Krizler Ve Sınıf Mücadelesi * M. Sinan Mert

İnsanlık tarihinin en önemli politik metinlerinden biri olan Komünist Manifesto, yaşamı tüm toplumların tarihini sınıf savaşımları tarihi olarak betimleyerek söze başlar. Burjuva çağının ayırt edici özelliği olarak ise sınıf karşıtlıklarının yalınlaştırılmasını vurgular. “Bütün bir toplum, iki büyük karşıt cepheye, birbiriyle dolaysızca karşı karşıya gelen iki büyük sınıfa, burjuvazi ile proletaryaya her geçen gün daha fazla bölünmektedir.” (Marx, 50: 2008)

Sınıf kavramı, egemen sınıfların “aynı gemide olmayı” bir doğal halin sonucu olarak kavramamızı arzu eden mitsel organik toplum anlatısının anti tezidir. Millet ve ümmet kavramları, devletlerin varlığı olmaksızın bir arada duramayacak içsel çelişkilerle muzdarip modern toplumları ulus devlet ekseninde “çıkarları ortak bir bütün olarak” inşa etmenin kavramsal araçları olarak işlev görürken sınıf, gerçek anlamıyla bunların panzehiridir. Çıkarları ortak olan bütün anlatısını boşa düşürür, modern toplumların giderek şiddetlenen içsel çelişkilerini görünür kılar. Modern toplumun merkezinde yer alan iç çatışmanın tarifinin yapılabilmesi sınıf kavramına başvurmaksızın imkânsızdır. Sınıfsal ayrışma esas olarak sömürünün bir tezahürüdür, sömürü ise toplumların odağındaki en büyük günahtır. “Sınıf aslen sömürünün toplumsal yapıda bir yansıma biçimidir.” (Callinicos, 1998: 69) Bu günahın görünmez kılınması ise egemen sınıf ideolojisinin en temel amacıdır. Sınıfı ve çelişkiyi görünmez kılmak, temel çıkarı bu günahı sürdürmek olanların en büyük çabasıdır.

Neoliberalizmin bir toplum mühendisliği olarak en önemli işlevi de sınıf ve hatta toplum kavramlarını tedavülden kaldırma noktasında geliştirdiği saldırıya kazandırdığı momentumdur. Neoliberalizm, sınıfı çözme, eritme, görünmez kılma, tarihi ve toplumu bireyselliklere dönüştürme girişimidir. Bunu yaşamın tüm alanlarını ekonominin kazanma/kaybetme ilkesine göre yeniden tanzim ederek yapar. Kişinin kendisini, ilişkilerini de bir sermaye biçimi olarak algılamasını sağlamaya çalışır. Yaşanan yenilgiler, toplumsal adaletsizliğin değil kişisel sermayelerin yetersizliğinin bir ürünüdür artık. Her birey kendisini borsada fiyatlanan bir gayrimenkul olarak algılamaya zorlanır. “Her şey sermaye olduğunda, emek hem kategori olarak hem de kolektif biçimiyle, yani sınıf olarak kaybolur; yabancılaşmanın, sömürünün ve emekçiler arası birliğin analitik zeminini de beraberinde götürür” (Brown, 2017: 46) 1970’lerden 2008 krizine kadar bu konuda belli bir mesafenin kaydedilebildiği ise açıktır. Ancak 2008 krizinin yarattığı ve hala ortadan kaldırılamayan, giderek kalıcılaşan alt-üst oluş hali söz konusu mesafenin geriye doğru kat edilmeye başlandığının emarelerini ortaya çıkarıyor. Krizin giderek süreğenlik kazanması toplumların bağrındaki çelişkileri daha fazla görünür hale getiriyor, geleceksizleştirmenin mağdur ettiği kesimler mücadele etmeye başladıkça sınıflar yeniden görünürlük kazanıyor.

Fakat yaşanan dönemin yarattığı tahribatların geniş bir alana yayılmış olduğu da bir gerçektir. Bu tahribatlardan en dikkat çekici olanı ise sınıf kavramının politik olanın kavranılmasındaki etkisinin giderek azalmış olmasıdır. “… sınıf mücadelesi, en azından “kapitalist” ülkelerde ya onu övenlerin toplumsal olanın karmaşıklığı üzerindeki etkileri giderek azalır gibi olduğu için ya da -ki bu ikisi de bir arada gider- bizzat sınıflar, çoğunluğun pratiğinde ve siyasetin en çarpıcı biçimlenmelerinde görünür kimliklerini kaybettikleri için sahneden çekilmiştir.” (Balibar,2000: 197) Toplumsal olayların anlaşılması ve açıklanmasında “sınıf”ın temel bir kavram, vazgeçilmez bir öğe olarak kullanımı azalmıştır. Politik olguların anlaşılmasında demokrasi, popülizm, diktatörlük, otoriterizm, yeni toplumsal hareketler kavramları bol miktarda kullanılırken bunların sınıfsal olgularla bağının kurulması için özel bir çaba içine girilmemektedir. Politik sonuçların ortaya çıkmasında sınıfsal mücadelelerin rolü görünmez hale gelmiştir. Bu durumun akademi odaklı “solcu” siyaset bilimi açısından olduğu kadar sosyalist politik örgütlerin ideolojik ve teorik üretimi açısından da giderek doğruluk kazanması ise hiç kuşku yok ki son derece şaşırtıcıdır. Bu sonucu, neo-liberal hegemonyadan ve sosyalist hareketin krizinden ayrı olarak düşünemeyiz.

2008 küresel krizinden bu yana sınıfın, devrimci ideolojilerin yeniden merkezine taşınamamasını nasıl açıklayabiliriz? Fraser’ın söylediği gibi bunun sebebi “zamanımıza uygun kapitalizm ve kapitalist kriz kavrayışlarından yoksun” olmamız mıdır? (2014: 56) 20. yüzyılın kaderinde büyük rol oynayan işçi sınıfları, böylesi bir rolü bir daha oynayabilecekler mi? Sınıfın politik kapasitesindeki bu azalmayı açıklamak için daha ziyade yapısal, sosyolojik faktörleri mi yoksa kültürel, ideolojik etkenleri mi öncelikle hesaba katmalıyız? İşçi sınıfı kendisinden beklenen devrimci rolü sürekli oynayabilir mi yoksa bunu sadece büyük toplumsal altüst oluşların yaşandığı belli momentlerde mi gerçekleştirebilir?

