Değişen Dünya Dengeleri ve Türkiye* Mehmet Yılmazer

Son yaşanan Cemal Kaşıkçı olayı dünyanın rezilleşmesinin artan kanıtlarından birisi oldu. Koca koca devletler dünyanın gözü önünde oyun oynuyorlar. Herkesin elinde bir pazarlık kozu, kayıp cesedin ardından perde arkalarında didişiyorlar.

Öte yandan Amerikan Merkez Bankası 2008 krizinde piyasaya sürüp batamayacak kadar büyük finans kuruluşlarını suyun üstünde tutuktan sonra, piyasaya sürdüğü trilyonlarca doların bir kısmını yakarken, parasının değerini yükselterek dünya birikmiş sermayesini bir kez daha kendine çekiyor. Böylece üçüncü dünya ülkelerinin kanı çekilmiş oluyor.

Dünyanın yoksul kutbunda ise değişik bir gelişme var: Honduras’dan yola çıkan yoksullar ülkelerinin darbe sonrası yaşanmaz hale geldiğini söyleyerek Amerika’ya yürüyüşe geçtiler. Trump hemen “orduyu sınıra yığarım” tehdidini savurdu. 2008 krizi bir türlü atlatılamadı, üstelik yeni bir dalga bekleniyor. Dünyanın zirvelerinde bu duruma karşı bir hazırlık görünmüyor, ancak dünya yoksulları arasında kaynamanın yükseldiğine dair belirtiler var.

Dünya 2008 krizinden beri artan bir belirsizlik içinde ilerliyor. Üç yönden bakarak dünyanın nereye gittiğini kestirmeye çalışalım. Güçler dengesindeki değişimlerin yarattığı sancılar; ekonomik krizdeki durum ve dünyanın ideolojik görünüşü yaşanan belirsizliğin çerçevesini belirlemeye yarayabilir.

 * * * * * *

Dünyada yeni bir güç dengesi oluşmaktadır. Duvarın yıkılışından sonra ortaya çıkan güç dengesinde ABD “süper güç” konumundaydı. Ancak bu tablo Irak işgalinin bir batağa dönüşmesiyle değişmeye başladı ve 2008 kriziyle birlikte yeni güçlerin sahneye çıkmasıyla tablo 90’lı yıllara göre köklü değişimlere gebe hale geldi. Trump’la birlikte değişen dengelerin özellikleri daha da belirginleşiyor.

Günümüz güç kaymasının özelliklerden en önemlisi, ağırlığın Uzak Doğu’ya, Pasifik Bölgesi´ne kaymasıdır. Büyük güçler arasındaki bugünkü ilişkilere bakıldığında Çin ve Rusya’nın ilişkisi göze batan bir gelişmedir. Çin ekonomik büyüklük ve yüksek tekniği yakalamada oldukça hızlı bir gelişim gösteriyor. 1977-2011 arası Çin 25 kat büyümüştür. Hala dünyanın en hızlı büyüyen ekonomisidir. Yüksek teknikteki bazı zayıflıklarını 2023 ve 2035 programlarıyla aşmayı hedefliyor. Öte yandan, Rusya özellikle Sibirya üzerinden büyük bir enerji ve ham madde kaynağına sahiptir. Aynı zamanda Sovyetler Birliği döneminden kalma birikimiyle silah tekniğinde gelişkin bir seviyededir.

Çin ve Rusya’nın ilişkisi en başta ABD’yi ancak genel olarak diğer büyük güçlerin hepsini rahatsız etmektedir. Bu nedenle bu işbirliği sürekli bir tehdit altındadır.

Uzak Doğu’ya güç kayması yeni bir gelişmeye yol açmaktadır. Japonya, II. Dünya savaşı sonrası zorlandığı konumdan çıkma adımları atmaktadır. Bunun ABD desteği olmadan gerçekleşmesi mümkün değildir. Duvar yıkıldıktan sonra Tokyo kendi inisiyatifiyle böyle bir adıma kalkıştığında Washington tarafından engellenmişti. Çin “tehdidi” büyüdüğü için ABD artık Japonya’nın yolunu açma niyetindedir.

Diğer bir gelişme Hindistan’ın dünya güç tablosunda görünür hale gelmesidir. Birçok çelişkiyle yüklü olan Hindistan güçlü bir sanayiye ve dijital teknolojiye sahiptir.

Günümüzün diğer önemli özelliği ABD’nin güç kaybıdır. Bu nedenle Washington dünyada sürekli gerilimi yükseltme eğilimindedir. Irak işgalinden beri bu politika devam ediyor. Yeterince başarılı olmadığı için Obama yıllarında bu stratejiden vazgeçme adımları atan ABD, Trump ile yeniden saldırgan bir politika içine girmiştir. Bugüne kadar uluslararası ilişkilerle kurulan yapıyı bozma adımları atan Amerika, kendi çıkarlarını bunda görüyor. İran’la yapılan nükleer anlaşmadan çekildikten sonra şimdi de Rusya ile yapılan orta menzilli füze anlaşmasından çekilmeye hazırlanıyor. Bu, nükleer silahlanma yarışının yeniden başlatılması anlamına geliyor. ABD dünyayı en güçlü olduğu alanda rekabete zorluyor. Hem silahlanmada çok yüksek tekniğe sahip, hem de büyük bir bütçesi var. Dünyayı, özellikle Rusya ve Çin’i silahlanma yarışına çekebildiği takdirde bu ülkelerin kaynaklarının tükenmesine yol açarak kendi konumunu yeniden güçlendirmeyi amaçlıyor.

Bir diğer kutup AB, son yıllarda belirgin bir değişime girmiştir. 2008’deki kriz Avrupa’nın güneyini güçlü bir şekilde vurmuştur. Yunanistan, İspanya ve Portekiz ekonomileri dip noktalara gerilemiştir. Hala bu daralma devam ediyor. Ayrıca İtalya da adım adım benzer bir alın yazısına doğru ilerliyor. AB İtalya’nın 2019 bütçesini reddederek bir ilke imza attı. İtalya’daki “popülist” koalisyon Brüksel’e itiraz etti. Sürecin nasıl gelişeceğini göreceğiz. Çekişme Yunanistan’la yaşanana benzer bir noktaya gelirse bu AB içinde büyük bir kriz demektir.

