İşçi Hareketinin Krizi Ve Yeni Örgütlenme Olanakları * Bahar Ekinci

Kapitalizmin yapısal dönüşümü ve krizi

İşçi hareketinin krizini anlamak için kapitalizmin yapısal dönüşümüne bakmak gerekiyor. Gelişen sanayii ve kar oranlarının düşme eğilimi sonucu sermayenin üretim alanından hizmet sektörüne ve spekülatif alana kayması bu dönüşümün önemli bileşenlerindendir.Üretim alanındateknolojinin gelişimiyle çok daha az insan emeği gerektirmesi ise işsizliğin kalıcılaşması sonucunu yaratıyor. Bu durumun niceliksel olarak daha da artması bekleniyor. İşgücünün niteliksel dönüşümü ile önümüzdeki yıllarda ağırlığın kol emeğinden büyük oranda kafa emeğine kayacağı açıktır.

Kapitalizmin yapısal dönüşümünün bir sonucu da sınıfın parçalanmasıdır. Neoliberal politikaların git gide tüm dünyada yaygınlık kazanması sınıfı pek çok açıdan parçalı hale getirdi. Büyük fabrikalarda benzer koşullarda beraber yapılan üretim parçalı hale geldi. Sınıf içinde kalıcı işi olanlar ayrıcalıklı hale geldi. Sınıf büyük oranda güvencesiz, gel-geç taşeron işlerde birbirinden kopuk ve farklı koşullarda çalışıyor. Hatta önemli bir kısmı çalışamıyor.

Kalıcı işsizlik ve parçalanmışlık sınıf mücadelesinin seyrini etkileyen önemli gelişmelerdir.

Emeğin parçalanmışlığı küresel bir meseledir. Tüm dünya çapında baktığımızda karşımıza ülkeden ülkeye, bölgeden bölgeye paramparça olmuş sınıf gerçeği çıkar.

Reel sosyalizmin yıkılışının ve bölge savaşlarının yarattığı yıkımla ülkelerini terk eden emekçiler dünyada oradan oraya kitlesel bir şekilde savrulmaktadır. Geçiş yollarında ve gittikleri yerlerde sınıfın yapısını ve burjuvaziye karşı konumlanmasını doğrudan etkilemektedirler. Göç yollarında kitlesel şekilde hayatlarını kaybetmeleri bir çeşit sınıf katliamıdır. Aş, iş ve onurlu bir yaşam için yollara düşen emekçiler yollarda katledilmektedir. Gittikleri ülkelerde işgücünün pazarlık gücünü zayıflatan bir etken olarak görülmektedirler ve bu yüzden ortak sınıf mücadelesine katılımları zorlaşmaktadır. Kültürel farklar da biraraya gelişi hayli güçleştirmektedir.

Çocuk emeği sömürüsü ve günümüzdeki durumu başlı başına ele alınmalıdır. Dünya çapında önemli bir sorun da çocuk emeği ve bu emeğin sınıf mücadelesine katılımıdır. Bizde bu durum en yaygın şekilde tarım işçiliğinde ve stajyer öğrencilerin emek sömürüsünde yaşanmaktadır. Tarım işçilerinin durumu başlı başına vahimken çocuk tarım işçilerinin durumu kadın tarım işçilerininki gibi çok daha vahimdir. Çocuklar bu alanda işçi olarak bile görülmüyor, ebeveynleriyle birlikte oradan oraya sürükleniyor, emekleri çok ucuz hatta karşılıksız ve maalesef pek çoğu iş cinayetlerine kurban gidiyorlar. Stajyer işçiler ise çok ciddi bir emek sömürüsüne uğruyorlar. 14 saate varan mesailerle üç kuruşa çalışıyor; her türlü hak gaspına, taciz ve mobinge maruz kalıyorlar.

Kadın emeği daha da enformelleşiyor, ucuzluyor, yok sayılıyor. Yeniden üretim sürecinde yok sayılan ve bedavaya getirilen emek, kapitalizmin önemli bir sömürü alanı olarak orda öylece duruyor. Hatta yoksulluk arttıkça yeniden üretim alanı genişliyor, kadın emeği daha da sömürülüyor. Kadınlar en kötü işlerde daha ucuza çalıştırılıyor, parça başı iş alanında her türlü kayıttan uzak Orta Çağ koşullarında çalıştırılıyor. 1800’lü yılların “eşit işe eşit ücret” talebi maalesef 21. yüzyılda güncelliğini hala koruyor.