Bu yazının ana derdi siyasi olanın sınıfsızlaşmasının sebeplerini anlamaya çalışmak ve sınıfı yeniden sosyalist projenin merkezine etkin bir biçimde taşımanın yollarını tartışmaktır. Böylesi bir amaca tek bir yazı ile ulaşabilmenin imkânsız olduğu yeterince açıktır. Meselenin görünürlüğünü arttırmak ve farkındalık yaratmak şimdilik yeterli olacaktır. Bu çaba, bilinçlerdeki sınıfsızlaşmanın maddi ve ideolojik koşullarının tartışılması ile başlayacak ve orta sınıf kavramının analizi ile devam edecektir. İşçi sınıfını atalete iten orta sınıflaşma sürecinin 2008 sonrasında tersine dönmeye başlamasının yarattığı sonuçlar ele alınacak, kriz sonrası gelişen toplumsal hareketlerde orta sınıflar ve işçi sınıfı arasındaki ilişkilerin yarattığı önemli politik sonuçlar ele alınacaktır. Son olarak da sınıfın ve sömürünün politikanın merkezinde kendisine yer açabilmesinin devrimci bir anti-kapitalist programın inşasına, güçlü bir politik irade ile dövüştürülmesine ve popülarize edilmesine bağlı olduğu iddia edilecektir. Böylesi bir programın yokluğunda işçi sınıfının farklı öbeklerinin yürüttüğü ekonomik temelli mücadelelerin sınıfı, toplumun geleceğini inşa etmede kendi adına davranabilen bir aktör olarak inşa etme rolünü oynamakta yetersiz kalmaya devam edeceğinin altı çizilecektir. Servetin ve toplumsal zenginliğin, güvencenin ve onurun adaletli bir biçimde yeniden dağıtımını hedefleyen güçlü ve popüler bir programa sahip değilsek mücadelelerimiz somut bir birikim yaratmadan havalara savrulmaya devam edecektir. Toplumsal zenginliğin yeniden dağıtımını merkezine almayan bir demokrasi mücadelesi, bu koşullarda demokratik sonuçlar yaratma yeteneğini kaybetmiştir. Demokrasi gerçek temeller üzerinde yoksullar tarafından inşa edilecek ya da geçmişe dair hoş bir seda olarak kalacaktır.

SINIFSIZLAŞMA SÜRECİNİN DİNAMİKLERİ

Siyasetin sınıfsızlaşmasında, sınıfı diğer ezilme biçimlerinden herhangi biri olarak resmeden post-Marksizm’in çok önemli bir rol oynadığının altı çizilmelidir. Post-Marksizm’in en olgunlaşmış temsilcileri olarak görebileceğimiz Laclau-Mouffe, ekonomik indirgemecilik eleştirilerini derinleştirerek toplumsal olanı anlayabilmemiz açısından temel öneme, ayrıcalıklı bir konuma sahip toplumsal karşıtlıkların var olduğu anlayışını terk etmemiz gerektiğini açıkça vazettiler. Bu anlayışa göre sınıfsal çıkarlar, söylem yoluyla kurulmadığı sürece önsel olarak mevcut bile değildir. Kapitalist toplumsal düzenin dayandığı özgül ilişki sermaye ile emek arasındaki sömürü ilişkisi değildir. Sınıfsal çelişki, toplumu saran çoklu çelişkiler yumağının bir parçasıdır ve onun temeli değildir (Wood, 2011). Bugün güncel sosyalist politik mücadeleyi yürütenler post-Marksist olduklarını ısrarlı bir biçimde reddedeceklerdir, fakat sınıfsal çelişkinin diğer çelişkilerden sadece bir tanesi olduğu düşüncesi sanıldığının aksine birçok politik unsurun zihninde kök salmış bir haldedir. “Yeni toplumsal hareketler”in politize ettiği gençler sosyalizm kavramında bir demodelik olduğunu düşünmektedirler. Oysa sosyalist olmak sınıfsal çelişkinin diğer çelişkilerin üzerinde, onları üst belirleyen bir konumda olmasını gerektirir, herhangi bir kimliğin diğerine dair önceliğinin olmadığı bir görüş saygındır ama sosyalist değildir. Sosyalistler çokluğu kabul eder, bütün mücadelelerle etkileşim içindedirler ancak diğer çelişkilerin tetiklediği hareketlere sınıfsal çelişkiyi merkeze alarak yaklaşırlar. Diğer hareketlerle sınıf hareketini büyütecek yönde ilişkilenmeye çalışırlar. Sınıfsal çelişkinin diğer bütün çelişkilerin üst belirleyeni olduğu, diğer çelişkilerin ancak üretim ilişkileri ile uyumlaşabildiği oranda ayakta kalabileceği kabulü rafa kaldırılmışsa artık sosyalist bir konumdan bahsedebilme olanağı da ortadan kalkar. “Tahakküm merkezli sınıf kavrayışları toplumu anlama konusunda çoklu baskı biçimleri yaklaşımına doğru sessizce meyletmektedir. Bu görüşe göre toplumlar, her biri farklı bir hâkimiyet biçimine dayanan (toplumsal cinsiyet, ırk, ulus, ekonomik) ve bu biçimlerden hiçbirinin açıklayıcı üstünlüğünün olmadığı çoğulcu baskılar ile karakterize edilir. Bu durumda sınıf, birçok baskıdan sadece bir tanesidir ve sınıfın toplumsal ve tarihsel analizler için özel bir merkeziliği bulunmaz. Sınıfın belirli bir toplum içerisinde ne kadar önemli olduğu sorusu, tarihsel olarak olumsal bir sorudur.” (Wright, 2017:16) Çok yakında yitirdiğimiz ve sınıf konusundaki çalışmalarıyla saygıyı fazlasıyla hak eden E.O. Wright tahakküm yapılarını esas alan önceki sınıf analizini bu gerekçeyle revize eder. Wright’ın özeleştirisinin temeli, Marksizm’in alâmetifarikası olarak da görebileceğimiz tahakkümün sömürüden kaynaklandığı açıklamasıdır. Sömürünün temel olduğu varsayımı terk edildiğinde, Foucault’da olduğu gibi Nietzcheci güç istenci teması kaçınılmaz olarak önce çıkar, iktidar salt yarattığı tatmin duygusu açısından talep edilen bir hastalık haline gelir. Bu eleştiriyi de yine kaçınılmaz olarak her türlü iktidara düşmanlaşma liberal tutumu takip edecektir, oysa sömürüyü ortadan kaldırmak için de iktidara ihtiyaç vardır. İktidarın sosyalleşmiş biçimlerinin 20. yüzyıl sosyalizmi tarafından kimi kısa kesitler hariç, istikrarlı bir biçimde ortaya çıkarılamamış olması bu gerçeği ortadan kaldırmıyor. Ancak tahakküm ile sömürü arasındaki ilişki rafa kalkınca, kendisinden kaynaklanan iktidar ile mücadele tek amaç haline gelir. Sömürünün tahakkümün temeli olarak anlaşılmaması, siyaseti toplumsal temellerinden kopartır, tarihin ve politikanın herhangi bir toplumsal koşula dayanmayacak biçimde rastlantısallaştırılması, “indirgenemez, sadece kendisi ile açıklanabilen” bir olumsallık varsayımı da bu durumun ortaya çıkartacağı sorunlardandır. Laclau ve Mouffe için sosyali boydan boya kesen çoklu çelişkilerin nasıl eklemleneceği ve politik söyleme dönüşeceği tamamen olumsaldır, politik öznenin çelişkilerle kurduğu etkileşime bağlıdır. Siyasi kertenin aşırı öne çıkması, siyasetin sınıf ilişkilerinden özerkmişçesine bir görünüm alması sömürünün tahakkümü açıkladığı düşüncesini zayıflatıyor. Sosyalist düşünceden ziyade anarşizmi güçlendiriyor. Mücadele edenlerin kurtuluş teolojisinde eşitlikçi öğelerin yerini özgürlükçü temalara neredeyse tamamen terk etmesi ise hareketleri alt sınıflardan uzaklaştırıyor, mücadele edenlerin ise özgürleşme yanılsaması ile egemen sınıfların çeşitli fraksiyonlarıyla rahatlıkla iş birliği geliştirebilmesini mümkün kılıyor. (Fraser, 2017:61)