Bu tabloya eklenmesi gereken bir şey daha var: Trump’ın AB’yi silahlanma için daha fazla harcama yapmaya zorlaması Atlantik’in iki yakasındaki gerilimi yükseltmiştir. Başta Almanya ve Fransa artık Avrupa’nın kendi başının çaresine bakma zamanının geldiğini vurguladılar. Irak işgali günlerinden beri gerilen Atlantik’in iki yakası arasındaki ilişkiler Trump Amerika’sıyla daha kötü noktalara ilerlemektedir.

Dünya güçler dengesi farklı kutuplara ayrıldıkça Avrupa’nın üzerinde çeşitli gerilim hatları oluşmaktadır. En bilineni Rusya ile ilişkisinde yaşanmaktadır. “Ukrayna sorunu” denen şey budur. Öte yandan, Çin’in Avrupa’daki yatırımları arttıkça dengelerde yavaş ama ilginç gelişmeler olmaktadır. Avrupa’daki yatırımları 2015 yılında 20 milyar Euro iken, 2016’da bu rakam 36 milyara çıkmıştır. 2017’de ise 30 milyar dolardır. (1)

Doğu Avrupa’nın AB ve NATO tarafından paylaşımının üzerinden yıllar geçti. Bugün bu paylaşımların muhasebesinin yapıldığı günlerden geçiyoruz. Örneğin, Çek Cumhuriyeti, Çin’in Avrupa’daki “batmayan uçak gemisi” olmak istemektedir. Macar Başbakan Orban, Alman işverenleri ile yaptığı bir toplantıda Orta Avrupa’nın ciddi altyapı sorunları olduğunu belirtmiş,“eğer AB mali destek sağlamazsa, Çin’e yöneleceğiz” tehdidini savurmuştur. (a.y. s:18)

Sonuç olarak, ne AB’nin çekirdeği ne de dış halkaları dünyada oluşan yeni güç gerilimlerinden uzakta kalabiliyor. Çin dünyanın her parçasına istikrarlı adımlarla yayılıyor. Bunun sonucu olarak yeni gerilim hatları oluşuyor.

Çin ve Rusya’nın dünya güçler dengesinde yukarı seviyelere çıkmaları, etkisini her tarafta göstermektedir. Ancak günümüzde I. Dünya Savaşı öncesi oluşan tarzda katı bir saflaşma henüz yoktur. Tam tersine saflaşmalar yumuşak ve geçirgendir. Bunun en tipik örneği uzun zaman olmayan Japonya ve Çin görüşmesidir. Üstelik görüşmekle kalmadılar para takası (swap) anlaşması imzalayarak dolara karşı bir pozisyon almış oldular. Dönemin özelliği her tarafa yayılan bir gerilim, Ortadoğu, Uzak Asya, Latin Amerika ve Afrika; ancak kutupların henüz keskinleşmediği, geçirgen güç ilişkileri.

* * * * * *

Güç savaşları, özellikle 2008 sonrası, aynı zamanda bir ekonomik kriz ortamında yaşanmaktadır. Aradan on yıl geçmesine rağmen kriz aşılamamıştır. Üstelik yeni kriz dalgasının gelişmekte olan pazarlardan (Arjantin, Brezilya, Türkiye) ve dünya ekonomisinin lokomotifi Çin’den gelebileceği üzerine beklentiler vardır.

Ne yapılacaktır?

Yaklaşan krize karşı kapitalist merkezlerin henüz ortak bir tavrı yoktur. The Ekonomist “Yaklaşan Durgunlaşma” sayısında özel dünya ekonomisi raporu hazırlamıştır. Raporun varmak istediği sonuç, bugüne kadar yaşananlardan farklı değildir.

“Bu çalışmanın sonucu, birincisi, mali teşviğin resesyonla mücadelede önemli bir araç olmasıdır.

Ve ikincisi, ekonomik yavaşlama süresince yapılan borçlanmaların maliyetinin daha önceleri tahmin edilenden anlamlı bir şekilde daha az olabileceğidir.” (2)

Kapitalizmin “yaklaşan durgunluk”a önerebileceği yeni bir çözüm yoktur. Mali teşvik, o günlerdeki adıyla “quantitative easing” ya da para basımından başka elinde bir aracı olamayan kapitalizm, ikide bir 1930’lardaki kötü dersleri hatırlatıyor. Bunlar “altına hücum” ve gümrük duvarlarının yükseltilmesidir. Bugün henüz yoğun bir altına hücum yoksa da belirgin bir dolardan kaçış vardır. Trump’ın başlattığı “gümrük savaşları” ise devam ediyor.

The Economist: “Bugün, küresel ekonomi için en büyük tehlike politiktir.” tespitini yapıyor. Çünkü “küreselleşmeden nefret eden bir adam yönetimdedir” diyerek Trump’ı işaret ediyor.

“Bilinmeyen şey, dünya liderlerinin jeopolitik yıkımı engellemek için acilen bir tutum almakta yeterince güvenli ve kararlı olup olmadıklarıdır.” (a.y. s.12)

Yıllardır kuralsızlaştırma, özelleştirme, merkez bankalarının bağımsızlığı gibi konularda nutuklar atan neoliberalizmin savunucularının bugün tehlikenin “politik” olduğunu itiraf etmeleri ilginçtir. 1980’li yıllarda kendi neoliberal hedeflerini dünyaya tek ekonomik doğru olarak dayatan Washington ve Londra, bütün bu yıllarda ekonomik kararlarla siyasal kararları serbest pazarın kutsallığı nedeniyle birbirinden ayırma aklını verip durdular. Ancak gün geldi kendilerini bir zamanlar dediklerinin tam tersini yapar durumda buldular.