Kapitalizmin yapısal dönüşümü sonucu kapitalist merkezlerde kafa emeğinin ağırlığı ciddi oranda yükselirken bir taraftan da dünyanın pek çok noktasında esnek çalışmayla enformel alan büyüyor, kadın emeği daha da esnekleşiyor ve görünmez kılınıyor.

Örgütsüzlük

Neoliberal politikalar sonucu esnek çalışma, taşeronlaştırma ve örgütsüzleştirme saldırılarıyla sınıf mücadelesi daha da geriletilmiştir.

Son 20-30 yılda tüm dünyada sendikalaşma oranında ve grevlerde düşüş var. Mesela ABD’de sendikalaşma oranı %10, Türkiye’de %13,86. Türkiye’de kayıtsız işçileri, göçmen işçileri, işçi bile sayılmayan kadınları da düşündüğümüzde bu oran ciddi olarak düşecektir.

Türkiye’de sendikalaşma oranı özelikle 90’lardan sonra düşmüştür. Türkiye’de özellikle kamuda sendikalaşma oranı yüksekti. 90’dan sonraki 20 yıl içinde özelleştirmeler sonucu kamuda kadrolu işçi istihdamı azaldığı için sendikalaşma oranı da düştü. Aynı zamanda işkolu barajı getiren yasalarla örgütlenmeye saldırı boyutlandırıldı.

Aslında bu durum tüm dünyada yaşanan kapitalizmin yapısal dönüşümüne sınıf mücadelesinin uyumu krizi olarak da adlandırılabilir. Buna ilave olarak son 15 yılda rejime bağlı bir kriz olarak görebileceğimiz korporatif sendikalar olan Hak-İş ve Memur-Sen’in varlığı Türkiye’de sınıf mücadelesi krizinin önemli bir ayağı olarak görülmelidir.

Türkiye’de sınıf sendikacılığının krizini anlamak için 12 Eylül önemli bir köşe taşıdır. Sermaye lehine düzenlemeleri içeren 24 Ocak kararlarını uygulamak, sınıfın tüm örgütlenmelerini dağıtmak ve devrimci mücadeleyi bastırmak için yapılan darbenin başarısını on yıllara yayılan zaman diliminde görebiliriz. Bu darbe sayesinde neoliberal politikalar uygulanabilmiştir. Türkiye işçi sınıfının ciddi deneyimler biriktirdiği bir dönemle mücadele ve tarih bilinci bağı kesilebilmiştir.

Darbe sonrası 89 Bahar eylemliliklerinin son noktası olarak Zonguldak maden işçilerinin sarı sendikacılar tarafından Mengen’den geri çevrilmesiyle bir dönem kapanmıştır ve asıl bu tarihten itibaren hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır.

Sınıf mücadelesiyle bağı darbede büyük oranda kopan yeni kuşaklar bu tarihten sonra sendikacıların işçiyi sattıkları ön kabulüyle yetişecektir. Haksız olmayan bu tespit alternatif sınıf örgütlenmeleri yaratılamadığında örgütsüzlüğü meşrulaştıran ve sermayenin elini güçlendiren bir durum yaratmıştır.

Geldiğimiz konakta sınıfın örgütsüzlüğü o seviyede ki, işçiler var olan haklarını dahi bilmiyor, bilse de kullanamıyor, koruyamıyor. Özellikle son yıllarda tepeden tırnağa yaşanan keyfileşme ve hukuksuzluk, hakların artırılmasına değil ancak,  var olan hakların korunması ve kullanımına odaklanmaya yol açmıştır.

Son yıllarda yaşanan işçi eylemlerine baktığımızda sendikalı olduğu için işten atılan ve direnen işçiler sıkça görülüyor. Anayasal bir hak olan sendika üyesi olmak, işveren tarafından direk kapının önüne konulmaya yol açıyor. Ücretlerini, tazminatlarını almadan işten atılmalar,  işçilerin her gün yaşadıkları gerçeklikler. Ücretlerin düşüklüğü, uzun mesai saatleri, mobing en sık karşılaşılan sorunlar.

Örgütsüzlüğün geldiği seviye iş cinayetlerinde artışta kendini çok açık olarak gösteriyor. İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi’nin (İSİG) açıkladığı rakamlara göre 2019’un ilk dört ayında en az 545 işçi iş cinayetlerinde hayatını kaybetti. 70’li yılların en aktif sınıf mücadelesi döneminde doğru düzgün gündem olmayan iş cinayetleri, günümüzde mücadelenin ilk sıralarında yer almak durumundadır.

