Devrimci Hareketin Açmazları Ve Çıkış Yolları Tartışmasına Dair* Bahar Ekinci
Devrimci harekette kriz 3. Dönem stratejisini ortaya koyduğumuz günden bugüne aşılabilmiş değil. Belki de içinde yaşarken krizli gidişi olağan görmeye başladık.
3. Dönem stratejisini ortaya koyduğumuz 90’lı yılların ilk yarısında devrimci hareket ciddi bir kriz yaşıyordu (biz de dahil). Bazı yapılar bölünüyor, bazıları tamamen legalize oluyor, hatta bazı yapılar tamamen yok oluyordu.
O dönemde dile getirdiğimiz gibi asıl mesele objektif koşularda açığa çıkan muazzam değişime ayak uyduramamakta daha doğrusu koşulları kavrayamamakta yatıyordu.
Hatırlayalım: 90 yılında reel sosyalizm büyük bir gürültüyle yıkılmıştı. Kapitalistlerin bayram ettiği geniş emekçi halkların ise büyük bir moral yitim yaşadığı yıllar kapısını aralamıştı. Sosyalizmin yıkılışına Marksist çevrelerden verilen tepkiler de pek iç açıcı değildi. Bir kesim zaten sosyalizm ütopyaydı deyip işin içinden çıktı. Dogmatik bir kesim de teori doğruydu pratikte uygulayanlar problemliydi, diyerek kolaycılığa kaçtılar.
Sosyalizmi tekrar ütopya dağlarının ardına atanlar liberal duruşlarına, konformist yaşamlarına kafaları rahat tatlı tatlı dalabildiler.
Pratisyenlere fatura kesenlerin ise işi daha “zordu”. Pratikte sosyalizmi “doğruca” uygulama iddiası bu hareketlerin önünde önemli bir sorundu. Ama onlar için de belki de liberallerin içinde olduğu duruma tersinden ulaşma gibi bir sorun vardı. “Gelecekte” kuracağımız sosyalizme kadar var olan sorunlar erteleniyordu. “İktidarı alınca” nasıl olsa çözeceğiz denilen meseleler aslında sosyalizmin güncel sorunlarıydı. Kadın sorunu, kimlik sorunu (Kürt sorunu), ekoloji vb iktidarı alınca çözülecekti, o zamana kadar tek yapmamız gereken emekçilere sosyalizm propagandası yapmaktı. Güncel-acil denen meseleler bizi ana hedefimizden saptırmamalıydı. Bu mantıkla da aslında sosyalizm Kaf Dağı’nın ardına atılıyordu. Çok uzaktı, hatta oraya nasıl gideceğimizi bir türlü bulamıyorduk.
Reel sosyalizmin yıkılışının dünya emekçi halkları için anlamı ne yazık ki geleceksizlik ve ufuksuzluk oldu. Post modernizm, dünyanın her yerinde “anı yaşayın” sloganıyla ezilenlerin örgütlü hareket etme ve geleceğini kurma iradesini elinden almanın felsefesini üretti ve yaygınlaştırdı.
Reel sosyalizmin yıkılışıyla teori alanında tam bir kısırlık yaşandı. Sosyalizmin uygulanamaz bir “ütopya” olduğunu söyleyenlerle sosyalizmin pratisyenlerinin tek sorumlu olduğunu söyleyenlerin arasındaki skalada farklı yaklaşımlar gelişti. Asıl olarak iktidar kavramını tartıştıran Post-Marksistler en çok itibar görenler oldu.
