrimi yaşamaktadır. En aşırı örnek ise Çin’de komünist partisinin eli ile “temel çelişki üretici güçlerin geliştirilmesi, Çin’in modernleşmesidir” denerek kapitalizmin restore edilmesidir. Sovyetler Birliği’nde iktidarın kaybedilmesi neden bir zorunluluk olsun? Geriye dönüş bir zorunluluğun ürünü olarak ya da ilk yıllarda çok korkulan köylülük, küçük burjuvazi eliyle değil tam tersine her türlü toplumsal denetimden özgürleşmiş parti kadrolarının burjuvalaşmasından kaynaklanmıştır.

Kapitalizm üretici güçlerin gelişmesinin önünde bir engel midir? 4. Sanayi Devrimi tartışmaları, birçok işkolunda işgücünün robotlarla, hatta yapay zekâyla ikame edilmesi yönünde tartışmaların yoğunlaştığı bir dönemde böylesi bir iddianın maddi zemini oldukça zayıf kalmaya mahkûmdur. Tam tersine kapitalizm, tam da Komünist Manifesto’da ifade edildiği gibi “burjuvazi, üretim araçlarını ve böylelikle ve onlarla birlikte, toplumsal ilişkilerin tümünü sürekli devrimcileştirmeksizin var olamaz.”(Marx-Engels, 1997: 13). Emperyalizmin üretici güçlerin gelişimi önünde engel olduğuna dair önerme gerçekleşmemiş görünüyor. Tekeller üretici güçlerin gelişim yönünü manipüle ettiler, ancak denetledikleri muazzam fonların mümkün kıldığı ar-ge harcamaları ile gelişimi durdurmak bir yana daha da hızlandırdılar. Tam tersine teknolojik gelişimin etkileri artık çok daha kısa zaman dilimleri içerisinde toplumların hayatında görünür değişiklikler yaratıyor. Böylesi bir tablonun devrimleri insanlığın gündeminden çıkardığı iddia edilebilir mi?

Sadece ekoloji ya da Kıvılcımlı’nın deyimiyle coğrafi üretici güçler açısından baktığımızda bile devrimin insanlığın tek kurtuluşu olduğu anlaşılabilir. Kapitalizm dünyanın kendisini imha edecek bir hamle içerisindedir. Temel ülkü olarak ortaya konan daha çok üretmek ve tüketmek, akıllara ziyan koşullar yaratıyor. Dünya hala nefes alabiliyorsa bunu büyük oranda yoksullara borçlu. Yoksullar ürettiklerinden daha azını tükettikleri için, tüketim çılgınlığının yaşandığı merkezlerdeki ortaya çıkan yıkımı sürdürülebilir kılıyorlar. 2008 krizinin en önemli sebeplerinden birisi olan gelir dağılımı adaletsizliğinin sürdürülemezliği, hafifleyecek yerde son 10 yılda daha da şiddetlendi. “Araştırmacılar eşitsizliğin artmaya devam edeceğini, 2050 yılına kadar dünyanın en zengin %1’inin toplam servet içindeki payının %20’den %24’e çıkacağını, bunun da en yoksul %50’nin payının ise %10’dan %9’a daralacağı anlamına geleceğini tahmin ediyorlar. Çözüm olarak ise küresel bir servet vergisi uygulanmasını ve vergi cennetlerinin ortadan kaldırılmasını öneriyorlar.” (Thomas Piketty tarafından yönetilen Dünya Eşitsizlik Laboratuarı’nın yayınladığı 2018 Dünya eşitsizlik raporu ile ilgili bir değerlendirme, wir2018.wid.world).   Bir tarafta bu gelir dağılımı adaletsizliğinin ve kapitalizmin yüksek seviyede finansallaşmasının bir işareti olan muazzam para bolluğu, negatif faizler, bitcoin benzeri alternatif para birimlerinin sebebi anlaşılamayan spekülatif değer artışları diğer yanda ise işçi sınıfının çok daha büyük kısmının güvencesiz yaşam koşullarına itilmesi ve prekaryalaşma birlikte yaşanıyor. Bu tablonun yarattığı politik gerilimler, sağ popülizmin ve neo-faşizmin yükselişi ise siyasal sistemleri hem ulusal hem de küresel ölçekte giderek yönetilemez hale getiriyor. Hem ABD’de hem de Avrupa’da resesyondan çıkışın işareti olarak gösterilen büyüme rakamlarına rağmen küresel finans kapitalin tedirginliği 2018 Davos Zirvesine ve özellikle burada IMF Başkanı Lagarde tarafından konuşmaya da yansıdı.

Devrimleri ele alırken gerçekte gözün dikilmesi gereken nokta üretici güçlerden ziyade üretim ilişkilerinin kendisidir. Çünkü devrimin kendisi bu ilişkilerin çözülmesi ve aşılması anlamına gelmektedir.

“Nasıl ki bir kimse hakkında, kendisi için taşıdığı fikre dayanılarak bir hüküm verilmezse, böyle bir alt üst oluş dönemi hakkında da bu dönemin kendi kendini değerlendirmesi göz önünde tutularak bir hükme varılamaz, tam tersine bu değerlendirmeleri maddi hayatın çelişkileriyle, toplumsal üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çatışmayla açıklamak gerekir” (Marks, 1979: 26).