İlkel kapitalizm dönemini aratmayan koşullarda çalışmaya mahkûm edilen sınıf, pek çok ileri haktan önce yaşama hakkı mücadelesi vermek zorunda kalmaktadır. İş cinayetlerinin yaşanmasında örgütsüzlük birincil sorundur. Örneğin Nisan 2019’da yaşanan iş cinayetleri sonucu hayatını kaybeden 145 işçinin yüzde 98’i sendikasızdır.

Sarı, korporatif sendikalarla mücadele, nasıl?

Var olan sendikalar en iyi niyetli yaklaşımla sınıf mücadelesinin, hele şu günlerde sınıf içinde biriken öfkenin önünde baraj görevi görüyor. Barajın arkasında biriken suyun kendine akacak kanallar bulması gibi sınıf mücadelesi de mutlaka yeni yollar bulacaktır. Bu yolların neler olacağı, sınıfın kendini hangi yeni örgütlenme modelleriyle ortaya koyacağı önümüzdeki günlerin önemli mücadele konularından olacaktır. Hele kayıtsız, esnek çalışma ve taşeron sistemi ekonomik krizle birleşince yıllardır yaptığımız enformel çalışmaya enformel örgütlenmeler tartışması mücadelede daha somut kanallar bulabilir.

Sendikaların şu anki durumu bir neden değil sonuçtur. Sadece sarı sendikacılara küfrederek sınıf mücadelesini büyütemeyiz. Tabi ki var olan anlayışla hesaplaşmak kaçınılmazdır. Ancak yeni yollar aramadan, mücadeleyi büyütmek için boylu boyunca sınıfın içinde yer almadan sendikacıları yerden yere vursak ne olacak?

Yazının başında da yer aldığı gibi şu anda sendikalı işçi oranı yüzde 14 bandında. Geri kalan yüzde 86 nerede? Kayıtsız, göçmen, ev işçisi kadın işçileri de düşünürsek yüzde 90’dan fazlası nerede?

Sınıfın çok parçalı ve düzenin borçlandırma batağında olduğu bir gerçek. Klasik sendikal örgütlenmeler sınıfın bir arada ve benzer koşullarda çalıştığı dönemlerin ürünü. Şu anki duruma baktığımızda nasıl kapitalizm geriye dönmüş ve vahşi kapitalizm koşullarında işçileri çalıştırıyorsa işçiler de belki de ilk dönem örgütlenmelere dönmeli… Dayanışmanın ön planda olduğu örgütlenmeler, çalışma koşullarının vahşiliğine karşı en insani ihtiyaçların karşılanması için örgütlenme…

Sınıf mücadelesi onca yol aldı, deneyim biriktirdi denebilir haklı olarak. Tüm bu deneyimlerin üstünden atlamak için değil, var olan durumun vahametini ortaya koymak için bir gönderme yapma ihtiyacı duyuluyor.

Enformel örgütlenme örneği olarak Sokak Sendikası verilebilir. Dergimizin bu sayısında şu anda aramızda olmayan ama ürettikleriyle hala bizimle yürüyen Mehmet Akyol yoldaşımızın aynı konulu tamamlanmamış bir yazısı olacak. O yazıda daha detaylı bir değerlendirme var. Konu enformel örgütlenmelere gelmişken değinmeden geçemeyeceğim.

Sokak Sendikası yetkisini gücünden alan, sınıfın işyeri ve yaşam alanlarında aynı anda kuşatıldığı çalışma tarzına güzel bir örnek olarak ele alınabilir. Ana parolası, güvencesizlerin güvencesi olacağız. Çalışma ve yaşam alanı aynı olan sınıfın ciddi bir devrimci iradenin de varlığıyla neler yapabileceğine iyi bir örnek. Tamamen kayıtsız ve güvencesiz koşullarda, merdivenaltı işyerlerinde hak gaspına uğrayan işçiler mahallenin devrimcilerine başvurur önce. Yasal hiçbir hakkı olmayan işçiler yetkisini gücünden alması gerektiğini pratiğin içinde öğrenir. Başta devrimcilere zamanla kendine güvenir. Yüzlerce işçinin sorunu çözülür. Sokak Sendikası zamanla kendine bir ilkeler manzumesi oluşturur. En önemli ilke; sorunu olan işçinin, kendi sorunu çözülürken ya da sonrasında başka bir sınıf kardeşinin sorununu çözmek için hareket etmesidir.