Sosyalizmin yıkılışının ardından bizim yaklaşımımız bahsedilen iki yaklaşımdan da uzak oldu. Sosyalizmin özellikle 70 yıllık pratiğinin son elli yılında teorisi ile pratiği arasındaki bağ koptu. Özellikle SSCB’de Kirov suikastının ardından yaşanan süreç ve 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı gerçeği Komünist Parti’nin her türlü eleştiriyi bir saldırı olarak ele alması ve savaş koşullarında yaşanan ciddi öz savunma bilinci bürokratikleşmeyi kangrenleştirdi. Ama asıl sorunu devrim sürecinde üretici güçlerin gelişginliği ve üretimi toplum için yapan ve planlayan sınıfın yaratılmasında yaşanan çıkmazlar olduğunu tespit ettik. Özellikle 17 Bolşevik Devrimi’nin feodalizmle kapitalizmin gerilimlerinden ve savaş koşullarından yol bularak gerçekleşmesinin kapitalizmin kendi iç gerilimiyle gerçekleşmesi beklenen devrime göre yapılan “hazırlıkların” “üretimin planlanması” vb konuların tekrar gözden geçirilmesini gerektiriyordu. Mesela, NEP dönemi bunun yapıldığı bir dönemdi.
Sosyalizmin teorisi ile pratiğinin bağının kopmasının bedeli reel sosyalizmin çöküşü oldu.
Reel sosyalizmin çöküşünün yarattığı ideolojik tahribata teori ve pratikte yeterince güçlü cevap üretememek dünya devrimci hareketinin önünde hala önemli bir sorun olarak durmaktadır.
Günümüzde devrimin kapitalizmin iç gerilimlerinden örgütleneceği gerçeğiyle ezberci yaklaşımlara mesafeli olmak gerekiyordu. Örneğin demokratik halk devriminin işçi-köylü ittifakıyla gerçekleşeceği stratejisi kapitalizmin feodalizmle tam hesaplaşamadığı toprağa dayalı üretimin azımsanmayacak bir seviyede olduğu ve geniş yoksul köylülerin toprak talebinin öne çıktığı zamanlarda ve yerlerde geçerliydi. Ülkemizde köylü nüfusun 1950’lerde %70’lerde olduğu (Bunun içinde Kürdistan’da var. O mesele de köylücü hareketlerin stratejisi açısından başından beri sıkıntılıdır.) bu rakamın günümüzde %30’lara düştüğü gerçeği ışığında baktığımızda köylü nüfusun kentin varoşlarında yarı işsiz-güvencesiz kesimi oluşturduğunu, işçi-köylü ittifakının varoşlardaki güvencesizlerle güvenceli işçiler arasında kurulacağını söylüyoruz. Bu gerçeklikle baktığımızda zamanında bile ciddi sorunlar (Kürdistan gerçeğine bakış, işçi sınıfının varlığını bakamama (!) gibi) barındıran köylü merkezli stratejiler günümüzde daha ciddi sorunlarla yüz yüzedir.
(Burada SMF’nin yaptığı stratejik değişikliklere değinmek gerekir. SMF kapitalizmin varlığını kabul noktasında önemli bir adım atsa da Kürdistan gerçeğini kavrayışlarında değişiklik olmadığı gibi kapitalizmi tanımlama noktasında sıkıntılarının sürdüğünü şu cümlede net bir biçimde görebiliriz: Emperyalist dünyanın bir parçası olan “Türkiye/Kuzey Kürdistan’da, yarı sömürge komprador tekelci kapitalist sosyo-ekonomik yapı hüküm sürmektedir.” http://www.sosyalistmeclisler.org/smf-programi/)
Strateji Yenilikleri (3. Dönem, 21. Yy sosyalizmi vs)
Biz bu süreçte 3. Dönem Stratejisi adıyla stratejik değişikliğe gittik. Bu değişikliğin ana gerekçesi başta kapitalizmin yapısal dönüşümüyle objektif koşularda açığa çıkan değişikliklerdi. Özellikle sermayenin üretimi planlama ve işgücü istihdamında yarattığı gerilim, kalıcı işsizlik, güvencesizlik gibi nedenlerle devrimin öncü gücünün yapısında açığa çıkan değişim önemli bir etkendi. Sınıfın parçalanması, işsiz işçiliğin kalıcılaşması, dışlanmışların ciddi bir kesimi oluşturması devrimin öncü gücünü nerede ve hangi araçlarla örgütleyeceğiz sorusunu açığa çıkarıyordu.
Bu soruna cevabımız sistem dışına itilen, varoşlarda yaşayan geniş güvencesiz kitlelerin devrimin vurucu gücü olarak örgütlenmesi, üretimin planlanmasında işçi sınıfının öncü rol üstlenmesiyle ve ikili iktidar odakları oluşturarak üretim alanından, paylaşıma, adalete, ekonomiye sosyalizmin nüvelerini kapitalizmin içinde inşaa etmeye başlamaktı.