Sömürünün kıyıya itilmesi hem sınıfların nesnel çıkarlara sahip oldukları iddialarının altını oymakta hem de Marksistlerin sosyal teoride sınıfa atfettikleri merkeziliği tedricen yıkıma uğratmaktadır. Son dönemin gözde konularından popülizm tartışmalarında da benzer bir “siyasetin sınıfsızlaştırılması” yaklaşımı açıklayıcı çerçeve olarak kullanılmaktadır. “Popülist momenti” yaratan esas olarak işçi sınıflarının düzenin merkez siyasetlerinden kopuşmasıdır, egemen sınıfların birincil politik partilerinin rıza üretme kapasitelerini bütünüyle kaybetmeleridir. Neoliberalizmin yarattığı tahribata karşı prekarya haline dönüşen işçi sınıfının güvence arayışıdır, Polanyici çifte hareketin ikinci fazının, piyasaların toplumsal olana yabancılaşmasının ortadan kaldırılması arzusunun bir sonucudur. Bu tarz gelişmelerden azade olarak görülen Almanya’da bile Merkel’in yaşadığı yenilgiler sürecin boyutlarını sergilemesi açısından önemlidir. Yine Fransa’da Macron’un oldukça kısa bir sürede selefi Hollande’dan beter duruma düşmesi de düzen siyasetinin eriyişinin bir başka işaretidir. Kimi liberal sol çevre tarafından ilk aşamada “ırkçı ve yabancı düşmanı” olarak lanse etmeye çalışılan Sarı Yeleklilerin yarattığı etki dikkat çekicidir. Alt orta sınıfların yaşam koşullarının giderek sürdürülemez hale gelmesinin ve prekaryalaşmış işçi sınıfıyla alt orta sınıfların ve güvenceli işçilerin yakınlaşmasının ve ortak hareket etmesinin bir örneği olarak değerlendirilmelidir. Popülizm tartışmasının önemli boyutu hem sınıfın kendisini yeniden siyasetin odak noktasına taşımasına hem de bu gerçekleşirken çoğu noktada bu hareketlenmeyi kapsayabilecek bir devrimci öznenin yokluğuna işaret etmesidir. Sermaye çevreleri popülizm kavramını işçilerin anti-kapitalist tepkilerini itibarsızlaştırmak için kullanmaktadır fakat bizim dumana değil de ateşin kendisine yoğunlaşmamız gerekiyor. Anti-kapitalist programın giderek kendisini sağ popülizmi yenebilecek yegâne güç olarak tahkim etmesinin koşulları da bu süreçte gelişmektedir.

Post-Marksistler kadar olmasa da sınıfın içinden geçtiği yapısal dönüşümleri asla gerçekçi bir zeminde tartışma konusu yapmayan, işçi sınıfı ile ilgili tespitlerini onlarca yıldır güncelleme gereği duymayan, sınıfı gerçekliği içinde değil de mitsel bir öğe olarak kavrayan anlatının da sınıfsızlaşmış bilincin yaratılmasında önemli bir rolünün bulunduğunun altı çizilmelidir. Bu bakış açısına göre sınıflar konusunda Marx’ın değerlendirmelerini güncellememizi gerektirecek hiçbir husus yoktur zaten olması da mümkün değildir. “Dolayısıyla prekarya teorisyenlerinin iddia ettiği üzere güvenceli sendikalı vatandaşlık hakkıyla sosyal devletten faydalanan bir proleter tasviri Marksizm’in temel kaynaklarında mevcut değildir.” (Pelek, 2019:121). Marksizm’in temel kaynaklarında olmamak, gözümüzün önündeki bir gerçeğin aslında olmaması gerektiğinin gerekçesi olabilir mi? Marks’ın “sosyal devletten faydalanan bir işçiyi” tasvir edebilmesi mümkün müdür? Ancak Lenin’in 2. Enternasyonal’in içten çürümesini işçi aristokrasisi ile açıklaması aslında “Marksizm’in temel kaynakları” konusunda söylenenleri de yanlışlamıyor mu? Ya da Engels’in “İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu” eserinin önsözünde İngiliz sendikalarını “işçi sınıfı içindeki aristokrasi” olarak nitelemesi ihmal edilebilir mi? (Hobsbawm, 2012) Yazar, prekarya kavramına şiddetle itiraz etmektedir çünkü bu kavram, birlik ve beraberliğe ihtiyaç duyduğumuz şu günlerde “sınıf içi suni bir bölünmeyle maluldür”. Sınıflar fraksiyonları zihinlerde yaratılan vehimler değil, somut olgulardır, varlıklarının teklik görüntüsünü bozması yokluklarının delili olamaz. Sınıflar maddi varoluşları itibariyle yekpare değildirler ancak inşa ettikleri siyasi hegemonya ile kendi içlerindeki çatlakları aşabilir ve görünmez hale getirebilirler. Ancak bu ayrımların politik kurucu aktör tarafından görülmemesi, hegemonyanın inşasında gerek duyulacak taktik hamlelerin geliştirilebilmesini imkânsız hale getirir. “Marksizm farklılıkları, sınıf ayrımları içerisinde sert bir biçimde takdim eder. Fraksiyonlar, katman ve kategoriler toplumsal sınıfların ‘dışında’ veya ‘yanında’ değildir: Bunlar toplumsal sınıfların bir parçasını oluşturur.” (Poulantzas, 2010:283)

