Arzu Yılmaz ile söyleşi | Ortadoğu’da Yükselen Güç: Çin ve Rusya

SEZGİN KARTAL

Çatışma ve krizlere sabitlenmiş Ortadoğu’ya Hamburg Üniversitesi’nden siyaset bilimci Dr. Arzu Yılmaz ile bakıyoruz.

Söyleşimizi ABD seçimleri arifesinde yapıyoruz. Dolayısıyla Trump’lı ABD’nin üç yıllık Ortadoğu siyasetini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Trump döneminde Amerika’nın Ortadoğu’yla ilgili stratejik hedefler bağlamında bir politika değişikliği olduğunu söyleyebilecek durumda değiliz. Fakat bu hedeflere ulaşma yolları açısından önemli farklar var tabii. Her şeyden önce, ABD’nin dış politikasında kurumsal ilişkilerin yerine kişisel ilişkilerin geliştiği ve politikaların siyasi maliyetinden çok ekonomik maliyet üzerinden kararlar verildiği bir dönem oldu. Trump döneminde sadece Ortadoğu değil, genel olarak dış politikada ekonomik maliyet hesabı her şeyin önüne geçti.

Bu çerçevede, Ortadoğu’yla ilgili ciddi bir politika değişikliği diyebileceğimiz tek konu İsrail-Filistin meselesidir. Kaldı ki bu meseleyi sadece İsrail-Filistin ilişkileriyle sınırlayamayız. Bu mevzu 1948’den beri Ortadoğu politikalarını şekillendiren temel meseledir.

Beyaz Saray’da İsrail, Bahreyn ve Birleşik Arap Emirlikleri arasında bir antlaşma imzalandı. Burada İran’a karşı bir cepheyi güçlendirmek ve ABD seçimlerinde Trump’ın hanesine zafer yazmak dışında neyin altını çizmek gerekir?

Bu antlaşmanın bize söylediği en önemli şey, Filistin sorununun artık Ortadoğu gündeminden düşmesi. Malum Filistin sorunu bir dönem İsrail-Arap çatışması düzleminde bir Ortadoğu sorunu olarak tanımlanıyordu. Sonra 1979’da Mısır, ardından 1994’te Ürdün ile yapılan antlaşmalarla sorun, İsrail-Filistin meselesi olarak sınırlandırıldı. Artık gelinen aşamada bu sorun en fazla İsrail’in bir ‘iç güvenlik’ meselesi olarak tanımlanıyor diyebiliriz. Henüz İran’ın ya da Türkiye’nin ‘Filistin davası’nı ne kadar ve nereye kadar taşıyacağını bilmiyoruz. Ama tarihsel bir bütünlük içinde baktığımızda bu mevzunun aşamalı olarak Ortadoğu gündemini belirleyen başat çatışma konusu olmaktan çıktığını görüyoruz. Bu arada söz konusu antlaşmanın seyri de önemli tabii. Ekonomik alanda başlayan ilişkiler, geldiğimiz aşamada siyasi bir çerçeve kazandı. Bunu bir güvenlik ve savunma ittifakı izleyecek mi? Bir Ortadoğu NATO’su, örneğin, kurulabilecek mi? Bunun kararını verecek olan yalnızca İsrail ile Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) değil. Mısır ve Suudi Arabistan’ın alacağı tutum da önemli. Tabii bu arada bu antlaşmanın Arap kamuoyunda yarattığı tepkiyi de göz önüne almak gerekir. Mevcut iktidarların ciddi meşruiyet krizleriyle baş etmek zorunda olduğu bu dönemde bu tip kritik kararların akıbetini kestirmek kolay değil.

ABD’nin, Rojava ve Irak’taki politikalarına baktığımızda neden Kürtlerin ulusal birliğine hizmet eden bir politika göremiyoruz ya da buna neden dönüşmüyor?