Dün neoliberal ekonomi politikaların uygulanmasını dünyaya dayatan Amerika ve İngiltere böyle yaparak nasıl politik davrandıysa; şimdi de tersini yaparak politik davranıyorlar. Ekonomi ve ekonomik çıkarlar “teknik” bir konu değildir, sınıfların çıkarlarına ve güçlerine göre şekillenir. 1980’lerde ABD özgür dünyanın tartışmasız lideriydi, üstelik Duvar yıkıldıktan sonra rütbesi süper güce yükselmişti. Bu gücüyle dünya ekonomi politikasını belirlemekte güçlük çekmemişti.

Bugün kapitalist dünya 2008’de girdiği krizden çıkamazken ve aynı zamanda uyguladıkları ekonomi politika tıkandığı ve özellikle ABD ve İngiltere’nin artık çıkarlarına hizmet etmediği için yeni bir kararın eşiğine gelip dayanmıştır. Fakat bugün sorun ya da “en büyük tehlike” “politiktir”. Çünkü dünya kapitalist sistemini bu krizden çıkarmak için tek bir hedefe yönlendirecek ağırlıkta bir büyük güç yoktur. Güçlerin çıkarları aynı hedefte birleşmiyor. Aslında 80’li yıllarda da birleşmiyordu; ancak ABD’nin zoru dünya kapitalist sistemine bir yön verecek güçteydi. Bugün o güçte değildir. Üstelik yeni bir ekonomi politika belirginleşmemişken küreselleşmeden nefret eden Trump dünyaya yön vermeye çalışırken, zücaciyeci dükkânındaki fil gibi davranarak alışıldık dünya kurumlarını yıkıp dağıtıyor. Dünyanın geleceği, liderlerinin “yıkımı engellemek için yeterince kararlı davranıp” davranmayacaklarına bağlıdır. Sözün özü dünyanın geleceği büyük güçlerin ortak bir hedefte buluşup buluşamayacaklarına bağlıdır. Bu noktada gerçekten “tehlike” başlıyor; çünkü güç merkezleri ayrı hedeflere yöneliyorlar.

Bu durum yaşanmakta olan ve derinleşecek ekonomik krizin aşılmasını zorlaştırıyor. Herkes kendi çıkarları doğrultusunda çıkış arıyor. Merkezlerdeki “para bolluğu” dünyaya borsa spekülasyonu, özel kredi, tahvil alımı, özelleştirmeler yoluyla yayıldı; spekülasyon “türev ürünler” gibi saçmalıklara varınca büyük bir krizle çöktü.

Bu spekülasyon ağılıklı süreç dünyada yaşanırken ona paralel olarak başka bir süreç de işlemekteydi. Ucuz Çin malları dünyaya yayılmaya; sadece bu mallar değil yüksek teknik gerektiren İnformatik Çağının ürünleri de Çin’den hızla piyasalara akmaya başladı. Son dönemde ise büyük bir sermaye fazlasına sahip olan Çin, kendi çıkarlarını da dikkate alarak gelişmekte olan ülkelerde alt yapı inşaatları için yatırımlara yöneldi.

ABD ve İngiltere’nin başlattığı mali spekülasyon ağırlıklı sözde yatırımlar tıkanınca Çin’in rekabet gücüne sahip ürünlerinin pazarlarda yayılma alanı genişledi. Çin neredeyse yüksek teknoloji ürünü olan gelişkin devreler, yarı iletkenler gibi bazı alanlar dışında Amerika’nın hem iç pazarında hem de genel olarak dünyada kendi rakiplerini zorlamaya başladı. Tıkanan spekülasyon ve kaybedilen rekabet gücüyle zayıflayan Amerikan ekonomisi sonunda Trump liderliğinde gümrük savaşlarında karar kıldı.

İngiltere bir zamanlar dünyanın atölyesi iken “serbest ticaret” parolasını dilinden düşürmezdi. 19.yy sonu ve 20. yy başı rakipleri yükselince serbest rekabet parolası geri plana itilmekle kalmadı yükselen rekabet sonunda I. Dünya Savaşı’na gelip dayandı. Amerika’nın gidişi de farklı değildir.

Mali sermaye spekülasyonuna dayalı neoliberal sermaye birikim modeli çökmüş; yenisi henüz inşa edilememiştir. Güç parçalanması gerçeğinden dolayı da inşa edilmesi, yani bir büyük gücün dünya kapitalizmine rota vermesi artık imkânsızdır. Trump gümrük savaşlarıyla rakiplerinin gücünü düşürme ve pazar alanını daraltmayı hedefliyor. Daha önceki deneylerden bilindiği gibi, bu uygulama sadece geçici bir süre rakipleri etkileyebilir, rekabet gücüne sahip mallar eninde sonunda piyasada yerini alırlar. Bu gidişin yolu ancak zorla, savaşlarla kesilebilir.

 * * * * * *

Dünya, büyük güçler arası paylaşımın konusu olduğu zaman ideolojik temel de önem taşır. İdeolojinin, paylaşımın veya güç savaşının çıplak, bayağı gerçekliğini bir meşruiyet görüntüsü ile sarmalayan, aynı zamanda gücün yarattığı acıları yumuşatan, onun kullanımına kitleleri ikna eden bir rolü vardır.

Güç savaşlarının gittikçe yükseldiği ve bazı nitelik değişimlerine uğradığı bir dönemin içindeyiz. İdeoloji sorununa iki açıdan bakmak mümkündür. Genel olarak, kapitalizmin yapısal dönüşümü açısından; özel olarak ise, Duvar’ın yıkılışından sonra yaşanan ideolojik kaosun güç savaşlarına nasıl bir nitelik verebileceği seviyesinden bakılmalıdır.