Biz burada Marks’ın tavsiyesinin tam tersi tutumun daha doğru olduğunu iddia edeceğiz. Yapılması gereken tam da mücadele eden, çelişkilerin tarafı olan politik aktörlerin tutumlarına yoğunlaşmaktır. Bu politik aktörler ağırlıklı olarak burjuvazinin veya ezilenlerin farklı fraksiyonlarının dünya görüşlerine bağlı olabilirler. Ancak burada hareket ettirici olan sınıf değil politik aktördür. Sınıfların politik aktörler olarak görülmesi politik olayın anlaşılmasını neredeyse imkânsız hale getirmektedir. Sınıflar ancak bir politik aktörün inşa ettiği hegemonya projesine eklemlendikleri oranda politik aktörler haline gelmektedirler. Bütün büyük devrimlerin hemen sonrasında kitlesel hareketlerin geri çekilmesi, iktidar aygıtının esas olarak komünist partiler tarafından kullanılması da bu gerçeği açıkça ortaya koymaktadır. Dolayısıyla devrimin sonrasında da sınıf ile parti arasında bir özdeşleşme bulunduğunu varsaymadan politik düzenlemeler yapmak gerekmektedir. “Bu başarısızlıktan çıkarılacak dersle, artık temsile, devlet düzenine, sermayeye ve diğer şeylere ihtiyaç duymayan tam tekmil üretici dışavurumculuğu hâkim kılmaya dönük ütopyacı hedefi terk edip mevcut liberal-demokratik temsili devletin yerine ne türden bir temsiliyetin konacağı meselesine odaklanmalıyız.”(Zizek, 2017: 56)[1]

Zaten Louis Bonapart’ın 18 Brumaire kitabında da Marks aslında tam da politik krizin içindeki güçlerin birbirlerine karşı konumlarını ve hamlelerini değerlendirir. Somut durumun somut analizi üzerinden gelişen bu anlatısında Marks, Marksizm’in siyaset ve devlet teorisinin en gelişkin ve özgün kavramlarından birçoğunu ortaya koyar. Bir politik krizin kendi özgün gelişimin ilk başta pek de ihtimal verilemeyecek bir biçimde Bonapartist bir iktidarın ortaya çıkmasını nasıl mümkün kıldığını kapsamlı bir biçimde anlatır. Siyasi sürecin kendisine, tüm somutluğu ve zenginliği içerisinde ilişkilere yoğunlaşmak, diğer bütün faktörleri bir zorunluluk gereği değil de bu ilişkilerde oynadığı rol itibariyle hesaba katmak yaşananları anlamak için bilimsel çalışma yapan bir siyaset bilimci kadar devrimci öznenin de izleyebileceği en sağlıklı yoldur. Lenin, bu yoğunlaşmayı somut durumun somut tahlili olarak değerlendirir ve bu değerlendirmesinin sonucunda da her dönemin ana halkasını yakalamaya çalışır. “Politik hadiseler hep karmaşık ve çetrefilli hadiselerdir. Bir zincire benzetilebilirler. Zincirin tamamını tutmak için asıl halkayı kavramanız gerekir”(Lenin, 2017: 158) Bu anlamlarıyla her politik hadise biraz da kendisine özgüdür, tikeldir. Genel doğrularımız olguya, sürece, duruma yaklaşımımızı çoğu zaman destekler ancak bazı kritik momentlerde de bu genel doğruların kendileri ana halkayı yakalamamızı imkânsız hale de getirebilmektedir. Bu anlamda devrimci öznenin kendisi ile ezberleri arasına mesafe koyamaması çoğu zaman doğru taktiklerin, doğru zamanlamanın ıskalanmasına yol açabilir.[2]

Üretim ilişkileri, sadece üretici güçler ile girdikleri bir çatışma sonrasında mı çözülürler? Şimdiye kadar yaşanan devrimlerde üretim ilişkilerinin üretici güçlerin gelişimi tarafından aşılması ve çözülmesi şeması Fransız Devrimi başta olmak üzere burjuva devrimleri için açıklayıcı olmaktadır. Ancak bu gibi devrimlerde sınıfsal farklılaşmanın kendisi hedeflenmemiş sadece egemen sınıf değişmiştir. Ezilenlerin devrimi sayabileceğimiz hiçbir devrim, gelişmiş üretici güçlerin üretim ilişkileri ile çatışmaya girmesi şemasına uymamaktadır. “Devlet kapitalizmi, kapitalizmin en beklenmedik ve kesinlikle öngörülememiş bir biçimidir- çünkü kimse proletaryanın geri kalmış ülkelerden birinde iktidara gelebileceğini, önce köylüler için geniş ölçekli üretimle dağıtımı örgütlemeye, sonra da düşük kültür seviyesi yüzünden bu işle baş edemeyince kapitalizmin hizmetine başvuracağını öngörememiştir. Kimse bunu öngörmedi, fakat su götürmez gerçek bu.”(Lenin, 2017: 166) Tam tersine ezilenlerin devrimler aracılığı ile iktidara ulaştığı her toplumda üretici güçlerin geliştirilmesi en önemli gündemi oluşturmuş, bu gelişme için toplumun, özellikle de köylülüğün ödemek zorunda kaldığı bedel devrimlerin kaderini de büyük oranda belirlemiştir. Marks’ın devrimi modellerken temel olarak Fransız Devrimi’nden etkilendiği düşünülürse Önsöz’de ortaya konan çerçeve çok daha iyi anlaşılır. “Yeni ve daha yüksek üretim ilişkileri, bu ilişkilerin maddi varlık koşulları, eski toplumun bağrında çiçek açmadan, asla gelip yerlerini almazlar”. Bu ifade Fransız Devrimi için kesinlikle doğrudur. “Eğer soyluluğun, eski siyasal haklarını yitirdikten ve feodal Avrupa’nın hiçbir ülkesinde görülmedik ölçüde insanları yönetme ve yönlendirme görevini bıraktıktan sonra yine de parasal dokunulmazlıklarını ve üyelerinin bireysel olarak yararlandıkları avantajları yalnızca korumakla kalmayıp daha da arttırmış olduğuna; tabii bir sınıf haline gelirken, ayrıcalıklı ve kapalı bir sınıf, giderek daha az bir aristokrasi ve daha çok kast olarak kalmış olduğuna dikkat edilirse, ayrıcalıklarının Fransızlara onca açıklanamaz, onca nefret verici görünmüş olmaları ve demokrasi tutkusunun, bugün hala yanmakta olduğu üzere, görünmesiyle birlikte Fransızların yüreklerini alevlendirmesi karşısında da artık şaşırılmayacaktır (Tocqueville, 2004: 304).  Ancak egemen sınıfların değiştiği devrimlerle ezilenlerin devrimleri arasında temel bir fark olduğunu düşünmek de gerçekçi bir seçenektir. Ezilenler, kendi devrimlerini muştulayan üretim ilişkilerini sınıflı toplum koşullarında, egemen sınıfın iktidarı altında yaratamazlar. Bu kurumların inşasını ancak kendi devletleri, kendi iktidarları tarafından başarabilirler. Üretim ilişkilerinin yeniden üretilmesi kurumsal olarak devletin sorumluluğundadır. Yeniden üretim, devleti aşan bir kurumsal toplamın ortak eseridir. Ancak koordinasyondan sorumlu merkez devlettir. Dolayısıyla devlet çözülmeden, egemen üretim ilişkilerinin çözülmesi mümkün değildir.

