Kapitalizmin Sınırları ve Yeni Bir Mücadele Dalgası * Mehmet Yılmazer

Berlin duvarının yıkılışının üzerinden tam otuz yıl geçti. Trump ve ardından Brezilya’da Bolsonaro’nun, o yetmiyormuş gibi İngiltere’de B. Johnson’un iktidara gelmesiyle epeydir dünyada popülizmin veya yeni faşizmin yükselişini konuşur hale gelmiştik. Yeni faşizmin pervasızlıkları hem akıl dışı duruyordu, hem de ürkütücüydü. Önce Irak’ta bir ayaklanma patlak verdi, ardından Mısır’da Sisi’ye karşı bir gösteri gerçekleşti. Bunlar yeni bir dalganın habercisi olabilir miydi?  Tam da böyle oldu.

Azerbeycan’da biraz sönük de geçse Aliyev sultanlığına karşı tepkinin yükselmesi önemlidir. Endonezya’da bir aydır gösteriler devam ediyor. En son Ekvador, İspanya (Katalonya), Lübnan ve Şili’de yükselen gösteri dalgası farklı bir döneme girilmekte olduğunu gösteriyor. Şili’de tarihinin en büyük gösterisi gerçekleşti. Bir buçuk milyona yakın insan sokaklardaydı. Basına çok yansımasa da bu arada ABD’de otomobiv sanayi işçileri ve öğretmenler sokağa çıktılar.

Ekvador’da Lenin Moreno, IMF’nin kölesi olup 21. yüzyıl sosyalizminin verdiklerini geri almaya kalkınca başkent Quito’yu terketmek zorunda kaldı. Şimdi yerli hareketi tüm Ekvador’a “halk meclisleri” kurulması için çağrı yaptı. Lübnan’da iktidar uzlaşma yolları arıyor. Şili’de günlerdir süren öfke göklere çıkmış durumda, bakalım yeryüzüne nasıl inecek?

Trump’ın seçilmesiyle son beş altı yıldır yükselen yeni faşist harekete tam bir cevap olan son halk  gösterileri dünyanın üstüne çökmekte olan kabusu belli ölçüde dağıtmaktadır. Bu dalga hangi noktalara yükselebilecek, ömrü ne kadar olacaktır? Bunları kestirmek çok zor olsa da, Duvar’ın yıkılışı sonrası hareketlerin niteliğini kısaca hatırlamakta yarar vardır.

Şili’de büyük gösteride taşınan bir pankart günümüz gerçekliğini çok iyi özetliyordu: “Neoliberalizm Şili’de doğdu ve Şili’de ölecek!” (*)

Son gösteri çok görkemli olsa da neoliberalizme karşı yıllardır yapılan gösterilerden birisidir, belki en büyüğüdür, ancak onun ölümünü hazırlayabilecek midir? Bundan önce neoliberalizme karşı iki büyük dalga daha yaşanmıştı. İlki yine Latin Amerika’da patlamıştı. 1989 yılındaki Venezüela başkentinde Caracaso isyanı ve devletin katliam ölçüsünde müdahalesi Bolivar devrimlerinin yolunu açmıştır. Diğeri 2000 yıllındaki, bir yıla yakın süren Arjantin isyanıdır. Otoyol işgalleri ve işsiz işçilerin örgütlü yapısıyla öne çıktığı bir mücadele olarak hafızalarda yer etti. Yine bu isyandan bir kaç yüz işgal fabrikası geriye kalmıştır; bir kısmı hala yaşıyor.

Bu dönem en büyük isyanlar Venezüela ve Bolivya’da yaşanmıştı. Bu ülkelerde ikili iktidar yapıları ve “21. yy. Sosyalizmi” hedefinin ortaya çıkmasıyla Berlin Duvarı’nın yıkılışından sonra en etkili ve içerikli mücadele alanları oldular. Bu dalga Ekvador’a, kısmen Brezilya’ya da genişledi. Latin Amerika’da “kıtasal devrime” doğru gelişmeler yaşandı.

Diğer büyük dalga 2008 ekonomik krizinden sonra kıta Avrupa’sında ve Amerika’da yaşandı. Bir bakıma neo-liberalizmin kâbeleri olan bu ülkelerde isyan patlak vermesi, neo-liberalizmin başından darbe alması anlamına geliyordu. Özellikle Yunanistan, İspanya, İtalya ve Portekiz’de geniş tepkilerin sokağa dökülmesi; aynı zamanda New York’da Wallstreet’in işgali neo-liberalizmin artık önemli bir tıkanma noktasına gelip dayandığını göstermekteydi. Bu arada İstanbul Gezi isyanı ve Arap isyanları dünyada 2008 krizinin tetiklediği büyük dalgaya dâhil oldular.

İkinci büyük dalga da dünyada önemli değişimlere yol açamayınca ardından “popülizm” ya da yeni faşizm dalgası araya girdi. Bu dalganın zirvesini Trump ve Bolsonaro temsil ettiler. Ancak aradan beş altı yıl geçmeden dünyanın hemen her bölgesine yayılan yeni bir isyan dalgası neo-liberalizmin yarattığı yoksulluğa karşı patlak verdi.

Yaşanan dalga öncekilerden farklı özellikler taşıyor mu? Öncekilerin alın yazısının tekrarlanmaması için neler gerekiyor?

İlk görünüşte öncekilere göre daha büyük yaygınlığı dışında belirgin bir fark görünmüyor. Görünenden öteye gitmeye çalışırsak neler söylenebilir?

İlk iki isyan dalgası sırasında neoliberalizm bugünkü ölçüde yıpranmamıştı. 2008 krizinden sonra piyasaya büyük paraların sürülmesiyle, yaklaşık 9 trilyon dolar,  yapılan kurtarma operasyonları da bir sonuç yaratmamıştır. Daha doğrusu yarattığı en önemli sonuç, para bolluğundan uluslararası finans sisteminin “sıfır” veya “eksi” faize geçmek zorunda kalması olmuştu. Bugün neoliberalizm bir sermaye birikim sistemi olarak ömrünü doldurmuştur. Sermaye cephesinden bakınca böyle görünüyor. Geniş çalışan kitleler açısından, sosyalist sistemin günahlarının yarattığı bilinç kararması nedeniyle “neoliberalizm veya küreselleşme bir çözüm mü?” sorusu kafalarda dolaşıp duruyordu. Bugün artık yaşanan sosyal yıkım büyük ölçüde bu soruları süpürmüştür.

İkinci olarak, neoliberalizmin siyasal yapısı başlardaki görüntüsünden tamamıyla kopmuş, demokrasiyle bağlarının pamuk ipliğine bağlı olduğu görülmüştür. Ayrıca merkezinde kuralsızlaştırma duran neoliberal uygulamalar sonunda kapitalist anayurtlarda bile “kurulu düzen”i (establishment) deforme etmiş, keyfilik sıradanlaşmıştır. Gelişmekte olan ülkelerde keyfilik zaten gündelik yaşanan bir olguydu, ancak bugün artık “düzen”leriyle övünen Batı dünyasında bile keyfilik artmaktadır. En göz önünde olan Trump ve Beyaz Saraydır.

Üçüncü olarak, neoliberal isyanlara karşı Latin Amerika’da yükselen 21. yüzyıl sosyalizmi ve Kıta Avrupası’nda Syriza benzeri hareketler açık, güven verici başarılar kazanamayınca araya “popülizm” girmiş, bu başarısızlıkların zemininde yükselmiştir. Ancak yeni faşizmin verebileceği hiçbir umudun olmadığı çok kısa sürede ortaya çıkınca hayal kırıklıklarının ardından yeni arayışlar başlamıştır.