Kapitalizmin yapısal dönüşümü açısından soruna bakıldığında en göze çarpan gerçeklik şudur: Hızlı ve çarpıcı bilimsel ve teknik gelişmelerin yaşandığı bir dönemden geçerken aynı zamanda insanlık bir ideolojik yoksunluk içindedir. Bu bir çelişkidir. Ancak uydurma olmayan, yaşamın içinden gelen bir çelişkidir. Yaşanan sadece bilimsel ve teknik gelişme değildir; bu gelişmelerin bugüne kadar gelen düzen ve toplumsal yapı üzerindeki köklü, sarsıcı etkileri bildik değerler sistemini erozyona uğratırken, yerine hemen yenisi gelemiyor. Yeni sosyal değerlerin doğumu sancılı ve zorlu bir süreçtir.

Bugün feodalizmin kapitalizmle çözülmesine benzer bir şekilde, sanayi kapitalizminin bilgi ve hizmet kapitalizmine doğru sancılı bir değişimi yaşanıyor. Bu değişim sosyal yaşam ortamlarını, iş koşullarını, gündelik alışkanlıkları, kültür ve sanat ortamlarını güçlü bir şekilde etkiliyor. Bunun en çarpıcı örneği General Motors Amerikası’ndan Walmart Amerikası’na geçiştir. 50 yıl önce Amerika’nın en büyük işvereni General Motors iken ortalama saat ücreti 30 dolardı, bugün en büyük işveren olan Walmart (dev AVM zinciri) Amerika’sında saat ücretleri 8 dolardır.(3)

Trump’ı iktidara getiren işgücünün niteliksizleşmesinin yaygınlaşması ve genel yoksullaşmadır. Yeni teknik işgücünü üretim alanının dışına iterken, öncekilerden farklı olarak işsizliği süreklileştiriyor. Böylece gelişmiş kapitalist ülkelerde bile “fazla nüfus” ortaya çıkıyor. Bu fazla nüfus gelişmekte olan ülkelerde zaten epeydir artan bir hızla kentlere birikiyor.

Güç savaşlarının özellikle Ortadoğu ve Afrika’daki etkileri büyük nüfus hareketlerinin yaşanması olmuştur. Aynı akım Latin Amerika’dan ABD’ye doğru da yaşanıyor. Dünyanın gidişatına bakıldığında, gelecekte Pasifik bölgesinde veya Güney Çin Denizi’nde gerilim yaşanması büyük olasılıktır. Dünya nüfusunun yığıldığı bu alanlarda bir göç dalgası harekete geçerse etkilerinin neler olacağını kestirmenin mümkün olmadığı bir deprem yaşanacağı kesindir.

Temelinde yeni üretim teknik ve biçimlerinin yattığı bu alt üstlük bildik değerleri, ideolojik yapıları köklü bir şekilde sınavdan geçirmektedir. Yeni gelişimlerin yarattığı en belirgin toplumsal değişim işgücünün niteliğini büyük ölçüde sıradanlaştırırken, çok küçük bir azınlığın niteliğini yükseltmektedir. Bu nedenle toplumdaki gelir uçurumu çok büyümektedir. Uçurumun bu ölçüde büyümesinde aynı zamanda kapitalizmin finansa kaymasının da tartışılmaz bir etkisi vardır. Ancak yeni teknik gelişimlerle hizmet ve bilgi sektörünün büyümesinin yarattığı yeni toplumsal yapı Amerika’da General Motors günlerinden Walmart günlerine geçişle çok çarpıcı bir şekilde gözler önüne serilmiştir.

İşgücünün niteliksizleşmesinin yaygınlaşmasının yanında diğer bir toplumsal değişim tüm dünyada ortaya çıkmakta olan fazla nüfustur. Refah devletlerinin erimesiyle ortaya çıkan fazla nüfus ve ücretli emeğin nitelik ve örgüt kaybı ile önceki elli yıl süren “büyük uzlaşma” da bozulmaktadır. Dünyanın geri ülkelerinde fazla nüfus devasa kentlerde öylesine büyük bir yığınak meydana getirmektedir ki, bu olgu tek başına dünya kapitalist sistemi içinde biriken bir patlayıcı maddedir. Bu aynı zamanda büyük bir toplumsal çürüme anlamına gelmektedir. Böyle bir ortamda siyasi ve ideolojik değerler kaçınılmaz bir şekilde bataklıktaymış gibi yok olup gitmektedir.

Bilim ve teknikte önemli gelişimlerin altüst ettiği bir dünyada var olan değerlerin kaosa girmesi bir anlamda doğaldır. Önemli olan bu toplumsal çözülmelerin hangi yöne gelişeceğinin ipuçlarının ortaya çıkmasıdır. Yaşanan güçler savaşından henüz böyle bir yön ortaya çıkmamıştır.

Kapitalist merkezlerde ekonomide iki gelişim iç içe yaşanıyor. Bir yanda mali spekülasyon veya “hayali ekonomi”; öte yandan teknik gelişimlerin hızla yol aldığı “gerçek ekonomi”…Bu iç içe yapı klasik kapitalist davranış ve değerleri erozyona uğratıyor. Öte yandan, bir kaç yüzyıldır katılaşmış iş günü ve iş koşulları yeni üretim teknikleri nedeniyle eriyor. Dolayısıyla onun yaratığı sosyal yaşam da deforme oluyor. Yine bir yandan bilgi büyük bir güce sahip olurken onun mülkiyeti küçük bir azınlığın elinde kalmaya devam ediyor; aynı zamanda en azından bilginin bir bölümü de çatlaklardan sızan yağ gibi dağılıyor, kolay elde edilebilir hale geliyor. Bütün bunlar fabrika kapitalizmiyle şekillenmiş hiyerarşik toplum yapısını bozuyor. Ancak yerine ne geleceği, post modern düşlere kapılmayacaksak, henüz sisli bir havanın gizleri altında kalmaya devam ediyor.

Bugün yaşanan ideolojik kısırlığın altında bir de Duvar sonrası yaşanan sürecin özel bir yeri vardır. Sosyalist Sistemin çöküşü aynı zamanda sosyalizmin siyasi ve ideolojik temellerine bir darbe olmuştur. Ancak ideolojik savrulma bununla kalmamış, insanlığın geleceğini tasarlamaktan vazgeçmeyi vaaz eden postmodernizm her tarafa yayılmıştır. Aynı zaman aralığında “zafer kazanan” kapitalizm ve onun siyasi ideolojik temeli olan liberal demokrasinin yıldızı da parlamıştır. Bu parıltılı yıllar uzun sürmemiş iki binli yılların başlarında yıpranmaya başlamış, 2008 krizi ile sönüşe geçmiştir.