Her şeyden önce, Ortadoğu’da statükonun sürdürülmesinden yana bir politika izleyen ABD’nin Kürtlerin ulusal birliği için çalışmasını beklemek rasyonel değil. Fakat ABD, Kürtler arasında bir çatışmayı da böyle bir dönemde arzu etmez. Bu bağlamda, örneğin 1998’de Güney Kürdistan’da KDP ve KYB arasında ABD’nin inisiyatifiyle hayata geçirilen uzlaşma önemli bir izlek. Bu uzlaşmanın Güney’de bir Kürt birliğine evrilememesinin günahını ABD’ye yıkmak için söylemiyorum. Hiç kuşkusuz Güney’deki siyasi aktörlerin de önemli yanlışları oldu bu süreçte. Fakat bunun yanında hatırlanması gereken gerçek şu ki; Güney’in hali hazırda içinde bulunduğu siyasi uzlaşmazlık durumunun en önemli yapısal nedenlerinden biri Washington Anlaşması(1998)’dır. Washington Antlaşması bu iki parti arasındaki çatışmayı sonlandırır fakat aynı zamanda bu iki parti arasındaki bölünmeye, ulusal birliğe imkân vermeyecek şekilde siyasal bir form da kazandırır. Rojava’daki, yine ABD inisiyatifinde gelişen, ulusal birlik çabalarına da bu çerçeveden bakmak gerektiğini düşünüyorum. Bu arada, bu çabaların temel aldığı 2013 Duhok Anlaşması bir başka sorun. Zira 2013’ten bugüne çok şey değişti. Sonuçta Amerika’nın 1990’lardan bu yana Irak’ta ya da günümüzde Suriye’de izlediği politikada çok önemli bir fark yok. Temel prensip, Ortadoğu’da sınırların ve ülke bütünlüklerinin korunması. Fakat her iki durumda da, ABD’nin sorun yaşadığı merkezdeki iktidarlara karşı çeperde Kürtlerin, merkezi zayıflatacak ve fakat kendi aralarında güç olamayacak bir biçimde desteklenmesi. Bu politikalara karşı Kürtler ne yaptı? Mevcut siyasi konjonktürde yapılabilecek olan nedir? Onlar ayrı tartışma konusu…

Bu arada, şunu da not düşmek yararlı olabilir. Amerika’da mesela Irak’ın parçalanmasını savunan çevreler oldu. Joe Biden bunlardan bir tanesi. 2000’lerin başında böyle gündemler vardı. Hala bu görüşü savunanlar, hatta Kürdistan bağımsızlığına destek verenler var. Ama Amerikan dış politikası hiçbir zaman, örneğin, Irak’ın toprak bütünlüğünü ortadan kaldırmaya yönelik bir dış politika benimsemedi. Sonuçta Saddam da, Birinci Körfez Savaşı’ndan sonra 2003’e kadar iktidarda kaldı. Bugün Şam rejimi de en azından bir süre daha kalıcı görünüyor. Ama tıpkı Saddam gibi ülkenin tamamında bir egemenlik kuramayacağını söyleyebiliriz.

Altı çizilmesi gereken bir ikinci konu ise şu: Güney Kürdistan’da bağımsızlık referandumuna kadar giden süreci ABD politikalarının ‘niyet edilmeyen sonucu’ olarak da okuyabiliriz.  Zira bu durumun başka bölgelerde de izini sürmek mümkün. Sonuçta ABD kendinde öyle bir kudret görüyor ki, deyim yerindeyse “Şu anda benim hedefim bu; bu hedefe ulaşma yolunda seferber ettiğim güçler bağlamında arzu etmediğim sorunlarla da zamanı geldiğimde ilgilenirim” diyor. Örneğin, IŞİD’le mücadelede Irak’ın neredeyse tümüyle İran’ın etki alanına girmesine, Şii milis güçlerin IŞİD’e karşı seferber edilmesi adına göz yumdu. Ama bir kez IŞİD çevrelendiğinde ‘İran’a maksimum politika’ gündeme geldi. Aynı şeyi hem Irak’ta hem Suriye’de Kürtlere de yaptı.