O zaman üretim ilişkilerinin çözülmesi ile devletin çözülmesi arasında büyük oranda bir paralellik bulunduğu ortadadır. Devletin çözülmesi ise zorunlu olarak içsel sebeplerden, toplumun kendi iç çelişkilerinin doğal seyrinden kaynaklanmaz. Büyük dışsal şoklar da devletlerin iş göremez hale gelmesine yol açabilir. Bu anlamda Rus ve Çin devrimlerinin büyük küresel savaşların devlet organlarını felç ettiği momentlerde gerçekleşmiş olması çok temel bir noktadır. Sebebi içsel veya dışsal büyük politik krizlerin devletleri çözmesi, hareket edemez hale getirmesi mümkündür. Ancak bir devletin çözülmesi ile bir başka iktidar tarafından gerçek anlamda yok edilmesi arasında muazzam fark bulunmaktadır. Devletler, büyük iç isyanlar ya da devasa dışsal şoklar karşısında sendeleyebilir, üretim ilişkilerini yeniden üretemez hale gelebilirler, ancak bu durumu aşmalarının önünde de hiçbir engel yoktur. Yeni bir iktidar tarafından bilinçli bir biçimde ortadan kaldırılmadıkları sürece restorasyon kaçınılmazdır.

Kısacası devrimler açısından temel mesele üretim ilişkilerinin yeniden üretilmesinin sekteye uğramasıdır, bu sekteye uğramanın üretici güçlerin gelişiminden mi yoksa dışsal bir politik şoktan mı kaynaklandığı tali bir tartışmadır. Marks’ı Önsöz’deki analize iten birçok sebep bulunmaktadır. Büyük umut bağladığı 1848 devrimlerinin geri çekilmesi sonrasında toplumsal hareketler açısından yaşanan uzun sessizlik dönemini açıklamak bu saiklerden en önce gelenidir. “Marks’ın siyasi pratiğinin birinci önemli aşaması, 1848’deki devrimci dönemin kapanması ve Marks’ın da bu gerçeği kabul etmesiyle birlikte sona erdi… Marks aslında 1848 devrimini kapitalizmin nihai ve genel bir krizi olarak değerlendirmişti…. 1850’ler boyunca Marks, iktisat üzerine yaptığı çalışmalara geri döndü.” (Fernbach, 2008: 75). 1. Enternasyonal’de en önemli politik muarızın,  politik aygıtı yani devleti, sınıflar hilafına tek başına merkeze koyan anarşizm olması, Hegel’de “mutlak tin” in gerçekleşmesi olarak görülen idealist tarih anlayışına karşı maddi toplumsal güçleri ve ilişkileri ön plana çıkarma isteği yine önemli gerekçelerdir.

Ezilenlerin devrimci süreç sonunda yarattıkları kendileri lehine yeni güç dengesi, ezilenlerin devletinin kurumsal ve ideolojik mimarisine kaydedilmediği sürece korunamaz. Ezilenlerin iktidarı, egemen sınıf değişimini sağlayan devrimlerde olduğu gibi bir önceki sosyal düzende doğup gelişen yeni üretim ilişkilerinin ifadesi olmadığı için bir devlete muhtaçtır. 1991 sonrasında devrimlerin, sonu mutlak felaket olan, insanlığın haddi olmaksızın kalkıştığı bir tür tanrıyı, doğayı, toplum kanunlarını ikame etme girişimi olarak karalanması bu anlamda ezilenlerin kurtuluşu açısından ölümcül bir saldırıdır. “19. yüzyılın başından beri, tarihsel zorunluluğun insanların zihinlerine yerleştirdiği o büyü, Ekim Devrimi ile daha da etkili hale gelmişti. Tıpkı Fransız Devrimi’nin kendi çağdaşlarına yaptığı gibi bu devrim de bizim yüzyılımıza, önce umutların en iyisini görmenin, sonra da fevkalade bir umutsuzluğu idrak etmenin aynı büyük anlamsızlığını sunmuştu” (Arendt, 2012: 73) Bu saldırının yarattığı gerici hegemonya, ezilenlerin iktidarlaşma düşüncesi ile arasına mesafe koymasında önemli bir etki yaratmıştır.