Dördüncü olarak, 21. yüzyıl sosyalizmi bir çekim gücü henüz kazanmasa da, başta ABD’nin tüm saldırılarına karşı direnme yeteneği olduğunu kanıtlamıştır. Bilindiği gibi Duvar yıkıldıktan sonra gelişen geniş ve güçlü “anti-küresel hareketler”in o dönem çok parlayan parolası “başka bir dünya mümkün!”dü. Buna karşılık neo-liberalizmin o dönem liderlerinin ağızından da TİNA, neo-liberalizmin tek yol olması anlamında “başka alternatif yok” parolası düşmüyordu. Aradan geçen otuz yıl neoliberalizmin insanlık için “alternatif” olmadığını tersine yıkım olduğunu kanıtladı. Ancak insanlık için hala nasıl başka bir dünyanın mümkün olacağı, düşüncede ve pratikte bir yoğunluk, çekim gücü kazanmadı.

Bugünü dünden ayıran bir özellik gelecek arayışlarının belli ölçüde artmasıdır. Bunun belki en ilginç kanıtlarından birisi Amerikan gençliği içinde sosyalizme yönelişlerin ciddi bir şekilde yükselmesidir. Bu parelel bir şekilde İngiltere’de de gelişiyor. Duvarın çöktüğü, ortalığı postmodernist sis bulutlarının kapladığı günlerde özellikle genç kuşaklarda bir ufuk kopması yaşanmıştır. Geleceği kurgulamanın anlamsız olduğunun çok yoğun savunulduğu günlerden geçildi. Bugünlerden artık çıkılıyor. Ancak hala “nasıl bir dünya?” sorusunun cevabı verilmemiştir. Fakat dün postmodernizmin yarattığı bilinç kararmasıyla geleceğe bakmanın bile anlamsız olduğu düşünülürken, artık kesinlikle geleceği kurgulamanın gerekli olduğu bilincine varılmıştır. Ancak nasıl bir gelecek? Ve hangi yollardan bu geleceğe yaklaşmak gerekiyor? Bu konular hemen her hareketin gündeminde bir hayalet gibi dolaşıyor, fakat henüz yoğun bir yapıya bürünmüyor. “Katı olan herşeyin buharlaştığı bir dünyadan”, geleceğin basamaklarını tasarım ve eylem gücüyle tırmanmanın zamanı gelmiştir. 

Dünya “popülizm” dalgasından sonra, onun yarattığı karamsarlığı süpüren bir öfke dalgasıyla sarsılıyor. Fakat sorulan sorular yine aynıdır. Büyük gösterilere rağmen iki önemli eksiklik giderilmiş değildir. Yoksul ve öfkeli kitleleri yönlendiren bir ideolojik zemin veya siyasal bir program henüz bir çekim gücü kazanmamıştır. Bilindiği gibi önce kafalarda kazanılamamış hedef ve zaferler pratikte kendiliğinden veya rastlantıyla kazanılamaz. Sınıflar mücadelesi tarihinde böyle bir örnek yoktur.

Uzun süredir düşünce ve eylem arasında veya stratejik deyimlerle konuşursak, objektif ve subjektif koşullar arasında derin bir kopma yaşanmaktadır. Aradaki çatlak veya uçurum henüz kapanmamıştır. Bu çatlağın açılmasında bilindiği gibi iki temel neden vardır. Birisi Berlin Duvarı’nın yıkılışıyla yaşananlardır. Dünya çalışanları ve halkları için eksikleriyle birlikte bir kutup yıldızı görevi gören sosyalist sistemin çöküşüyle birlikte ortaya muazzam bir teorik ve pratik boşluk çıkmıştır. Zaten bu toz duman arasında ortalığı postmodernizm kaplamıştı. Sosyalizm ideoloji ve siyasal program olarak büyük bir güç ve itibar kaybına uğradı. Günümüzde bu yolda bazı olumlu gelişmeler olsa bile henüz büyük çatlağı kapatacak ölçüde bir gelişme yaşanmamıştır.

Bu yolda yürümenin bir yanı yaşanmış deneylerden yetkin ve cesur sonuçlar çıkartmakla mümkündür.  Bu yolda henüz kitleleri ikna eden güçlü dersler çıkartılamamıştır. Ya da pratik gidişten böyle bir sonuç çıkartmak mümkündür. Bugün bu konuda ortam daha verimli görünüyor. Çünkü sosyalizmin duvarın yıkıntıları altında kaldığı yıllarda karşısında “küreselleşme” ve “tarihin sonu” parolalarıyla kapitalizm güçlü bir alternatif olarak görünüyordu. Şimdiyse kapitalizmin bu hedefleri çökmüş durumdadır. Bu nedenle insanlık için kapitalizm dışında, eski deneylerden de yararlanarak yeni yollar bulmak bugün çok daha güçlü olasılıktır. Büyük çatlağın içine kapitalizmin hurdaya dönmüş molozları yığılarak aradaki uçurum kısmen kapanmıştır. Ancak hala alınacak yol var.

Teori ve pratik arasındaki kopmayı büyüten sadece Sosyalist sistemin yıkılması değildir. En az onun kadar önemli olan kapitalizmde son otuz yılda yaşanan yapısal değişimlerdir. Yazının konusu açısından önemli pek çok değişimin içinden birisini öne çıkartmak gerekiyor; o da işçi sınıfının üretimdeki ve toplumsal yaşamdaki yerinin köklü bir değişime uğramış olmasıdır. 19 ve 20. yüzyıldaki sınıflar mücadelesi ile 21. yüzyıldaki arasında en kaba bakışta bile göze çarpan önemli farklar vardır.

Marks, Komünist Manifestoyu yazarken ve sosyalizmin programı üzerine tartışırken Avrupa’da çok yoğun ve yaygın işçi sınıfı hareketleri vardı. Kıta Avrupa’sı isyan ve devrimlerle büyük bir kabuk değişiminin sancılarını yaşıyordu. Berlin Duvarı’nın yıkılışı ve kapitalizmdeki yapısal değişim üst üste düşünce son otuz yıldır sanki sınıf mücadeleleri görünmez hale gelmiştir. Sosyalizm basit bir iyi niyet değil, bir sınıfa dayanan ideoloji ve programdır. 21. yüzyılda büyük kitlesel kalkışmalar ve mücadeleler olsa da, bir sınıfa tutunan, onun örgütlü yapısını güçlendiren gelişmeler yaşanmadı. Büyük parlamalar halinde ortaya çıkan yığın gösterileri ve mücadeleleri hemen aynı hızla söndü. Güçlü örgütlenmeler yaratamayan kalkışmalar ortaya bir kısır döngü çıkarttı. Ne sosyalizmin ideolojik zemini güçlendi, ne de büyük yığınları kucaklayan hareketlere rağmen sınıf ve kitle örgütlenmeleri ortaya çıktı.

Kapitalizmde yapısal dönüşümün sonucunda işçi sınıfı 19 ve 20. yüzyıldaki adeta düzenli ordu görünümündeki yapısından, parçalı ve sanki gerilla görünümünde bir yapıya dönüştü. İşyerleri küçüldü, hizmet işkolunda yoğunlaşma olduğu için işçi sınıfının üretimdeki konumu ve toplumsal konumlanışı değişik bir niteliğe büründü.

Öte yandan, özellikle üçüncü dünya kapitalizminde işçi sınıfının etrafı adeta geniş bir işsizler denizi ile kuşatıldı. Gündelik, türedi işlerde çalışan, çoğu zaman işsiz olan, büyük varoşlarda konumlanan yoksulluğun bu canlı organizması sınıf mücadelesine yeni özellikler kazandırmaktadır. Eskinin “işçi-köylü ittifakı” kent varoşlarında gerçekleşmektedir. Ancak yoğun işsizlik sınıf mücadelesini aynı zamanda felçli hale getirmektedir. Üçüncü dünyada bir işte çalışmak adeta imtiyazlı olmakla eş duruma gelmiştir. Bir grev veya direniş geniş işsizlik denizinin ortasında gerçekleştiği için baştan bu denizde boğulma korkusu ile kuşatılmaktadır.