Mücadelelerin kültürelleşmesi ve bir genel demokrasi mücadelesi kapsamı kazanması da bahsedilen iklimi desteklemektedir (Chibber, 2017). Örneğin Türkiye koşullarında faşizmin yükselişine karşı gelişen mücadelenin seyri bu açıdan oldukça öğreticidir. Politik aktörler, bu mücadele içerisinde aldıkları konum itibariyle değerlendirilmekte, sınıfsal tercihlerin faşizmin gelişimi açısından ne oranda belirleyici olduğu büyük oranda görünmez kılınmaktadır. Türkiye’nin son 30 yılına damgasını vuran temel iktidar kavgasının esas olarak cumhuriyetçi güçlerle siyasal İslamcılar arasında geçtiği anlatısı olan biteni anlamak açısından en çok kullanılan çerçeveyi sunmaktadır ve sınıflar/sınıf fraksiyonları arasındaki mücadeleleri görünmez kılmaya yaramaktadır. Oysa tüm bu yaşananları egemen sınıfların ve alt sınıfların kimi fraksiyonlarının birbirleri ile kurdukları ittifakların bir ürünü olarak okumak gerekmektedir. Devletin merkezinde mevzi elde etmek isteyen Anadolu burjuvazisi, 1980’ler sonrasında büyük kentlerde sayısı hızla artan prekarya başta olmak üzere işçi sınıfının kimi kesimlerinin de desteği ile finans kapital-kentli üst orta sınıflar ittifakına yaslanan cumhuriyetçi güçlere karşı büyük oranda üstünlük sağlamayı başardı. İktisadi ölçekte finans kapitalin gücüne erişemeyen, elde ettiği tekelci karları büyük oranda devlet iktidarının sağladığı olanaklar sayesinde genişletebilen Anadolu burjuvazisinin kar hırsı Saray faşizminin en önemli toplumsal dayanağıdır. Oysa bütün çelişkilerin genel ölçekte siyasal İslam/Kemalizm ikiliğine dökülmesi, politik süreçlerde belirleyici olanın sınıfsal konumlardan ziyade ideolojik tutum ve tercihler olduğu düşüncesini daha da besledi. Siyasal mücadelenin bu biçimde kültürelleşmesi ise bilinçlerdeki sınıfsızlaşmayı daha da hızlandırdı. Sosyalist hareketler de hem devlet zoruyla hem de AKP’ye yönelik destek karşısında yaşanan etkisizlikten dolayı sınıf örgütlenmesinden uzaklaştıkça içine sıkıştıkları orta sınıf muhitlerde zihinsel olarak sınıftan kopmaya başladılar. İslamcı iktidarı destekleyerek ülkeye demokrasi getirmek isteyenlerle ulus devletin kurucu liderini bayraklaştırarak işçi sınıfı devrimciliği yapmaya çalışanlar bu zihinsel iklimden fazlasıyla etkilendi. Sosyalist toplumsal muhalefetin merkez mekânının Gazi Mahallesi, Okmeydanı yerine Kadıköy olması da bu dönüşümün bir başka ifadesidir.

Sınıfsal düşüncenin zayıflamasında hiç kuşku yok ki işçi sınıfının üretim süreçleri içerisindeki merkezi rolünün zayıflaması da önemli bir etkendir. Güvencesizleştirme olarak da tarif edebileceğimiz prekaryalaşma, sınıfın örgütlenme ve toplu pazarlık yürütebilme olanaklarını ciddi biçimde sınırladı. Sermayenin önündeki tüm coğrafi engelleri ortadan kaldırırken işçi sınıfını ulusal sınırlar içinde hapseden küreselleşme de işçi sınıfının üretim koşulları üzerindeki denetimini zayıflattı. Üretim süreçlerinin dijitalleşmesi ve otomatik kontrolün üretimin birçok alanında kullanılması sermayenin etki alanını genişletti. Kol emeği sonrasında kafa emeğinin de fazlasıyla ikame edilebileceği koşulların yaratılması, güvencesizlik tehdidinin sınıfın çok daha geniş katmanlarına ulaşmasına yol açtı. İşçi sınıfının üretim ilişkileri ölçeğinde sermaye karşısında mevzi kaybetmesinin onun politik hegemonya inşa edebilme yeteneğinde de önemli eksilmelere yol açtığı görülmelidir. Ancak sosyalizmin ideolojik krizi ile birleşmese söz konusu gelişmeler bu kadar yıkıcı etkiler yaratmayabilirdi. Küreselleşmecilik eşliğinde hegemonyasını geliştiren sermaye, sosyalizmin yaşadığı krizin yarattığı olanaklarla da sınıfın önemli mevzilerini etkisiz hale getirdi, kamusal olanın değersiz olduğu düşüncesini yerleştirmeyi başardı. Ancak bu gidişin de son demlerine ulaşıldığı anlaşılmaktadır. 2008 krizi sonrasında özelikle kapitalist merkezlerde solun genel olarak canlanma belirtileri göstermesi, sosyalizmin giderek kamusal bir tartışmanın konusu haline gelmesi dikkat çekicidir.

Herhangi bir sınıfın kendisini tarih sahnesinde temsil edemez hale gelmesi nasıl açıklanabilir? Marx’ın Brumaire’de köylülük üstüne yapmış olduğu analiz bu açıdan çarpıcı bir tartışmayı tetikleyebilir. “Şimdiye kadar milyonlarca aile yaşam tarzlarını, çıkarlarını ve kültürlerini diğer sınıflarınkinden ayırdıkları ve kendilerini bu sınıflara karşı duydukları düşmanlıkla ortaya koydukları -bir sınıf olarak oluşturdukları- ekonomik varoluş koşullarında yaşadılar. (…) Ancak şimdiye kadar bu küçük köylüler arasında yalnızca yerel bir bağlılık vardı ve sadece çıkarlarının bir olması da birliği, ulusal birliği ve siyasal örgütlenmeyi doğurmuyordu, bir sınıf olarak oluşamıyorlardı.” (Marx, 2017:237) Bir sınıfın maddi olarak varoluş koşullarına sahip olmasına rağmen oluşamaması ile kastedilen nedir? Ulusal ölçekte kendisini var edemeyen ve bir siyasi örgütlenme yaratamayan bir sınıf Marx’a göre oluşamamaktadır. Bu durum da köylülerin ulusal siyaset sahnesinde kendi temsiliyetlerini yaratabilmesine engeldi, onlar “kendilerini temsil edemez ancak temsil edilebilirlerdi”. Marx’a bu analizi yaptıran Fransa, kırda küçük çiftçiliğin esas olduğu bir toplumdu, köylü ailelerinin birbirlerinden izole varoluşu onların “kendileri için sınıf” haline gelemeyişlerinin koşulu olarak ortaya konmuştu. Tarihin belli dönemlerinde kimi sosyal sınıflar kendilerini temsil edecek yeterliliklerden mahrum kalabilmektedirler. Oysa köylülüğün Orta Çağ’ın birçok evresinde son derece önemli siyasi sonuçlar yaratmış isyanlara imza attığını, kendilerine Thomas Münzer benzeri heretik tarihsel önderler yarattıklarını de çok iyi bilmekteyiz. Köylülüğün genel olarak oynadığı devrimci rolün olanağından bahsetmek için Çin Devrimi’ni hatırlamak yeterlidir. Gerçekleşmesi öncesinde yaşananlar itibariyle belki de en köklü mücadelelere sahne olmuş bu görkemli devrimin gerçekleşmesinde köylülük son derece belirleyici bir rol oynayabilmişti. Demek ki köylülük tarihin kimi dönemlerinde elde ettikleri bir yeteneği belli tarihsel momentlerde yitirebilmektedir. Mutlaka ki sınıfların evrensellikleri her bir ulusal çerçevede kendi özgün koşulları içerisinde gelişir. Burada önemli olan sınıfın nesnel varoluşunun kimi zaman kendi adına davranışını imkânsızlaştıracak bir rol oynayabilmesidir. Benzer bir sürecin neoliberal hegemonya koşullarında işçi sınıfı için de gerçek haline geldiği söylenebilir. Üretim mekânlarının merkezi ve büyük ölçekte değil de parçalanmış ve dağınık ölçekte yapılanması işçi sınıfı için benzer sonuçlar doğurmuş mudur? Post-Fordizm tartışmalarında üretim ölçeğinin küçülmesinin işçi sınıfının örgütlenme ve sınıf olarak davranma kapasitesini zayıflattığına dair vurgular böylesi bir ön kabule dayanmaktadır. Sınıfın varoluşu mekâna bu oranda bağlı mıdır? Geçmişte aynı mekânda olmak, birbirinden haberdar olmak ve birlikte hareket edebilmek için bir zorunluluktu belki ama bugün insanların birbiriyle çok farklı biçimlerde konuşabildiği ve temas kurabildiği koşullarda bu hala böyle midir? Bu anlamda işçi sınıfının tarihsel rolünü kaybetmediği hatta daha da geliştirdiği iddiasını desteklemek için dünyada emeği ile geçinenlerin sayıca artış içerisinde olduğunu söylemenin de en azından Marx’ın yukarıda geliştirdiği değerlendirme açısından anlamı olamayacağı yeterince açıktır. Sayısal olarak proleterleşmenin giderek hızlanmış olması işçi sınıfının özerk davranma yeteneğini kaybetmediğini ispat edebilmek için kullanılabilecek bir veri değildir. Emek gücünden başka geçinecek bir üretim aracına sahip olmamak işçi bir bireyi açıklar ancak işçi bireylerin nicel birikimi her durumda sınıfsal varlık olarak kendisini var edemeyebilir. Sınıf olabilmek için bir toplam olarak parçalarının toplamından fazlası olabilmek gerekiyor.