Bu tespit ezilenlerin iktidar deneyimlerinin hiçbir kusur barındırmadığı anlamına gelmez. Tam tersine, komünist iktidarların yaşadığı başarısızlığın tüm sorumluluğunu Batı propagandasının omuzlarına bırakma şansımızın olmadığı yeterince açıktır. Komünistler, kendi tarihleri ile gerçek anlamda yüzleşemedikleri sürece günümüzde gerçek anlamda seçenek yaratabilme şansı yoktur. “Oysa proleter devrimleri, örneğin 19. Yüzyıldakiler sürekli özeleştiri yapar, koşarken hep ara verir, halledilmiş görünene geri dönüp yeniden başlar, ilk denemelerinin yarım yamalaklığını, zaaflarını, zavallılıklarını gaddarca ve esaslı biçimde alaya almaktan geri kalmazlar.” (Marks, 2010: 35) Ancak saçma olan, bu hesaplaşmanın bir iktidar olmadan dünyayı değiştirme sonucuna vardırılmasıdır. Bu tipik bir banyo suyuyla birlikte bebeğin de atılması vakasıdır çünkü ezilenlerin iktidarı, hem de egemen sınıfların kaçınılmaz olarak başını ezecek bir diktatörlüğü fikri “aşıldığı”nda geriye komünizm namına bir şey kalmayacaktır.  Marks’ın “benim yaptıklarım arasında yeni olanlar” diye saydığı üç maddeden ikisinin proletarya diktatörlüğü ile ilgili olduğu Lenin ile Marks’ı karşı karşıya koymak isteyenlerin en çok görünmez kılmak istediği gerçektir.

Buraya kadar toparlamak gerekirse küresel güçler arasında yaşanacak çatışma olasılığının giderek artması ve yaygınlaşan faşist-otoriter rejimlerin toplumsal gerilimleri soğurma değil de şiddetlendirme yönündeki etkileri dolayısı ile ani kırılmalara açık olması devletlerin çöküş yaşayabileceği ülkelerin sayısını arttırmaktadır. Dolayısıyla içinden geçilen gericilik dönemi, ilk bakışta düşündürdüğünün aksine devrimden uzaklaşma değil tam tersine ezilenler için yeni iktidara uzanma olanaklarının ortaya çıkabileceğine işaret etmektedir. Ezilenlerin bu olanaklardan yararlanabilmesi ise genel olarak iktidarlaşma fikriyle kurdukları yanlış ilişkiyi aşabilmelerine de bağlıdır. Üretim ilişkilerinin çözülmesi aslında bunların yeniden üretiminin garantörü olan devletin merkezinde bulunduğu egemenlik sisteminin çözülmesi ile eşanlamlıdır. Ezilenlerin devrimi açısından üretici güçlerin gelişiminin üretim ilişkilerini çözmesi hipotezi gerçekçi değildir. Ezilenlerin düzeninin temsil ettiği yeni üretim ilişkilerinin eski üretim ilişkilerinin içinde oluşabilecek tek biçimi iktidarı hedefleyen siyasi örgütleridir. Sermaye sınıfının kendi fraksiyonları açısından bir anlamı olabilecek bu hipotezin ezilenlerin devrimlerini açıklama yetisi bulunmamaktadır. Ezilenlerin yapması gereken, sömürüyü ortadan kaldırabilmek, kendi üretimlerinin sonuçlarına tam olarak hâkim olabilmeleri için yapmaları gereken iktidarı almaktır.

İktidar ile ilgili yanlış bilincin ezilenlerin saflarında düzeltilememesi sadece iktidar olma/olmama tartışmalarında olumsuz sonuçlar yaratmıyor. Mücadele aygıtları ile ilgili yürütülen tartışmalarda da komünizmin çöküşü sonrasında ortaya çıkan örgütsel modeller de bu olumsuz bilinçten dolayı zarar görüyor. 2000’lere girerken son derece hareketli olan uluslar arası sosyal forumlar etkinliklerini büyük oranda kaybettiler. Çöküşün sebebi bir tür enternasyonalizm eksikliği olarak teşhis edilince toplumsal hareketlerin birbirleriyle temas etmesini sağlayan uluslar arası organizasyonların sorunu çözebileceği öngörüldü. L. Amerika’da solun iktidara gelmesi bu rüzgarı ilk etapta daha da ivmelendirdi. Fakat yerellerdeki sorunlar ön plana çıktıkça forumların etkinliği geri çekildi.

Bir diğer sorun ise yine önceki dönemin zaaflarından kaynaklı katılım eksikliğini ve bürokratikleşmeyi temel mesele olarak gören yataylık-dikeylik tartışmaları ekseninde gelişti. Dikey örgüt modellerinin yaratacağı olumsuzluğun farkında olmak bir meziyetken her türlü dikeyleşmeyi, her türlü temsili organı, her türlü merkezi kararlaşmayı tehdit olarak algılayan bir bilinç toplumsal örgütlenmeleri felç etti.

“Doğrudan demokrasi talebi neredeyse çağımızın tüm isyanlarının ortak özelliğidir. Siyaset kurumuna inancını kaybeden kitleler hazırlıksız bir biçimde siyaset sahnesine akınca kendilerini ifade etmek dışında bir hedefe kilitlenemiyorlar. Bu bilinç bürokratik yozlaşmalara ve kendi adına başkalarının karar almasına karşı son derece duyarlı. Temsiliyet mekanizmaları neredeyse kaçınılmaz bir bürokratikleşme aracı olarak anlaşılıyor.