Sınıftaki parçalanma, günümüz kapitalizminin bir özelliği olarak kafa emeğinin yaygınlık ve yeni nitelikler kazanması ile öte yandan geniş güvencesiz “prekarya” kitlesi arasında derinleşmektedir. Eskinin homojen yapılı işçi sınıfı şimdi çeşitli renklere bürünmüştür. Bunların davranış, örgütlenme farklılıkları mücadelenin yükseltilmesinde büyük zorluklar yaratmaktadır. Daha doğrusu düşünce, davranış ve örgüt biçimleri eski homojen sınıf yapısına göre şekillendiği için yeni renklere göre yaratıcı yollar ve örgütlenmeler henüz yeterince ortaya çıkmamıştır.

Sonuç olarak, sosyalizmin yıkılışı ve kapitalizmde yapısal değişimin özellikle düşüncelerde yarattığı büyük sarsılma henüz yeni bir siyasal program ve stratejiye evrimleşmemiştir.

                                            KAPİTALİZMİN SINIRLARI

Neoliberalizme karşı yükselen üçüncü dalgadan hemen önce dünyada Greta Thunberg’in başını çektiği iklim değişimi konusunda önemli bir hareket yükseldi. Bu hareket kapitalist merkezlerde Yeşil hareketlere büyük bir güç verdi. En son İsviçre seçimlerinde Yeşil Hareketler önemli bir sıçrama yaptılar.

Dünyadaki genel gidişe bakıldığında bazı konular epey zamandır öne çıkıyor. İlki, küreselleşme ile birlikte ortaya çıkan dünyadaki zengin yoksul uçurumunun görülmedik seviyelere varmasıdır. Neoliberalizmin pervasızlığı dünyadaki yoksullaşmayı “tehlikeli” noktalara sürükledi. Bu konu zenginliği ve mülkiyeti belli ölçülerde tartışılır hale getirdi. İkinci konu, iklim değişiminin insanlığı sürüklediği gelecekle ilgili yaygın bir bilincin oluşmakta olduğu ve buna karşı bir hareketin yükselmesidir. Üçüncü konu, on yıldır kapitalizmin içinden çıkamadığı ekonomik krizdir. Bu aynı zamanda son otuz yılın ekonomik modeli olan neoliberalizmin iflası anlamına gelmektedir. Bu ortam büyük güçler arası gerilimi yükseltmekte, keyfiliği arttırmakta, toplumsal çürümeyi derinleştirmektedir.

Tabloyu eksik bırakmamak için bütün bunların bilim ve tekniğin fırtınalı gelişimiyle birlikte yaşanmakta olduğunu vurgulamak gerekiyor. En son ABD ve Çin arasındaki Huawei savaşının yüksek tekniğin kimin tekelinde kalacağı üzerine bir savaş olduğunu artık bütün dünya biliyor. Özellikle yapay zeka üzerinde yoğunlaşan araştırma ve rekabet dünyadaki güçler dengesini etkileyecek yanlara sahiptir. Kapitalizm bir yandan derin tıkanmalar içinde görünüyor; öte yandan fırtınalı teknik gelişmelerin de hızı kesilmiyor, bu çelişkili gidiş nelere yol açıyor ve ne anlama geliyor? Buradan hareketle son dönemlerde “robotların yükselişi” , “kapitalizm sonrası” ve “kapitalizmin sonu” konuları tartışılırken, onun sınırlarına dayandığı değerlendirmeleri yapılıyor.

Son isyanlar ve kapitalizmin yaşadığı yapısal değişimler onun sınırlarına dayandığının işareti midir? Bu sınırlar neler olabilir? Kapitalizm “rakipsiz” kaldığı bir zamanda en önemli krizlerinden birisini yaşıyor. Bunun özel bir anlamı var mıdır?

Sınırlarla ilgili bazı önemli görüşleri değerlendirmek yersiz olmaz.

“Kapitalist üretim sisteminin değer (değişim değeri) üretme kapasitesinin metaların üretimi için işe koşulan emek güçleri toplamıyla sınırlı olduğunu varsayarsak, proleterleşmenin nüfus açısından sınırına dayandığı bir dünyada, üretilebilir değer kitlesinin de sınırına gelinmiş olur ve kapitalizm hızla nihai çöküşüne ilerler”  (Ferda Koç, sen.org.  Dizi VI)

1980’lerden beri küreselleşme ve neoliberalizm dalgasıyla dünyada gerçekten yeni ve yaygın bir proleterleşme yaşandı. Andre Gorz’un  proletaryaya “elveda” etmeye çalıştığı bu zamanda, insanlık tarihinde yaşanmış en yaygın proleterleşme gerçekleşti. Latin Amerika’da nüfusun yüzde 80’i artık kentlerde yaşıyor. Türkiye’de de bu süreçte kırlarda yaşayanlar yüzde 35’e kadar geriledi. Ancak bu gelişmeler kapitalizmin proleterleşme sürecinde bir sınıra geldiğini gösteriyor mu? Afrika’yı bir kenara bıraksak bile güney Asya hala kırlarda yaygın bir nüfusu barındırıyor. Hindistan, Çin, Nepal, Bangladeş, Pakistan kırlarda yaygın bir nüfusa sahiptir.

Ancak yazarın dediğini, proleterleşmenin sınırına dayanıldığını varsaysak bile, “üretilebilir değer kitlesinin sınırına gelinmiş olur” mu?  Değişim değeri üretimi sadece işçi sayısına bağlı değildir; gelişen üretim teknikleriyle aynı sayıda işçi çok daha fazla değişim değeri üretebilir. Kapitalizmde 18. yüzyılın sonlarında aletlerden makinalara geçilmesiyle sürekli olarak yaşanan budur. Teorik ve teknik olarak kapitalizmde değer üretiminin bir sınırı yoktur. Dolayısıyla kapitalizmde “üretilebilir değer kitlesinin sınırına gelmek” diye bir şey olamaz. Ancak teknik gelişimin, yani üretimde cansız emeğin payının artması sermayenin organik bileşimini yükselttiği için kar oranlarında gerileme eğilimi ortaya çıkar. Bu gerçeklik burjuvazi üzerinde sürekli bir baskı yaratır. Her çözümlediğinde sorun bir başka yoldan tekrar karşısına çıkar.

Proleterleşmenin sınırına gelinse bile kapitalizm üretim tekniklerini ve tarzını geliştirerek değişim değeri üretimini arttırabilir. Hatta bu konuda sonsuz bir kapasitesi vardır. Sorun burada değildir. Üretilen değişim değerinin pazarda gerçekleşmesinin bir sınırı vardır. Bunlar kendini bunalımlar olarak ortaya koyar ve “aşırı üretim” kriz sırasında pazarda değersizleşir. Ancak her “değersizleşme” kapitalizmin yeni bir hız alması için fırsattır da…

Bu tez bir yanıyla Rosa Lüxemburg’un “kapitalizm ancak kendinden önceki üretim biçimlerini sömürerek var olabilir” görüşüne benziyor. Kapitalizmde pazar,  yani değişim değerinin gerçekleştiği alan sadece yatay değil, derinlemesine de gelişir. Proleterleşmenin sınırına gelinse bile, değer üretiminin sınırına gelinmiş olmaz. Metalarda canlı emeğin payı azalır, ancak üretilen değişim değeri artmaya devam eder. Kapitalizmin ancak, üretici güçler ile üretim ilişkileri arasında “devrimler çağını” açacak ölçüde bir çatışmanın başlamasıyla çöküşe doğru gider.

İnsanlık belki proleterleşmenin bir sınırına gelebilir, ancak bu değişim değeri üretiminin de sınırına gelindiği anlamına gelmiyor. Dolayısıyla proleterleşmenin sınırına gelinmesi kapitalist sistem için bir sınır değildir.

                                                            * * * * *

“Robotlu üretim çağı, emeğin toplumsal üretici gücünün özgül gelişmişlik derecesinin, artık kar için üretim yapılmasını imkânsız kılacak derecede yükseldiği bir çağdır. Yani, artık emeğin toplumsal üretici gücü, kapitalist üretimin tarihsel koşullarını ortadan kaldıracak derecede gelişmiştir. Daha sade bir ifadeyle robot teknolojisi kapitalizmle bağdaşmaz.”

“Bu durum, kapitalistlerin, insanlığın önüne bolluk toplumu imkanını çıkartan robot teknolojisini üretime uygulama konusundaki ilgisizliğini de açıklar.”