Burada sınıfların varoluşu açısından bir analoji kurmak adına 20. yüzyılın en önemli bilimsel sıçramalarından biri olan Kuantum Fiziği’nin bir dalı olan Kuantum Alan Teorisi’ne kısa bir göz atmak açıklayıcı olabilir. Kuantum Mekaniği’nin de kurucusu olarak anabileceğimiz Paul Dirac’ın öncülük ettiği yaklaşıma göre her madde parçacığı için bir alan mevcuttur. Parçacıklar sadece evrenin belirli noktalarında bulunurken alanlar evrenin her bir noktasına yayılmış durumdalar. Alanların kendisi en düşük enerji seviyelerine, yani herhangi bir parçacığın olmadığı duruma denk geliyor. Örneğin elektron, bir noktadaki elektron alanının belli seviyede enerji ile temas etmesi sonucu bir üst enerji seviyesine geçmesi ile oluşuyor. Yani Kuantum Alan Teorisi’ne göre madde, alan ile enerjinin sentezlenmesi ile ortaya çıkıyor. Daha büyük kütleli bir parçacık için daha fazla enerjinin o parçacığın alanı ile temas etmesi gerekiyor. Yani parçacığın kütlesi aslında kendisini alandan üreten enerjinin şiddeti ile orantılıdır. Enerji ile etkileşemeyen bir taneciğin alanı kendiliğinden maddi bir gerçeklik kazanamıyor. Alanın maddeye kaynak olabilmesi “dışarıdan” bir enerji aktarılması ile mümkün olabilmektedir.

Fiziksel olgularla sosyal fenomenler arasında birebir ilişkiler kurmak için son derece temkinli davranmak gerekse de kendiliğinden sınıfı en düşük enerjili temel hal olarak gördüğümüzde kendisi için sınıfın ortaya çıkmasının koşulunun sınıf alanı ile bir varoluşu mümkün kılacak büyüklükte bir enerjinin temas etmesinin gerekliliği olduğu anlaşılabilir. Bu analojinin bir diğer sonucu da sınıf kimliğinin benimsenmesinin, sınıf yapısının doğal ve zorunlu bir sonucu olamayacağı gerçeğidir. Sınıfı, sınıf mücadelesi mi kurar? Sınıf mücadelesi sınıfı görünür kılar var etmez. Bunu iddia etmek rüzgâr esmediğinde havanın var olmadığını iddia etmeye benzer. Kuantum alan teorisi analojisi, sınıfın “alan” olarak yaygınlaşmasının da sınıfın ispatının sınıf mücadelesi olduğu tezinin de aşılmasını mümkün kılıyor. Proleterleşme dalgası sınıfsal alanı büyütüyor ancak sınıfın maddi varlığı en az bunun kadar onu inşa etmek için harcanacak çabaya da bağlıdır. Devrimci siyasetin sınıfın inşasında oynaması gereken rol, bu ihtiyaç duyulan enerjinin temini açısından önemlidir.

Kendiliğinden sınıfın kendisi için sınıfa dönüşebilmesi için gereken enerjinin kaynağı nedir? Aslında birçok farklı kimliğe sahip olan bir işçinin, öncelikle sınıfsal kimliği ekseninde var olabilmesi hangi koşullar altında gerçekleşebilir? “İşçilerin bir sınıf mı yoksa dine, etnisiteye, bölgeye, dile, ulusa, sektöre göre bir çeşit kolektivite mi oluşturacağı her daim tartışmalıdır. Sınıf yapısının sınıf oluşumuna dair çabaların oluşacağı maddesel çıkarların tabanını tanımlaması olasıdır ancak bu çabaların sonuçlarını özellikle belirleyeceği anlamına gelmez.” (Wright, 2017:43) Ekonomik mücadeleye katılmanın bir işçiyi kendisi için sınıfın bir parçası haline getirmesi, bu seviyede bir sınıf bilinci ile donatmasının hiçbir garantisinin olmadığını en iyi sınıf çalışması yürüten devrimciler takdir edecektir. Tabii ki bu süreçte işçilerin devrimcilerle teması esnasında yaşanan sıçramalar her zaman mümkün olmaktadır. İnandığı gibi yaşayan, kararlı ve kendisini ezilenlerin şanlı mücadele birikimi ile donatmış bir devrimci hiç kuşku yok ki olağanüstü bir dönüşüm enerjisini tetikleyebilir. Ancak bu tarz bireysel deneyimlerin bir sosyal sınıfı, kendisi için sınıf haline çıkarması mümkün değildir.