Bu çok haklı tutum eğer olumlu bir örgütlenme mantığına dönüşemezse bu sefer de küpünü yiyen keskin sirke haline dönüşebiliyor. Hiçbir karar alamayan, saatlerce süren tartışmalar sonucunda ortak ruh halini dağıtmaktan başka bir sonuç ortaya çıkartamayan toplantılar neredeyse bir gelenek haline geliyor. Kendini ifade etme ihtiyacı ile birlikte yol alabilme imkânı birbirine ters biçimde konumlanıyor.” (Forumlarda Tıkanan Nedir? Ekim 2013, www.sodap.org )

Bu anlamda aşırı bir yataylık vurgusunun ezilenlerin hareketlerini zayıflatma boyutunun giderek daha fazla göze battığı tespiti yapılabilir. Merkezi örgütlenmelere karşı en sert eleştirileri getiren Toni Negri bile bu konuda özeleştiri veriyor. “Dışlayıcı yataylığı eleştirmek zorundayım çünkü yatay kendiliğindenliği kurumsal gerçekliğe dönüştürme yetisine sahip bir proje ya da politik gelişme olmadığını düşünüyorum” (Negri, 2015) Yataylık takıntısı, büyük toplumsal isyanlarda yer almaya karşın kalıcı siyasi örgütlenmeye duyulan antipatinin aşılamaması, büyük sosyal eylemlilik geriye çekilirken dönemin tüm kazanımlarının bir anda buharlaşıvermesi önümüzdeki dönemde muhakkak aşılması gereken zaaflardır. Mehmet Yılmazer bu önemli gerçeği Arjantin isyanının hayal kırıcı sonuçlarının ortaya çıkmasından beri haklı olarak ısrarla vurguladı. Bu zaafların aşılabilmesi sadece aşılmak istenmesine bağlı değildir. Ezilen kitlelerin nezdinde katılım ile iktidarlaşmayı uyumlandırabilen bir teorik politik tutumun inşası bu açıdan hayati bir belirleyiciliğe sahiptir. Devletin ve toplumun aynı anda aktif, etkileşim halinde olduğu bir sosyalist siyaset kurgusu nasıl gerçekleştirilebilir?

Burada karşıtlık içindeki iki tarihsel örnek olarak İtalyan Buennio Rosso’su ile Ekim Devrimi kıyaslaması düşünülebilir. 1919-1920 yıllarında yaşanan İtalyan işçi sınıfının kızıl yılları, Ekim Devrimi’nin Şubat- Kasım süreci ile benzer özellikler göstermiştir. Söz konusu dönemde Torino’daki İtalyan işçi sınıfının siyasi ağırlığı Petrograd’daki sınıf kardeşlerinden geride değildi. Fabrikalardaki işçi konseyleri, işgal ettikleri işyerlerinde üretimi kendileri örgütlediler. Ancak yaşanan siyasi krizi ulusal ölçekte iktidarı ele geçirmek için kullanmadılar. İtalyan Sosyalist Partisi (PSI) gösterdiği iradesizlikle İtalyan devriminin başarılamamasının en önemli sorumlusu oldu. O dönemde PSI saflarında mücadele eden Gramsci de Ekim Devrimi’ni büyük bir coşkuyla “Kapitale Karşı Devrim” olarak nitelemesine rağmen Rusya’da yaşananları tam olarak kavrayamamıştı.  Ekim Devrimi ile ilgili gözlemlerinde devrimin esas olarak Sovyetler eliyle gerçekleştirilmiş aşağıdan yukarıya bir devrim olduğunu düşünüyordu, Temmuz 1919’da yönetimini ele geçirdikleri Avanti gazetesi aracılığıyla fabrikalarda kurulan işçi konseylerinin alternatif birer iktidar odağı haline dönüşeceği bir politik hattı örgütlediler. Rusya’da iktidar Sovyetler tarafından ele geçirilmişti, İtalya’da işçi konseyleri benzer bir eylemi gerçekleştirecekti. İki ülke arasında savaş yüzünden devletin paralize olması ve geniş köylü yığınların içinde işçi adacıklarını barındıran kentlerin öne çıkan öncülüğü gibi benzerlikler de mevcuttu. Konsey deneyimi işçi sınıfının psikolojisinde radikalleşmeye yol açacak, işçi sınıfını iktidarı kullanabilir hale getirecek, eş zamanlı olarak yaratılan ortak deneyim sonucunda komünist kadrolar ile işçiler hak ve sorumlulukları konusunda hızla bilinçleneceklerdi (Davidson, 1974: 131). 1919 Eylül’ünde Fiat Brevetti işçileri ilk konseyleri oluşturdu. Avanti çevresinde toplanan İtalyan sosyalistler Konsey hareketini yönlendirecek bir ilişki ağı geliştirmeyi başardılar. Bu dönemde Gramsci’nin en iyi bildiği Lenin çalışması Devlet ve Devrim’di. Devlet ve Devrim’in Sovyet’in proletarya diktatörlüğünün doğallığında temeli olacağını öngören fazla iyimser yaklaşımı Gramsci’ye kendisinin konseyler ile ilgili bakış açısını doğruluyormuş gibi görünüyordu. PSI’ın ve denetimindeki sendikaların Konsey hareketine mesafeli duruşunu partinin sınıf mücadelesine yeterince gömülü olmaması ve dolayısıyla bürokratikleşmesiyle ilgili olduğu eleştirisi Lenin tarafından öncelikle tümüyle desteklenmişti. PSI yetkililerinin Komintern aracılığıyla (PSI, komünist bir parti olmamakla birlikte savaşa katılma kararına destek vermediği için Komintern’e kabul edilmişti.) Torinoluların (Gramsci, Togliatti ve Tasca öncülüğündeki Avanti ekibi) “sendikalist” bir bakış açısına sahip olduğunu söylemesi sonrasında Lenin söz konusu desteğini zayıflatmıştı, çünkü ona göre işçinin öz örgütünü partinin ikamesi olarak görmek yanlıştı. Gramsci ise bu değerlendirme sonrasında da sendikalist olmadığını söylerken dahi Ekim Devrimi’nin konseyler eliyle yapıldığını iddia etmeyi sürdürdü. Gramsci konsey hareketinin sınırlarını gördükten sonra fikrini değiştirdiğinde ise öldürücü darbeyi vurmakta geç kalmış olan sınıf hareketi yükselen gerici reaksiyon karşısında moral olarak gerilemeye başlamıştı. Gramsci, konseylerin enerjisini ulusal düzeyde birleştirecek ve devlet iktidarını alt etmeye dönük saldırıya öncülük edecek bir partinin ihtiyacını fark ettiği için PSI içinden bir komünist parti inşa etmeye soyundu, partinin etkin isimlerinden “maximalist” Bordiga ile birlikte komünist partiyi kurduklarında faşist hareket çoktan momentumunu kazanmıştı.