Bizim açımızdan varoş çalışması ciddi deneyleri biriktirdiğimiz bir süreç olmuştur. Ancak güvencesizlerin örgütlenmelerinin zenginleştirilmesi ve kalıcılaştırılması, işçi sınıfının örgütlenmesinde nitelik olarak üretimi planlayan seviyenin açığa çıkarılması ve sınıfın içi ittifakının oluşturulması iddiasının henüz çok gerisindeyiz.
96’dan 2000’li yılların ortasına kadar neredeyse on yıllık bir pratikle Dayanışmaevleri, Sokak sendikası, meclisler ve adalet mekanizmasının önemli bir dinamiği olarak Direnişçi Gençlik taktikleriyle azımsanmayacak bir pratik sergiledik.
Bu arada başta Venezuella olmak üzere Latin Amerika ülkelerinde yaşanan ikili iktidar deneyleri bizi epey heyecanlandırdı. Bu deneyimleri gidip yerinde görerek de 21. yüzyıl sosyalizminin pratik uygulanışına şahitlik ettik.
Ancak gerek teori ve pratik alanında kendi sınırlarımız gerek 21. yüzyıl sosyalizminin başta Venezuella’da yaşadığı kriz yolumuzu açma, yaşanan tıkanıklıkları aşma ve 3. Dönem Stratejisi’ni ilerletme açısından önümüzde engel olarak durmaktadır.
2000 Yılların İlk Yarısının Dayanılmaz Hafifliği
2000’li yıllar Türkiye siyasi tarihinde özel olarak üzerinde durmamız gereken yıllardır.
AB süreci diye nitelendirdiğimiz özellikle 2007 1 Mayıs Taksim zorlamalarına kadar olan süreç liberalizmin ve postmodernizmin hakim ideoloji olduğu yıllardır. AKP’nin iktidara geldiği ilk yıllarda vesayete karşı yaklaşımları, AB sürecinin görece hızlanması mücadele alanında sivil toplumcu yaklaşımın güçlenmesi, sınıf eksenli mücadelenin yerini kimlik eksenli mücadeleye bırakışı belirleyici oldu. Neredeyse her gün basın açıklamasından basın açıklamasına koşan devrimci siyasetlerde bu dönem ciddi ideolojik deformasyonlar yaşandı. Bu dönemde örgütlenen devrimci kadrolar neredeyse hiç gözaltı deneyimi yaşamadan şekillendi.
Aslında AKP bu dönemde vesayete karşı “demokrat” görüntüsü altında neoliberal politikaları uygularken sağ popülist politikalar ve İslam ideolojisiyle de geniş kitleleri kendine “bağlıyordu”. Ve biz sosyalistlerin bu süreçte “kafası çok karışıktı”. Bir yanda yetmez ama evetçiler Türkiye’nin AB sürecinde AKP iktidarıyla demokratikleşeceği rüyasını görüyordu. Bir kesim AKP’nin İslam ideolojisine karşı laikliği savunayım derken CHP zeminine düşüyordu. Bizler de “Ne darbe ne şeriat” diyerek 3. Seçeneği örgütlemeye çalışıyorduk. Ama parçalı ve zayıftık.
Bu zaman diliminin başında Aralık 2000’de yaşanan cezaevi operasyonu ve ölüm orucu süreci devrimci hareketin iradesinin kırılmasında önemli bir basamak olmuştur. Önemli mevzilerimizden biri “Hayata Dönüş” operasyonuyla elimizden alınmakla kalmamış devletin bu önemli saldırısına taktik esneklikle yaklaşılamadığı için süreç büyük bir moral yitime yol açmıştır. Devrimci hareket bu operasyonun yarattığı yıkımı ele alıp dersler çıkaracağına birbirine saldırarak içinde bulunduğu krizde daha da diplere yuvarlanmıştır.