“mali sermaye ülkelerinin (başta ABD) robotlu üretime geçerek üretken tözü yeniden ellerine alma yönelimine girmeleri ihtimalini hiç de yadsımıyoruz. Ne var ki bu onlara artı değer üretme gücü sağlamayacaktır.”  (Alp Altınörs, İmkansız  Sermaye, s.91,92)

Günümüzde en çok tartışılan konulardan birisi robotlardır. İşçi sınıfı açısından hangi işlerin robotlarca ele geçirileceği merak konusudur; kapitalist sistem açısından robotlar baş edilemeyecek bir fazla nüfus yaratırsa ne olacaktır? “Bu anlamda robotlar kapitalizmin gelişiminde bir sınır olur mu?” sorusu yersiz değildir.

“Makinalar artı değer üretmez” tespitinden hareketle kapitalizm ile sürekli gelişen üretim teknikleri arasında kapatılamaz bir uçurum olduğu ileri sürülür. Evet, makinalar artı değer üretmez, üretime sadece kendi değerlerini katarlar. Ancak bütün bir üretim süreci dikkate alındığında hiç bir makine insansız çalışamaz. Oto sanayinde, neredeyse tüm otomobili yapan devasa robotlar insansız mı çalışıyor? Üretim sürecinin tümü düşünüldüğünde hayır! Metanın tasarımı, dizaynı ve robotlarla yürütülen üretimin denetimi insan emeği tarafından yapılmaktadır. Bütün üretim sürecinde bir artı değer yaratılır, ancak bunlar canlı emekten gelir. En gelişmiş teknikle çalışan robotlardan değil. Bugün tüm oto sanayi robotlarla üretim yapmaktadır. Kapitalizmin en büyük sanayi kolu olan oto sanayi artı değer üretmese niye üretime devam etsin?

Robotlu üretim çağı, emeğin toplumsal üretici gücünün özgül gelişmişlik derecesinin, artık kar için üretim yapılmasını imkansız kılacak derecede yükseldiği bir çağdır.” Bu cümleden artık kar için üretimin neden imkânsız hale geldiği yeterince anlaşılmıyor. Ancak şu cümle yeterince açıktır: “Daha sade bir ifadeyle robot teknolojisi kapitalizmle bağdaşmaz” Neden? Bunun cevabı basit bir analoji olamaz. “En az buharlı makinenin feodal Ortaçağ’la bağdaşmaması kadar açık bir gerçektir bu.” (a.y. s. 91)

Buharlı makineyi feodalizm yaratmadı, ancak robotları, robotların bir başka türü olan yapay zekayı, yani “öğrenebilen makineleri” kapitalizm yarattı ve delice bir hızla geliştirmeye devam ediyor.  Neden robot teknolojisi kapitalizmle bağdaşmasın! Kapitalizmle bağdaşmaması için sermaye birikim sürecinde hiç bir role sahip olmaması gerekiyor. Ya da başka bir deyişle “artı değer üretme” sürecinde hiç bir rolü olmamalıdır.  Artı değer yaratma konusunda buharlı makine günlerinden beri kapitalizmin derdi hep aynıdır. Hiçbir makina artı değer yaratmadığına, üretime sadece kendi değerini kattığına, üstelik makinalaşma sürekli arttığına göre devasa sermaye birikimleri nereden gelmiştir? Robotlarla, daha önceki makinalar arasında kapitalimin üretim yapısı açısından bir fark yoktur.

İlk otomatik tekstil tezgâhları çıktığında önceleri her tezgâhta bir işçi dururken 20-30 tezgâha bir işçi bakar hale gelmiştir. Otomatik tezgâhlar o günlerin ilk robotlarıydı. Bugünün robotları biraz da çok fantastik hale getirildiği için üretim sürecinin karakteri gözlerden kaçar hale geldi. Üretimde her yenilik, bilindiği gibi maliyetleri düşürdüğü için pazardaki etki alanını arttırır. Bu da kapitaliste geçici bir “ek kar” sağlar. Üretim tekniği yaygınlaştıkça bu ek kar yok olur. Ancak bu rekabet bitmez. Robotlar da, üretim tekniğinde yenilik olduğu için artı değer değil ama ek kar yaratırlar. Tekniğin patentlerle tekelini elinde tutabilenler, pazarda egemen olur. Rekabetle ek kar zamanla erise de, tüm üretim sistemi dikkate alındığında artı değer üretimi devam eder.

Ancak dünün makinalarıyla bugünün robotları arasında bazı farklar vardır. Günümüzde teknik gelişimin hızı çok artmıştır. Fabrika kapitalizmi yıllarında üretim tekniklerinin değişim devresi 20-25 yıl arasındaydı; bugün bu devre 5-6 yıla kadar düşmüştür. Bunun kapitalist üretim yapısına köklü etkileri olmaktadır. En önemlisi, yeni tekniğin yok ettiği işlerin yerini farklı biçimlerde yeni iş alanları alamıyor. Bu durum toplumsal yapıda gerilim, güvensizlik gibi sosyal etkiler yaratıyor. Teknik değişimin hızı ile yeni iş alanlarının yaratılma hızı arasında bir uçurum ortaya çıkıyor. Kapitalizmin bu uçuruma düşüp düşmeyeceğini söylemek zordur.

İkinci önemli fark, teknik yeniliğin hızı kütlesel üretimden çok çeşitli “hücre üretimine” geçişi yarattı. Malların üretim maliyetini ucuzlatmanın yanında, günümüz kapitalist pazarının en önemli özelliği sürekli yeni meta yaratımıdır. Bir bakıma kitlesel meta üretiminden meta yaratımına geçildi. Bu da meta içinde tasarım, yenilik, dizayn ve mühendislik uygulamalarının payını arttırmaktadır. Bunları insanlık henüz robotlara kaptırmamıştır. O nedenle meta içinde yaratıcı emeğin payı artmaktadır. Böylece, robotlar değil ama yaratıcı emek artı değer üretiminde öne çıkmakta, böylece kapitalizm için artı değer üretimden yoksun kalmak gibi bir tehlike şimdilik ufukta yer almamaktadır. Artı değer üreten emeğin niteliği değişmektedir.

 Öte yandan,kapitalistler, insanlığın önüne bolluk toplumu imkanını çıkartan robot teknolojisini üretime uygulama konusunda… ilgisiz” midirler?

1970’li yıllarda üretimde 1000 kadar robot vardı; 2014 yılında robot sayısı 1.6 milyona çıkmıştır. “2019’da 2.6 milyona çıkacağı ön görülmektedir.” (Mahir Sayın, Yaşayan Marksizm, sayı:4) Bu rakamlar ilgisizliği mi kanıtlıyor; yoksa nefes nefese bir rekabeti mi? En son Huawei üzerine ABD ve Çin arasında kopan “savaş” “robotlara ilginin” açık bir kanıtıdır.

Bugün “master algoritma” veya yapay zekâ, robotların aldığı en yüksek biçimdir. Bu konuda Google, Facebook, Amazon, Microsoft ve Baido, Alibaba, Tencent arasında soluk kesen bir rekabet vardır. ( Kai-Fu Lee, AI-Super Powers, s.115) Bu devlerin ilk dördü ABD’li, son üçü Çin kökenlidir. Bir Google yöneticisinin tespitine göre Çin, yakında Amerikan devlerini yakalayacaktır.

Kapitalizmin robotlara ilgisiz olduğuna ve robotların kapitalizmle bağdaşmayacağına dair ortada henüz bir kanıt yoktur. Büyük sosyal çelişkileri ve gerilimleri yaratmakta olduğu açıktır. Ancak 18. yüzyılın sonlarında makinaların üretim aletlerinin yerini almasıyla başlayan makina kırıcılar hareketi işçi sınıfı tarihinde önemli bir yer tutar. Kapitalizm bu büyük sancıyı aşmıştır. Sonuç işçilerin nitelik kaybı ve fordizmin basit bir parçası haline gelmesi olmuştur. Ancak bu büyük değişim aynı zamanda güçlü sınıf hareketi de yaratmış, bu büyük işçi hareketi sonunda fordizmin tükenişini getirmiştir.