Kapitalizm, Sosyalist Sistem yıkıldıktan sonra dünyanın yeniden paylaşılmasına “Küreselleşme” adını verdi. Bu paylaşıma tüm dünyada yükselen anti küresel hareketler büyük bir direnç gösterdiler. Bu direnç daha sonra 21. yüzyıl sosyalizmi hedefine dönüştü. Bu hedef yıpranan ve çürüyen burjuva demokrasisine karşı doğrudan demokrasiyi öne çıkartan yanıyla insanlığın geleceği için önemli bir adım ve çağrı oldu.

21.yüzyıl sosyalizmine çağrı ve pratik adımlar yeterince güç kazanamayınca son dört beş yıldır dünya ideolojik tablosu karanlık bir görünüm kazanmıştır. 21. yüzyıl sosyalizmi bir yanıyla burjuva demokrasilerinin tükenişinin bir işaretiydi. Özellikle Latin Amerika ülkelerinde burjuva demokrasileri öylesine yıpranmış ve yozlaşmış durumdaydı ki, bu ülkelerde “temsili demokrasi”ye karşı büyük bir öfke birikmişti. Bu öfke kendini Arjantin’de 2001 isyanı, Venezuela ve Bolivya da devrimler olarak gösterdi. Komünler yoluyla doğrudan demokrasi denemeleri yaşandı. Ancak hemen hemen onbeş yıldır yaşanan pratikle komünler, çürüyen burjuva demokrasisinden öteye siyasal yapılanmayı taşıyamadı. Bu başarısızlığın siyasal bedelleri bugünlerde hakların önüne gelmektedir. Bolivar Devrimleri’nden faşizme geri dönüş dönemine girilmiştir.

Bu tablo dünya genelinde farklı biçimlerde yaşanmaktadır. Örneğin Avrupa’da Syriza, Podemos deneylerinden sonra hava kararmaya başlamıştır. İsveç’de bile faşizme doğru gidiş görülmektedir, üstelik “İsveç Demokratları” adı altında aşırı sağ oylarını %17’ye yükseltmiştir.

Elbette bu gidişe en büyük cesareti veren Trump Amerika’sı olmuştur. Özellikle Sosyalist Sistem’in var olduğu yıllarda üçüncü dünyada askeri darbelerle faşizmin inşasında çok maharetli olan Amerika, artık faşizmi kendi ülkesine taşımanın yollarını açmıştır. Trump ve Brezilya yeni başkanı Bolsonaro ikilisi bu gelişmede yeni bir basamağa işaret etmektedir.

Böylece yozlaşmış ve tarihsel olarak bir tıkanma içinde olan burjuva demokrasileri, hiç değilse dünyanın bir parçasında 21. yüzyıl sosyalizmi parolasıyla doğrudan demokrasiye doğru bir yükseliş yaşayamayınca açık bir çürüme süreci içine yuvarlandılar. Bu anlamda dünyada henüz sonuçlanmamış büyük bir mücadele sürmektedir. Küreselleşmeye karşı yükselen doğrudan demokrasi dalgası gerilemeye başlayınca, tırnaklarını henüz tam göstermeyen bir faşizm dalgası yükselişe geçmektedir. Bu anlamda yeni bir paylaşım mücadelesinin hızlanmaya başladığı günümüzde ideolojik tablo oldukça karanlıktır. Üstelik saflaşmada, çok katı ve değişmez olmasa da, bir tarafta “özgürlük heykeli”ni rezillikleriyle görünmez hale getiren Trump Amerika’sı, öte yanda ise büyük bir ekonomik gelişme içinde olan ancak doğrudan demokrasi konusunda herhangi bir işaret taşımayan, katı hiyerarşik yapısıyla Çin durmaktadır. Saflaşmanın bu ideolojik görüntüsü yoğun sisli bir ortam yaratmaktadır.

Kapitalizm genel olarak köklü bir yapısal değişim içindedir. Böyle bir değişim bir kaç yılın işi olamayacağı için insanlığı uzun ve sancılı yıllar bekliyor. Feodal dünyadan kapitalist dünyaya geçerken önce yola çıkan ve hızlı değişim yaşayan ülkelerle, arkadan gelenler uzun çekişmelerden sonra I. Dünya Savaşında topyekun bir hesaplaşma içine girdiler. İngiltere ve daha sonra Amerika’nın liderliğinde yaşanan sancılı ve savaşlı yıllar iki farklı sistemin, sosyalizm ve kapitalizmin soğuk savaş düzeni ile bir uzlaşmaya vardılar. Öte yandan, kapitalizmin sosyal yapısı içinde de sınıflar arası bir “büyük uzlaşma” ile geçici bir dengeye varıldı. Otuz yıldan beri bu dengeler tümüyle alt üst oluyor.

Kapitalizm yeniden bir yapısal değişim sancısı içindedir; ancak bu değişimi sürükleyecek güçte bir liderlik yoktur. Bu durum hem yapısal değişimin hem de güç dengelerinin yeniden inşasının ne ölçüde sancılı ve zorlu olacağının çok açık bir kanıtıdır. Değişimin sancısını ve dehşetini arttıracak diğer konu ideolojik zemin ve siyasal sistem olarak ortada diğerlerine üstün olan bir toplumsal yapının olmamasıdır. Çeşitli tipte burjuva demokrasileri, aynı zamanda farklı sosyalizm deneyleri insanlığın önünde belirgin bir ağırlık oluşturmuyor. Şüphesiz kapitalizm ve onun siyasal-ideolojik yapıları pratik olarak bir ağırlığa sahiptir; ancak onların bile ne ölçüde yıprandığını önce 21. yüzyıl sosyalizmi dalgasının, onun başarısızlığı ile faşizmin yükselişi göstermektedir. Bu yıpranma ve çürüme nedeniyle temsili demokrasi kendi içinden bir kez daha faşizmi üretiyor. Çünkü çok küçük bir azınlık olan finans kapital zümrelerinin egemenliğinin devamı artık temsili demokrasiler içinde belli ölçüde tehdit altındadır.