Bugün de özellikle Kürdistan’ın jeopolitik konumu nedeniyle ABD’nin Kürtlerle iş birliğine ihtiyacı var. Her şeyden önce, yukarıda söylediğim gibi her iki ülkede merkezlerin üzerinde baskı kurmak için. Bir ikincisi ise ABD’nin Ortadoğu’dan geri çekilmeyi planladığı bir dönemde bölgede genişleme politikası izleyen ve ABD ile ciddi sorunları olan iki ülke var: Biri İran, biri Türkiye. Bu iki ülkenin de önündeki en önemli eşiklerinden biri Kürdistan. Öte yandan, bölgede mevcut stratejik ortaklıkların işlevini yitirdiği, konvansiyonel savaşların yerini hibrit savaşların aldığı bir dönemde özellikle IŞİD’e karşı mücadelede gücünü ispatlamış bir Kürt askeri yapılanması var. Buna bir de Kürt nüfusun büyük bir bölümünün, bölgedeki Şii ve Sünni radikalleşmeye karşın, seküler eğilimler taşıdığı eklenecek olursa, yakın gelecekte ABD-Kürtler ilişkisinin nasıl seyredebileceği konusunda tablo daha da netleşiyor.

Fakat bu iş birliği gelecekte ‘niyet edilmeyen’ hangi sonuçları doğurur? Masadaki hesap çarşıya uyar mı? Bunu yaşayıp göreceğiz.

“Ortadoğu’nun geleceğinde Amerika’ya değil Rusya’ya yatırım yapılıyor”

TSK’nın IKBY sınırları içinde PKK’yle çatışmasına binaen KDP, PKK’ye bölgeden çıkması yönünde çağrılar yaptı. KDP için Türkiye ile geliştirdiği ilişkiler ‘ulusal birlik’ten önce mi geliyor? Bu durumu sadece ekonomik iş birliğiyle açıklamak mümkün mü?

Hayır. Sadece ekonomik zorunluluklarla açıklanamaz. Zaten Güney Kürdistan’da hali hazırdaki durum da ekonomik zorlukların çok ötesinde. Ciddi bir siyasi çöküş yaşanıyor. Son 30 yılda elde edilen kazanımlar neredeyse tümüyle kaybedilme riskiyle karşı karşıya. Ve bu ortamda, en özet ifadesiyle, Güney Kürdistan’da bir idare var ama bir irade yok. Ve kendi içinde sorunları daha da ağırlaştıran bir iktidar mücadelesi var. Bunun birçok nedeni var. Ama Türkiye bağlamında en başta söylenmesi gereken, bugün hiçbir Güneyli siyasi aktörün Türkiye’yi, örneğin 2011-2014 sürecinde olduğu gibi, ‘dost ve stratejik ortak’ olarak görmediği. Daha da önemlisi, 2014 IŞİD saldırılarında, Kürdistan referandumunda, daha sonra Afrin, Serêkaniyê, Girê Spî işgallerinde aldığı tutum nedeniyle Türkiye’yi ‘tehdit’ hatta ‘düşman’ görenler var. Bu durumu hem Kürdistan sokaklarında hem siyasi aktörlerin medya üzerinden yaptığı açıklamalar üzerinden okumak mümkün. Bunun da neden olduğu ciddi bir kamuoyu baskısı ve KDP ile yarattığı ciddi görüş farklılıkları var.

Neden?