Günümüz kapitalizminde robotlar aynı zamanda yeni üretim tekniklerini ve yeni meslekleri yaratarak işçi sınıfının belli bir bölümünün yeniden nitelik kazanmasına yol açıyor. Bu nitelik kazanan işçi sınıfının tavrı hem robotların hem de kapitalizmin geleceğini belirleyecek güçlerden birisi olacaktır.  Bir başka deyişle geleceğin sınıflar mücadelesinin kazanacağı bilinç ve güç, hem yapısı değişmiş bir sınıf hem de düzeni çöküşe götürecek mücadele biçimleri yaratacaktır.

                                                              * * * * * 

Günümüz kapitalizminde “bilgi” özel bir yere sahiptir. Son kırk yıldır “Fabrika kapitalizminden bilgi-hizmet kapitalizmine” geçiş yaşanmaktadır. Bu gerçeklik doğal olarak bilginin üretimdeki rolünün tartışılmasına neden oluyor.

Bir tartışma noktası maliyet üzerinedir:

“Marx’ın saptaması, günümüzde, tarihsel bir eğilim olmanın ötesine geçmiş, sermaye birikiminin yalın, açık ve egemen gerçekliği haline gelmiştir.  Güncel kapitalizmde, bilimsel ya da zihinsel emekle üretilen metaların çok önemli bir bölümünün, diyelim bir ilaç formülünün, bir laboratuar deneyinin, bir gemi planının, kitap ya da makalenin vb. elektronik-dijital ortamda çoğaltılma maliyeti sıfırdır.” (Haluk Yurtsever, İleri Haber, Bilişim Çağında Toplumsal Devrim, 12.11.18)

“Bir bilginin elektronik-dijital ortamda çoğaltılmasının maliyeti sıfırdır.” Teknik olarak böyledir, ancak bilgiye ulaşmak hiç kolay değildir. Ayrıca patentlenmişse kullanımı da kutsal özel mülkiyetin iznine tabidir. Öte yandan, üretim sistemi içinde düşünüldüğünde yaratılan bilginin o sisteme bir maliyeti vardır. Onun kopyalanmasının maliyetinin sıfır olması bu gerçekliği değiştirmez.

Bir diğer tartışma konusu bilgi üretiminin değerinin ölçülmesiyle ilgilidir.

“Bir metanın değeri, onu üretmek için gerekli toplumsal emek zamanı ile ölçülemiyorsa meta olmaktan çıkıyor, başka bir deyişle genel üretici gücün toplumsal zenginliğin yeniden üretiminde oynadığı rol oranında, kapitalist üretimi düzenleyen temel yasa -değer yasası- da işlevini yitiriyor demektir. Kapitalizmin sürmekte olan krizine “sistem” boyutu kazandıran olgu budur.” (a.y.)

İtalyan otonomcuları Hard ve Negri’nin öne sürdüğü bu görüş doğru değildir. Metanın değer ölçümü fordizm koşullarında çok basit ve görünür haldeydi. Akar banttaki zaman tek ölçüydü. Bilginin üretiminde de yine zaman ölçüdür. Bir laboratuvarda belli bir araştırma sonrasında ortaya çıkan bir buluşun (bilgi) değeri ona harcanan emek zamanı kadardır. Fakat bu emek akar banttaki gibi tek düze değil, aynı zamanda bir ekip çalışmasıdır. Ancak “buluşun” pazarda gerçekleşmesi değişim değerini somut hale getirir. Pazarda gerçekleşmez ise o “buluş” boşa gider. Kapitalizmde böyle gerçekleşmeyen ama emek harcanmış binlerce buluş (bilgi) vardır. “Yaratıcı emeğin” üretiminin ölçülmesi sorun gibi görünse de biraz daha karmaşık olmakla birlikte harcanan emek zamanı ile ölçülebilir. Zaten kapitalist üretim sistemi içinde de günümüzde böyle işliyor. Bu gerçeklikten dolayı kapitalizmin meta değerinin ölçülmesi anlamında bir “sistem krizi” yoktur.

“Tanımlamaya çalıştığımız,  emek ürünlerinin bilgi içeriğinin fiziksel içeriğinden daha değerli, nesne ve araçların daha “akıllı”, insan gereksinmelerinin bol ve ucuz üretilmesinin olanaklı hale geldiği bir tarih çağında, sermayenin bu ürünleri “meta” olarak tekelinde tutması bir noktadan sonra olanaksızdır.

“Özetle, bilginin, bilimin, zihinsel emeğin üretimin başat öğesi haline gelmesi sermaye birikimi açısından bir sınır oluşturuyor.” (a.y.)

Sermayenin bilgi içerikli metaları tekelinde tutması hangi noktadan sonra olanaksız hale gelecektir? Bugün sistem bilgiyi tekelinde tutmayı rahatlıkla başarıyor. Elbette Amerika’nın Çin’i  “bilgi hırsızlığı”yla suçlaması biliniyor. Trump’a inanacak olsak Huawei savaşı da buradan çıktı. Ancak kapitalizmin tarihi açısında bu yeni bir olgu değildir. Neredeyse tarihi kadar eskidir.

“Bilginin üretimin başat öğesi haline gelmesi” nasıl “sermaye birikimi açısından bir sınır oluştur”maktadır? Günümüz kapitalizminde genç girişimcilerin bilişim dünyasında buluşlar yapıp çok kısa sürede büyük sermaye birikimleri yaptıkları biliniyor. Ancak bu süreç sonra farklı bir yola girmiştir. Büyük sermaye bu genç girişimcilerin cılız firmalarını satın alarak bilginin tekelini ellerinde tutmayı başarmıştır. Özel mülkiyet varolduğu müddetçe, bilginin sermaye birikimi açısından bir sınır oluşturması mümkün değildir.

Yapay zekâ alanında kopmak üzere olan fırtına biliniyor. Bilindiği gibi, yapay zekânın “yeteneği” ne ölçüde çok bilgiden yararlanabilirse o kadar artıyor. Bu nedenle “Big data”yı elinde tutan ve master algoritmalar geliştirebilen firmaların önünde sermaye birikimi açısından bir engel görünmüyor. Tam tersine zaten sahip oldukları devasa birikimleri daha da büyütecekleri yeterince açıktır. İnsanlık bu muazzam bilgi ve güç tekeline karşı koymadıkça bilgi kendi başına sermaye birikimine bir sınır oluşturamaz. Ancak kapitalist sosyologlar dâhil, bilginin veya yaratıcı emeğin kapitalist sistemle ilişkisinin nasıl gelişeceği konusunda yoğun tartışmalar vardır. Bu konudaki “guru”lardan biri olan Peter Drucker’ın dediği gibi “bu sorunun cevabını henüz bilmiyoruz.”

                                                    * * * * *

Kapitalizmin sınırlarından ne anlamda söz edilebilir? Bu bir anlamda gelişmenin duvara dayanması gibi bir şeydir. Kapitalizm bugüne kadar önüne çıkan sınırları ötelemeyi becermiştir. En büyüğü Sosyalist sistemin varlığıydı.

Feodalizmden kapitalizme geçişi hatırlarsak, feodalizmin ötelemeyi beceremediği iki büyük sınırla karşı karşıya kaldığı söylenebilir. Birisi, topraktır. Feodal sistem toprağa dayalı olduğu için yaygınlaşacak toprak kalmadığında sistem kendi içinde çürümeye başlamıştır. Birinci dünya savaşına büyük ve güçlü imparatorluklar girmiş, ancak savaş sonrası oldukça fazla sayıda ulusal devletler ortaya çıkmıştır. Feodal sınırlar ve bir anlamda pazarlar, yeni üretim biçimine göre parçalanmıştır. İkinci sınır, feodalizmin içinden gelişen kapitalist üretimdir. Önce lonca sistemi dışındaki-o günün feodal kentleri dışındaki-alanlarda atölyeler biçiminde gelişerek, giderek kendi kentlerini yaratmıştır.  Sosyal yaşam ve üretim, feodalizmi kemiren bir hız ve güç kazanıştır. Elbette bu gidiş bir doğrusal çizgi olarak kapitalizme varmamış, devrimler bir türlü aşılamayan sınırları havaya uçurmuştur.