Ekim Devrimi’nde partinin rolü devrimin kazanılmasında hayati bir rol oynarken, İtalya deneyimi sadece aşağıdan bir devrimin gelip dayanacağı kaçınılmaz sınırı gösteren bir örnek olarak tarihe geçti. Yenilen devrimin, egemen sınıflar üzerinde yarattığı tehdit o kadar gerçekti ki egemen sınıfın başta büyük toprak sahipleri olmak üzere tüm bileşenleri faşist Squadrist çeteler etrafında toplandı.  Leninizm’in devrim yapmaktaki göz kamaştırıcı başarısı, devrimin sonrasında ortaya çıkan siyasi yapıyı tam olarak meşrulaştırabilir mi? Bu bağlamda şu soru da üzerinde düşünülmeyi hak etmektedir: “Devrim yapan öznenin devrim sürecindeki devrimciliği ile devrimden sonra kuruluş döneminin öznesinin devrimciliği arasında fark var mıdır?” (Çulhaoğlu, 2017: 58) Vardır, var olmalıdır. Devrimin iktidarı ele geçirme süreci apansız bir savaştır, ezilen sınıfın kendi iktidarını kurma cüretinin düşmanının tüm savaşma iradesini ezme kararlılığı ve yeteneği ile birleşmediğinde ne tür gerici reaksiyonlara yol açabildiğini biliyoruz, aynı manada olmasa da 7 Haziran 2015’den bu yana benzer bir süreci yaşıyoruz. Burada tereddüt yaşayan bir siyasi parti devrimci olamaz. “Şubat Devrimi (Gezi olarak da okunabilir b.n) eski toplumun bir gafil avlayışı, bir sürprizi idi, halk bu umulmadık faka bastırışı yeni bir devir açan dünya-tarihsel bir vaka olarak ilan etti. 2 Aralık’ta (1 Kasım 2015 olarak okuyalım b.n) Şubat devrimi hilebaz bir oyuncunun el çabukluğu marifetiyle ortadan kaldırılıverdi, şimdi yıkılmış görünen monarşi değil, yüzlerce yıllık mücadeleler sonucunda monarşiden koparılmış olan liberal tavizlerdir. Toplumun yeni bir içeriği fethetmesi yerine şimdi devlet eski biçimine, kılıçla cübbenin (yerli ve milli b.n) utanmazca basit iktidarına geri dönmüş görünüyor” (Marks, 2010: 34)

Ancak sosyalist bir siyasi sistem devrime öncülük eden mutlak iradenin otoritesi altında sürdürülemez. Bu partinin sınıfın tümünü temsili söz konusu olamaz. Birincisi, epistemolojik olarak bir politik aktörün, “sınıfın çıkarını” her daim dakik olarak “bilebilmesi” mümkün değildir. İkincisi, ezilenler yekpare, monolitik bir aktör değildir. Ezilenlerin farklı öbeklerinin farklı çıkarlara sahip olması tamamen eşyanın doğası gereğidir. Dolayısıyla bu farklılıkların bir ortak kararda kendisini ifade edebilmesi bir tür ezilenler arası müzakereyi gerektirir. Burjuva parlamentarizmi nasıl burjuvazinin farklı kanatlarını iktidar bloğuna eklemlemek, egemen sınıf içi çatışmaları ölümcül bir çatışmaya yol açmadan çözmek gibi bir rol oynuyorsa işçi sınıfı iktidarının da benzer bir fonksiyona sahip olabilmesi gerekir. Böylesi bir müzakere mekanizmasının yaratılamaması, hem ezilen kitleleri düzenden yabancılaştırır hem de iktidardaki partinin bürokratikleşmesine yol açar. Lenin’in “demokrasi ama hangi sınıf için” sorusu bu anlamda gereğinden fazla genelleştirilirse anlamsız noktalara varması kaçınılmazdır. Aynı soru, “sosyalizm ama ezilenlerin hangi öbeği için” sorusunu da gündeme getirir. “Reel sosyalizmin korkunç deneyimlerinden sonra, bu mantıktaki kusurun nerede yattığı artık tamamen ortada değil midir? İlk olarak nesnel bir yapılanmayı, kişilerin eylemlerinden doğan ‘nesnel’ sonuçların tamamıyla baştan belirlendiği kapalı ve tamamen bağlamsallaşmış bir duruma indirger (“niyetin ne olursa olsun, yaptıkların bugün nesnel açıdan şuna hizmet eder”): ikincisi bu tür ifadelerin ileri sürdüğü tutum eylemlerinizin ‘nesnel anlamlarına’ karar verme hakkını gasp eder, dolayısıyla onların sözde ‘objektivizmi’ ( “nesnel anlama” odaklanma) tam karşıtının tezahür etme biçimidir ve düpedüz sübjektivizmdir:  Eylemlerinin nesnel açıdan ne anlama geldiğine karar veririm, çünkü durumun bağlamını belirleyen benim.” (Zizek, 2017: 34)