Sorun, benim görebildiğim kadarıyla, Güney Kürdistan’ın içinde bulunduğu çöküş sürecinden nasıl çıkılacağı konusundaki temel görüş ayrılıklarından kaynaklanıyor. Bir taraf, Bağdat’la ilişkilerin geliştirilmesi üzerinden bir yeniden yapılanma istiyor. Bunun karşısında ise ‘denge’ politikası adına Türkiye ile ilişkilere yatırım yapmanın uzun vadede daha avantajlı olacağını savunanlar var. Fakat, dediğim gibi, kamuoyu baskısı çok belirgin. Örneğin, Başkan Neçirvan Barzani’nin Erdoğan’la yaptığı son görüşmenin Güney siyasetine, medyasına nasıl yansıdığına bakıldığında “Aslında Türkiye’nin saldırılarını durdurmak için bu ziyaret gerçekleştirildi” şeklinde yansıtıldığını görüyoruz. Yani Erdoğan’la görüşmesini ancak Türkiye’nin Kürdistan’ı bombalamasını durdurmak amacına hizmet edebildiği ölçüde meşru gören bir taban oluştu artık Güney’de. Ve bu sadece taban değil, aynı zamanda dediğim gibi KDP içinde de görebileceğiniz bir yaklaşım farklılığı.

ABD’nin Ortadoğu’dan çekilerek Çin üzerinde yoğunlaşması bölge dengeleri açısından ne gibi etkiler yaratıyor?

Her şeyden önce, Ortadoğu’da genişleme dürtüsünü sürekli bastıragelmiş (buna Rusya’yı ve İsrail’i de dahil edebiliriz) aktörler cesaretlendi. İran, tüm baskılara rağmen etki alanını genişletti. Türkiye açıkça topraklarını genişletti. Rusya Ortadoğu’da SSCB döneminde bile olmadığı ölçüde etkin bir aktör konumuna geldi. Bugün bölgede tüm aktörlerle konuşma, iş birliği yapma yeteneğine sahip tek ülke Rusya. Ve günün sonunda artık Golan, de facto olmaktan çıkıp de jure İsrail kontrolü altına girdi. İkincisi ise stratejik ittifak ilişkileri çözüldü ve çok önemli sonuçları oldu. Devlet dışı aktörler ortaya çıktı. İttifak ilişkilerinin çözülmesine bağlı olarak Ortadoğu’daki yeni politik dengede devlet dışı aktörlerin önemli bir kapasiteye kavuştuğu bir sürece girildi. Nihayetinde, Ortadoğu’da İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra oluşan ufak tefek makyaj ve modifiyelerle düzenlenen güvenlik mimarisinin tümüyle yeniden kurgulandığı bir döneme girildi. Ama şunu eklemek gerekir: Amerika’nın çıkma niyeti kesin ama çıkabilecek mi? Ne zaman çıkacak? Bu çıkış nasıl şekillenecek? Örneğin, ABD bu çıkış planına rağmen sürpriz bir askeri operasyon da gerçekleştirebilir. Bu daha çok ABD’de kimin iktidarda olacağıyla ilgili. Ama şu kadarını söyleyebilirim sanıyorum: Bölgedeki aktörlerin artık Ortadoğu’nun geleceğinde Amerika’dan çok Rusya ile ilişkilerine yatırım yaptığını söyleyebilecek durumdayız. Siyasi olarak Rusya, ekonomik olarak Çin halihazırda bölgede öne çıkan aktörler.

“Şam, İdlip’i gözden çıkarmış durumda”

İdlip düğümünün çözülememiş olması Suriye’nin bütünlüğü bakımından Şam’ı nasıl krizlere hazırlıyor?

İdlip meselesini şöyle bir arka plan üzerinden konuşmakta fayda var. Birincisi, önce Irak, arkasından Suriye sahasında Sünni popülasyon radikalleşme, savaş, yerinden edilme, zorla göç yoluyla siyasi olarak eridi/etkisizleşti. Bu çerçevede, İdlip’te kim var diye baktığınızda Musul var, Tikrit var, Rakka var, Deyrizor var. Dolayısıyla, İdlip bugün aslında Irak ve Suriye’deki Sünniler için -her ne kadar radikal cihatçı gruplar üzerinden de olsa-  sembolik bir direnç noktasına dönüştü. Bu gerçek göz ardı edilemez. İdlip’te mevcut sivil nüfus uzun zamandır ve gönüllü olarak şeriat düzeninde yaşıyor. Yani bir anlamda IŞİD’in yarım kalan projesi İdlip’te devam ediyor; şer’i düzende yaşamak isteyen insanların bulunduğu bir yerden söz ediyoruz.