Kapitalizmin önünde en azından günümüzde böyle sınırlar yoktur. Kapitalizmin tüm dünyaya yaygınlaşması onun için bir sınır meydana getirmez. Yeni ihtiyaçlar yaratarak pazarın derinliğine de gelişebilir. Ancak son yılların en yoğun tartışması ilkim değişimi, yazının son bölümünde ele alacağız, daha genel ele alırsak ekoloji, kapitalist üretim için nasıl bir sınır getirebilir? Enerji ve ham madde kaynaklarının tükenmesi, iklimin insanlığın varoluşunu tehlikeye sokacak ölçüde değişmesi, kapitalizmden öteye bir varoluş krizine dönüşebilir mi?

Kapitalizmin içinden sosyalizmin filizlerinin gelişmesi ve onun geleceğini sınırlaması günümüzün tartışma konularından birisidir. Teorik öngörü, kapitalizmden sosyalizme geçişin ancak iktidarı aldıktan sonra mümkün olacağı, kapitalizmin içinde sosyalist üretim ilişkilerinin gelişmeyeceği biçimindedir.

Sosyalist sistemin yıkılışından ve kapitalizmde yaşanan yapısal değişimlerden sonra bu teorik öngörü yeniden ele alınmak zorundadır. İki nedenle, ilki kapitalizm içinden yeterince sosyalizmin filizleri gelişmediği için mi, sosyalist iktidarlar geriye dönüş yaşamak zorunda kaldılar? Bu soruya cevap olarak “evet” dediğimizde bu mantığın sonu Kautskyvari düşünüş sistemine kadar gider ve 1917 devrimi “erken devrim” olarak nitelenebilir. Ve sosyalizm ancak gelişmiş ülkelerin ufkuna girebilir.  Ancak Rus devriminin geri bir kapitalist ülkede gerçekleşmesinin en belirgin sonucu proletarya iktidarının burjuva devriminin yapamadığı işleri de üstlenmek zorunda kalmasıdır. Bu durum sosyalizmin inşasında kaçınılmaz geri dönüşleri, restorasyonları dayatmıştır. Bunlar kavranmadığı ölçüde sistem esnekliğini kaybetmiştir. Proletarya iktidarlarının sosyalizmi inşa ederken zaman zaman restorasyonlarla bir anlamda kapitalizme geri dönüşlerle yüz yüze gelmesi mümkündür.

Filizlerin yokluğu, olmayacağını değil, o ülkede kapitalizmin gelişme seviyesini gösterir. Kapitalist üretimin gelişimin, hem burjuvazi hem de toplum için açık çürümeler yarattığı geri ülkelerde uzun süreli ikili iktidar süreçleri yaşanıyor. Meksika’da Zapatistalar, Brezilya’da Topraksız Köylü Hareketleri veya Venezüela, Bolivya ve Ekvador’daki Bolivar Devrimleri sadece “yukarıdan inşa”dan farklı gelişmelerdir.

İkinci neden, kapitalizmde yaşanan yapısal değişimlerdir. Bir yandan, tekelci yapının zirveleşmesi ve kutsal özel mülkiyetin inanılmaz bir yoksullukla birlikte gitmesi, sadece en altta kalanlarda değil, emeğin üst basamaklarında yer alan yaratıcı işgücünün arasında da “dayanışmacı”, “özgür”, “açık” alanlar yaratılması sosyalizmin filizleri olarak görülebilir.

Kooperatifler bu konuda bugüne kadar en dayanıklı filizler arasında sayılabilir. İspanya’daki Mondragon bu konuda önemli bir örnektir. Hindistan’da farklı bir alanda olsa da SEWA “dayanışma” ekonomisi alanına girer. (Aslıhan Aykaç, Dayanışma Ekonomileri)

Ayrıca dünyada 250 milyon insan kooperatifler içinde yer alarak üretim ve paylaşım yapmaktadır. Öte yandan, “dayanışma ekonomi”si olarak isimlendirilen bu yapılar, kapitalizmin krizli günlerinde daha çok yaygınlaşmaktadırlar. Bu konuda özellikle Latin Amerika’da çok zengin örnekler vardır.

Bunlar bir olgu olmasına rağmen, kapitalizmin gidişinin bir sınıra dayandığının işaretleri olabilir mi? Feodalizm içinden kapitalizmin gelişmesiyle aynı niteliği ve gücü taşıyor mu? Kapitalizmin kendine karşı bazı gelişmeleri içinde eritme, kendine benzetebilme gibi bir gücü ve yeteneği vardır. Feodal düzende kendi içinde gelişen kapitalist ilişkiler bir sınır gücüne erişmişken, kapitalizm içinde yaşananların henüz böyle bir gücü yoktur. Ancak kapitalizmin son kırk yılındaki gelişmeler onun bazı tıkanma noktalarına doğru yol aldığını gösteriyor.

Bu tıkanma noktaları arasında bir ayırım yapılmazsa ortaya uzun bir liste çıkabilir. Sistemi “tehdit” potansiyeline sahip olan üç önemli noktayı öne çıkartmak gerekiyor.

İlki, bilgi ve bilimin artan muazzam gücüyle onun özel ellerin tekelinde olmasının yarattığı gerilimdir. Küreselleşme yıllarında yüzde 1 ile yüzde 99 arasında büyüyen uçurumdan çok söz edilmektedir. Haklı bir yanı da vardır. Dünyadaki yoksullaşmanın derinliğini ortaya koyması önemlidir. Dünyanın zengin ve yoksulları arasındaki uçurum aslında yeni bir konu değildir. Elbette uçurumun derinliği önemli bir yenilik taşımaktadır.

Ancak insanlığın geleceği açısından bir diğer uçurum daha ortaya çıkmaktadır. Bunun tarihi kırk yıl kadardır. Bilginin üretimdeki gücü insanlık tarihinde olmadık seviyelere tırmanmıştır. Dünün nükleer silahlarından daha dehşetli ortada ne vardır? Bilindiği gibi soğuk savaş yıllarında bu konuda bir dehşet dengesi kurulmuştu; bugün bu denge özellikle ABD tarafından kemirilmeye çalışıyor. Ancak bilginin yeni gücü daha az dehşetli değildir. Üçünü vurgulamak gerekiyor: Yapay zeka, nano teknolojisi ve genetik mühendisliği… Yapay zeka ile insanın en büyülü organı beyin yakın gelecekte büyüsünü yitirecekmiş gibi görünüyor. Nano teknoloji ile bilgiyi elinde tutanlar maddenin moleküler ve atom yapısıyla oynayarak yeni maddeler yaratmanın eşiğindedir. Gen teknolojisi ile ise insanın organik yapısına müdahale imkânlarının yolu açılmaktadır.

Bütün bunlar insanlık açısından muazzam gelişmelerdir. Ancak bunların özel mülkiyetin tekelinde gerçekleşmesi insanlık açısından çok büyük bir risktir. Bunun en tartışılmaz kanıtı II. Dünya Savaşının sonunda atom bombasının insanlığın başına atılmasıdır. O günün dünya dengesinde nükleer dehşet belli bir ölçüde sınırlanabilmişti. Bugünün dünyasında bilginin gücünün eriştiği seviye kutsal özel mülkiyetin egemenlik alanında kalırsa, atom bombasının tahribatından daha dehşetli gelişmelerin yaşanmaması için bir engel yoktur.