Bu dönemde Kürt Hareketi’nin yaşadığı stratejik dönüşü ele almazsak tablo çok eksikli olur. Kürt Hareketi’nin önderi Abdullah Öcalan’ın 1999 yılında uluslar arası bir komplo ile yakalamasıyla Kürt Hareketi önemli bir kavşağa geldi. Daha doğrusu öncesinde başlayan süreç belirginleşmişti. 90’lı yıllarda yaşanan topyekün savaş ve bu yılların başında reel sosyalizmin çöküşüyle hareket kritik evrelerden geçti. Bayrağından orak-çekicin çıkarılmasıyla başlayan süreç 1999 yılında stratejik dönüşle noktalandı. Demokratik Cumhuriyet kavramı ile birleşik-bağımsız-sosyalist Kürdistan’dan geri dönüş yaşandı. Bağımsızlık yerine, demokratik Türkiye içinde eşit yurttaşlık savunusu öne çıkartıldı. Ateşkes ilan edildi ve gerilla güçlerinin sınır dışına çekilme kararı verildi. Geri çekilme yaşanırken Kürt Hareketi büyük kayıp verdi, 500 kadar üst düzey yönetici katledildi. Mücadele talepleri anayasa değişikliği, anayasal vatandaşlık, ana dilde eğitim, demokratik özerklik, siyasi genel af şekline büründü.
Yaşanan uzun süreli ateşkes ve beklentilerin karşılanmamasıyla hareket 2005 yılında ciddi bir krize girdi. Osman Öcalan’ın öncülüğünde bir grup hareketi Amerikancı çizgiye çekmek istedi. Ancak başarılı olamadı. Uzun ve sancılı bir hesaplaşmanın ardından O. Öcalan çizgisi tasfiye edildi.
1999’dan 2005 yılına kadar Kürt Hareketi’nin yaşadıkları sadece Kürt siyasetini etkilemedi. 80 darbesinin ardından 84 atılımıyla Türkiye Devrimci Hareketi’ne de moral veren bir hareketin yaşadıkları bizleri de yakından etkiledi. AB sürecinde liberal siyasetin ön aldığı yıllarda bir de Kürt Hareketi’nin yaşadığı stratejik dönüş ve kriz bu coğrafyada moral değerlerde ve devrimci iradede ciddi bir kırılma yarattı.
Gezi’ye Giderken
2000’li yılların ilk yarısında yaşanan liberal-sivil toplumcu ama geniş kitlelerin desteğinden yoksun mücadele yıllarının kırılma noktası 2007 başında yaşanan Hrant Dink’in cenaze töreni oldu. Yüz bini aşkın bir kitlenin katılımıyla gerçekleşen yürüyüş ve cenaze töreni toplumda içten içe bir kaynama olduğunun göstergesiydi.
Aynı yılın 1 Mayıs’ında ciddi bir kitlesellikle Taksim’in zorlanması ve katılımın gençlik, taleplerin özgürlük ağırlıklı olması Gezi’nin işaretlerini veriyordu.
AKP hükümetinin devletleşme sürecinde ideolojik olarak İslamlaşmaya verdiği hızla “dindar nesil” çıkışı, iktidar ortağı Gülen cemaatinin şifre skandalı, yaşam biçimlerine müdahaleler geniş kitlelerde ciddi kaygılarla özgürlük talebinin öne çıkmasına neden oldu.
Aslında aynı yıllarda neoliberal politikalarla yoksullaşma, işsizlik, güvencesiz çalışma ciddi oranda artmasına rağmen AKP sağ popülist politikalarla yoksulların içinde rıza üretmeye devam edebildi. Bu durum da öfkenin sınıfsal fay hattından çok özgürlükler alanında birikmesine neden oldu.
Gezi Direnişi’ne doğru gelirken 1 Mayıs Taksim zorlamaları önemli işaret fişekleridir. 2007-8 ve 2009’da zorlamalarda ciddi bir kararlılık ve kitleselliğin açığa çıkmasıyla 2010-11 ve 12’de 1 Mayıs yasal olarak Taksim’de yapılabildi. Hatta 2012 1 Mayıs’ında bir milyon kişinin Taksim’e çıkması AKP’ye önemli bir “uyarı” oldu. “Liberalizmi terk eden” AKP 2013’de tekrar Taksim’i yasaklayarak devletleşme sürecinde ayak bağı istemediğini ortaya koydu.