Bu tabloda benim görebildiğim, en başta Suriye rejiminin M4 karayolunu ve güneyini kontrol edebileceği ölçüde İdlip’ten vazgeçtiği. Uluslararası toplumun ve bu arada Rusya’nın da amacı radikal Sünni grupları İdlip’te çevrelemek gibi görünüyor. Her bir aktörün bu politikada farklı bir çıkar gördüğü muhakkak. Örneğin, ABD’nin Suriye Özel Temsilcisi James Jeffrey, İdlip’e gidip poz verip “Amacımız Rusya’ya Suriye’de rahat vermemek” diyor. Tabii başka nedenler de var. Mesela, Şam’da Esad kalsa bile Saddam örneğinde olduğu gibi bir kolu kırık, en azından rejimin egemenliğinin 2011 öncesi konforuna varmayacak bir kırılganlıkta tutulması. Bunların tümü bize Türkiye’nin Suriye’de aldığı pozisyon ve ‘Kürt sorunu’ üzerinden Türkiye’nin askeri operasyonlarının ve Suriye topraklarının açıkça işgalinin meşrulaştırılması gibi konularda önemli ipuçları veriyor tabii. 

Savaşın uzun yıllara yayılması, petrol rezervlerine ABD’nin oturması ve Sezar Yasası’nın yürürlüğe konmasıyla birlikte ekonomik kriz Suriye halklarında ağır tahribatlar yaratıyor. Suriye’de ülkenin yeniden inşasını imkansız kılacak bir kaynak paylaşımına dayanan şu andaki statüko ne kadar sürdürülebilir? Ne kadar sürebileceğini bilmiyorum. Ama ağır insani ve siyasi maliyetler pahasına sürdürülebilir olduğunu Irak’ta gördük.

Nüfuz ve bölgesel güç politikaları açısından gelecekte İran ve Rusya’nın karşı karşıya gelme olasılığı nedir?

İran ile Rusya’nın özellikle Asya’da çok çatıştıkları konu var ama Ortadoğu’da anlaştıkları iki temel konu var. Biri ABD’nin bölgedeki gücünün minimize edilmesi, ikincisi ise askeri, siyasi ve ekonomik gücün her bir ülkenin merkezinde konsolide olduğu bir düzende statükonun sürdürülmesi.

“Türkiye Doğu Akdeniz’le birlikte sınırına dayandı”

Türkiye destekli Ulusal Mutabakat Hükümeti Başbakanı Fayiz es Serrac istifa etti. Bu durumu Trablus merkezli cephe açısından nasıl bir kriz doğurur?

Libya’daki kırılgan durum bölgede güç rekabetine giren aktörlere hiç kuşkusuz güçlerini test etmek için bir imkân sunuyordu. Libya’da bu rekabetin kristalize olduğu tarih ise enteresan bir şekilde IŞİD ile savaşın sonlandığı zamana denk geldi. Dolayısıyla, Libya sürecine özellikle Suriye sahasından elde edilen tecrübe üzerinden bakmak lazım. İkincisi ise Libya’da çatışmanın koronavirüs salgınına denk gelmesi. Üçüncüsü de Amerika’daki seçim süreci. Ben bunu Libya’da ilk çatışmalar bu yılın ortalarında alevlendiğinde de söylemiştim. Bu şartlar altında Libya’da bir uzlaşmanın sağlanması kaçınılmazdı. Tabii bu uzlaşma ne kadar sürdürülebilir, orası tartışmalı. Ama en azından şimdilik, bu konuda çatışmayı dondurma konusunda bütün tarafların mutabık kaldığı bir moment yakalanmış görünüyor. Bunun sürdürülebilir olup olmayacağını bahar aylarında, ABD seçimlerinden sonra göreceğiz. Almanya ve Avrupa’nın genelinde Yeşiller ne kadar güçlenecekler? 2021’de Avrupa’da da birçok yerde seçimler olacak. Dolayısıyla da dediğim gibi şu anda varılan uzlaşma kırılgan ama mevcut şartlarda da kaçınılmazdı.