Böyle bir ideolojik ve siyasal bataklıkta gerçekleşecek olan güç savaşlarının nasıl büyük felaketler getireceğini ön görmek yanlış olmaz. Bataklığın insanlığı yutmasını engelleyebilecek bugün için iki olgu vardır: İlki, önceki paylaşım savaşlarının yarattığı bilinç yeniden büyük yıkımların yaşanmasının önünü kesebilir. İkinci olarak, silahların yıkım gücünün savaşta bir galip ortaya çıkmasını engelleyecek ölçüde dehşetli seviyelere gelmiş olmasıdır. Yeni bir topyekun savaşın galibi olmayacaktır.

Duvar yıkıldıktan sonra dünyada yaşananlara baktığınızda yaşanan bölgesel savaşlar insanlığı adım adım uçurumun kenarına getirmektedir. Büyük bir yoksullaşmanın, yozlaşmanın birikmesi ve aynı zamanda insanlığa bir davranış çerçevesi oluşturan tüm değerlerin çürümesi sonrasında dünya neden bir çılgınlığın eşiğine gelmesin!

Kapitalizmin yapısal değişimiyle birlikte yaşanan güç savaşlarının öncekilerden çok farklı olacağı açıktır. Bir anlamda devletler veya sistemler değil tümüyle insanlık bir sınavdan geçecektir.

 Türkiye’de Kriz, Derinliği ve Özellikleri

Dünya böyle iken Türkiye de sıradan değil çok derin bir krizin içinde yol almaktadır. Krizin başlıca iki ayağı var. Siyasal düzen başkanlık sistemi adı altında faşizme doğru yol alıyor. Büyük gerilimlere gebe bu gidişin henüz suyun üstüne çıkan yanı çok sınırlıdır. Diğer ayak ekonomik krizdir. Bu kriz rant ekonomisi uygulamasıyla yaratılan büyük bir borç yığınağının artık çevrilemez hale gelmesiyle patlamıştır. Bugün yaşananlar çöküşü erteleme çabalarıdır. Her gün çeşitli indirimler açıklanıyor, iflaslar konkordatolarla erteleniyor. Böylece krizin yıkım gücü artıyor, dalgalar erteleme duvarlarının ardında birikiyor. Ertelemelerin yarattığı tehlike bankaların üzerine doğru geliyor.

2008 krizinde Amerika para basma yoluyla “batamayacak kadar büyük” finans kurumlarını kurtardı. Ancak ekonomi genel olarak zehirlendi. Rekabet gücü kazanamadıkça ekonomi bir türlü hız alamadı, sonunda Trump’la birlikte iş gümrük savaşlarına gelip dayandı.

Türkiye’nin para basmak gibi bir yolu yok. Uluslararası piyasalardan daha yüksek faizle bazı krediler alabiliyorlar. Onun dışında “bedelli askerlik” , “imar barışı”, İş Bankasına göz dikme gibi yollardan para toplamaya çalışıyor. Konkordatolarla dönmeyen kredilerin baskısı bankalara yükleniyor. Saray, yıllardır inşaat ve rant ile beslediği, büyüttüğü sermayenin yıkılmasını engellemek için çırpınır duruyor. Neden?

“Sermayenin el değiştirmesini” başarmak için!

Erdoğan 2010 yılı sonuna doğru ATV de yaptığı bir programda çok açık hedefini ortaya koymuştur:

“Sıkıntımız şurda, İstanbul sermayesi her nedense para kazanma konusunda bizimle anlaşıyorlar ama siyasi olarak anlaşamıyorlar. Siyaseten sizi destekleyemeyiz diyorlar. İşte anayasa çalışmalarında çağırdık konuştuk. İstedikleri bazı konuları gerçekleştirdik. Anayasayı sizinle oluşturuyorsak buna sahip çıkacaksınız. 2001’de sahip çıktıkları halde şimdi sahip çıkmıyorlar. İstanbul sermayesi Anadolu sermayesini aralarına istemiyor. Sivrilenleri almak istiyorlar, orada da seçici davranıyorlar”

“Sermaye ciddi anlamda el değiştirmeye başladı. Anadolu sermayesinin yaptığı ihracat çok büyük. Bir Konya’da Kayseri’de dünyaca ünlü markaların parçaları üretilmeye başlandı. Belki bundan rahatsız oluyorlar. Sermayenin yayılmasından rahatsız olmamak lazım. Türkiye kazansın, Türk milleti kazansın. İstihdamda da sıkıntımız kalmayacak. Fakat isteseler de istemeseler de Türkiye’de artık sermaye ciddi manada el değiştirmeye başladı. Bu bizim için çok önemli bir güven kaynağı.” (4)

Erdoğan her şeyi çok açık söylemiş. Ancak Anadolu sermayesinin yıllar içinde ekonomideki yeri %8’i ve ihracattaki payı da %11’i aşamadı; üstelik başlarda üretime ağırlık veren sermaye sonra hızlı sermaye dönüşünden dolayı inşaat sektörüne kaydı. 1994 yılında MÜSİAD üyeleri arasında inşaat sektöründen 398 firma varken, 2013’de bu sayı 1114’e sıçramıştır. Güçlü bir sermaye Erdoğan iktidarı için “çok önemli bir güven kaynağı” olacaktı. Ancak henüz olamadı.

AKP iktidarı ekonomide en başta inşaat sonra enerji ve silah sanayine yöneldi. Ağırlık inşaat sektöründedir. Bugünün krizine baktığımızda inşaat ve enerji sektörü iflasın eşiğine gelmiştir. Silah sanayi ise kapalı kutudur, ayrıntıları bilinmiyor. Bir on on beş yılda bir ülkede -kabile devleti değilse- sermayenin el değiştirmesi zordur, hatta imkânsızdır. Erdoğan 2010’larda bu hedefine çok yakın olduğunu düşündü, ancak 2018’de krizli günler gelip çatınca tablonun böyle olmadığı ortaya çıktı.