Bu alanlardaki gelişmeler genel olarak iş ve meslek kaybı açısından ele alınıyor. Bilginin gücü dikkate alındığında konu bunun çok ötesindedir. Ve bugünün dünyasında bilgi ve bilim henüz “kamu malı” değildir, devasa tekellerin egemenliği altındadır. Bu gelişmeler düşünüldüğünde özel mülkiyetin sınırlarına gelindiği söylenebilir. Ancak buradan doğrudan “insanlık lehine” hiçbir çözüm çıkmaz. İnsanlık, kutsal özel mülkiyetin bugünün gerçeklerinden hareketle bir sınıra dayandığının bilincine nasıl varacaktır? Bu sorunun bugünden bir cevabı yoktur. Nükleer silah dengesi için milyonlar kurban verildi. Bilginin özel çıkarların tekelinde kullanılmasının yol açacağı dehşet hangi yıkımlardan sonra kavranabilecektir? İnsanlık bilimin her önemli adımında özel mülkiyetin tekeline karşı bilinç ve davranış geliştirmek zorundadır. Bilginin gücü ve özel mülkiyetin kutsal dokunulmazlığı arasındaki gerilim yükseldikçe insanlık yeni ve farklı bir bilinç seviyesine tırmanacaktır. Bu sancılı tırmanış sınıf mücadelesi alanında öne çıkmaya adaydır.

İkinci önemli gerilim noktası, insan ve teknik üretici gücü arasındaki ilişkinin geldiği seviyedir. Bu hikâye 19. yüzyılın ilk yarısında makina kırıcıları ile başlamıştı. Ellerinin hünerini yok ettiğini gören işçiler makinaları kırmışlardı. Çok geçmeden makina canavarıyla bu yoldan mücadele edilemeyeceğini kavrayan işçiler büyük sendikalarda örgütlenerek iş ve yaşam koşulları için mücadeleye yöneldiler. Ancak makina kırıcılarının ruhu ölmedi. Hemen hemen yüz yıl sonra kendilerini bir bant başında aynı hareketleri tekrarlayan robotlara dönüştüren fordizmle mücadeleyi yükselttiler. Kapitalistler ne yaptılarsa bir noktadan sonra bant sisteminde verimliliği yükseltemediler. Grev gibi aktif eylemler yanında sık hastalanma, sık sık işyeri değiştirme, hatta doğrudan üretim bandının temposunu sabote etme gibi davranışlarla işçi sınıfı fordizmin ömrünün dolduğunu ilan etmiş oluyordu. 

Tam bu yıllarda kapitalizmin o dönemdeki yıldızı Japonya’da bant sistemi yerine “takım çalışması” ve “esnek üretim” yöntemi uygulanıyordu. Japonya bir anlamda fordizmi pas geçmişti. Batıda fordizm krize girince bulaşıcı hastalık gibi bu üretim biçimi Avrupa’ya ve Anglo-Sakson kapitalizmine yayıldı. Artık işçiden sadece kaslarındaki enerji değil, kafalarındaki yaratıcılık da isteniyordu. Takım çalışmasıyla işçiler aynı zamanda işyerindeki üretim bilgilerinin önemli bir bölümüne sahip hale geliyorlardı. Kapitalizm için bu yönde gidiş sınıfın üretimdeki konumunun değişmesine yol açabileceği için takım çalışmasının içine fordizmden daha yoğun denetim sistemleri ve rekabet mekanizmaları yerleştirildi. Ancak ne yapılırsa yapılsın kapitalist üretim artık ağırlıklı olarak, hiyerarşik bant sistemi üzerinden yürümüyor. Üretimin niteliği arttıkça öne çıkan takım çalışmasıdır.

Günümüz üretim tarzı kitle üretiminden tüketici tepkilerini hemen algılayarak yürüyen çok çeşitli “hücre üretimi” biçimindedir. Nasıl üretim araçlarındaki yenilenme makinaların ilk dönemlerindeki 20-25 yıllık periyotlardan 4-5 yıllık çok kısa aralıklara indiyse, meta çeşitlenmesi ve yenilenmesi de büyük bir hız kazandı. Böyle bir üretim biçiminde yaratıcı emeğin ve takım çalışmasının rolü artmaktadır.

Tam bu noktada insan ve teknik üretici güç arasında yeni bir döneme girildiğinin bütün alametleri ortaya çıkmaktadır. Bu dönemin özelliği ve öncekilerden farkı bugüne kadar robotlarla insanın daha çok fizik güce dayalı emeği makinalar tarafından üretim dışına itilirken; günümüzde yapay zekâ ile insanın “kafa emeğinin” de üretim dışına itildiği bir tarihsel dönem olmasıdır.

Kapitalizm için yapay zekâ ile insanın kafa emeğine, hatta yaratıcı emeğe el konulmasında bir sorun yoktur. Ancak üretici güç olarak insan bu sürece nasıl cevap verecektir? Bilim kurguları bir yana bırakırsak, geleceğin toplumunda insan ile yapay zekânın birlikte çalışması, birbirini tamamlanması kaçınılmaz görünüyor. Ancak kapitalizm açısından bu süreç aynı ölçüde kolay değildir. İnsanın yapay zekâ ile birlikte üretimde ve toplumsal yaşamda yetenek ve gücünün artması kapitalizmin egemenlik sistemi içinde büyük sorunlara gebedir.

Üçüncü gerilim noktası kapitalizmin adeta denetlemez tüketim çılgınlığı ile doğanın kaynaklarının arasındaki ilişkidir. Bu konu yeterince gündem oluşturmaktadır, ancak hangi somut hedeflere varılacağını kestirmek oldukça zordur. “Doğa veya kapitalizm açısından bakıldığında enerji ve ham madde kaynakları dikkate alındığında kapitalizmin varoluş nedeni olan sermaye biriktirme hedefinin doğal bir sınırına mı gelinmiştir?” sorusu yersiz değildir. Enerji ve ham madde kaynaklarının doğal bir sınırı olsa da, kapitalizmin yeni teknik buluşlarla bu sınırları aşıp aşamayacağı bugünden cevabı verilemeyecek bir sorudur. Öte yandan kapitalizmin doğayı tahribi o noktalara gelmiştir ki, sadece sistemin varlığı değil, aynı zamanda insanlığın bir varoluş sorunuyla karşılaşması mümkündür.

Ekoloji sorunu kapitalizmin bir aldatmacasına kesin bir sınır getiriyor. Bir araştırmaya göre Çin’liler Amerika’lılar kadar tüketim yapsa dünya enerji kaynakları on yılda tükenecektir. Dolayısıyla kapitalizmin “refah ve zenginlik” vaadinin artık hiçbir temeli yoktur. Bunun olmadığını zaten neoliberalizmin iflası kanıtladı, ancak kapitalizmin böyle krizlerden insanlık için ders çıkartmak gibi bir özelliği olmadığı için, yeni göz boyamaları ile insanlığı yıkıma götürebilir.

Öte yandan, doğanın kapitalist üretime dayattığı sınırlar, bir yanıyla üretim maliyetini yükseltecek, dolayısıyla karları aşağıya çekecektir. Böyle bir durumda kapitalizmin hangi üretim alanlarına yöneleceği sorunu gündeme gelecektir. Yoksul dünya hastalıklardan kırılırken, İsviçre’nin dev ilaç firmalarının AR&GE merkezlerinde yaşlı zenginlerin hayat kalitesini yükseltmek için harıl harıl çalışıldığı biliniyor. Doğanın ortaya çıkaracağı sınırlamalardan hareketle kapitalizmin insanileşmesini beklemek onun nitelik değiştirmesiyle aynı şeydir.

Bu üç tıkanma veya gerilim noktasından insanlık lehine bir çıkışın tek yolu çalışanların ve yoksulların zemininde sınıf mücadelesinin yükselmesinden geçiyor. Fakat günümüz dünyasında bu konuda da büyük sorunlar yaşanmaktadır. Sosyalizmin yıkılışından sonra ve kapitalizmdeki yapısal değişim nedeniyle işçi sınıfı mücadelesi büyük güç ve hedef kaybetmiştir.

                                                    * * * * *

 “Kapitalizm “rakipsiz” kaldığı bir zamanda en önemli krizlerinden birisini yaşıyor. Bunun özel bir anlamı var mıdır?” Sorusunu sormuştuk, bir cevap bulmaya çalışalım.