Bir sosyal sınıfın kendisi için sınıf olarak sahneye çıkması genelde önemli sosyal dönüşümlerin ve alt üst oluşların yaşandığı dönemlere denk gelmektedir. 20. yüzyıla damgasını vurmuş devrimlerin genellikle görece pre-modern toplumların hızla kapitalistleşmesi sonrasında yaşanan büyük savaşlar sürecinde gerçekleşmiş olması bu açıdan dikkat çekicidir. Bir dönemin üretim ilişkilerinin bağlayıcı kurumsal çerçevesinin yıpranmaya başladığı, yeni kurumsal yapıların ise tam olarak istikrar kazanma şansı bulamadığı dönemler sınıf oluşumu açısından gereken enerjinin oluşabilmesi açısından üretken dönemlerdir. “Görece homojen sınıf kimlikleri bir yazgının değil bir konjonktürün sonucudur.” (Balibar, 2000) Egemen sınıfların kendilerini tepede tutan üretim ilişkilerini yeniden üretebilmek amacıyla organize ettiği kurumsal yapıların görece istikrar üretebildiği dönemler, sınıfsal oluşumların enerjisini tüketerek onları statü gruplarına dönüştürme eğilimindeyken büyük altüst oluş dönemleri, eski güç dengelerinin yıkıldığı ve yenilerinin olgunlaşmaya başladığı dönemler sınıfsal yapıların belirginlik kazanması ve güçlenmesi açısından uygun olanakları sağlayan dönemlerdir. Egemen sınıfların geliştirdiği yönetsel aygıtların alt sınıfları etkisizleştirmekte etkin rol oynayabildiği, hızlı sosyal dönüşüm süreçlerinin ise bu kurumların bu kapasitesini zayıflattığı düşünülmelidir. Dolayısıyla sınıfsal süreçlerin analizinde teknolojideki ya da üretim örgütlenmesindeki değişimler tek etken olarak ele alınamaz, dönemin genel politik konjonktürü de sınıfsal oluşumların kaderi üzerinde belirleyicilik sahibidir. Bu yüzden benzer sınıfsal süreçler farklı konjonktürlerde çok başka sonuçlar yaratabilme potansiyeline sahiptir. “Her teknolojik yansıma ve ekonomik dönüşüm statünün sağladığı tabakalaşmayı tehdit eder ve sınıf konumunu ön plana çıkmaya zorlar.” (Dworkin ,2012:70) Sanayi kapitalizminden bilgi-hizmet kapitalizmine geçiş çağı böylesi gerilimler yaratabilir mi? Bunu hep birlikte mücadele içinde yaşayarak göreceğiz.

ÇELİŞKİLİ SINIF MEVKİLERİ YA DA ORTA SINIFLAR MESELESİ

Orta sınıflar kavramına nasıl yaklaşmalıyız? Orta sınıfın, Marksistler açısından alerji duyulan bir kavram olduğu açıktır. Bunun en önemli sebebi orta sınıf diye tabir edilen kesimlerin önemli bir kısmının en geniş emekçi tanımı açısından işçi sınıfının parçası olmasıdır. Bunların işçi sınıfı dışında konumlandırılabilmeleri için Weberyen statü kavramlarının, üretim ilişkileri ile doğrudan ilişkili olamayabilecek konumların kriter kabul edilmesi gerekmektedir. Bu yüzden birçok Marksist açısından orta sınıf kavramı işçilerin ortasına atılmış bir Truva atıdır. Ancak Lenin’in işçi aristokrasisi kavramını işçi sınıfının içinde gelişip serpilen ve kapitalizmle uzlaşmaya meyilli bir sınıf fraksiyonunu tarif etmek için kullanmasından beri görünürde emekçi, ancak nesnel olarak kapitalizmle sorunu olmayan işçi kesimlerinin varlığı da bir vakadır. Lenin, işçi aristokrasisinin varlığını emperyalist ülkelerin sömürgelerden elde ettiği artığın kısmen paylaşılması ile açıklamaktaydı. Bugün de özellikle iyi eğitim almış, kalifiye emekçilerin önemli bir kısmını orta sınıflar çerçevesinde ele alabiliriz. Bunlar genelde işçi sınıfının geniş yığınlarından ayrışabilmeyi bir bireysel başarı olarak algılayan kesimlerden oluşmaktadır. Düzen içerisinde kalarak, kendi vasıfları aracılığıyla yükselip tutunabileceklerini varsaymakta ve kolektif mücadelelerden uzak durmayı tercih etmektedirler. Sosyalist hareketin liberalleşmesi aslında kendisine orta sınıflar içinde yer bulmasının bir karşılığı, bir sonucudur. “Sol protestoların toplumsal tabanı değişti: Bugün bu taban, işçi hareketinin geleneksel tabanı olan sanayi sektöründe çalışan işçi sınıfından ziyade, 1960’lar ve 1970’lerde yeni toplumsal hareketlerin çekirdeğini oluşturmaya başlayan yeni orta sınıflardan oluşuyor.” (della Porta, 2017:45) Orta sınıflar kendi vasıfları aracılığı ile düzenden özerkleşebileceklerini düşündükleri için genelde özgürlük ve özerkleşme eksenli toplumsal taleplere yatkındırlar. Siyasi düşüncenin sınıfsızlaşmasında orta sınıfların düşünce kategorisinde işçi olmanın olumsuz bir karşılığa sahip olmasının da önemli bir etkisi vardır. Orta sınıflar açısından işçileşmek, cehenneme düşmekle aynı anlama gelmektedir.

Poulantzas örneğin “yeni küçük burjuvazi”nin muhakkak işçi sınıfına dışsal olarak kabul edilmesi gerektiğini düşünür. Aksi durumda yegane devrimci sınıf olan işçi sınıfı, düzen içi olarak değerlendirdiği toplumsal sınıfların etkisiyle ideolojik tutarlılığını kaybederdi. Weberci statü kriterlerini kullanmamak için yeni küçük burjuvaziyi “üretken olmayan emek” statüsünde ele aldı. Ancak sınıfın politik kimliği açısından üretken olma veya olmamanın bir etkisi olacağını düşünmek gerçekçi görünmemektedir.

Wright’ın orta sınıfları tarif ederken kullandığı “çelişkili sınıf mevkileri” ifadesi ise oldukça açıklayıcıdır. Orta sınıfların “çelişkili sınıf mevkileri” olarak değerlendirilmesi kimi özellikleriyle işçi sınıfıyla kimileri açısından ise sermaye sınıfıyla ortak özellikler sergilemesinden kaynaklanmaktadır. Bu nesnel varoluşları onları farklı konjonktürlerde farklı ana sınıflarla ittifak yapabilir durumda tutmaktadır. Bunlar, “hakim sömüren sınıfa bireysel olarak girebilme şansı yakalamak için sömüren pozisyonlarını kullanmaya çalışabilirler, hakim sömüren sınıflarla bir ittifak çabası içerisine girebilirler veya sömürülen sınıfla bir çeşit ittifaka gidebilirler.” (Wright, 2017:45) Kapitalizm açısından işlerin iyiye gittiği büyüme dönemlerinde orta sınıflar da genellikle ilk ve ikinci tutumlara sadık olurlar. Ancak “özellikle çelişkili mevkilerin bir ‘itibarsızlaştırılma’ süreci (vasıfsızlaştırma, proleterleştirme, otoritenin rutinleştirilmesi) içerisinde olduğu durumlarda açıkça net sömürülen olan çelişkili mevkilerdeki bu insanların çıkarlarının işçi sınıfı ile daha yakın olduğunu görmesi ve ortak örgütlülüğe girişmesi sık rastlanan olgulardır.