2018 yazında yaşanan dolar çılgınlığı ve ekonominin tıkanması Erdoğan’ı “yeni bir kurtuluş savaşı” başlatma noktasına getirdi. Sermaye ülkeyi terk etmeye başladı, Saray’a göre “dış güçler, içerideki işbirlikçileri ile birlikte ekonomiye saldırı başlattılar”, kriz filan yoktu, tamamıyla dış güçlerin oyunuydu. Bu sancılı günlerde Yeni Şafak’ta İbrahim Karagül’ün yazısı dikkat çekiciydi.

“15 Temmuz, Cumhuriyet tarihimizdeki en ağır saldırıydı. Darbe girişimi değil iç savaş ve imha saldırısıydı…

Şimdi aynı çevreler ekonomi üzerinden vuruyor. Aynı saldırıların yeni bir aşaması. Kimse tereddüt etmesin, çok ciddi bir “Karşı Darbe” gelecek. En büyük temizlik ekonomide, sermayede, ekonomi bürokrasisinde yaşanacak. Türkiye bütün saldırılardan zaferle çıktı, bütün saldırılardan sonra o alanı millileştirmeyi bildi.

“Yeni durumda ekonomik çevrede köklü değişiklikler yaşanacağını, sermaye yapısında ciddi el değişimleri olacağını, dışarıdan müdahaleye ortam oluşturan sermaye çevrelerinin zayıflayacağını, çok güçlü bir millileşme dönemine girileceğini söyleyebilirim.” (5)

Henüz İ. Karagül’in dediklerinin hiç birisi olmadı. Saray’ın kafasının ardında yatanlar, özlediği hedefin başkanlık sistemi için “güven kaynağı” olacak şekilde “sermayenin el değiştirmesi” olduğu biliniyor.

Bunun için denetimden uzak Varlık Fonu yaratıldı, yine Türkiye Ekonomi Bankası kapalı kutu haline getirildi. Hatta Saray İş Bankası’na göz dikti, ardından sıranın Şişe Cam’a geleceği söyleniyor. Saray’ın bütün bu zorlamalarına rağmen herkesi FETÖ’cü yapıp kutsal özel mülkiyete dokunamadığı için henüz sermaye Erdoğan’a “güven verecek” ölçüde el değiştirememiştir. Üstelik son krizle birlikte AKP yıllarında beslenen bazı sermaye gurupları iflasın eşiğine gelmiştir; hatta iflas etmelerine rağmen çeşitli yollarla bunlar erteleniyor.

Türkiye sadece son günlerde etkileri görülmeye başlayan bir ekonomik kriz içinde değildir, tüm Cumhuriyet rejimi krizdedir.

Başkanlık sistemine geçişle siyasal yapı, ideolojik zemin köklü bir değişime uğramaktadır. Harran Üniversitesi rektörünün “Erdoğan’a itaat etmek farzdır” açıklaması da gidişin en özlü işareti olmuştur. Siyasal yapının değiştirilmesinde 15 Temmuz darbesinin büyük bir rolü olmuştur. Her taşın altında bulunan FETÖ bahane edilerek toplumun bütün nefes boruları tıkanmıştır.

Bugünlerde ekonomik kriz, daha doğrusu kriz kabul edilmediğine göre “dışarıdan yapılan ekonomik saldırılar” bahane edilerek “sermaye yapısında ciddi el değiştirmeleri” sağlayacak müdahalelerin yapılabilmesi için “başkanlık sistemine” fazlasıyla gerek vardır. Saray, sadece siyasi yapıyı değiştirmekle kendini yeterince güvende göremiyor. Fakat işin en zorlu yanı da budur. Erdoğan nasıl ki, faiz konusunda Londra’da kendi görüşünü savununca dolar bir günde uçuşa geçmişti; ekonomik krizi “fırsata çevirerek” sermaye yapısına müdahale etmeye yeltenirse dolarla birlikte pek çok ekonomik gösterge de uçuşa geçecektir.

Saray, ekonomik krizi sermaye yapısında değişimi zorlamak için ne ölçüde“fırsat” olarak değerlendirebilecektir? Bunu kriz derinleştikçe göreceğiz. Ancak Sarayın “tek adam” rejimine en çok bu konuda gerek duyacağı açıktır. Sistem değişikliğinin en zorlu yanı budur, bu bilek güreşi bir sonuca ulaşmadıkça başkanlık sistemi ülkeyi yönetmekte hep zorluk yaşayacak ve düzenin yönetilemez özelliği varlığını sürdürecektir.

Saray hem İstanbul sermayesi hem de Batı dünyası ile çatışma içinde olduğu takdirde ayakta duramayacağını anlamış durumdadır. ABD ile Brunson uzlaşması, Almanya ile yapılan görüşmeler bu gerçekliğin itiraflarıdır. Ancak buradan Saray’ın bunlarla olan çelişkilerinin sona erdiği anlamı çıkartılamaz. Saray bu çelişkileri çözemedikçe “tek adam” iktidarı kurmuş olsa bile kendini “güvende” hissetmeyecektir. Krize karşı bir “kurtuluş savaşı” ilan etmekle 16 yıllık iktidarında en kritik sürece girmiş oluyor. Bu sürecin, ikide bir köpürtülen FETO ve “terörle mücadele” ile yönetildiği gibi yürütülmesi imkansızdır.

Dönemin diğer özelliği faşizmin üst yapısının hukuki olarak kurulmuş olmasına rağmen tabanının yeterince sağlam olmadığı gerçekliğidir. Böyle bir gerçekliğe rağmen aşağıdan tek adam düzenine karşı yeterince tepki yükselmiyor. Haziran seçimlerine giderken ortaya çıkan umut seçim sonuçları sonrası hızla kayboldu. Cumhuriyetin siyasal ve ideolojik yapısındaki köklü değişim; aynı zamanda ekonomik tıkanmanın yarattığı gerilim ile ortaya çıkabilecek siyasal kırılmalar yaşanmadı. Seçim sonuçları genel sağ zeminin biraz daha yaygınlaşmış olduğu gerçeğini ortaya çıkardı.