Sınıflar mücadelesinin iki yüzyıl süren yükseliş ve devrimler dönemi Berlin Duvarı’nın yıkılışı ile kapanmıştır. Büyük başarılar, hatta iktidarlar kazanan işçi sınıfı, insanlığı beklendiği gibi “kapitalizmden sosyalizme geçiş çağına” taşıyamadan geri dönüş yaşanmıştır. İnsanlık yeni bir dönemin açılış sancıları içindedir. 21. yüzyıl bu sancılarla başladı. Sınıflar mücadelesinin kimi yeni özellikleri kendini ortaya koymaktadır.

İşçi sınıfının nasıl bir yapısal değişim geçireceği ve hangi mücadele yollarından yürüyeceği henüz yeni yeni ipuçları vermektedir. Kapanan döneme baktığımızda işçi sınıfı iktidar olmayı bile başarmış, ancak üretimin örgütlenmesinde kapitalizmi güç ve çekim merkezi olmaktan çıkaracak gelişmelere yükselememiştir. Bugünden bakılınca Sovyetlerde bile işçi sınıfının tartışmasız başardığı iş ve çalışma koşullarının geliştirilmesidir.  Ancak sistem daha ötesine, üretimin örgütlenmesi ve sosyalist yaratıcılık seviyesine yükseltilememiştir. Üretim örgütlenmesinin bir seviyesinde tıkanmıştır. Ünlü Stakhanov hareketi üretim sistemini devrimci değişimlere uğratamadan kaybolup gitmiştir.

Buradan bir ders çıkartılacaksa, yeni mücadele döneminde işçi sınıfının üretim örgütlenmesinin bilgi ve yeteneğine sahip olması gerektiği sonucu çıkar. Bunun ipuçları takım çalışmasında ve üretimde yaratıcı emeğin rolünün yeni bir seviye kazanmasında görülebilir.  Bunları söyler söylemez hemen akla gelen, bu niteliklere sahip emeğin sınıf içinde azınlıkta olması; yaşam koşulları ve davranışları bakımından bildiğimiz klasik işçi sınıfı yapısı dışında durmasının nasıl aşılabileceği sorusudur.

Öte yandan, kapitalizmdeki yeni gelişmeler ve üretim teknikleri, özellikle esnek üretimi öne çıkartarak “güvencesiz işçileri” yığınsallaştırmıştır. Sadece bu da değil, teknik gelişmenin fırtınalı hızı  “gelişmekte olan ülkelerde” bir işsizler denizi; kapitalist merkezlerde ise “fazla nüfus” yaratmaktadır.

İşçi sınıfının bu iki uç kesimi hangi koşullarda ve hangi yollardan bir birleşik mücadeleye girebilir? Ya da girebilir mi? Birisi üretim örgütlenmesi açısından “kurucu” özelliklere sahipken diğerleri kapitalizmin yarattığı yoksullukla “yıkıcı” enerjiye sahiptirler.

Tam bu noktada yaklaşan dönemin özelliklerini biraz daha aydınlatabilmek için sınıflar mücadelesi tarihine kısaca bakmak gerekiyor. Tıkanma ve değişim sancıları içinde olan bir düzende toplumsal yapı ve sınıflar nasıl değişimlere uğramıştır?

Toplumsal devrimler çağı barbarlar yeryüzünde tükenince başlamıştır. Sınıflar mücadelesini sadece egemen ve ezilen sınıflar açısından kavramak bazı gelişmelerin algılanmasını zorlaştırıyor. Antik çağda efendiler ve köleler; feodalizmde derebeyiler ve köylüler; kapitalizmde burjuvazi ve işçi sınıfı arasındaki sınıf mücadelesine bugünden baktığımızda bazı noktaları yeniden ele almanın gereksiz olmadığı ortaya çıkar.

Tarihte ne köleler ne de köylüler kendi egemenlerini alt ederek iktidar olmamışlardır. Antik çağda çürüyen kent medeniyelerini barbar akınları yıkmış, barbar şefleri zamanla derebeyine dönüşmüşlerdir. Feodalizmde pek çok köylü isyanı yaşanmasına rağmen, sistemin içinden kapitalizmin filizleri gelişmiş, feodalizmi köylülerle birlikte burjuvazi tasfiye etmiştir. Feodalizmden bir köylü iktidarı çıkmamıştır. Bu tarihsel gidiş kapitalizm koşullarında değişmiş göründü. Ezilen sınıf işçi sınıfı kendi iktidarını kurdu, ancak yetmiş yıl sürdü. Bu süre insanlık tarihi açısından uzun bir zaman aralığı değildir. Feodalizm içindeki mücadele geliştikçe ezen ezilen sınıf yapılanmasında yıllar içinde değişimler yaşandı. Feodal düzenin başlardaki yapısında olmayan burjuvazi köylüler, tefeci-tüccarlar, hatta feodal beylerden evrimleştiler.

İşçi sınıfının iki yüzyıllık bir mücadele dönemi kapanıp ve kurdukları iktidarlar yıkılınca tarihte yaşananlara yeniden bakmak gerekli oluyor. Basit bir akıl yürütme hatalı olur. Ancak kapitalizme baktığımızda hem burjuvazinin hem de işçi sınıfının yapısında değişimlerin yaşanması gerçekliğinden hareketle, bu gidişin sistemin sınıflar yapısında hangi farklılıklara yol açabileceğinin izlenmesinin gelecek mücadele için önem taşıdığını öngörmek yersiz olmaz. Ancak nasıl sorusunun cevabı basit bir benzerlik kurmak değildir; üretim ve toplumsal yapıdaki değişimden hareketle sınıflarda ortaya çıkabilecek yeni yapısal gelişimleri öngörmek ve buna göre konumlanmak gerekir. Fabrika kapitalizminden bilgi-hizmet kapitalizmine geçişte hem sınıflar mücadelesinin yolları ve biçimleri değişmekte, hem de sınıf yapıları açık bir değişime uğramaktadır. Bugünlerin “özel anlamı” bu noktada yatıyor.

Berlin duvarının yıkılışından ve kapitalizmde yaşanan yapısal değişimlerden dolayı sınıflar mücadelesi ortamında önemli değişimlerin olabileceğini görüyoruz. İnsanlık böyle bir dönemin içinden geçiyor. Sınıflar mücadelesi hangi değişmelerin içinden geçmektedir? Bugün bazı filizler kendini ortaya koysa da, çarpıcı değişimler yakın gelecekte yüklüdür. Bugünün zorlukları, bu değişim sancılarını kavrama, bu kavrayışla eyleme geçme sürecinde yatıyor.

Sınıfın yapısında bir değişim yaşanıyorsa, doğal olarak onun siyasal hedeflerinde, mücadele taktiklerinde ve örgütlenme biçimlerinde de değişimler olması kaçınılmazdır. Sınıflar mücadelesi eski kalıplar içinde yürümüyor. Bunu çoktandır söylüyoruz. Artık yenilikleri kavramanın ve yeni mücadele yollarını yaratmanın zamanı gelmiştir. Bunun açık işaretleri 2000’lerdeki Arjantin ayaklanmasında en çarpıcı biçimde ortaya çıkmıştı. Bolivar devrimleri yeni yollar ortaya çıkardı. Ardından Yunanistan’da Syriza’dan Arap ayaklanmalarına, Gezi isyanına ve Rojava deneylerine kadar çok farklı yollar ortaya çıkmaktadır.

Eski kalıplar içinden bakılınca 21. yüzyıl sınıf mücadelelerinin öznelerini görmek ve kavramak zorlaşır. Büyük değişimlerin içinden geçiliyor. Her yenilikten güç üretebilirsek ancak böyle mücadele yeni seviyelere tırmanabilir.

20.11.2019   m.y.

———————————-

(*) Yazıya başlamışken Bolivya’da askeri darbe, Kolombiya’da ise büyük halk gösterileri yaşandı. Bu konuda,  Dergide Ayşe Tansever’in incelemesi bütün gelişmeleri irdeliyor. Yazımın da ana konusu açısından son gelişmelere ayrıca yer vermedim.

15.11.19         m.y.