2008 krizi sonrasında orta sınıfların işçi sınıfıyla ittifak yapmasının olanaklarını zorlayacak gelişmeler yaşanmakta mıdır? Dünya geneli açısından bakıldığında 4. Sanayi Devrimi tartışmalarının da ortaya koyduğu üzere beyaz yakalıların vasıfsızlaşmasının hızlanacak olması, yakın bir geçmişe kadar elit meslekler olarak algılanan doktorluk, avukatlık gibi mesleklerin bile algoritmalar tarafından yürütülebilecek olması orta sınıfların geniş kesimlerinin işçileşme “tehdidi” ile karşı karşıya olduğunu göstermektedir.

Türkiye’de ise orta sınıfların radikalleşmesi adını verebileceğimiz böylesi bir sürecin çok daha fazla tetikleyicisi vardır. Bu radikalleşmenin kimi tezahürleri başta Gezi Direnişi olmak üzere birçok önemli sosyal sonuç da şimdiden yaratmıştır. Türkiyeli orta sınıflar teknolojik dönüşümün basıncını kapitalist merkezlerdeki sınıf kardeşleri kadar yakından yaşamasa da Saray rejiminin kuşatıcılığı, kentli orta sınıfların siyasi muhalefete yatkın olması sonucunu doğurmaktadır. Özellikle devalüasyon sonrasında yurtdışında yaşamanın külfetinin artması bu kesimlerdeki sıkışmışlık hissini daha da arttırmaktadır. Bu sıkışmışlık hissi orta sınıfların normal koşullarda kendilerini çok uzak konumlandırmaya çalışacakları işçi sınıfıyla yakınlaşabileceği bir konjonktürü yaratabilir, tabii işçi sınıfının böylesi bir randevuya kendi karşı hegemonya projesi ile icabet edebilmesi durumunda böylesi bir yakınsama politik sonuçlar üretebilir. İşçi sınıfının kendisine düşen görevi yerine getirememesi durumunda ise orta sınıflar yüzlerini hızla “rol modelleri” finans kapitalin kendilerine sunduğu seçeneklere çevireceklerdir. İktisadi ve politik krizlerin açtığı fırsat pencereleri sonsuza kadar açık kalmaz.

Orta sınıflar bahsinde Negri’nin “maddi olmayan emek” yaklaşımını hatırlamak anlamlı olacaktır. Negri’nin “maddi olmayan emeği” beyaz yakalı, vasıflı orta sınıfların ülküleştirildiği bir teoriye kapı açmaktadır. İşçi sınıfının çoğunluğunu oluşturmayan ama buna karşılık geçmişte sanayi işçisinin oynadığı role benzer biçimde sınıf içinde hegemonik bir pozisyon edinen “maddi olmayan emek” herhangi bir zaman dilimine ve herhangi bir özgün mekana hapsedilemeyeceğinden sermaye kontrolünden daha rahat kurtulabilir. Negri’nin tarif ettiği bu kesimler işçi sınıfının içinde değil genelde tüketim ve yaşama alışkanlıkları itibariyle orta sınıflara dâhil edilmesi gereken toplumsal kesimlerdir. “Sembolik analizciler, iyi eğitim almış ve formel üniversite eğitiminden sonra da iş üstünde deneyim kazanmış ve soyut sembollerle oynayarak sorunlara yeni ve geçerli çözümler üreten bir kesim. Reich’a göre üretimde değer yaratan bu kesimin ulusa olan sadakati, yani geliri ve verimliliği düşük vatandaşlarına karşı dayanışma duyguları çok zayıf. Korumalı sitelerde yaşayan sembolik analizcilerin daha çok iletişimde olduğu kesimler ulus içinde veya dışında iletişim kurdukları meslektaşları.” (İnan, 2018:371) Bugün Zuckerberg, Gates, Bezos gibi dünyanın ne zengin adamları bu kesim içinden çıkıyor. Negri’nin maddi olmayan emeği ülküselleştirilmesi ve onun vasıfları sayesinde sermaye ilişkilerinden bağımsızlaşma kapasitesine kapitalizmin Ergenekon’undan çıkış (Exodus) payesi vermesi hiç de ikna edici değil. (Koşar, 2017) Sanayi 4.0 maddi olmayan emeğin en müstesna unsurları dışındakileri ikame etme, vasıfsızlaştırma kapasitesine sahip olabilir.

ANTİ-KAPİTALİST MÜCADELE PROGRAMINA KARŞI HEGEMONYA KAZANDIRMAK

Türkiye açısından bakıldığında orta sınıflarda egemen sınıftan uzaklaşma eğilimi ortaya çıkmışken işçi sınıfının bir karşı hegemonya projesi inşa edebilmesi mümkün olabilir mi? Politik krizin işçi sınıfı lehine çözümü böylesi bir konjonktürde mümkündür ancak bu olanağın hayata geçebilmesi işçi sınıfının kolektif aksiyon yeteneğinin gelişmesi ile mümkün olabilir. Böylesi bir karşı hegemonyanın inşa edilebilmesi ise kriz karşısında alternatif bir ekonomi programının ortaya konması ve dövüştürülmesi ile mümkündür.

Burada önümüzdeki en büyük sorun, ekonomik taleplerin işçi sınıfının kimi haklarını savunmak noktasında kalması, üretim ilişkilerini dönüştürmeyi önüne hedef olarak koyan taleplerin ise radikalize edilerek, gerilim yüklenememesidir. Bunun en önemli sebepleri arasında işçi sınıfının ve daha da önemlisi sınıfa öncülük iddiasındaki politik kadroların özgüven seviyesinin ancak elindekileri korumaya yetecek düzeyde olması bulunmaktadır. Bu açıdan bakıldığında “kıdem tazminatının korunmasını” amaçlayan bir mücadele “tüm işsizlere işsizlik sigortası” ya da “tüm işçilere ücretsiz su, elektrik, doğalgaz” taleplerinden çok daha gerçekçi bulunmaktadır. Bir diğeri ise sosyalist politika gündeminin sınıfsızlaşması ve genel demokrasi, seçim gündemleriyle aşırı doza maruz kalmış olmasıdır. Faşizm koşullarında bunun ötesine geçmenin zorluklarının büyük olduğu açıktır. Ancak sosyalistlerin anti-faşist mücadeleye de kendi renklerini verme gayretinden geri düşmemeleri esasa dair bir sorun teşkil etmektedir. Unutulmamalıdır ki bugün faşizm karşısında bir arada durmaya çalışan politik bloğun içerisinde de bir hegemonya mücadelesi devam etmektedir. Bir “çokluk”un içinde bulunduğumuz bir vakadır, ancak biz bu çokluğun uyumlu ve uysal bir bileşeni olmak niyetinde değiliz, başarmamız gereken işçi sınıfının güncel taleplerini ortaya çıkarmak, bunlara üretim ilişkilerini sorgulayan bir içerik kazandırmak ve sonrasında da bu programın kendisini kurucu bir mücadelenin temel aparatı haline getirmek olmalıdır.