Son günlerde “siyasetin bittiği”, “psikolojik olarak hasta bir toplumunun” ortaya çıktığı tespitleri yapılıyor. Siyasetten bir uzaklaşmanın olduğu, hatta sandığa gitmeme tepkilerinin ortaya çıktığı bir gerçektir. Siyasal kırılmaların ortaya çıkamaması anlamında “siyaset bitmiştir.” Bu gerçeklikten dolayı ortada uzun zamandır bayağı polemiklerden öteye bir şey yoktur. Siyasetten soğumanın belki de en somut kanıtı “gezi kuşağının” ülkeyi terk etmesidir. Geçen yıl bu sayı 250 bini aşmıştır.

Saray kurduğu mekanizmalarla her şeyin üzerini örtüyor. Yaşananların açıklanması için ortada komplo teorilerinden başka bir şey yoktur. Çoktandır beklenen ekonomik krizi bile dış güçlerin komplosuna havale eden Saray, işi atlattığını sanıyor. Enerji üreten siyasal kırılmaların yaşanamamasının doğal sonucu çürümelerin derinleşmesi ve yaygınlaşmasıdır. İktidar çürüdüğü gibi sözde muhalefet de çürüyor. Bu tablodan tek yönlü bir çöküş çıkmayacaktır.

Her şeyin demagojiye boğulduğu günümüzde tüm toplumsal kanallarda bir gerilimin biriktiği açıktır. Ancak kendisine çıkış yolları bulamadığı ölçüde bu gerilim çürüyebilir. Mahalli seçimlere giderken patlak veren “cumhur ittifakı”ndaki çatlak ortalığa temelsiz beklentiler saçtı. Saray ve Bahçeli hemen ittifakın kutsal yanına vurgular yaparak olası bir derinleşmenin yolunu tıkadılar. Bu durum, görünenin altında nasıl bir birikimin olduğunun iyi bir kanıtı olmuştur. Böylece bir gerçek daha göz önüne çıkmaktadır. Bu birikim bugüne kadarki yollardan toprağın üzerine çıkartılamıyor. Farklı cesur ve yaratıcı yolların bulunması geleceği yakalamak için şarttır.

Köklü değişimlerin yaşandığı, fakat bu değişimlerin yarattığı gerilimlerin tümüyle örtüldüğü bir Türkiye üzerinde dünyadaki gidişin etkileri neler olabilir?

Bu konuda en önemli etkinin ekonomik alandan gelmesi kaçınılmazdır. Paranın bol olduğu yıllar sona erdi, dolayısıyla gelişmekte olan ekonomilerin -Hindistan, Arjantin, Venezuela, Brezilya gibi ülkeler de bu tablonun içindedir- bir krize doğru gittikleri artık açık bir gerçektir. Türkiye de bu tablonun içindedir, özellikle bölgedeki sorunlardan dolayı Amerika ve Avrupa ile sorun yaşamaktadır. Türkiye’ye hem sıcak paranın hem de doğrudan yatırımların %70’leri geçen büyük çoğunluğu Batı’dan gelmektedir. Saray iktidarı ile ortaya çıkan düzen uluslararası sermayeye güven vermekten uzaktır. Bazı bankalar yüksek faizle yeni krediler bulabildiler, ancak bu sorunun çözümü anlamına gelmediği gibi yakın geleceğin iyice ipotek altına alınmakta olduğu anlamına geliyor. Çok sancılı bir döneme artık girilmiştir.

Ekonomik alanın bir de orta vadeli yanı vardır. Yaklaşan ekonomik sorunların bir diğer yanı dünyada yaşanan bilimsel ve teknik alandaki büyük rekabettir. Bu alanda Türkiye hiç yoktur. Rant ekonomisiyle gününü gün eden Türkiye yakın gelecekte önemli sorunlarla karşı karşıya kalacaktır. Sanayinin ithal edilen tekniğe bağlı, tarımın iflasın eşliğinde olduğu, ayrıca kaliteli işgücü ve eğitimi açısından büyük sorunların yaşandığı Türkiye’de geleceği yakalama şansı gittikçe yok olmaktadır.

Güç savaşlarının hızlandığı dünyada Ankara esas olarak dış politikayı iç politikanın basit bir aracı haline getirerek bugünlere geldi. Şimdi dünyada yeni güç tablosunun inşasının zorlu günleri yaklaşırken Ankara arada yalpalayarak geçirdiği günlerin sonuna geliyor.

Ankara’nın şanslı göründüğü tek alan Saray’ın sultanlık kurma çabasıyla dünyadaki “popülizm”in yükselişinin belli bir paralellik taşımasıdır. Fakat bunun bir avantaj olduğu çok tartışmalıdır. Ankara’da keyfilik arttıkça sermaye akışı ile ilgili sorunlar artıyor. Uluslararası sermaye Saray’daki Sultan’a güvenemiyor.

Türkiye’deki sistem değişikliğinin ortaya çıkardığı gerilim, dünyadaki güç savaşlarının gerilimiyle büyüyebilir. Saray’ın bunu iç politikaya “dış düşmana karşı kurtuluş savaşı” gibi sunma olanağı her geçen gün azalıyor. Orta vadeli hiçbir stratejik hedefi olmayan Ankara, güç savaşlarının girdabında çok zor günlere yaklaşıyor.

10.11.2018 m.y.

_______________________________________________

  • The Economist, Ekim 6, 2018, s.18
  • The Economist, Ekim 13, 2018, s.10
  • Ronald Inglehart, The Age of Insecurity, Foreign Affairs, May-Jun 2018
  • Hürriyet Gazetesi, 11 Eylül 2010
  • İbrahim Karagül, Yeni Şafak, 14 Eylül 2018