Sokak Sendikası’nın en önemli sorunu kalıcı bir örgütlenmeye dönüşememesi oldu. Sendikayı yaymak için oluşturmaya çalışılan işçi meclisi kalıcı olamadı. Sorunu çözülen işçilerin büyük bölümü sonrasında sendikada etkili roller almadı. Belki de bu tarz örgütleri (meclis tarzı) çok kalıcı kurgulamak doğru değil. Sorunlar ekseninde kitlesel bir araya gelişler uzun bir dönem daha çok kalıcı yapılara dönüşmeyecek gibi görünüyor. Bu durumun benzerini Gezi Direnişi sonrası oluşturulan forumlarda yaşamıştık. Görkemli bir ayaklanmanın ardından halk örgütlenmesi modeli olarak ortaya çıkan forumlar bir süre sonra sönümlenmişti.

Bu modelin en çok görüldüğü Latin Amerika’da bu tarz örgütlenmelerin kaderi ülkeden ülkeye farklılık gösteriyor. Arjantin’de 2000’de yaşanan ekonomik iflasla başlayan halk ayaklanmalarının ürünü olan halk meclisleri bir süre sonra sönümleniyor. Bolivya’da Su Savaşları ve Gaz Savaşları döneminde oluşturulan benzer örgütlenmeler sayesinde halk iradesi iktidara taşınabiliyor. Venezüella’da da Chavez iktidara gelince halk örgütlenmelerini oluşturmaya ve yaygınlaştırmaya çalışıyor.

Düzenli toplanan, tıkır tıkır işleyen, kararlar alan ve uygulayan bir yapı tezahür etmek hayalcilik olur. Önemli olan sınıfın şu anki pozisyonuna uygun örgütlenme modellerinin ipucunu yakalamak ve örneklerini yaratmak. Bu örnekler tek tip ve kalıcı olmayabilir. Sınıfın sorunlarını çözme iradesini açığa çıkarması ve sınıf bilincini geliştirmesi en önemli koşul olmalıdır.

Farklı örgütlenme deneyimlerine örnek olarak bağımsız bir sendika olan BATİS’e (Bağımsız Tekstil İşçileri Sendikası) de mutlaka değinmek gerekiyor. BATİS’in en önemli farkı klasik sendikalar gibi sektör ayrımı yapmaması. Hakların korunması ve geliştirilmesini esas alarak çalışan bir sendika olması. Toplu sözleşme yetkisi olmasa dahi üye sayısı yer yer 5 bine kadar çıkmıştır. Yetkisini gücünden alan bir anlayışla fiili eylemlerin ardından takım sözleşmesi yaptığı işyerleri olmuştur. İşçilerin var olan haklarının korunması ve geliştirilmesi ana hedefi olmuştur. Hukuk dayanışması bir dönem mücadelesinin önemli bir ayağını oluşturmuştur. Kurulduğu yer olan Bursa’da on yılların mücadele birikimi ve deneyimi BATİS’te cisimleşmiş, 1 Mayıslarda kitlesel kortejiyle dikkat çekmiştir. (2019 1 Mayıs’ında da 300 kişilik korteji ve ayrı programıyla dikkat çekmiştir.) 

BATİS’in Trakya ayağı da farkını ortaya koyan bir çalışma disiplini göstermektedir. İşyerlerinde yaşanan İSİG ihlallerini tespit ve mücadele konusunda özgün ve sonuç alıcı bir çalışma yaptı. BATİS’in sektör ve yetki ayrımı yapmadan sınıf mücadelesini büyütme yaklaşımı sonucu ulaşılan işçilerle yapılan çalışma sonucunda işyerlerindeki İSİG ihlalleri tespit edildi. Bu işyerlerine sorunları içeren ihtarlar çekildi. Konuyla ilgili BATİS Trakya’nın hazırladığı broşürden aldığımız bilgiye göre;

“2013 yılında 2 adet, 2014 yılında 16 adet işyerine ihtarname düzenledik.  Bunlardan 14 tanesi tekstil boyahane, 3 tanesi metal iş kolunda ve 1 de gıda iş kolunda.  4 başvurunun sahibi kadın işçi ve 14 başvuru erkek işçiler tarafından yapılmış. Başvurulan işyerlerinin 2 tanesinde işyerinde yetkili sendika var.”