Bahsettiğimiz kurucu ekonomik programın temel teması, emeğin meta olmaktan çıkarılması olmalıdır. Yani emek gücünün üretilmesi için gereken metaların, toplumsal üretimi gerçekleştirmekle sorumlu emekçiye ücretsiz olarak sağlanması, emekçi olmanın maliyetlerinin toplumsallaşmasıdır. Böylece geçim araçlarının temini ile çalışma arasındaki zorunlu illiyet bağı tartışılır hale getirilecektir. Toplumsal ölçekte gerçekleşen üretimin bir parçası olan işçinin, işini kaybettiğinde geçim araçlarına sahip olamamanın tüm maliyetlerini bireysel olarak üstlenmek zorunda kalması hem kabul edilmesi mümkün olmayan bir adaletsizlik hem de işçinin terbiye edilmesinin ve örgütsüzleştirilmesinin en önemli aracıdır. İşçi mücadelelerinin taleplerinin sadece çalışma koşulları ile ilgili olmaktan çıkarılıp yaşam koşullarıyla ilişkilendirilmesi bir zorunluluktur. Finans kapitalin üzerindeki vergi yükünün arttırılması ve bunların eğitim, sağlık, barınma, ulaşım gibi emekçinin kendisini yeniden üretmesi için gereken faaliyetlerin maliyetlerinin karşılanmasında kullanılması kurucu anti-kapitalist programın yine en temel ayağıdır. Sorun, üretimin bireysel karı değil toplumsalın ihtiyaçlarını önceleyerek yeniden kurgulanması için gereken kaynakların bulunmaması değil bunların özel ellerde birikmiş olmasıdır. İnsanlık tarihinin ulaştığı en büyük zenginlik seviyesi muazzam bir adaletsizlik ve sosyal-ekolojik tahribat eşliğinde gerçekleşmektedir. Bu koşullarda sürdürülmesi de mümkün değildir. Temel ihtiyaçların kapsamının genişletilmesi, bunu yaparken kadın ve gençlerin konumlarının da öncelikle göz önünde bulundurulması ve bunların temininin üretimde rol alan her işçi için güvence altına alınması, teknolojik gelişmeleri geleceği için bir güvencesizlik kaynağı olarak algılayan orta sınıflar açısından da cazip olacaktır.

DEMOKRASİYİ AÇIN!

Demokrasinin açılması, yani siyasal alandaki hak eşitliği çerçevesinden iktisadi kaynakların da eşit paylaşımı üzerine kurulu bir biçimde yeniden kurgulanması demokrasinin yaşayabilmesinin yegâne zeminidir. Bu seviyedeki gelir-servet kutuplaşması ve güvencesizleşme koşullarında bildiğimiz liberal demokrasinin ayakta kalma şansı yoktur.

İktisadi ve politik krizlerin bu düzeyde rezonansa gelmesi tarihte sık rastlanan bir durum değildir. Özellikle yakın dönemde bu çifte krizde kıvranma koşullarından toplumun önünde yepyeni seçeneklerin açılacağı bir uğrak noktasına ulaşılmıştır. Bu dönemde ortaya çıkan büyük olanakları değerlendirmek ezilenlerin kurtuluşu açısından hem devasa bir fırsat hem de halklarımıza verdiğimiz devrim sözünün hayata geçirilebilmesi açısından bir zorunluluktur. Sıra dışı bir evrede, tarihin hızlandığı bir dönemde yaşama bilinci devrimci algının bu dönemde ayrılmaz bir parçası olmalıdır.

İnsanın bir meta olmaktan çıkması, emek gücünün yeniden üretimi için gerekli metaların kamusallaşması ile mümkündür. Toplum bunu gerçekleştirebilecek kaynaklara fazlasıyla sahiptir. Dolar milyarderlerinin kasalarından fışkıran paralar insanca bir dünyanın inşa edilebilmesi adına kamulaştırılmayı bekliyorlar.

Türkiye’nin sosyoekonomik ve politik sistemi gibi küresel kapitalizm de sosyalizmin eşitlik ve özgürlük projesi olmadan giderek yönetilmesi çok büyük bir yıkım gerektiren problemlerle yüz yüze. Sosyalistler sahip oldukları program ve birikimin ne kadar kıymetli olduğunu fark ettiklerinde sömürülenlerin önüne çok daha ciddi seçenekler koymayı başaracaklardır.

Gencecik insanların işsizlikten yanıp kavrulmadığı bir düzeni kuracağız.

KAYNAKÇA

Callinicos, A. (1998) Tarih Yapmak, çev. Nermin Saatçioğlu, İstanbul: Özne Yayınları

Balibar, E. ve Wallerstein, I. (2000) Irk Ulus Sınıf, çev: Nazlı Ökten, İstanbul: Metis

Brown, W. (2017) Halkın Çözülüşü, çev. Barış Engin Aksoy, İstanbul: Metis

Chibber, V. (2017) “Rescuing Class From the Cultural Turn”, Catalyst, 1/1, catalyst-journal.com, İndirilme Tarihi: 29.04.2019

Dworkin, D. (2012) Sınıf Mücadeleleri, çev: Utku Özmakas, İletişim: İstanbul

della Porta, D. (2017) “Geç Neoliberalizmde İlerici ve Gerici Siyaset”, Büyük Gerileme içinde,der: H. Geiselberger, çev: Merisa Şahin, İstanbul: Metis

Fraser, N. (2014) “Behind Marx’s Hidden Abode: For an Expanded Conception of Capitalism” New Left Review, II/86

Fraser, N. (2017) “İlerici Neoliberalizme Karşı Gerici Popülizm: Bir Hobson Seçimi”, Büyük Gerileme içinde, der: H. Geiselberger, çev: Merisa Şahin, İstanbul: Metis

Hobsbawm, E. (2012) Lenin ve “İşçi sınıfı aristokrasisi”, www.muhalefet.org, İndirilme Tarihi: 18.05.2019

İnan, K. (2018) Bilgi Toplumuna Geçerken Teknolojik İş(lev)sizlik, İstanbul: İletişim

Koşar, A. (2017) Negri, Sınıf ve Çokluk- Postmodern Özne arayışının eleştirisi, İstanbul: Kor

Marx, K. (2017) Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i, çev: Erkin Özalp, İstanbul: Yordam

Pelek, S. (2019) “Bir sınıf kavramı olarak prekaryanın eleştirisi”, Praksis, 49, ss.103-124

Poulantzas, N. (2010), “Toplumsal Sınıflar Üzerine”, Poulantzas Kitabı içinde, der: James Martin, çev: Akın Sarı- Selime Güzelsarı, Ankara: Dipnot

Wright, E.O (2017) Sınıflar Üzerine Tartışmalar, çev: Eren Karaca, İstanbul: Nota Bene

Wood, E. M. (2011) Sınıftan Kaçış – yeni ‘hakiki’ sosyalizm, çev: Şükrü Alpagut, İstanbul: Yordam