Bir devrimci parti iktidarını paylaşabilir mi? Bu sorunun cevabı bugün için neden çok acildir? Çünkü tarihin kritik bir kırılma anındayız, muhtemelen devrimci momentlere hiç de uzak değiliz, ancak komünizm gerçekçi, tarihinin özeleştirisini de veren bir siyasi model ortaya koyamazsa bir süredir olduğu gibi bu momentlerde hegemonik bir rol oynayamaz. 20. Yüzyıl sosyalizminin insanlığın ileriye doğru büyük bir adım olmasına rağmen bugün cazibesini ezilen kitleler nezdinde yitirmiş olması büyük oranda buradaki eksiklikten kaynaklanıyor. Buradaki eksiklik, ne doğrudan demokrasiye ne konseyci komünizme, aşırı yataylığa, özyönetimlere gereksiz methiyeler düzülerek aşılabilir ne de hiçbir sorun yaşanmamış gibi yaparak üstü örtülebilir. Bugün elimizdeki olanaklarla ortaya çok kapsamlı bir model koyamayabiliriz. Ancak tarihimizle burjuva liberalizmine savrulmadan hesaplaşabilmek önümüzü açacaktır.

“Diktatörlüğün en tepe noktasında, farklı unsurlar arasında bir denge kurmak, (hiç de alakasız olmayan bir karşılaştırmayla) demokratik rejimlerdeki güçler ayrılığıyla aynı işlevi yerine getirecek karşılıklı bir denetim sistemi oluşturmaktır… Merkezi Denetim Komisyonu diğer kurumlar nezdinde önemli bir konumda olacak, bağımsızlığı Politbüro, buna bağlı idari organlar ve Merkez Komite’nin aracılığı olmaksızın doğrudan Parti Kongresi tarafından temin altına alınacaktır.” (Lewin, 1992: 109)

Savaş komünizmi sonrasında Lenin “farklı unsurlar arasında bir denge kurmak” üzerine düşünüyordu.   Ancak bunu partinin iktidarını paylaşmadan başarmayı, partinin içindeki organları birbirine göre bağımsızlaştırarak gerçekleştirmeyi tartışıyordu. Oysa gerçek bir sosyalist demokrasi parti ile ezilenlerin diğer örgütleri arasında bir güç paylaşımının sağlanması ile mümkün olabilirdi. Devletin açık politik tartışmaya açılması gerekiyordu. Parti ile ezilenlerin özyönetim aygıtları arasında bir kontrol denge mekanizmasının kurulması, dolayısıyla iktidarın kısmen partinin dışına taşması gerekiyordu. Sosyalist siyasal sistem, insanın insanı sömürmesi anlamına gelen kapitalizmin, özel mülkiyetin restorasyonunu savunmayan tüm halk örgütlerinin katılımına açılması gerekiyordu. Kurucu Meclis seçimlerinde Sosyalist Devrimcilerin çoğunluğu kazanması partide toplum içinde azınlığın desteğine sahip olduğu fikrini pekiştirmişti. Sosyalizme ikna olmayan partilerin politik alandan dışlanması bütünüyle rasyonelken, ezilenlerin farklı kesimlerinin açık politik temsiliyetinin engellenmesi anlaşılır değildir. Bugünden bakıldığında bunun gerçekleşmemiş olmasını sadece koşulların zorluğu ile açıklamak artık fazlasıyla naif kalıyor, partinin iradesiyle sınıfın iradesinin özdeş olduğu kabulü üzerine kurulan devlet her açıdan tıkandı. Lenin’in düşündüğü tarzda parti içindeki organların birbirini denetleyebilmesi de verimli olmadı.  Mao, Sovyetler’de yaşanan bu zaafı fark ettiği için partinin bürokratikleşmesi karşısında tutum almaya çalıştı. Ancak bunu kurumsallaşmış bir biçimde değil de Kültür Devrimi, Kızıl muhafızların kızıl terörü ile gerçekleştirmeye çalışınca iç savaşın eşiğine dayanan çatışmayı ordunun yardımıyla kendi elleriyle ezdi, Şanghay’daki işçi komünü dahi bu düzetmenin kurbanı oldu. Başarılması gereken çelişkilerin politik rekabet ve müzakere yoluyla çözülebileceği bir sosyalist kamusal alan yaratılabilmesiydi. Zizek, Ekim ayında kaybettiğimiz ve Chavez’in 21. Yüzyıl sosyalizminin teorisyeni olarak selamladığı İstvan Meszaros’un konuyla ilgili görüşlerini şöyle aktarıyor: “Lenin devletin ‘ekonomik altyapısı’ içinde onun temel faktörü olarak oynadığı rolü göz önüne almayı unutmuştu. Bu ihmal, toplumsal denetim mekanizmalarından kurtulmuş zorba bir devletin büyümesini engellemediği gibi, devletin sınırsız gücüne geniş bir alan açtı: Devletin sadece kendi dışındaki toplumsal sınıfları değil, kendisini de temsil ettiği gerçeğini kabul ettiğimizde, kimin devletin gücünü sınırlayacağı sorusunu sorabiliriz.” (Zizek, 2017: 71) Gerçekten de 21. Yüzyıl sosyalizminin cevabını bulacağı en temel soru budur. Bu sorunun cevabının bulunması komünizm davasını kitleler nezdinde yeniden uğruna büyük bedeller ödemeyi hak eden, Gramsci’nin deyimiyle bir “somutlaşmış fantezi” haline getirebilir (Hetland, 2015 :124) Dünya büyük altüst oluşlara yönelirken Marksizmi bir kez daha ezilenlerin anti faşist mücadelesinin, dünyayı değiştirme hamlesinin nirengi noktası haline getireceksek bunu başarmak zorundayız. Ezilenler adına konuşan ancak ezilenler tarafından sahiplenilmeyen bir akademik bilgi yığınına değil uğruna milyonların ölüme yürüyebileceği bir meşaleye ihtiyacımız var. “Marks’ın 11. Tezi böyle (yeniden) okunmalıdır: Marksist teoriyi sınayan şey, seslendiği kesimlerde (proletarya) açığa çıkardığı hakikat etkisinde, onları devrimci öznelere dönüştürmesinde yatmaktadır” (Zizek, 2017: 27).