2013’te 1 Mayıs’ın tekrar yasaklanmasıyla Taksim zorlamaları tekrar kitlesel şekilde yapıldı. 1 Mayıs’ın üzerinden 1 ay geçmeden Gezi Direnişi patlak verdi. Bu ülkenin görmediği muazzamlıktaki halk isyanının ana gündemi yine özgürlüktü. Gezi Direnişi’nde biz nerdeydik dersek. En önde barikatlarda ama kitlenin ruh halini yakalamaya çalışma ve örgütleme konusunda pek de önde değil. Devrimci hareket 2000’li yılların ilk yarısının rehavetini üzerinden atamamıştı henüz. Bu yıllarda örgütlenenler direnişlerin kuşağı değildi, daha eskiler de direnişlerin yenilgiyle sonuçlandığına defalarca şahitlik etmişlerdi. Daha genç kuşaklar ise (şifre eylemleriyle sokağa çıkan liseliler vs) daha çok tazeydiler ve maalesef ki önceki kuşaklardan tarih bilincini devralamamışlar ama tarihi kendinden başlatma hastalığını olduğu gibi almışlardı.
Gezi Direnişi bu ülkenin en onurlu direnişiydi. Ancak devrimci hareket açısından geriye ne kaldı diye baktığımızda direnişin boyutuyla çok orantısız bir tablo görürüz.
Ne ciddi bir kadro akışı ne stratejik yenilik ne de örgütlenme taktiği olarak bir ilişkilenme olamadı. Gezi’de sokakları kuşatan gençlik çok renkliydi, cesurdu ama devrimci değildi. Devrimci hareketten uzak, sosyalizme inanmayan, ömür boyu çilekeş bir devrimciliğe mesafeliydi. Tabi ki bu tespitleri bir kuşağı mahkum etmek için değil devrimci hareketin Gezi gençliğinden ne kadar uzak olduğunu anlatmak için yapılıyor.
Latin Amerika’da da 21. yüzyıl sosyalizmi yolunda ilerleyen halklar eski devrimci örgütlere mesafeli ancak orada yeni hareketler kendi yolunu açma ve ilerleme konusunda epey yol alırken sosyalizm meselesiyle de hesaplaşmaya çalışıyorlar. Mücadelelerini kalıcı örgütlerle garanti altına alma konusunda ciddi bir bilinçleri var.
Gezi Direnişi’yle kalıcı örgütlenmeler yaratamasak da 2014 Cumhurbaşkanlığı seçiminde Selahattin Demirtaş’ın %10’a çok yakın bir oy almasıyla ve bu sonucun ortaya çıkmasında etkili olan ateşkes sürecinin de katkısıyla HDP’nin siyasette öne çıkacağı yıllar başlıyordu.
7 Haziran’da HDP’nin %13 oy alıp 80 vekil çıkarması sistemin bütün ayarlarını bozdu. Halkların mücadelesinin buluşmasının cisimleştiği kurum olarak HDP bu tarihten sonra AKP-Saray rejiminin en büyük düşmanı olacaktı. 7 Haziran’ın sonuçlarının yok sayılması, savaş ilanıyla 1 Kasım seçimlerine gidilmesi ve seçim sonuçları HDP’yi sarssa da yıkamadı. Ancak savaş ilanı ve ardından gelişen demokratik özerklik mücadelesi HDP’nin siyaset yapma alanını epey daralttı.