(…)

“İhtar sonucu işyerlerinin yaptıkları İSİG düzenlemeleri:

… Bir işyerinde işçiler 1 hafta ücretli izne çıkarılarak fabrika komple bakımdan geçirildi. Birkaç fabrikaya ehliyetli forklift operatörü alındı. … İSİG eğitimleri verilmeye başlandı. Eğitimlerden biri şeflere yönelik “mobbing” eğitimi oldu. … Hemen hemen her işyerinde makine aksamları elden geçirildi. 12 saat düzeni çalışan fabrikalar ihtarlardan sonra 8 saat çalışma düzenine geçti. İş elbiseleri yenilendi ve soğuk bölümlerde çalışanlara ekstra donanımlar sağlandı. İSİG kişisel koruyucu donanımları verilmeye başlandı, bazılarında yenilendi. Birkaç fabrikada İSİG kurulu işçi temsilcisi seçimleri yapıldı. 18 fabrikanın yarısında kayıt dışı ödemeler kayıt içine girdi. … Bir işyerinde yapılan şikayet sonrası 20 kamyon çöp ve atık fabrikadan çıkarılarak işçilerin rahat nefes alması sağlandı, periyodik temizlik başladı.”

Bölgesel bir çalışma olmasına rağmen özellikle sınıfın önemli bir sorunu olan İSİG konusunda yapılanlar mücadelenin geleceği açısından önemli ipuçları sunmaktadır.

Sınıf mücadelesinin ideolojik sorunu

Sınıf mücadelesinin krizi sosyalizmin ideolojik krizinden bağımsız düşünülemez.Binbir emekle örgütlemeye çalıştığımız Sokak Sendikası gibi taktiklerin gelip bir yerde tıkanmasının emekçiler üzerinde ideolojik hegemonya kuramamamızla da doğrudan ilgisi vardır.

Reel sosyalizmin yıkılışından sonra neoliberal politikalar postmodern ideolojinin katkısıyla daha da rahat uygulandı.İdeolojilerin sonunun geldiğini savunan bu burjuva ideolojisi emekçilerin geleceğini belirleme ve örgütlenme hakkına saldırdı. “Anı yaşayın” sloganıyla yaşanmaz bir hayat emekçilere dayatıldı.

Sınıf çelişkilerinin üstünün örtüldüğü kimlik siyasetinin öne çıktığı bu dönem bitmiş değil. Kavramsal olarak postmodernizm daha az anılır olsa da postmarkist yaklaşımlarla sınıfın varlığı tartışılır hale gelmiştir. Özellikle 4. Sanayi Devrimi’yle makinaların ve robotların sınıfın yerini alacağı öngörüsünün desteğiyle de mücadelenin ekseni sınıf çelişkilerinden çok kimlik çelişkilerine oturtulmaya çalışılıyor. Kimlik çelişkilerinin (ulusal, cinsel vb) varlığı inkâr edilemez tabii. Ancak asıl sorun, ana çelişkinin örtbas edilmesidir.

Bu sorunun bir diğer noktasında Ortodoks yaklaşımlar duruyor. Sosyalizmin uygulayıcıları sorunluydu, deyip teorik sorunlarını örtbas edenler ve sınıfın yapısı hiç değişmemiş gibi hareket edenler de sonuç alamıyorlar. Sınıfın parçalandığını görmezsek her bir parçanın çelişkilerine uygun model geliştirmez eski modellerle her parçaya seslenmeye çalışırsak sonuç alamayız.

Ayrıca geniş işsiz yığınları görmez ya da bu durumun eskisi gibi gelip geçici olduğu ezberiyle hareket edersek sınıfın tek mücadele yöntemi olarak “üretimden gelen gücünü kullanması, şalteri indirmesi”ne odaklanırız ki bu yöntem tek başına günümüzde sınıfın genel mücadele çizgisini ifadeden uzaktır.

İşsizliğin kalıcı ve her geçen gün artmakta olduğunu bilerek mücadele yöntemlerimizi gözden geçirmemiz gerekiyor. Fabrikalarda hücreler oluşturmaya ve gün geldiğinde şalteri indirmeye endeksli sınıf mücadelesi verenler maalesef ki uzun yıllardır bir arpa boyu yol alamamışlardır.

Yeninin izini sürenler açısından da sınıfın yapısal dönüşümünü karşılayacak örgütlenme modelleri bulmak gerekiyor.

İşsizlerin eylem ve mücadele modeli olarak Arjantin’deki İşsiz İşçiler Hareketi önemli bir yerde durmaktadır. İşsizliğin açlık ve yoksullaşma anlamına geldiği yalın gerçeği üzerinden bir araya gelen geniş kitleler “şalteri indirme” hakkına sahip değilse ne yapacaktı? Arjantin’de üretimden gelen gücünü kullanamayan geniş kitleler kente giden ana arterleri keserek uyguladığı eylem planıyla taleplerini hayata geçirebildi.