Türkiye’nin Doğu Akdeniz adımı ABD, Fransa, Yunanistan, Mısır, İsrail, BAE, Suudi Arabistan’ı aynı cephede buluşturdu. Türkiye’nin Mavi Vatan doktrini ve Libya siyasetinin yarattığı bu karşıtlığın doğuracağı sonuçlar neler? Türkiye’yi bölgede nasıl bir siyasi pozisyon bekliyor?

Türkiye aslında ağır bir izolasyonla karşı karşıya. Fakat görebildiğim kadarıyla, NATO Ortadoğu’da daha fazla misyon yüklenecek gibi görünüyor. Sonuçta ister NATO üyesi sıfatıyla olsun ister kendi başına Ortadoğu’nun güvenliği konusunda olsun Türkiye kritik bir öneme sahip. Ama Türkiye’nin başındaki iktidarın saldırgan ve uzlaşmaz politikalarının, Türkiye’nin bu kritik önemini ne ölçüde etkileyeceği henüz net değil. Örneğin, İsrail ve Arap ülkeleri arasında kurulan siyasi iş birliği Ortadoğu’nun güvenliği konusunda ne kadar işlevsel olacak? Yani Türkiye’nin yerini ikame edecek bir güç birliği ortaya çıkacak mı? Bu o kadar kolay bir iş de değil. Zira Türkiye, coğrafyasından kaynaklanan bir öneme sahip, üstelik NATO’nun ikinci büyük ordusuna sahip. Bugünden yarına değiştirilemeyecek faktörler var.  Dolayısıyla da bugüne kadar Suriye, Irak bağlamında veya göç bağlamında bir orta yol bulmaya çalışıldı hep. Stratejik iş birliğinin yerini transactional ilişkiler aldı. Fakat Doğu Akdeniz ile birlikte rüzgar tersine dönmeye başlamış görünüyor. Bunu sadece Doğu Akdeniz’e bağlamak da yanlış olur. Geldiğimiz aşamayı bir birikimin sonucu olarak da okuyabiliriz.

Sonuçta Türkiye belki de son 10 yılda gerçekten haklı olduğu tek konu olan Doğu Akdeniz krizinde tam bir yalnızlık içine düştü. Bu yalnızlığın da bize söylediği şey bugüne kadar Türkiye’nin coğrafyası hatırına bu iktidara gösterilen toleransın artık sınırlarına dayandığı. Buradan çıkarılabilecek sonuç ya bu iktidarın tümüyle dışlanması ya da Türkiye’nin bu iktidarla birlikte nihai olarak Ortadoğu denkleminin çeperine itilmesi olacaktır. Bunun hangisinin olacağını yaşayıp göreceğiz.

Ortadoğu siyasetinin inişli çıkışlı çatışmaya sabitleneceği iddiası aynı zamanda küresel ölçekte krizleri de sabitlemez mi?

Kapitalizmin işleyiş mekanizması böyle zaten. Hiçbir zaman sorunları nihai bir çözüme kavuşturarak değil; sorunları yönetme, yönetebilme yeteneği ve kapasitesi üzerinden sistemi yürütüyor. Ortadoğu’da da hiçbir zaman bir sorunu çözmek üzere politikalar geliştirilmiş değil. Bastırmak, ertelemek, görmezden gelmek; bunların hiçbiri mümkün olamıyorsa da çevrelemek ya da bölerek/parçalayarak yönetmek mantığıyla hareket edilegelmiş. Ama geldiğimiz aşamada artık, Stefan Zweig’ın hikâyeleştirdiği Amok Koşucusu gibi, sistem kendi kendini yok etme yoluna girmiş görünüyor.