Bizler açısından iki halkın mücadelesinin buluşma zemini olan HDP 7 Haziran’da estirdiği hava, elde ettiği başarı ve “Yeni Yaşam” programıyla aynı zamanda önemli bir siyasi varoluş-örgütlenme zemin olarak değerlendirilmek istendi. Ancak bitmeyen seçim girdabında ve Kürt Hareketi’nin ağırlıklı güç olma durumuna karşı bizim tarafın bir türlü büyüyememesi nedeniyle bu hedefin örgütlenme ayağı eksik kaldı. Aslında ilginç bir durumdu bu. 6 milyon oy alan ve bu oyların 1,7 milyonunu batıdan alan (bunların azımsanmayacak kısmı Kürt oyu olsa da) bir partinin sosyalist bileşenlerinin örgütlenme sorunları olması absürd bir durum olarak okunabilir. HDP’ye oy veren “Türkler”i sosyalistler neden örgütleyemiyordu? HDP’ye batıdan doğru verilen oyların programa mı yoksa stratejik olarak AKP’yi zayıflatmak için mi verildiği tartışması, meseleyi tam olarak netleştirmeye yetmiyor. Asıl mesele sosyalistlerin kendi programları ve taktikleriyle ne kadar kalıcı örgütlenmeleri olduğundaydı. Bir yönü de hangi programla kitlelere gittiğimizdeydi. “Yeni Yaşam” programının ne kadar anti-kapitalist olduğu HDP içindeki sosyalistlerin ne kadar güçlü olduğuyla doğrudan bağlantılıdır. Bir ittifak partisinde tabi ki gücün oranında programa etki edersin. Ama biz sosyalistler ortak bir tutum belirleyip en azından anti-kapitalist program önerilerimizi HDP’de içkinleştirilmesi mücadelesini bile veremedik.
Bu zaafımızdaki en önemli etken Kürt Hareketi’nin etki alanında olma durumudur. Bu durumun en önemli nedenlerinden biri Kobane Direnişi’yle başlayan süreç ve Rojava devriminin yarattığı dünya çapındaki etkidir. Hemen yanı başımızda yaşanan devrimin bizi de etki alanına alması kaçınılmazdı. Ancak ayrı programı ve stratejisi olan devrimci özneler tarafında bu devrimle ilişkilenme biçimi böyle mi olmalıydı meselesi tartışmalıdır. Devrim süreciyle ilişkide IŞİD gibi faşist çetelere karşı savunmada enternasyonalist dayanışma içinde olmak önemli bir görevdir. Ya da devrimci bir öznenin kendi hedefleri açısından belli yapılanmalarını inşa etmek için bu coğrafyada bulunması çok anlaşılır ve gereklidir. Tıpkı geçmişte 68 devrimci kuşağının Filistin Direnişi’yle ilişkilenme biçimi gibi. Ancak henüz devrimci hareketin örgütlenmesi çok zayıfken “birleşik devrim” tespitleri üzerinden neredeyse stratejik ayrılıkları yok sayarak aynılaşma ve Rojava Devrimi’ne desteği Rakka hamlesine katılmaya kadar götürmek maalesef devrimci hareketi büyütmediği gibi son günlerde Suriye’deki savaşta güçler dengesinin oturmaya başlamasıyla devrimci güçlerin bölgedeki varoluşu sorunlu hale geldi.
Türkiye devrimci hareketinin stratejik dağınıklık yaşadığı bu süreçte ne HDP gibi bir partideki olanaklar ne de Rojava Devrimi’nin moral gücü bizim büyümemize hizmet etmedi. Kürt Hareketi’nin merkezkaç etkisinde kendi hedeflerimizden uzaklaştık.
2014’den 2018’e 4 yıl boyunca yaşanan seçim süreci, sosyalistler açısından seçimlerin anlamı konusunda önemli bir deformasyon yarattı. “Parlamento burjuvazinin ahırıdır” sekterliğinde değiliz elbette hiç öyle de bakmadık. Ama sonuç itibari ile burjuva seçimler adı üstünde düzen içi mücadele alanıdır. (Hele 7 Haziran’dan sonra yaşadığımız seçimlerin faşizmin inşasına hizmet eden, rıza üreten anti demokratik ortamda yaşandığını da hatırlayalım…) Düzen içi mücadele alanları düzen dışı mücadele alanlarıyla ve geniş örgütlülüklerle kuşatılmazsa reformizme olmaya mahkumdur. 7 Haziran seçimlerinden bugüne yaşadığımız süreç bunu bize acı bir şekilde göstermektedir. O günden bugüne faşizmin inşasına şahitlik ediyoruz.