Bizde de Tekel işçileri benzer bir mücadele yöntemiyle hareket etti. İşten atılmışlardı, üretimin dışındayken eylem yöntemi Ankara’nın merkezine çadırlar kurarak gündemi belirlemek oldu.

Bu örnekler üretimi durdurarak gücünü ortaya koyabilme şansı olan işçilerin bu eksende örgütlenmesi gerektiğinin üstünü örtmesin. Sınıfın parçalı durumda ve kalıcı işsizlik girdabında gücünü farklı yöntem ve örgütlenme modelleriyle ortaya koyması gerektiğine dair örnekler olarak ele alınmalıdır.

Bu eylem biçimlerinin çok düşünülüp masa başlarında alınan kararlarla bulunmadığını da bilmek gerekir. Sınıf biraz da el yordamıyla başkaca da çaresi kalmadığı zaman mücadele yöntemlerini çeşitlendiriyor. Önemli olan bunlardan geleceğe dair öncü taktikler için ipuçları yakalayabilmektir. Üretimin dışına atılmış işçilerin (işsizlerin) tüketim kanallarını tıkayarak mücadeleyi yükseltmesi önemli bir ipucu olarak duruyor.

Bir diğer önemli konu düzenli bir işte çalışabilme ayrıcalığına sahip işçilerle işsizlerin ittifakının kurulması mücadelesidir. Meselenin ideolojik arka planında işçi-köylü ittifakının, kırların büyük oranda boşaltılmasıyla yerini işsiz-işçi ittifakına bıraktığını görmek gerekir. İşsiz yığınların yıkıcılığıyla işçilerin yapıcılığının sınıf mücadelesinde buluşturulması henüz pratiklerini açığa çıkaramadığımız bir öngörü olarak duruyor. Kimi analistlerin “çekirdek işçi” dediği, 4. Sanayi Devrimi’nin hız almasıyla daha da ayrıcalıklı hale gelecek olan sınıf katmanının üretimi planlama yeteneği sosyalizmin inşası açısından son derece önemlidir.

Sınıf mücadelesinin şimdiki seviyesi bu kesimi kapsamaktan uzaktır. Bu kesim ancak sosyalizmin insanlığın geleceği için yegâne kurtuluş olduğunun ikna edici bir şekilde ortaya konmasıyla örgütlenebilir gibi görünüyor. Bu kesimin elde ettiği ayrıcalıkları riske atması ancak kapitalizmin tüm insanlığın sonunu hazırlayan vahşi yüzünün deşifre edilmesi ve sosyalizmin umut olarak örgütlenmesiyle mümkün olacaktır.

Geniş işsiz yığınların örgütlenmesi süreci de daha az zorlu değildir. Kendi yaşam alanlarında çürümeye terk edilen bu kesimlerin en başta yaşam alanlarında geniş dayanışma ağları kurularak örgütlenmesi zorunludur. Dayanışma ağlarının, adalet ve ekonomik ağlarla kuşatılması ise mücadelenin dönüştürücü ayaklarıdır.

3. Dönem stratejik yaklaşımıyla varoşlarda uzun yıllar yürüttüğümüz bu eksendeki çalışma; AKP belediyelerinin dilencileştirme yaklaşımıyla dayanışma çalışmamızı sınırlandırması, çetelerin mafyalaşmasına karşı direniş hattını güçlendiremememiz, devletin faşistleşme sürecinde kurumlarımızı kapatması ve öznel sorunlarımız nedeniyle hız kaybetse de sınıfın hem işyerleri hem de yaşam alanları üzerinden örgütlenmesi gerektiği tespitimiz gerçekliğini koruyor.

Önümüzdeki günlerde mahalle çalışmalarımız dönemin de olumlu havasından yararlanarak canlanacak gibi görünüyor. Bu canlanma sürecinde, yıllardır biriktirdiğimiz deneyimlerle hareket edeceğimiz, tıkandığımız noktalarda daha uyanık olacağımız, sınıfı yaşam alanlarında ve işyerlerinde eşgüdümlü bir şekilde örgütlemek için hareket edeceğimiz açıktır.

 Bu süreçte yakaladığımız ipuçlarının üzerine daha kararlı ve topyekûn gitmemiz gerektiği ortadadır. Geçiş süreçlerinde alternatifin örgütlenmesi, öncü taktiklerin ipuçlarının yakalanıp sivriltilmesi son derece önemlidir.