Kaynakça

Allison, G. T. (2017) Destined For War – Can America and China Escape Thucydides’s Trap?, Boston:  Houghton Mifflin Harcourt

Arendt, H. (2012) Devrim Üzerine, çev: O. E. Kara, İstanbul: İletişim

Çulhaoğlu, M. (2017), “Sovyet deneyiminden siyaset dersleri”, Komünist, s. 55-62

Davidson, A. (1974) “Gramsci and Lenin, 1917-1922”, Socialist Register

Fernbach, D. (2008) Siyasal Marx, çev: M. Akad, İstanbul: Daktylos

Hetland, G. (2015) “Emergent Socialist Hegemony in Bolivarian Venezuela: The Role of the Party” S.J. Spronk ve J.R.Webber (eds.) Crisis and Contradiction- Marxist Perspectives on Latin America in the Global Political Economy, Boston: Brill

İsaev, A. (2018) “Çin’in gizemli çekiciliği hakkında 1: Çin Afrika’ya nasıl uzandı?”, Gazete Duvar, https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2018/01/26/cinin-gizemli-cekiciligi-hakkinda-1/

Kürkçü, E. (2017) Ekim Devrimi Tartışmaları, 2009-2011 içinde İstanbul: Köz Yayınları

Lenin, V. (2017), “11. RKP (B) Kongresi’ne sunulan 27 Mart 1922 tarihli Merkez Komitesi Politik Raporu”, Lenin 2017 içinde

Lewin, M. (1992) Lenin’in Son Mücadelesi, çev: S. Öngider, İstanbul: Mer

Marx, K. (1979) Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, çev: S. Belli, Ankara: Sol

Marx, K. (2010) Louis Bonaparte’ın On Sekiz Brumaire’i, çev: Tanıl Bora, İstanbul: İletişim

Marx, K.- Engels, F. (1997) Komünist Manifesto, Ankara: Sol

Negri, T. (2015) “From the refusal of labor to the seizure of power”, ROAR online dergi, https://roarmag.org/essays/negri-interview-multitude-metropolis/

Paxton, R. O. (2014) Faşizmin Anatomisi, çev: H.Atay-H.D.Atay, İstanbul: İletişim

Skocpol, T. (2004) Devletler ve Toplumsal Devrimler, Fransa, Rusya ve Çin’in Karşılaştırmalı Bir Çözümlemesi, çev: S. E. Türközü, Ankara: İmge

Tocqueville, A. de (2004) Eski Rejim ve Devrim, çev: T. Ilgaz, Ankara, İmge.

World Inequality Lab (2018) “World Inequality Report 2018”

Yıldırım, K. (2017) “Liberal otoriteryan legalizme karşı ‘hukukun üstünlüğü’ mü?”, Birgün Pazar

Zizek, S. (2017) Lenin 2017, çev: A. E. Pilgir, İstanbul: Ayrıntı

 

[1] Abdullah Öcalan tarafından, Bookchin’den etkilenerek geliştirilen özyönetimci demokratik modernite tezlerinde de burada bahsedilen ütopik öğe fazlasıyla mevcuttur.

[2] Son dönemde gözlerin yaşanan olaydan “derin sınıfsal gerçeklere çevrilmesi” yönündeki yeterince iyi desteklenmemiş, dogmatizme meyilli çağrılara daha çok Kansu Yıldırım ve Foti Benlisoy’un yazılarında denk geliyoruz. “Mevcut iktidara olmadık güçler atfetmek pek revaçta olduğundan alaturka Bonapartist girişimin savaş yoluyla bir “düzeltilmiş baskıya” ihtiyacı olması garipsenebilir”. (Benlisoy, 2017) “AKP iktidarında ‘hukukun üstünlüğü’ ilkesi ortadan kalkmamış, aksine iktidar bloğunun güncel ihtiyaçlarına göre yeniden formatlanmıştır… Hakim toplumsal üretim ilişkileri değişmedikçe, en önemlisi toplumsal üretim ilişkileri üzerindeki özel mülkiyete son verilmedikçe hukuk da sömürülen sınıflara armağan değil kırıntılar sunacaktır.” (Yıldırım, 2017)