Tekrar etmekte sakınca görmüyorum HDP önemli bir mevzidir ve hala demokrasi mücadelesinde önemli bir misyonu vardır. Ama her şeyimiz değildir. Hele 24 Haziran seçimlerinden sonra geniş kitlelerde parlamenter düzene karşı ciddi bir güvensizlik oluşmuşken siyasetin akacağı farklı mecralara yığınak yapmak geleceği kazanmak için son derece önemlidir.
Kapitalizmin dünya çapında yaşadığı krizin ekonomik ve siyasal sonuçlarını daha net göreceğimiz fırtınalı bir sürece hazırlıklı olmalıyız. Kapitalizm ideolojik olarak geniş kitlelerde ciddi olarak güvensizlik ifade etmektedir. ABD’de yapılan bir araştırmada gençlerin %60’ı sisteme güvenmediğini ifade ediliyor. Fransa’da Sarı Yelekliler’in eylemleri sisteme ciddi bir öfkenin biriktiğini gösteriyor. Ancak kapitalizme güvenmeyen kitlelerin gözünü diktiği bir ufuk da yok. Sosyalizmin ideolojik olarak tekrar uygulanabilir bir proje olduğuna geniş kitleleri inandırmak zorundayız. Belki de bu sürece kendimizi inandırarak başlamalıyız. Sosyalizmin sorunlarını tartışma ve çıkış yolları bulma konusunda her zamankinden daha şanslıyız. Kapitalizmden kopan geniş kitleler mutlaka yollar arayacak. Üretim sorunlarına dair, tüketim meselesi ve ekolojinin tahribine dönük, daha yaşanılır bir dünyanın inşasına dönük yollar aranacak. Bu arayışlarda sosyalistlerin öncülük yapabilmesi yeniyi doğru kavraması ve duruş noktasında net olmasıyla orantılıdır.
Yeniyi kavramamız kadar geniş kitlelerin içinde bulunmamız yani örgütlenmemiz de yakıcı bir sorundur. Geniş kitlelerin içinde olmadan yeni mücadele dinamikleriyle buluşmadan yeniyi de inşa edemeyiz.
AKP-Saray rejiminin son hızla faşizmi inşa ettiği günlerden geçerken iktidarın daha önce en güçlü olduğu iki noktaya gözlerimizi dikmeliyiz. Ekonomi ve ideolojik alan.
İktidarına geniş yoksul kesimlerde rıza üretirken ekonomik alanda gerek patronaj ilişkilerini gerekse de sosyal yardımları çok iyi değerlendiren rejim bir sınıra gelip dayanmıştır. Ötelenen ama başa çıkılamayan ekonomik krizin geniş kitlelerde yansımasının ne boyutta olacağını tam kestiremiyoruz. Ama iktidarın daha önce en güçlü olan bu yanının en zayıf yönü olmaya aday olduğu ortadadır. Bu noktada sınıfla temasın artırılması son derece önemlidir. Ayrıca sınıfın önünde tıkaç olan düzen içi sendikal anlayışla hesaplaşmak ve sınıf mücadelesinin akacağı farklı kanallar bulmak da önemli bir görev olarak önümüzde durmaktadır. Bu noktada tarihsel deneyimlerimizi ve son 20 yıldır güvencesizleri örgütleme çabalarımızı önemli bir avantaja çevirebiliriz.
Bu pespaye rejimin en güçlü noktalarından biri de İslam’ı ideolojik olarak kendine çok iyi zırh edinebilmesiydi. Ekonomik olarak tuttuğu kesimleri bu ideolojiyle manevi olarak da kendine bağlı tuttu. Yani hem maddi hem manevi dünyada kitleleri örgütleyebildi. Ancak her iki noktada da sınırlarına gelip dayanmış durumda. AKP tabanındaki gençlerde Siyasal İslam’a mesafe artıyor. İktidarın ikiyüzlülüğü kör göze batar hale gelince gençler arasında Deizm inancı yayılıyor. Faşizm kendi tabanında bile derin ideolojik kafa karışıklığı yaşarken ideolojik mücadele her zamankinden daha anlamlı ve örgütleyici olacaktır.